İKİNCİ BÖLÜM

A+
A-

İKİNCİ  BÖLÜM

(M. 55) Pir Muhammed’e sordular: Kamil-i Tebrizî’nin hırkası Önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş, bir serçeye dönüyor, sonra da diyorsun ki, «Doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım, çünkü o kendi hesabına yaşıyor.»

«Bu zembil sözünün şerhi nedir?» diye sordu. O da şu cevabı verdi: «istiyorum ki, büyüklerin sözlerini derleyeyim; söylediğim hürmetli sözler hep onların sözleri olsun.» Nasıl ki, bazı kimseler, gündüz dilenir, gece köpeklere ziyafet çekerler. Bundan sonra da hal böyle olunca, bunu dervişlerin önüne koyarlar; kendileri yemezler, îş bu kerteye gelince de kendileri yerler. Bu, ancak işin dış yüzüdür. Bunun iç yüzü şudur:

Biri, bir şeyhe, bif mürşide gönülden bağlanır. Yahut bir dost, bir gün gider, geçmişlerden veya yaşıyanlardan, gönül sahibi olduğunu sandığı birisinden bir şey dilenir. Bundan sonra kendi nefsini de unutmaz. Yüzünü gönül tarafına çevirir, orada bir köşeye çekilir; gece yarısı kadınlardan, çoluk çocuktan ayrılarak evin bir köşesine sığınır, hıçkıra hıçkıra ağlar. Vakti gelinceye kadar yani gönül semtinden bir ışık belirinceye kadar bekler. Ansızın evvelce özlediği gönül safasını anarak, ağlayarak secdeye kapanır. Allah onun dilediği zat ile olan münasebetini tekrar tatlılaştırır. Buna kabiliyeti olmayan kimseden ise, herkes umudunu kesmiştir.

Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazreti İsa gibi tedavi umudu kalmamış olan körleri, abraşları sağaltmak isterim. Yüzümü dostluk yönüne çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de işte böyle yürü!

Şimdi velilerin, sevenlerin, sevgililerin hali böyle olunca, «Son nedir?» sualine Cüneyd’in verdiği cevap şu olmuştur: «Son, başlangıca dönmektir.» Bu sözün zahir manalarından biri şudur: Sâlik, mürid, nasıl ki, başlangıçta açıkça ibadet, teşbih ve dua ediyor, bunları perde arkasında yapmıyordu; bundan sonra da kendisine bir hayranlık geldiği için artık o ibadetleri ihtiyarsız yapamaz.

Allah erlerinin iyi amelleri, ona yakın erenlerin yaramaz işleri derecesindedir. Her kim bizim dostumuz ise, önce etmiş olduğundan daha çok ibadet etmeli. Ancak dostlara, «Dün konuştuğumuz sözlerin, Bayezid’in Cüneyd’in, hattâ o rüsvaylık üstadı Hal-lac’ın sözleri ile ne münasebeti var,» demiyorum. Siz, ibadet hususundaki sözlerimi tutun! Çünkü yukarıda adı geçen kimseler Hazreti Muhammed’in (S. A.) teninde bir tüy bile olamazlar.

Ebû Sait ve o, on iki yıl ot kökü yiyerek geçinen sofî Hallac’ın tuttuğu yolda bu sözden bir koku alamadılar. Onunla bu sözü konuşurken, «Ne demek, hay hay!» derler. Mademki öyledir, bu kadarı yeter.

Âlemde bir gürültü koparıyorsun, sonra tevil için feryadı basıyorsun. Sözlerin tevili büyük bir iştir. Söyleyenin maksadını anlayabilmek de büyük bir irfan mertebesidir.

Hazreti Yusuf büyük bir Peygamberdi. Sözlerin tevilini bildiği için hem iftihar ediyor, hem de Allahya şükrediyordu. Peygamberler, onun huzuruna has-retdedirler. Ben şimdi derim ki: Mevlânâ onu hoş tutar. Ben böyle sanırım onu. Aksi halde ben nefsimde bir üstünlük görmüyorum. Benden, onun hoşuna giden bir söz çıkarsa acaba neden? Bu benim halim değil. Ancak bir gün sözden daralırsam, bana nereden geldiğini, kimin söylediğini bilmediğim bir yönden gelen sözlerden birinin yakasından yakalarım. Nereden söylerim? Allahtan. Nereye, kime söylerim? Büyük bir insana: Bu da, Mevlânâ’dır. Bu kimdir ki, ben ortada olduğum halde beni ziyarete gelir? Bana başka bir adamın evinden ziyaretçi gelir. (M. 56) îmad yahut Erşed, yahut Zeyneddin Sadaka. Ama bunlar benimle birlik olunca yahut benim ziyaretime geldikçe, onların gelişinden bir saat bile sıkılmam. Ama korkarım ki, böyle yaptığım için bana bir daha uğramazlar. Bundan dolayı onları başkalarından daha üstün tutarım.

Söz sırası Hazreti Mustafa’ya (S. A.) gelince, bir şey söyleyemem. Çünkü onun işi pek yücedir. Şüphe yok ki, Allah onu kerem denizine batınp çıkarırken mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber türemiştir. Geri kalan damlalardan da Allah velileri (evliya) yaratılmıştır. Öyleyse, onları nasıl birbirine yaklaştırabilirim? Ancak en son gelen evvelkilerinden daha üstündür derim. Sonra nasıl olur da başka bir nebiyi, Hazreti Muhammed’le (S. A.) karşılaştırabilirim? Bu, bana bir ilim tahsil etmeden, akıl ve emek sarfetme-den bildirildi. Bu hal ona uymuş olmamın bereketidir. Onunla birlikte konuştuğum ilk söz de bu idi. Ama Bayezid-i Bistamî, nasıl oldu da ona tamamiyle uymayı lüzumlu görmedi? Onun gibi, «Yarabbi sana, senin şanına uygun şekilde kulluk edemedik!» demedi.

Mevlânâ bu sözün tamamım ve neticesini, kemaliyle bilir. Ama bu söz nereye kadar gider? Sonu nereye varır? Mevlânâ, içinin, ruhunun temizliğinden sarhoştu. Onun sarhoşluğu, tertemiz, katkısız bir sarhoşluktur. Ben, bu sözün zevk ve lezzetini bildim. Onun sarhoşluk yönünden söylediğini anladım. Ama bu sözün yüksek zevkinden gafil ve habersizdim. Bu söz, benim sadece sözümdür; halim değildir. Eğer halim olsaydı, bundan daha aşağı veya daha yüce olamazdı. Bu söz de böyle kararlaştı. Ama sözüm, bir zamanda da başka birinedir.

Hak zamana bağlı değildir; hak ölmez. Zamanın ne yeri var? Evet zamanla Hak ölmez. Ama sen bir isim taşıyan bir varlıksın. O isim, sana senden mi gelmiştir? Müride gerekli olan üstadına karşı çok saygılı olmaktır. «Onu, müridinden sor,» demeleri bundandır.

Bir müride sordular: «Senin üstadın mı daha iyidir yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» «Üstadım daha iyidir,» dedi. «Ya üstadın mı iyidir yoksa (hâşâ) Hazreti Peygamber mi?» «Üstadım.» «Ya üstadın mı daha iyidir, yoksa Allah mı?» «Üstadım,» dedi. «Çünkü ben birlik ve tevhidin sırrını ondan başkasında bulamıyorum.» İşte teşbih derecesinde kalanlar için bu tevhid anlayışı böyledir. Yüksek bir seci ve teşbih sanatını aksettiren şu anlamdaki beyti okuyalım:

Beyit:

Ben, sevgilim; sevgilim de ben olmuşuz

İkimiz bir beden içine girmiş iki ruh olmuşuz.

Bu bir teşbihtir, bir benzetiştir. Ama sözü geçen müridin teşbihinden daha uzaktır. Aralarında bir bağlantı vardır ki, tevhid âlemine kadar gider.

Bana yaraşan, zahirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu korumaktır. Yoksa şeyhlik müridlik gibi ilişkiler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de yere batsın, derler. Bize bir söz söylemek isteyen kimse de bizim gibi olmalıdır. Böyle açık söylemelidir. Bizim veliliğimiz bahsinde bundan incinirler. Onlara, eşek, diyen zavallı taklitçi eşektir. Şimdi bana kendinden bir fazilet, bir üstünlük veriyorsun. Ben onu söylemiyorum. Benim önümde bu böyledir. Sözü yorumsuz ve açık söylüyorum. Aramızdaki ayrılığın bir sebebi varsa budur ancak. Ama o zaman sen beni anlamıyorsun! Halbuki ben buraya bir şeyler öğretmeye geldim.

Şam’a gitmek hoştur, bir nazdır. Sevgili naz eder ona katlanmak gerek. Gizlice en kötü şartlar içinde benimle olabilir misin? dedim. Şam’a gitmek hoştur, nazlanmaktır ama ben, muamele ve iş istiyorum. Ben işe bakarım. Diyelim ki, ben yüzümü ekşittim; sen de öyle ekşi yüzlü olabilir misin? Ben gülersem sen de güler misin? Benim selâm vermediğime sen de selâm vermez misin? Bana öyle (M. 57) geliyor ki, senin kendine göre, bizim âlemimizden ayrı bir âlemin var. Bir an oluyor ki, bizim yazılarımızı başkalarının yazılarıyla karıştırıyorsun! Ben senin mektuplarını yakınlarımın mektuplarıyla karıştırmam. Çünkü sen onlardan üstün olduğunu iddia edersin. Ama ben o davada değilim. Bi aralık bir şey yaz desem, ağır davranırsın.

Hazreti Ali’den (Allah ondan razı olsun), rivayet ederler; buyurmuş ki: Baki kabristanında cenaze na-mazındaydık. Hazreti Peygamber yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: «Hiç bir erkek ve kadın yoktur ki, gideceği yerin cennet veya cehennem olduğu Allah tarafından yazılmış olmasın.» Oradakilerden biri sordu: «Acaba bu alınyazılarımızı değiştirebilir miyiz?» Buyurdular ki: «Çalışın, iyi ameller işleyin. Herkes hangi iş için yaratılmış ise o işi kolaylaştırır. Cennet için yaratılmış olanlar, cennet ehli kişilerin işlerini kolaylaştırır; cehennem için yaratılmış olanlar da cehennem ehli kimselerin işlerini kolaylaştırırlar.» Hazreti Peygamber, sonra da Leyi sûresinden şu anlamdaki âyetleri okudular: «Ama her kim, Allah yolunda vergili olur, ondan korkarsa, faziletli işleri gerçeklerse ona kolaylıklar ihsan ederiz.» Giderken, «O ne güzel kişidir ki, kendisinde bir kusur olduğu halde latifeyi sever, Allah onu günde yetmiş kere güldürür» buyurdu.

Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun), bir şahide sordu: «Bu zina işinde nasıl tanıklık edersin?» Adam şöyle anlattı: «Eve girdim, sırt üstü yatmış bir kadın gördüm. Üzerine uzanmış bir erkekle hareket halinde idiler; nefes nefese. Ayaklarının bir çift eşek kulakları gibi birlikte hareket ettiğini gördüm. Bundan fazlada bir şey göremedim.»

Sen bir kimseden bir şey öğrendin mi? Meselâ her kim iyi konuşursa ona saygı gösterirsin; aradığım bulamamaktan, beklediğin şeyi elden kaçırmaktan korkarsın. Allah bunu sana verdi, bununla hal değişti. Eğer iş böyle peşin olmayaydı ona saygı göstermekten bu mana çıkmazdı. Ancak başkaları ile olan muamelelere uygun ikinci bir inanışa yol açardı. Ama çeşitli işlerde ben sizde bir üstünlük gördüğüm za man, sizinle gönül    alçaklığı ederek beraber kalmak isterim.

Şeyh Ebubekr (Şems’in ilk mürşidi), yanındaki fakir dervişlerle otururken vezirin adamlarından ve halktan bazı kimseler içeri girdiler. Şeyhin bunlara karşı gösterdiği saygı, dervişlere karşı gösterdiğinin yüzde biri kadar değildi. Yabancılar girmeden önce dervişlerden kimi ayakta, kimi oturdukları yerde edeple yerleşmişlerdi. Yabancı misafirden her biri içeri girdikçe, Şeyh onlarla meşgul olmaktan geri kalır, bu suretle Şeyhlik gayreti onların araya girmesiyle sönerdi.

Mademki bir sevgiliye varmak istiyorum, gerekir ki, halk şu soruyu benden sorsunlar ve desinler ki: «Onlarda gerçi bir ilim var ama neden halden hale dönerler?» Bilir misin ki, bu işlerin iç âlemi ile bir ilgisi yoktur. Çünkü kalbin ölümü bu hali baş kakıncı yapar, «Bırak ben görüyorum!» der ve hiç kimsenin sözünü dinlemez.

Bu marifet sözü, derviş deyimi herkesin dilinde dolaşır. Ama onlar bunu işitince şunu anlarlar: «Ey hoca, adını her tarafa duyurmak, şöhret yapmak gerek, yoksa marifet başka şeyle elde edilemez,» derler, îşte bu düşüncelerin utancından şu anlamdaki şiir hatıra geldi.

Şiir:

Binlerce  kurbanın  kesildiği  bir düğünde

Zavallı davulcuların ne yeri var?

Bu açık saçık şeyleri onarmaya çalışmanın ne lüzumu var? Bir zaman tam bir inanç ve gerçek bir arzu ile gelmişti. Dört defa ayağıma kapandı ve ağlıyordu. Mevlânâ’dan işitmiş yahut bizden ayrı düşen-Mevlânâ’nın halini görmüş olmak edebiyattan sayıl maz. Değersizdir. Gözün karardı senin, orada uyuma ki, karanlıkta kalmayasın! Heva ve heveslerine kapılmış kimselerle düşüp kalkma ki seni karartmasınlar. Gerektir ki, kendini yoklayasın; ta ki, sende bir de-.ğişiklik olmasın.

(M. 58) Hırkanın başlangıcından sonuna kadar devamlı bir basiret yoktur. Ben temiz kaldım. Kendilerinden zevk duymadığım o heva ve heves erbabının da temiz kalmasını isterim. Kendini daima tazele ki, sonunda Hazreti Peygamberin Ebu Hüreyre’ye buyurduğu, «Beni zaman zaman ziyaret et ki, muhabbet artsın!» hitabına uğramayasın! Eğer ondan hal diliyle bu hitabı işitirsen bir halvete çekilir hıçkıra hıçkıra ağlarsın! «Bana ne oldu, arada ne işler oldu ki, bu hitaba uğradım? Bu hitap gerçek dostlar için değildir. Başka dostlar arasında da olamaz,» dersin. Şu haline gözyaşları dökersin. Belki bir zevk ve rahata kavuşursun. «Beni zaman zaman ziyaret et» sözü, dikkat etsen de etmesen de bir kere ağızdan çıkmıştır. Bu görüşme hakkındaki mübarek hitabın sebebi şudur: Ebu Hüreyre, Hazreti Mustafa’nın (S. A.) pabuçlarını taşırdı. Başına gözüne sürerdi, sonra başına koyardı. Bu sefer de onun ayakkabılarını ayak üzeri düzeltti. Demediler ki, «Bunda bir sır vardır.» Bari ben açıklayayım: Hazreti Muhammed (S. A.) içinden güzel, dedi; önce pabuçları başı, gözü üzerine koyardı, ben de ulu Allahya feryat ederdim. Yarabbi! derdim, pabuçlarım o kadar mı değersiz oldu ki onun başı ve gözü üzerine kondu? Şimdi sen karardığın için ben de senin gözünde kararmış göründüm. Bana kararmış gözlerle bakma!

Bu ziyaret misalinden maksat, bana öyle bir gözle bak ki seni usandırmış olmayayım; beni daima taze ve yeni olarak gör, çünkü ben asla eskimem; sende eskileşme; eğer nazarında bir eskilik duygusu varsa acaba bunun sebebi nedir? diye görüşünü düzeltmeye bak, demektir.

«Acaba heva ve heves erbabı ile oturdumsa ne oldu?» diye kusuru kendinde ara. «Beni aralıklı ziyaret et!» demek, «Git, çabuk bendeki hakikati gör!» demektir. Bu görüş sana hayırlı ve faydalıdır.

Sen kendini yenile. Ben yepyeniyim. Sen kendini isbat et. Bak ben sabit ve kararlıyım. Beni sebatlı göremiyorsan bu senin sebatsızlığındandır. Ben eğer senin beni sebatlı kılman sayesinde sabit olursam, bu benim için çok kuvvetli sebat olur. Bana diyorsun ki, «Beni sabit kılarsan, melekler ayağa kalkar.» Allah sana ömürler versin! Allah vardır, demenin; onu is-bata çalışmanın Allah varlığına ne faydası var? Sen kendini var etmeye bak ki, melekler bütün gece seni övsünler. (Senin için) Allah varlığını gerçekledi desinler. Hazreti Muhammed (S.A.), «Beni görene ne mutlu. O ne mutlu kişidir ki beni göreni görmüştür,» buyurdu. Bunu yüz kere de söylese yerindedir. «Her kim beni, benim kendisini gördüğüm gibi görürse, bu takdirde o, benim gibi olur.» Bu sözcü söz söyler, anlaşılmasına dikkat eder. Şaşırtmaca yapmaz. Sözünün başlangıcı ne ise sonu da odur.

Mısra:

Her şarap içen er geç sarhoş olur.

Şarabını küp içinde saklarsa mizacı daha kuvvetli olur. Sözü anlayabildinse, telâşa düşersin, mahv olursun. Çünkü beni görürsün. Ben de Mevlânâ’yı görürüm. Öyle bir hale gelirsin ki, Mevlânâ’yı görünce, «Ne mutlu beni görene!» dersin. Ben de belki yüz kere söylemişimdir. Bende, Mevlânâ’yı görebilecek kuvvet yoktur. Mevlânâ da benim için böyle söyler. Ama bana göre dostluk, Mevlânâ’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha bulamadık, öldü desinler.

Bu gün şu dostlar toplantısını bir ganimet, kutlu bir fırsat sayın. Nasıl ki, o (delikanlı), «Ben istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ tarafına gideyim,» demişti.

(M. 59) Bana dedi ki: «Sen o nazenin değilsin, îlim vardır, ilimde çeşitli değişiklikler vardır. Bu çok zor fakat açık bir meseledir. Açıklıkta da değişiklikler vardır. Her ne kadar burada da o parlaklık ve açıklık varsa da, bu açıklıktaki değişiklikler de geçer, tekrar meydana gelir, însan gittikçe Mutmainne yani hakikate inanmış ve kanmış bir hale gelir; bundan sonra da erginlikten, devamlı bir iman ve vicdan huzurundan sende bir eser kalır. Artık hakikata erdin demektir.

Ulu Allahnın Fecr sûresinde Mutmainne olan nefse hitap ile, «Ey kanmış ve inanmış olan nefis! Kullarım arasına gir!» dedikten sonra bu iltifatını daha da kuvvetlendirerek «Cennetime gir!» buyurmasına belki lüzum yoktu diye düşünenler olabilir. Yani hakikatte ant içilmesi gereken nefsi Levvâme yani kendi kendini kınayan nefistir. Mutmainne olan nefis değildir. Ancak Mutmainne, levvâmeden daha aziz ve değerli olduğu için yalnız ona ant içilmiştir. Nasıl ki, Allah bütün melekleri huzurunda topladı. Onlar için bu emirden baş çevirmek mümkün değildi. Bizim de her hangi birinin gönlüne koyduğumuz ilhamı Allah ‘koymuştur. Onu, o gönülde yaratan ancak Allahdır. Başkaları nasıl o kulun Allahsı olabilir? Meğerki İblis olsun.

Biri, «Ben    zikretmek istiyorum,» dedi.    Buyurdu ki: «Başkaları seni o mezkûrdan, zikrettiğin Allahdan ayırmasın.» O zaman zikir gönül zikri olur. Sadece dil ile zikir noksan sayılır.

Bayezid-i Bistamî gönülle zikrederdi. Niçin onu dil ile de söylemek istemedi. Çünkü o, manada sarhoştu, «Beni ululayın, sânım ne yücedir!» diyordu. Bu sarhoşluk halinde Hazreti Mustafaya (S. A.) uyamaz-dı. Bayezid, o cihetden öylesine bir sarhoştu ki, ayıklara uyması mümkün değildi. «Beni ululayın,» sözü bir haberdir. Herkes, haber hususunda aşağı düşmüştür.

Kuran öğreten âlimin hikâyesi malûmdur. Yedi türlü okuma tarzı öğretiyordu. Her âyet için bir dinar istiyordu. Öğrenciyle böyle sözleştiler. Âlimin sözü şu idi: «Suretler değişiktir ama mana birdir.» Mev-lânâ’dan dinlediğim şu temsili, on altı yıldan beri yadigâr olarak saklarım. Buyurmuştu ki: «Halk, bir üzüm salkımına benzer. Bu salkımdaki danelerin sayısı suret yönündendir. Nasıl ki, bu salkımı bir kâse içinde ezer ve sıkarsak artık danelerden ve sayıdan eser kalmaz.» Bu söz muamele hayatında herkesin işine yarar, îşte nefsi emmâre o arzular salkımını da gönül alemindeki güzelliği görmesi kadar hiç bir temaşa öldüremez. O, cemal âlemini görünce hemen organları gevşer; herkesi âciz bırakan bir Padişaha benzer o nefsi emmâre. Ona bir kap içinde azıcık bir zehir verildi mi, eli ayağı gevşer, bütün öldürücü sertliği o anda mahvolur.

Padişaha, altın, mal, mülk eksikliği bir ziyan vermez. Ancak iki şey zarar verir. Biri, hiç kimseye bir mangır bile sektirmemek; ikincisi de değerli mücevherlerini kendi hazinecisinden bile saklamak. Bir aralık pek yakınlarına onlardan bir ışık gelse bile sonra  yine kıskançlıkla geri döner; onun kendi mangırına bile ışığı düşmez.

Padişaha bir ibrik getiren fellâhın hikâyesi malûmdur. Fellâh ibriği Padişaha verir, Padişah da onu astırır. Eğer ibriği önce olduğu gibi vermiş olsaydı, Padişah da onu astırmazdı.

Hazreti Muhammed’in (S. A.) ışığı, bir gönüle düşerse hem seni yakar hem de kendisine inandığın üstadı. Cevher nur saçar; ister aşağısı ister yukarısı, her tarafı birden aydınlatır. Sen kim oluyorsun ki, o Mekkeli kerem sahibi gibi olasın? Eğer bir kimseye bir ışık görünmüş de tekrar görünmez olmuşsa onu inkâr etmez, onun imkân tarafını yakalar. «Bu bir ahengin yadigârıdır, bu bir hatıradır,» der. Hazreti Mustafa’dan (S.A.) hiç kimse üstün olabilir mi? O, gökteki ayı iki parçaya ayırır.

Ben Kuran’ı, sadece Allah buyurmuş, Peygamberin ağzından ifade edilmiş olduğu için büyük görmüyorum. Mademki bir kimseyi görmedin, onda nasıl tasarruf edebilirsin? Meğerki biraz yardımı olsun sana!

(M. 60) Yukarda sözü geçen fellâh, ibriğin yan tarafındaki mühürü sökmüş, içindeki sırrı anlamak istemişti. Çok ağır, dopdolu! Fellâh, acaba içindeki kurşun mu yoksa kalay mı, diye düşünmüştü, içi altındır, diye aklından bile geçirmiyordu. Çünkü fellâh idi; onun bütün tahmin ve düşüncesi aşağılık bir durumda idi.

Bu sözü yedi türlü manasıyla hatırlanın. Bu sır değildir. Sır bundan başkadır. Çünkü sır, ancak yabancılar içindir. Nasıl ki elif harfi çoktur ama başkaları içindir. Bak ki, söz kaç harftir? ikinci söz birinciyi çeker ve örter, üçüncü söz de ikinciyi çeker ve örter. Ama tekrar açıklamaya başlar, döner dolaşır ilk söze gelir. Başka biri de onun eteğinden asılır. Bu yüzbin türlü değişikliğe uğraması, renkten renge girmesi, demektir. Sana her ne söylerlerse çabucak cevabını ver. Çünkü, «Nimet bağışlayana şükretmek vaciptir,» buyurulmuştur.

Ruhum bundan önce hiç yükselemediği bir makama erişti. Artık bundan daha yüce bir makam olamaz, diyordum. O, benim ruhumda tasarruf etti, öyle yükseldi ki, tâ lütuf ve rahmet kaynağına uçurdu. Gerektir ki, orada başkaları ile konuşurken maksadının ne olduğunu bilesin. Sana lâyık olan bir şeyde ne düşündüğümü anlayasın.

«Dinde ruhbanlık yoktur!» buyurulmuştur. Bu, hep halk ile birlikte otur demek değildir. Uzaktan halkı seyret, ancak onlara, hak söz söyle, hoş ve lâtif bir dille konuş. Eğer zamanede biri gelir de, «Sözün sırrı başkadır,» derse ona, (beşer kelâmı ile) kendisinde harf ve ses olmayan kelâmın farkını sorarsın. Eğer doğru cevap verirse onun ayağına kapanırsın. Şayet, «Bu kelâmın sırrı da ne oluyor? O da yabancılar içindir,» der ve deliller gösterirse, bu hususta seni aydınlatırsa, onda heybet ululuk ve Allah kudreti görünürse, o da bizim küçük kardeşimiz olur. Ancak o, öyle bir mert olmalı ki, kendisinde bir dert, bir aşk olsun. Her türlü vehim, hayal ve tereddütleri yaksın, şüphe perdelerini yırtsın.

«Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, aramıza ne bir kitap sahibi Peygamber, ne de Allah yakınlarından bir melek girebilir.» anlamındaki kutsî hadis de bir davet’tir, hal değildir. Yani böylece bir şey yapınız ki, bu sizin halin;z olsun, demektir. Bunlar hep dünyadır, dünyayla beraber yaşamaktadır. Nasıl ki o gün, onun pek gönlü kırık bir halde oturmuş olduğunu gördüm; çünkü o artık sultanın naibi değildi. Görevinden uzaklaştırılmıştı. Ama bu gün nasıl oturuyor? Yeni kaftanlar giymiş! Evet (geçenler unutulur). Sen o gâvurcuk değil misin ki, ben azim ve irade ile, ona Allahlık heybetini göstermek için gittiğimde, onun bütün halinin altüst olduğunu gördüm. Onun o tecelli karşısında ne coşkunluğu ne de murakabesi kalır. Hali de, sözü de hep yağmaya gider. O artık şu sözlerden başka bir şey söyliyemez oldu: «Ey güneş artık nur saçma ki, yarasaların gönlü incinmesin!» Ama güneşin işi gücü bu, elbette nur saçar. Yarasanın gözü incinir diye ışığını terk eder mi? Yine dedi ki; Gerçi yarasadan, yahut zayıf gözlülerden güneşe gam yoktur. O hep nur saçar. Ondan ancak güneşe tapanlar için korku vardır. Ola ki güneş kederlenerek (bir bulut arkasına gizlenerek) kendilerine bir yaramazlık eder, bu yüzden güneş nurundan uzak kalırlar, diye düşünürler.

Yine dedi ki: Güneşe tapan bir insan için, güneş hakkında beyle inanmak gerekir. Çünkü hiç kimsenin güneşe karşı saygısızlık göstermeye haddi yoktur. İnanan kimselerin elbette inançlarının kuvvetli olması gerektir ki, dağdan aşabilsinler. Yedi başlı aslanı görsünler, kulağına yapışsınlar, înanç kuvveti ve gün ışığı aşkı ile gam çekmesinler.

(M. 61) înanç ve aşk insanları kahraman yapar, bütün korkuları giderir. Yukanda sözü geçen kutsî hadisteki mana yani Peygamber ile Allah arasındaki ilgi bir dâvet’tir. Yoksa yukarıda söylediğimiz gibi hal olsaydı, o hal içinde, «benim» sözünün yeri olur mu idi? Beraberlik nerede? Yakın, melekler, kitapla gönderilmiş peygamberler gibi dört ayrı varlığın ne yeri olurdu? Bu sözler gerçi söz olarak söylenmiştir, birer davettir ama, hiç umutsuzluk yoktur. Bu hal eğer iki zaman içinde baki kalsaydı, ilk zaman içindeki umut olurdu; ikinci zaman için-de bir nağra atar geçersin. Öyle bir nağra atarsın ki, içinde umutlar ve gülüşler olsun.

Burada bir gülüş, bir sevinç her halde bir gamdan ileri gelmez. Her şeyin üstündeki sevinçler de böyledir. Herkesin bir sevinci vardır. Zahidin, âbidin, âlimin, velinin, nebinin birer sevinci vardır. Nihayet bu sözün sırrı öteden beri eski ise, sözdeki sırrın sırrı daha eskidir. Bu surette söz kılıncına boyun eğerler. Bir söz de vardır ki, güzeldir ama uzanır gider, umutsuzluk getirir. (Sözün en hayırlısı, kısa fakat manası geniş olan sözdür) Hazreti Mustafa’nın (S. A.) sözlerindeki güzellik bundan değil mi?

Allah zatını örten ne kadar zulmet ve nur perdeleri vardır ki, bu binlerce engeller umut bağını koparır. Bir insan bin yıl ikitap okusa bile asla Hazreti Mustafa’nın (S. A.) meşrebinde olamaz ve o okumanın kendisine hiç bir faydası dokunmaz. Eşeğe yükletilen bir çuval kitabın hayvana ne faydası olur?

Senin, aynı meşrepte dediğin kimse de seni kan-dıramıyorsa, onda o zevki tadabilecek bir meşreb yoktur. Halbuki o zevki duyabilecek bir meşreb ister. Sen onun sözlerini kendi şahsî anlayışına, yahut felsefî bilgilerine göre yorumlarsın, demektir. Bunda hangi gönül rahatlığı olur? Birlikte yaşamış n;ce kişiler vardır ki, onun halinden hiç haberleri olmamış. Şu halde onların neden haberleri vardır? Ondan bir nasip alabilmek için hangi yoldan gitseler bir şey elde edemezler. Ancak gönül alçaklığı ile, ona açıkça uymakla, onun yolundan ayrılmamak gerektir.

Görüyorsun ki, onun   huzurunda yersiz bir harekette bulunan da, bu konuda hiç bir şey    söylemez. Biri muhabbeti kırmış da tekrar muhabbet üzere olmaya çalışıyorsa,  bundan çok hoşlanırsın.

 

Hilaf (Tartışma) Bahsi

Tartışma bilgisi öğren! Doğrudan gerçekten usan-dınsa hilaf ilmi tahsil et.

Hilaf, değişik söz ve fikirlerin karşılaştırılması-dır. Birinin sözü yalan ise bunun tartışılmasına lüzum yoktur. Bütün sözleri doğru ise yine ortada bir uygunsuzluk ve aykırılık olmadığı için tartışma konusu olamaz. Daima, «Bu böyledir,» dersin ve asla aksine bir iddiada bulunmazsın. Eğer bir meselede doğruluk bulunduğu açıkça anlaşılıyorsa, bu hakikat kendi nefsinden zuhur etmez. Bunu sen nefsinden iddia edersin (ispata çalışırsın), îster gerçek, ister yalan olsun, tartışma ve inatlaşmanın, yersiz münakaşanın sana bir faydası olmaz. Eğer iddia doğru ise aksine düşündüğünden dolayı Allah seni sorumlu tutar; hilaf ile uğraşan kişi isterse velilerden olsun!

 

Duhâ Sûresi’nin Yedinci Âyetinin Mânâsı

Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, «Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola yönelttik,» Duyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir: Ya Muhammedi Allah seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yol gösterdi. Bunu herkes böyle yorumladı. Hak, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Muhammed (S. A.) nefsini yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan zattır.

 

Ömer’in Mertebesi

Hazreti Muhammed (S. A.), Cebrail’den sordu: «Ömer’in Allah katındaki mertebesi nasıldır?» Cebrail şu cevabı verdi: «Nuh Peygambere verilen ömrün dört katı ömrüm olsaydı da sana onun faziletlerinden söz açsaydım, yine biteremezdim.» (M. 62) Hazreti Peygamber tekrar sordu: «Ya Ebubekr’e ne dersin?» Cebrail şu cevabı verdi: «Ömer, bütün üstün vasıflan ile birlikte Ebukekr’in güzel huylarından yalnız bir örnektir.»

Dedi ki: Bir kazanç ile uğraşıyorsan o bizim içindir. Çünkü günün birinde bize bir şey lâzım olursa verirsin. Şimdi gerektir ki çok kazanasın. «Filan kişinin ne hoş hali var?» dedi. «Keski benim halim de öyle olsaydı!» Ben de ona dedim ki: «Sen mademki benim dostum olduğunu iddia ediyorsun yüzüme karşı bu sözleri söylemekten utanmıyor musun?»

Dedi ki: Yani o yüce bir makam değil mi? Evet o yüce bir makamdır. Hal de yüksektir. Ama benim dostum olanlar ona razı olmazlar1. Sen bu sözünle benim karşımda şöyle bir duruma düştün: Meselâ sen, bana, «En yakın bir vezirden daha yükseksin, güzel konuşur güzel dinler, sırrımı anlar olmuşsun, ama keski Konya şahnesi olaydım! Çünkü vezir onu çok sever, ona güvenir ve inanır,» diyorsun.

Sultan naibi olan vezir, yüce himmetiyle ona emir verse ve «Ben ancak kuru bir isim ve unvandan ibaret bir kişiyim. Her işte hüküm ve karar senindir» dese, o zaman Konya şahnesi, yine yüz türlü dalkavukluklar, yer öpmeler ve yaltaklanmalarla onun huzuruna çıkmaya cesaret edemez.

Gerektir ki, zaman zaman nefis aradan çıksın da safa yüz göstersin, onda bir aydınlık belirsin. Nefis, daha ilerisine gidemiyeceği son bir noktaya varsın. O aydınlık onda geçici olsaydı, nefisten gelmezdi. Ama sen onun yolunda olursan, o bir gün gelir, sende karar kılar. Bu sözlerimizi işleri daha fazla geciktirmemek için söyledik. Şairin,

Diyelim ki, sevgilinin vuslatına ereceğim,

Anlamındaki mısra ile işaret ettiği gibi şu beyitte zayıflık görünüyor, ama hale uygunluğu bakımından çok kuvvetli, çünkü o zayıflıktan vuslat kokusu geliyor.

Ben uykudayım, ama bu uyanıklıktır.

Uyuyanlar, benim uyanık olduğumu ne bilsinler?

Dedi ki: Eğer diken varsa ona bir ateş vermek gerek. Dedim ki; «O, Nuh Peygamber’e uymaktır, Mustafa’ya (S. A.) değil.» Nuh Peygamber; »Yarab-bi! Kavmimi doğru yola yönelt, duasiyle sözün dış yönünü açıklamak istemedi. Bu çile çekenler de Musa’ ya uydular. Çünkü onda biraz lezzet buldular. Bugün böyle olmak kolaydır. Böyle olursan benim işim de kolaylaşır.

Ben, iki yönü olan bir adamım. Bir taştan bir taşa el atarak, şahı kendi yerine kaçırarak mat olmaktan korurum. Şah kendi yerinden dışarda mat olmadan tekrar yerine gelir. Bu şah ise hiç mat olmaz, ama mat olan başka şahlarla kıyaslanır. Lâkin öyle evlerde saklanan mat olmuş şahlardan başkadır. O, bu sözleri söyledi ama sen hiç bir şey demiyorsun. Hakkı açıklamak için birkaç söz söylemek ve her söze yüzlerce kesin delil getirmek mümkündür. Dedi ki: Allah kulluk asasını körlerin eline verdi. Çünkü onlar kulluğun gerçek mânasına eremediler. Ola ki o asanın yardımı ile, dua ve namazdan bir koku alabilsinler. Bu niçin böyle oluyor?

Hazreti Peygamberi bütün olgunluğu ile göz önüne getir. Eğer bir kimse bütün halkı okutarak yetiştireceğine inanıyorsa, o her şeyden habersiz bir ga-vurcuktur. Öyle bir insanın hiç bir yetkisi, hiç bir şeyden bilgisi yoktur. Belki aşk yönünden buna inanıyorsa onda bir irfan var demektir.

Hazreti Peygamber, ayakları şişinceye kadar namaz kılar, «Allahu Ekber!» derdi. O halde iken    de dünyanın dışına çıkardı. Hem öylesine çıkardı ki, (M. 63) isterse yanındaki buğday yükleri ve yüz deve yağmaya gitsin! O, gönül darlığı ile ilk tekbiri kaçırmazdı. Hazreti Mustafa (S. A.) bir gün, bulunduğu    makamda Ümmü Mektum’un selâm verdiğini göremedi; ona yüzünü ekşitti, o da    kendisine özür diledi. Peygamberin böyle yüzünü  ekşitmesinden, Allah da ona ekşi yüz gösterdi. Çünkü Allah onu cennetten müjdelenmişler  arasına yükseltmişti.   Özür diledikten sonra da «Tövbe ettim,» dedi. O zaman, «Bu Allanın hoşuna gidecek bir iş değildir. İki yüz deve gönder de buğday getirsinler, onu halka bağışla!» buyurdu.

 

Haşr Cesetlerle mi? Yoksa Ruhlarla mı?

Felsefeciye göre ruhlar haşr olunur. O ahmaktır; ancak kendi yazdığını, kendi bildiğini okur. Yani o, her neyi bilmezse onu olmaz sanır. Ona göre kendi inancı dışında olan şeyler afettir. Bayezid-i Bistamî onun dizginlerini tutsa bile öyledir.

Bazı vakitlerde gönlüm çok daralıyor. Zaman oluyor ki, cevap verecek yerde susuyorsun. Bütün bu uygunsuz işler şuradan geliyor. Herkes bir şey söylüyor, sen cevap vermiyorsun, hep susuyorsun.

Nihayet sen evde benim ne kadar güvenli olduğumu görüyorsun, halimi biliyorsun. Dışarıdan biri bir söz söylese, «Ben bunu açıkça görüyorum,» demiyorsun. Hattâ güneşten daha parlak bir şekilde gözlerimle görmekteyim.

Dedi ki: Eğer yanlış bir söz söylersem, yahut hatalı bir iş yaparsam, Şeyhinin suretini başkalaşmış görürsün. Sana çirkin görünmeye başlar. O zaman halktan gizli olarak gece yarılarında Haktan iyi ameller dilemekten, ona yalvarıp inlemekten başka çare yoktur. «Allahım şu hali bizden gideriver, gözümüzün önündeki perdeleri uzaklaştır,» dersin. Nihayet beklediğim rahatlığı görür ve gönül hoşluğuna kavuşursun. Çünkü o geçen hal, başka renkte görünen bir perde idi. Şimdi yalvarmak gerektir ki o perde yansın da hiç kimse bizden bir fayda elde edemesin. Hiç bir şey; ne dinde, ne dünyaya ait işlerde, ne hesapta ne kitapta bir şey elde edemesin!

Onun sözlerine cevap verebilir ve diyebilirsin ki: «Mademki onda bir kudret, bir nur ve mahabet vardır, o nasıl olur da batıl şeylere inanır? Bu nasıl bir kudret ve nurdur?» Buyuruyorsun ki: «Efrad zümresinden elli Allah velisi onun dizginini çekmeye lâyıktır. Ama bir körün arkasından kim gider?»

Diyorsun ki: «Allah velilerinin nişanları vardır.» «Sen velilerin zatındaki nişanı bilmez misin?» Veliler âciz kalınca o güçsüzlüklerinden dolayı onlarda ya gönül aydınlığı hasıl olur, yahut ruhlarına bir bulanıklık gelir. Nasıl ki, îblis güçsüzlüğü yüzünden karanlıkta kaldı, melekler ise aynı sebepten aydınlığa kavuştular. Mucize böyle olur. Hakkın âyeti de öyle. Âciz kalınca derhal secdeye kapanırlar.

O, «İnsanı ilk gördüğüm zaman tanırım,» diyordu. Büyük bir hata içindedir. Önce kadı ile bir şey konuşamaz, vezir ile.de bir şey yapamaz. Sen önce yola gel ve otur. Eğer, «Senden başkalarını da senin için severim,» derse, sen bundan başkasını söyle. De ki: «Mevlânâ Şemseddin-i istiyorsan o zaman gönlüm yerine gelir. Beni ondan dolayı seversin derim.» O her ne söylerse cevap ver söylemezse sen konuşmaya başla. Seninle birlikte korkunç, sıkıntılı bir yerdeyiz. O, filan yerde otuz haydut öldürdü, otuz kişiyi de tutsak etti. Gördüğün şu adam, başı yarılmış, kanlar içinde. Ben ise  dünyayı gayet güzel sakin, güvenli gösteriyorum; gönül açıcı şiirler okuyorum. Hiç bir şeyden korkum yok. Bana soruyor: «Sen hangi şeyden hoşlanırsın? Otuz kişi gelse de ananı boğazlasa, ‘Git seni de boğazlasınlar ki, ruhun parıldasın’ der misin? ‘Hayır, nasıl gideyim?’ dersin.» O halde, gitme de otur. Bu îmad bana ne sanat öğretti? Nefsimle ilgili işlerde ne yapabilirim? (Onu) aldı ve sakalını birer birer yoldu. Artık konuşamıyor dük.

(M. 64) Buna emir gelmeden önce, «Beni döver misin?» dedi. Müritler zararlı bir iş yaptıkları zaman dövün, hattâ her saatte cezaya hazır bulundurun. Çünkü onun yaptığı işlerde, bana zararlı olduğunu tecrübe ettim. İsterse o benim ruhum olsun. Çünkü nefsim onu düşünmeden elde etmiştir. Allah beni hangi şey için yarattı? Söyleyeceğim şu ki, benden sonra damat isteme! Emanet doğru çıktı. O sözleri konuştuğum zaman yüzüm bu âlemdeydi. Bu takdirde eğer, «O âlem daha hoştur,» derlerse doğru söylemişlerdir. Şu halde o âlem nerede? Öyle ise sen niçin birlikte dışarı çıkmıyorsun diyorum.

Bir toplulukla birlikte oturuyorduk. Orada bir de Arap vardı. Ben dışarı çıktım. Allahya emanet olun dedim. Sordu: «Bana hoş geldin, sefa geldin mi diyorsun?» «Güzel!» dedim. «Benim de maksadım sizinle birlikte dışarı çıkmak ve konuşmaktı.» Yolda ona, «Gözlerim yağmur bulutu gibi ıslandı,» anlamına gelen mısraı okudum. «Niçin dışarı çıkmazsın ki, beraber konuşalım?» diyordum.

Şahap hoş bir kâfircikti. Nişabur dili konuşurdu. Derdi ki: «Bir iş yapıyorsan kendini üzme. Çünkü sen erkekten de dişiden de el çekmişsin! Ama bizim Mu-hammedimiz Mecusîdir. Kendi zatı ile varlığı vaciptir. Bir daha kurcalarsan ‘Allah’ dersin. Ona ne isim vermişler diye gülersin. Ondan kıl ucu kadar bir nokta kalmadı ki, açıkça görmüş olmayayım.» Onun bu apaçık inancı, hoş hali zaman zaman nedendir? «Neden böyle geveliyor?» dedim. Hiç bir şey anlayamadım; hayli araştırdım. Onun bazı kırıntılarını satan bir çömezi ki hiç kimseye iltifat etmezdi, bana yakınlık gösterdi. «Hayırdır inşallah!» dedim. Çömez bana sordu: «Sen ne yapıyorsun ki, bunların böyle inanç ve itikatını sağlıyorsun?»

Mevlânâ’ya, «Muhammed, Allanın Resulüdür,» diyorum. Gece yanıma gelince üzülüyorum. O bana, «Sus,» diyor. Şirin bir kimse var. Diyelim ki Muhammedi arayan bir cahildir o. Mevlânâ’ya, «Bari ne yaptın?» dedi. Dedim ki: «Benim, âlemde bu cahillerle bir alış verişim yok. Ben onlar için gelmedim.» O âlemde hakkı ile yol gösterenleri, parmakla gösteririm.

Kadın ve şehvetle meşgul olmak elbetde zayıf yaratılanların işidir. Aklın fetvası budur, diyorsun. Muhammed ona, «Bu akıl, fetva hususunda hiç hata etmez,» demişti. «Hayır, akıl hata etmez, hata ancak başka şeylerdir,» dedi.

İmanda tatlılık,  gelip gelip    gitmesinde değildir’.

Zeyneddin Sadakayı gördüm boş lâflar ediyordu. Başı boş bir at üzerinde yabanlara koşan, yolunu şaşırmış bir süvari gibiydi. Bu îmad ise bin kere ondan daha iyidir. Nahiv’den (Sentaks), lügattan anlar. Gidip gelmek sevgiyi arttırır, derler. Bu senin işin değil. Ey kahpe bacılı. Sen kimsin ki, Yahya’ya «veli,» dediğin için o çok ağlamıştı. Eğer (senin yerinde) ben olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o günahsızdı. Ağlamayı gerektiren de ancak günahtır. Bu veli kimdir? Kuran’da nebilere asla velî denilmemiştir. Onların benim halimden haberleri yoktur. (M. 65) Onlar, «Şam’dan kervan gelsin de yoldan haber getirsin, bekle!» derler. Sözlerimi böyle dinleyeceklerse yani yalnız tartışma ve karşılıklı konuşma yoluyla beni dinlerlerse, onlar Şeyhlerin sözlerinden, hadisten, Kuran’dan bir şey anlayamazlar. Benden de memnun kalmalarına imkân yoktur. Ama eğer benden faydalanmak veya feyiz almak yolunu seçerlerse, ki bu yol niyaz sermayesidir; kendileri için faydalı olur. Yoksa ne bir gün ne on gün, belki yüz yıl bile söyleseler biz elimizi çenemizin altına koyar dinleriz, derler.

Saklanması gerekli olan bir mücevheri, gayet kalın bir kutu içine koyarak siyah bir mendille sarmakta ve bunu on kat bir bohça içinde gizlemekte, deriler içine sarmakta hayret edilecek bir şey yoktur. Nasıl ki, Peygamber Efendimize, ruh kokusu ve ruhun güzelliği belirtildiği vakit kendi ruhunu görmüş değildi. Ruhun güzelliğinden ona bir haber erişmesi ve onun ruhu görmesi uzak bir mertebedir. Allah yoluna buradan yürümek gerektir ki, onu gözle görebilmek mümkün olsun. Hem bu hayatta, hem de dünyada Allahı görebilmek mümkündür, diyorum. Yukarda sözü geçen mücevher, her ne kadar o perdelerle gizlenmiş olsa bile onda öyle bir ışık vardır ki kendini dışarı vurur. Görüşü mükemmel olan kimseler onu dışarı vurmadan da görebilirler. Ama o ışık dışarı vurmadan bilmeyenlere, görmeyenlere hayret edilemez. Asıl hayret edilecek nokta şudur ki, ışığı açığa çıkarır, elinin içine koyarsın da yine göremez. O, ne Sokrat’ın sözünü, ne thvanı Safa hikâyeleri ile Yunan felsefesini, Hazreti Muhammed’le (S. A.) onun evlâdını; candan gönülden sevdiği çocuklarının ahvalini bilir. Öyle bir insan, toprağın ve suyun evlâdı ve Allah’ın kulu sayılmaz.

Hazreti Ömer’, bir gün Tevrat’tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S.A.), kitabı Ömer’in elinden çekti, «Bunu at!» dedi. «Eğer bunun sahibi yani Tevrat kendisi için indirilmiş olan Musa sağ olsaydı, benim de ona yüz çevirmekliğim gerekirdi, bir kahraman gelmiş, bütün bu işleri altüst etmiş; kendi kurduğu dinin nimet sofrasını açmıştır. Hiç kimse onun yolunda rızıksız ve nasipsiz kalmamıştır. Nasıl olur ki Muhammed’in (S. A.) devrinde Musa’dan söz açılsın. Bundan    maksat şudur: Allahın    yol gösterdiği, kendisine rızık ve nimet verdiği bir kimse henüz Allahı görmek hususunda bir şüphesi olanlara körlüklerini göstersin; tâ ki Allahı da bilsinler, kullarını da! Bir Rus bile bu kapıdan girer, bizi görür, iman getirirse, bize yüzünü çevirirse,  şüphe yok ki, bu şeyhlerden çok, bizden faydalanır. Çünkü o, kendiliğinden dolmuştur. O gibilerin sermayesi niyaz, yalvarmadır; zamaneden bir rüzgâr esmiş onları dağıtmıştır.

Şeyh Muhammed, Seyyid ve arkadaşlarının haline gülüyor ve diyordu ki: «Bütün vücudum Allahyla dolmuştur» sözü ne sözdür? Ben de gülüyordum. O zannetti ki, kendisini desteklediğim için gülüyorum. Halbuki ben onun haline gülüyordum. Sen kendi kendini göremiyorsun. O uykuda idi, rüya görmüştü, diyordun. Nişaburlu Şahap, arkadaşlar arasındaydı. Bu Şahab’ın Şeyh Şehabattin’den üstün tarafı vardır. Şeyh Necib’in mürididir. O Hallaç, onun Şeyh Şehabettin’in müridi olduğunu boşuna mı söylemişti?

Şahap, bir gün rüyasında bir dağ başına doğru koşuyor. Bir kadın da arkasından kendini kovalıyor, dağın başına gelince oradan aşağı doğru koşmaya başlıyor. (M. 66) Kadın parmaklarını dudaklarına götürerek, «O öldü!» diyor. Medreseye geliyor, erken erken kapıyı vuruyor. Şeyh Şehabettin ölmüş diye onlar işi büyüttüler. Şeyh Muhammed, gizlendi. «Bu şeytandı,» dediler. Gündüz olunca geldi gördü ki, kitaplar arasında başını eli üzerine koymuş olduğu halde gülümseyerek can vermiş. Şeyh Muhammed, onun gözlerini ve sakalını öperek veda etti ve gitti. Mecliste-kiler, «Hayır, o ya hızır idi yahut da bir melek! Geçip gitti!» dediler. Zamanenin işaretlerini taşıyordu ise, buna şaşmamalıdır.

 

Kuran Okuyanlar

«Nice okuyucular vardır ki, Kuran onlara lanet eder,» buyurulmuştur. Burada okuyucular (tilâvet edenler) kelimesi nice veya birçok manasına gelen Arapça rubbc ile birlikte söylenmiştir. Ama bu bütün okuyucular için değildir. Şu halde başka okuyanlar, hafızlar da vardır ki, bunlar Kuran okumanın uzmanıdırlar. Allahın has kulları ki, Kuran’ın yedi türlü manasına aşinadırlar. Çünkü Kuran’ın yediye kadar sayılan, zahiri, bâtını, hattâ batının batını manası vardır. Ama bu yedi mana lâzım değildir. Bunlardan her biri, halkın âdet ve anlayışına göre değişir. Halk bunlardan başkasını ve daha ötesindeki manaları da bilir. Bu onun işidir. Kuran’ın yedi türlü manasını veya yüz bin türlü manasını bilmek başka bir hak vergisidir; bir lütuftur. Hakkı arayan onun has kulu olan kimseler, sevgiliye vaktinde nasıl nazlanır? Bu mertebenin üstünde öyle bir mertebe daha vardır ki, en seçkin kulların mertebesidir. Kuran’da onların bahsi geçmez ama işaret vardır. O gibilerin, sözü geçen Kuran okuyucuları ile bir ilgileri yoktur. Onlar ne o bölükten ne de bu bölüktendir. Allahın özel ve seçkin kullarıdır onlar. Bundan önce de onlardan bahsetmiştim. «Sana göre de bu mana böyledir, öyle değil mi?» dedim. «Sen zahmet etme, burada bir zorluk yoktur. Bana, suya gitmek zor geliyor,» dedi. Kırlar karlarla örtülü. Acaba su lâzım olur mu? Buyurdu ki: Her ne olursa olsun insan oğlu önceden yapacağı şeyi düşünmeli ve sonuna kadar bunu yapmaya karar vermelidir. O zaman zorluk kalmaz her şey kolaylaşır. Bu eski bir kanundur. Kış, evet, bahar yerine kış gelseydi, «Eyvah, bu ne haldir?» derdin. Ben böyle düşünmemiştim. Bu kanun değildir. Babadan dededen kalma âdete göre yaz mevsiminden sonra güz gelir, güzden sonra da kış.

 

Kadınlar Hamamına Giren Erkek

Adamın biri kadınlar hamamına gider, soyunur çırçıplak olur. Kendince şöyle düşünür: Olsa olsa kadınlar saç ve sakalımı yolacaklar, beni dişleriyle ısıracaklar, tas ve taraklarla dövüp söğdükten sonra da şahneye teslim edip dönecekler. Ama hiç düşünmemişti ki, erkeklik organlarını kessinler. Şüphesiz o uğursuz saate kadar susmuştu. O saat gelip çatınca, feryadı bastırdı, şöyle dedi: «Ben öyle düşünmüştüm ki, bana itibar eder hatırımı sayarsınız. Belki kadın ‘milleti bana karşı şefkatli davranırlar, gönlümü alırlar.» Bugün eğer böyle olacağını düşünmüş olsaydım bu işe hiç yanaşmaz böyle bir harekete karar vermezdim. (M. 67) Beni dört defa kadının karşısına çıkarsalar bile bana çok zor gelmezdi. Ben oraya gitmiye bilirdim, beni oraya götürmek için belki de bulamazlardı. Eğer o zaman başkaca kurnazlık yollarına sapsaydım, mevsim kışa rastlar, bahar olmazdı şehirde gizlenir, ses çıkarmazdım ancak iki ay sonra benden haber alırdınız. Çünkü kış, birbirinden ayrı düşmüş dostların bir araya gelmeleri için uygun bir fırsattır. Artık, «Ben su kenarında dolaşmaya gidiyorum,» diye bahane uyduramazsın. Dışarı çıktığın zaman bakarsın ki bahar kışa dönmüştür. Ama bir kimse beni iyice tanırsa, kışı bahara döner. Bana karşı her kim doğru ve dürüst davranırsa benden ona çok rahatlık ve esenlik erişir; benden daha kuvvetli yaşar. Nihayet benim hatırıma gelmeyen şeyler onun hatırına gelir.

Bu bahiste yüzlerce Ebubekr’e, kemancıya, Çuha’ ya çömezlik yapmak gerek. Ama bunların kuvvetlerinin derecesi ne olduğunu, işi nereye vardıracaklarını anlamadan niçin yapayım bu işi?

Yüce Allah kendi has kullarından bile gizlediği sırlar hazinesinden saçtığı parlak ışıklarla sizi aydınlatsın.

 

Kaç Türlü Sarhoşluk Var?

Sarhoşluk dört türlüdür, derler; sarhoşları bu dört sınıf içinde toplarlar.

Diyelim ki, sen İmad’sın, senin davan Allah’ı görmek bahsidir. Sen tomruk koltuğunda zavallı tutsak. Nasıl lâyık görürsün ki, bir derviş bu babdaki âyeti tefsir etsin de Musa, Allah’ı gördü diyebilsin? Yani Musa o baygınlık halinde belki Allah’ı göremedi, ama Kuran’da «Mutlaka göremedi,» demiyor. Yani Musa o durumda senden daha yetersizdi. Bu hal nasıl oluyor? Ve ben diyebilirim ki, Musa o baygınlık hali içinde Allah’ı gördü. O, niçin sana gelsin, sen niçin ona gelesin. O, âlimdir, vaizdir, araştırıcıdır. Ben ise Şeyhim, olgun kişiyim. Onun bilgisi onun için pek yetersiz bir hünerdir. O, doğrudan doğruya Hakkı aramaktadır. Sen ise tezvirde, sahtecilikte Şeyhsin. Dünyayı isteyen, tekkeyi bekleyen, armağan kabul eden bir insansın. Halbuki o bütün bunlardan el çekmiştir. Hele şu saatte, sen îmad sayılırsın. Çünkü ondan sözler aktarıyorsun.

Sen sor ki, ben de cevap vereyim. Hele başkaca ne söylüyorsan gel de söyle. Ben ondan söz aktarırsam; ben, ben değilim demektir. Şimdi söyle: Başka neler aktarıyorsun? Bugün onlar ne işe yararlar? Ne dine ne de dünyaya yarayan soğuk ve donuk şeyler. (Bunlara karşı) bir bahane uydurur, «Biraz dolaşacağım,» dersin.

Halvette sana onlardan uzaklaşmak mı düşer yoksa onlara serden ayrılmak mı yaraşır? Siz bizdensiniz biz de sizdeniz. Halbuki onlar bizden, biz de onlardan değiliz, Allah için! Onların saçı sakalı var, benim henüz sakalım yok. îşte burada Mevlânâ ile son görüşmemiz böyle oldu. Mevlânâ bizden çekiniyordu. Yanlız kaldığımız zaman ona iki üç gün kadar üst üste halvetde buluşmak gerekli olduğunu söyledim. Bana kesin olarak söz verirsen, bunun nasıl olacağını anlatayım, dedim.

Güneş bütün âlemi aydınlatır. Benim ağzımdan çıkan sözler ise pek parlak görünmekle beraber, siyah perdeler altındadır. Bu güneş, onların arkasında kalmıştır. Yüzleri göklere dönüktür. Halbuki yerlerin de, göklerin de ışığı ondandır.

(M. 68) Güneşin yüzü Mevlânâ’ya dönüktür. Çünkü Mevlânâ’nın da yüzü güneşe karşıdır.

Kuran’da ulu Allah, «Bizim yolumuzda savaşanlara yollarımızı gösteririz,» (Ankebut sûresi, 69) buyurmuştur, îşte bu âyet, bu nükteye işarettir. Yukarıda sözü geçen âyetin başı ve sonu o sebepten dolayı biribiriyle ilgilidir. Maklub’dur (devrik’tir).

Önce sorudan maksadın ne olduğunu anla da ona; göre cevaba davran! Değişik ve çok kolay sorular önce zor gibi gelir ama sonra hatırlatmaya yarar. Senin söylediğin, «Ondan başka ilâh yoktur,» sözündeki o, kimdir? Kime işarettir? Biri diyor ki: Bu, o camide bir mimberdir; başka biri bu sözü bu açıklıkla söyleyemiyor. Hazreti Muhammed (S.A.), türlü işaretli sözler söylemiştir. Ama bu kadar çıplak ve açık konuşmamıştır. Bu asla söylenemez de. Çünkü sözleri anlayacak olan halktan biri de benim. Halk içine girmiş, onlarla kaynaşmış töreler sünnet olamaz. Eğer benden sonra benim kardeşim gelir derse, bu, nöbetleşme mertebesinde en küçüğü gelir demektir. Bir gün nöbet sırası gelince hep sevinç, neşe ve hoşluk olur. O gün raks, haraket ve gülme günüdür. Eğer bugün, «Nöbet yoktur,» derlerse vazgeçelim. Dağları taşları delip geçen bizim sözümüzdeki o çalkantıdan efendimiz nasıl yoksun olsun? O Şeyh Ebubekr (Sellebâf), sizin beş öğüdünüzü dinleseydi bir daha sizi dinlemeye takat getiremezdi. Bir kere onun cinsinden olmak gerektir. Bugün pek aşağılık gördüğüm bu kimseler, bir gün gelecektir ki, güzellikte şimşek gibi gözlerinin önünden geçecek. Sen bu görüntü karşısında, «Bize de bakınız ki, nurunuzdan biz de aydınlanalım!» diyeceksin. Ama hiç faydası olmayacak, size, «Artık geri dönünüz,» diyecekler.

 

Dağdaki Zâhid

Bir dağda bir zâhid yaşıyordu, ama o artık insancıl bir zâhid değil, belki dağ adamı olmuştu. Adamcıl bir kişi olsaydı, fehmi ve vehmi olan Allah bilgisine kabiliyetli insanlar arasında yaşardı. Dağda ne yapardı bu? O bir toprak idi ki, taşa doğru yöneldi. İnsanoğlunun taş ile ne işi, ne ilgisi var?

İnsanlar içinde yaşa ama tenhada daima Allah ile halvetde ol; hep tek başına kal. Ama Hazreti Peygamberin, «İslâmda rahiplik yoktur,» buyurduğunu unutma! Bu, bir bakıma rahipliği yasaklayan bir tavsiyedir.

Dağdan ayrılıp da insanlar arasına karışanları halk, parmakla gösterilen birer ilim ve marifet adamı sayar. Sözü geçen hadisin başka bir mânâsı da, evlenmemenin, kadından ayrı bir hayat yaşamanın Müslümana yasak olduğudur. Hele kadın al, bekâr yaşa, bu nasıl olur? Yani gönülde olan, hoşa giden her şeyden uzak yaşamak ne demektir?

Her sene bütün şehir halkı ve Padişah, dağdaki zâhidin ziyaretine gider, o da halkın kendisine karşı böyle sevgi ve bağlılık göstermesinden hoşlanırdı. Öyle bir hale gelirdi ki, artık başka hiç bir şeye karşı istek ve arzu göstermezdi. Yemekten içmekten büsbütün kesilmişti. Bir gün garip bir derviş, bir aziz oradan geçiyordu. Ona sordu: «Yahu, bayram değil, Nevruz değil bu toplantı nedir?» Zâhid cevap verdi: «Divane misin? Mecnun musun?»

Şiir:

Anlamaz Leylâ yazık âvâre Mecnun halini,

Halini Mecnun’un ancak sadece Mecnun bilir.

(M. 69) «Sen divane misin?» deyince, misafir derviş, «Böyle söyleme!» dedi. Zâhid, «O halde tövbe ettim, hakkını bana helâl et!» diyerek dervişin ayağına kapandı. Misafir derviş, kendi kendine, «Senin bu sözünden bana bir zevk kokusu geldi,» dedi. Bu, tövbenin, gönül alçaklığının bereketinden hasıl olan bir zevk idi. Zâhid, «Bu dağda bir Allah adamı var da onun ziyaretine geliyorlar,» dedi. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, eğer sözü kudretimizin kemâliyle söylesek bu insana daha hoş gelir. Gönülden, ruhtan, mânâdan ibretle söylenen sözler daha hoştur. Ama bazan da aldatmacadır. Yoksa susayım daha iyi! Cevap verdi: «Eğer susarsan konuşman da daha aydınlık olur. Çünkü sükutta, hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.»

Yüz bin rahmet senin o hatırana olsun ki, bütün âlem asla o hatırdan geçmez; hiç bir tarafa da iltifat etmez. Bu saat benim âlemimde onun hatırı böyledir. Benim düşüncemde de, zahirde işimin doğruluğunu anlarım. Derviş Padişahın huzuruna gitti, selâm verdi. «Benden bir söz dinle,» dedi. Padişah dervişin tatlı konuşması üzerine atının dizginini çekti, gönlü kabardı, atından indi, kendi kendine, «Bu derviş her ne isterse vereyim. Mal, mülk, hatta en güzel kızımı bile istese feda ederim ona ve hatta nikâhlı karımı bile istese boşayarak kendisine sunayım,» dedi. Sonra, hemen sordu: «Ey derviş benden ne dileğin var? Her ne istiyorsan söyle hemen vereyim. Pek tatlı bir nefesin var.» «Evet,» dedi derviş, «hoş nefes dervişlik gereğidir. Sen benimle bir kaç söz konuştun. Benim sözüm senin sözünle öylesine tatlılaştı ki, seni atından indirdi ve öylece bana boyun eğdin! Eğer beni dinlemek şerefini esirgemezsen, söz senin varlığınla tamam olur.»

Ey Şah! Halk içinde olduğun halde bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Tâ ki, Şah, dervişin ziyaretine gitti desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah hangisi, derviş hangisi belli olmasın.

Bu bir hikâye değildir. Bu sözdür ama onu asla seninle konuşmak istemem, ancak sen çok merhametlisin. Hani o gün bana, «Senden bir şey istediğime pişmanım,» demiştin. Seninle kıl keçe üstünde bile oturmak hoştur. Ama bu bir ödünçtür, borç değil. O geçen günler bir şey değildir. Biribirini tutmayan şeylerde ya bir taraf yalandır, ya öteki taraf. Eğer o taraf yalan ise şu halde benim tarafımı tutarsın. (M. 70) Bazan o âlemden, bazan öteki âlemden acayip sözler anlatırlar. Ariflerden, büyüklerden bir şeyler naklederler. Şu âlimden bir şey işitir hayret ederler. Yani bu âlem halkının işi, hep bu aşağılık ve bilgisizlik yüzündendir. Henüz zayıf sözleri öğüt yoluyla mı söylerler? Yoksa sen henüz bu noktada mı kalmışsın, burada kalma derler. Bu saat tamam oldu, ne söylesin? Her kim olursa olsun mimberin üzerinden verilen bu emirlerin karşısında cevaptan âciz kalır. Geçmişi hatırlatmak istemem diyorsun; onlara faydalı olan filân mesele hakkında söylüyorum yoksa mecburî bir iş değil. Zaman zaman emri terkediyorsun. Zorluk olmazsa o başka! Bugün zorluk olunca, kadı bile mahkeme kapısından geri dönüyor. Allah, peygamberlere, velilere göstermedik zorlukları bana gösterdi, diye şikâyetlenme! Sen emri yerine getirmekte kusurlusun. Sen umuyorsun ki ömür boyunca bu böyle olacaktır. Halbuki emirler, yerine getirilmesi mümkün ve senin de ona elverişli olduğun için gelmiştir. Ama bugün sen emri yerine getirecek güce sahip değilsen, nasıl emre uyabilirsin? Hazreti Peygamber bile emrin ağırlığı karşında, «Hud sûresi ve buna eşit emirler, beni ihtiyarlattı,» buyurmuştur. Eğer, «O emirlere uymakta Peygamber için çok fayda vardı,» diyorsan; sana da hiç bir zararı yoktur. Çünkü, «Yazık olsun bana dersin.» Ama o hayıflanma öğünmekten daha aşağı bir çene kavaflığıdır.

O  cömert yeni müslüman için, «Tövbe etmiştir,» demeğe gönlüm razı olmuyor. O derece düşkünlük ve kırgınlık, kendini aşağı görmek gerekmezdi ona. Onların hepsini duygusuz bir kesek parçası sanırsın. Benim karşımda da o korkuyu duymazlar, benimle birlikte oldukları zaman da. Ancak onları yola getirmek maksadı ile yedi başlı aslan masalım nasıl anlatayım? O sözler kimin kaderini değiştirmeye yarar? Sana vehim ve korku gelir. «Aman, o ben olmayayım!» dersin. «Hayır sen değilsin,» diyorum. Benden ve senden sonra gerçek bir istekli gerektir ki, o öğütlerin etkisi görünsün. Bugün her ne kadar bu emirler başkalarına zor gelse bile, en uygun olan cihet hiç bir emrin sana çetin gelmemesidir. Bayezid, benim sohbetime dayanamaz. Ne bir gün, ne beş gün. Ama bir kimseye ki gönlüm yönelmiş, sohbeti hoşuma gitmiştir, onunla öğüt bahsinde konuşurum. Bir şeyde ki kök ve temel vardır, iyi bakarsan kolayca görebilirsin. Sana hoş gelir o temaşa. Bunun sebebi şudur: Eğer siz geniş ölçüde bir dünya adamı olsaydınız, size başkalarının yardımı gerekmezdi. Ancak böyle  değilseniz bu yardım gerekli olur. Bu saatte Peygamberin şafaatindeki sırrı anlayabilirsiniz.

Gece yarısından sonra yüzümü onun tarafına çevirdim. Umduğuna kavuşmuş bir umutsuz gibi, bende bir umut belirdi. Ama sen, «Senin yanında konuşmak bana haramdır,» demiştin. Evet bizim yanımızda söz haramdır, ama izinsiz olursa. (M. 71) Eğer benim iznimle olursa o zaman konuşmak helâldir.

Ayaz, Sultan Mahmud’a bir kere sövmüştü. Ama Sultan onu öldürmedi. Çünkü Sultan daima, «Nerede o kurban ki, Ayaz’ın ayakları altında keseyim,» derdi. Bunlar gibi bin tanesi bile, onun yolunda ölmeye lâyık değildir. Sultan Mahmud, Ayaz’ın aylığını kesti. Bu imanın sırrıdır, ruhun azığıdır. Ancak onun nasibi olan sevgideki sıcaklığın, ondaki zevkin arkası kesildi. Kezervanî, Hocendî’den daha güzel vaiz ederdi. Daha tatlı ve sıcak konuşurdu. Meselâ her hangi biri için, «Ben ona inanırım,» derdi; bu olgun bir gençtir, böyle söylemez, böyle düşünmez; O, Mevlânâ’nın sustuğu gibi susmaz, belki ona uygun cevap verirdi. Allah hakkı için onun gibi bin tanesi Mevlânâ’nın bir tüyüne bile değmez. Bütün fenlerde, Allah’a yemin ederim ki Hazreti Musa bile onun dengi olamaz. Mevlânâ, yaradılıştan hazırcevaptır. Karşısındakini susturur, bütün bu olan biten şeyler sana benim tarafımdan ve hep senin susman yüzünden olmuştur. Ne güzel bir iftira bu! Aydınlatıcı bin doğru sözden daha parlak, daha hoş, daha kutlu. İmad sözümü dinlemedi, acele etti. Zaten çok defa inanarak dinlese bile soğuk davranırdı. İşte onda ilk defa görülen bu eğilim, ömründen bir gün dahi kalsa, her hangi bir şeyi anlayabilmek için onu tevil etmesinden, yorumlamak istemesindedir.

Ona bir gün sordum: Tebriz’den ne zaman çıktın? O zahir ehli kişilerden, yani tahkik ehli olmayan zahir ulemasından kimseyi görmedin mi? Bunları sormaktan maksadım, o zahir ehli kişiler, bir gün suyu azalır diye denize acırlar. Onun hangi deniz olduğunu anla! Ona cevap verirsin. Çünkü sen ona inanırsın. Bu cevapta dolayı onun ululuğu seni sarar. Ama senin cevabın onları doyurmaz ve etkilemez. Çünkü sen ululama ve yüceltme yolunda beni anmazsın. Her hangi bir şey hakkında bu sözü kapalı söylemek gerektir. Bu söz, tulumdan sızan su gibi akar gider, dersin.

Batın bahsi bütün bunların dışındadır. Ben kendi halimde devam edip gitmekteyim. Asla bu halden daha ileri geçmem. Ben, nasıl olur da senin beni düşündüğün gibi zaman zaman seninle birlikte geçirdiğimiz o âlemi anmam? Sen de bilirsin ki, her ikimiz de aynı şehirdeniz. Bana dedi ki: «Sen şüphe yok ki, Haktan sarhoş olarak geldin, ama şaraptan sarhoş olanlar gibi değil.» «Evet, ben gerçi içtim. Fakat halk içinde iki kadeh içip de sarhoş olanlar da vardır, binlerce kadeh boşalttığı halde, yüzü kıpkırmızı oluncaya kadar içip de ayık kalan, kendi çevresini bilen, aklı başında insanlar da vardır,» dedim ve kendi kendime, «En iyisi, bu bahiste karşındaki ‘hayır’ demeden sen de itirazı kes, ‘evet’ deyiver,» diye düşündüm.

«Ey iyisi bu bindiğimiz eşek; bize bağlı kaldıkça ona bir şeyler gerek,» dedim. Onlar için tek başına kalmaktansa, bir yabancı ile birlikte olmak daha hayırlı görünür. Halkın yabancısı sanır ki, bu kısaltmalar tamahkârlıktandır. Ant içerim ki kardeşlerimiz beni bilselerdi, çok güzel ve tatlı olurdu.

Hazreti Ali buyurmuştur ki, erkeklik üç yerde belli olur: 1. Savaşta, 2. Kadın koynunda yatakta, 3. Aldanmamak için alışverişte. Halbuki Hazreti Ali’nin cömertliği yanında hazinelerin beş para değeri yoktur. Fakat o bunu öğüt olarak söyler geçer. Ben de sözü özetleyerek söyler geçerim. Açık konuşurum ve geçmiş büyüklerin ruhlarını hasretle anarım.

Sizinle bir sır konuşurum ki, bunu ne Mevlânâ ne de daha önce gelip geçmiş büyükler işitmiştir. Çünkü son yetişenler arasında Hazreti Muhammed’den (S.A.) sonra Allaha da iftira edenler, onların söylemediklerini söyleyenler vardır. Şu halde işitmediğin şeyi konuşma. Önce söze başlayıp da bu söz açıklandığı ve neticede filân kişinin buna karşı olduğu meydana çıkacaktır. Eğer önceden böyle vaiz etmeseydi, seni hiç kimse bilmeyecekti. Ama işin sonunda, «O büyük âlimdir, üstün bir zattır,» diyeceklerdir.

Mevlânâ hararetli konuşmadığı zaman da onu severler. Fakat onda «(o zaman için) fesahat (düzgün konuşma) neşesi yoktur,» derler. Ama daha sıcak konuşmaya başladı mı, o vakit onun gerçek değeri anlaşılır; sözlerindeki tatlılığa, gençler de yaşlılar da âşık olur. Onu severler. Onun benden ve benimle beraber olduğunu bilirler; benim onların inandığına inanmadığım yoludaki sözümün mânasını da anlarlar.

Mevlânâ bu dereceye inmiştir. Lâkin biliyorum ki, bende de bir hal var. Ben buna bakmıyorum ve bizi kınayanlara karşı asla aldırış etmem. Bu bencilliktir. Şüphesiz ben bunu söyleyince sen de aynı şeyi söylüyorsun, ikimiz de bu konuda birleşiyoruz. Ama bana gelince, daha söylemediğim şeyler kat kat fazladır. Bu noktadaki kuşkularım sonsuzdur. Bundan dolayı sözü çok özetliyorum, konu dışına da çıkamıyorum. Bazan vaz geçiyorum, söze yalvarıyorum. Beni şüpheli duruma düşürme diyorum. Allahı arayanlardan hiç bir talip yoktur ki, aradığı yolda olgunlaşmış olmasın. Talip isteğinde kemale ermiş, aranılan sevgili sevilmek bahsinde henüz olgunlaşmamış ise, o kararsızdır. Ama sevgili, sevilmek bahsinde olgun hale gelmişse, her ikisi birbirleriyle anlaşmış ve kaynaşmış demektir. Bu bakıma göre, ariften daha üstün bir şey yoktur. Ama (diğer bakıma göre) ondan da üstün bir şey vardır.’

Diyelim ki, bir vezir vardır. Sultanın her halinden anlar. Huyunu, mizacını, öfkelendiği ve hoşlandığı şey leri bilir. Bunu kimseye sormadan kavramıştır. Ama o vezir bütün bu yakınlığı ile beraber canından güvenli değildir’. Çünkü nice vezirlerin boynu vurulmuştur.

Ayaz (Gazneli Sultan Mahmud’un gözdesi), canından güvenli idi, rahattı, hiç bir şeyden korkusu yoktu. Bir suç işlediği, her hangi bir şeyi kırıp döktüğü, yahut üstünü başını ıslattığı, elbisesini yemek dökerek kirlettiği zamanlarda bile suçluluğuna rağmen sultanı oyalar, onu bütün gün neşelendirir, eğlendirirdi. Sultan da onun bütün zararlı işlerini hoş görürdü. Çünkü Ayaz, çok sevimli ve sevgili bir çocuktu. Vezir, onun bütün bu zararlı hareketlerini bildiği halde nasıl olur da ona göz ucu ile bakabilirdi? Çünkü, Sultan binlerce kelleyi onun uğruna feda ederdi.

Sultan, vezire bir sır emanet ettiği zaman, onu hiç kimseye açıklamamasını tembih etmeye bile lüzum görmez, vezir de bu sırrı saklamakta çok dikkatli davranır, onu mezara kadar götürür.

Hazreti Muhammed’le birlikte otururken Musa’yı görmek istersen aldanırsın, isa’yı görmek de böyledir. O, avların en büyüğünü avladı. Ama Musa’yı görsey-din onu Hazreti Muhammed’den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed (S.A.) söylemiştir. Eğer Tevrat’ı okur da onun vasfını o kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed’i (S.A.) dilersen, Hazreti Musa’nın bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana vermeseydin, yahut bir zaman yerimde oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» dediğini görürdün. O halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryad edelim. (M. 73) Dünyada gönül açıcı Yasin sûresini dinle, Dünyadan konuşanları dinleme. Ben ya sadığım şehirden ayrıldım. Kendi kendime, «Yürü! Kendi âlemine bak!» dedim.

Bana sordular: «Ne iş yaparsın? Bu âlemden sana haber verdiler mi? Bunu gördün mü?» «Elbette gider görürüm,» dedim. Bu yola geldiğim zaman, «İşte senin âlemin,» dediler. Bu âlemden ne anladın? Sana bir bilgi vermediler mi? Yine dedi ki: Siz o âleme lâyık değilsiniz, o hamam külhanından vazgeçiniz. Ama burada senin bana tarif ettiğin bir ülke olduğunu gördüm. «Orada ne işin var, anlat bize!» dedi. «Bu âlemi sen bilmiyor musun?» dedim. «Nasıl bilmem; sen de bilirsin,» dedi. «Ama ben bilmiyorum,» dedim. O halde yürüyelim ki gözün, gönlün açılsın. Burada ne bekliyoruz? Ergeç her topluluk bu kabir tarafından geçer. Şüphe yok ki dünya, etrafında ateş yanan bir kabirdir, içindekilerin iyi yanabilmesi için onları yumuşatır.

Kezervanî dedi ki: «Allanın bir kulu vardır ki, başına bir hal geldiği vakit kabirler üzerine yüzüstü kapanır ve başı yerden kaldırılıncaya kadar öylece kalır.» Bu kimse bir belâya uğradığı vakit, «Bu adam zayıftır, güçsüz ve biçaredir,» dersin. Ama nasıl diyebilirsin ki, bu adam, Hazreti Muhammed’e (S.A.) ümmet olmaktan vazgeçti de Nuh Peygamber’in ümmeti oldu. Dedi ki: «Gerçi peygamberlere uymak vaciptir.» «Düşün bir kere,» dedim. «Bu caiz olur mu? Sonra ‘Benim cevabım bu değildir,’ dersen, sorduğun soruları düşün bir kere; benim cevabımı düşünme korkunçtur,» dedim. Güldün ve dedin ki: «Cevabını düşündüm, onun için bende bir korku belirdi.»

Bunu benim hamlığıma verirsin. Çok konuşmak isteği ancak sözü manâlı ve düzgün söyleyince hoşa gider. Çünkü istek fazla olunca söze perde olur. Ama bu hep böyle oluyor.

Bir kâğıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.

Hep pişirdiğini yeme. Ekşimiştir, soğuktur, mideni de üşütür. Senin için tatlılık ekşilikten daha iyidir. «Ah, ah, ah!» diye ağlayan hoş ağlar, ama «ha, ha, ha!» diye gülen öyle gülmez. Daha ne kadar, «ha, ha, ha!» diye güleceksin? Öyle gülmek sana göz ağrısı getirir. Üç kere, «Haykanko Kokor» (Bu   sözlerin   hangi   dilden  olduğunu  ve  anlamını  öğrenemedik (Ç.)) söyle. Sana konuşmak gerekse böyle yaparsın, ama bizim o sağır kediciklerimize bunun ne faydası olur? Halep’deki halk arasında yazacak bir şeyler, yeni bir haber yok mu? Senin için düşünecek, üzülecek ne sebep var ki! Orada benim yerimde, benim gibi bin tanesini bulursun.

Bana şimdi Ebu Said Ebül Hayr’dan şu anlamdaki bir beyti nakletmek gerekiyor:

Beyit:

Çok utanmaz, açık saçık insanlardı, hep böyle idiler.

Adlarını söylerler, rezil olurlar,  büyüklerini de  rezil ederlerdi.

Bu yol çok acayip ve gizli bir yoldur. İşte şahneler oturmuş size, «Yol bu yol değil, asla buradan geçmeyin,» diyorlar.

(M. 74) Altı yön de Allah nuru ile aydındır. Zavallı felsefeci, yedi feleğin dışında kalmıştır. Uzayda, boşluk içinde görünen her şeyin elbette bir hakikati, gerçek bir tarafı vardır. Nasıl ki Kuran’da, «Dağları yeryüzünün kazıkları yapmadık mı?» (Nebe sûresi, 7) buyurulmuştur. Bu âyetteki sözü geçen kazıklar, ne dağlar, ne de taşlardır. Ancak bunlar birer birer zikredilmiştir. Görmez misin ki bu dağlar yerlerinde dururken semânın cadın kurulmuştur. Ama eğer bunlar yerin kazıkları olsaydı o çadır havada nasıl kurulurdu? Ben, «ulu Allah Mevlânâ’ya uzun ömür versin!» diyeyim; sen de, «Âmin!» deyiver. Allah onu bize, bizi de ona bağışlasın. Hepimize de uzun ömürler versin! Âmin!

Her kim için, «Allah uzun ömürler!» versin diye dua ederlerse, sen de «Âmin!» deyiver.

Yüce Allahm, âlemin Doğusundan Batısına kadar, o testi su ile dolmuştur. Dediler ki; Duacı ile bu dualar nereye sığar? Bu kap su ile dopdolu iken, o su göndermiştir. Beni andın mı hiç? Ant içerim ki sen beni anlayamadın. Eğer anlasaydın, bütün vücudundaki organlar titrer, kalbin çarpar, sarsılırdın, içinden gelen bir ses sana: «Bu, Velidir! Bu, yeri ve göğü, aralarındaki varlıkları yaratan yüce Allah dostlarının en güçlüsüdür!» diye haykırırdı ve, «Bu, işte burada hazır olan velidir!» derdi.

Bu sevgili dost işte şurada oturan kişidir. Şüphe yok ki, sevgili neredeyse, seven de oradadır. Ama bu gafletde bir sebep vardır. Lâkin bu derecede değil. Ben, senden daha korkuncum. Bundan önce benimle birlikte olduğun zaman yaptığın hizmetlerden utanırdım. Şimdi ise hiç çekinmiyorum. Çünkü arifle bulunmak hoş şeydir. O beraberlik benlik davasından uzaktır.

Hazreti Peygamber, «Yarabbi biz sana senin ululuğuna yaraşan ölçüde ‘kulluk edemedik!» buyurdu. Bayezid-i Bistamî ise, «Kendimi kutlarım şanım ne yücedir!» diye öğündü. Her çağda tek bir gerçek vardır. Lâkin şeyhin gerçek müridi daima kendisi ile birlik olandır. Üst tarafı rüzgarla gelen, esinti ile savrulan tozlar gibidir. Ama sen üzülme! O biricik dost sen ol! Çünkü o günahkârlardan binlerce gerçek dost arasında ancak bir tane bulunur ki, yabancı sayılmaz, perde arkasına alınabilir. Yolculuk bittiği zaman o, ışıklı aklının nuru ile kanadı dünyayı yakan bir melek gibidir. Ama nerede o gerçek dost?

Şu şehvetler çamurunda iyiyi kötüyü seçebilen o er nerede? Bıyıklarını yolsan bile dudağını kıpırdatmaz. Konuşulmaya, şakalaşmaya lâyık bir kişidir o. Halk arasında onun sözleri, «Bu, filân zatın sözüdür,» diye söylenir. Çok kere kendisinden faydalanırlar, onunla çok kere doğru yolu bulurlar. Onların sözünde hak âleminden bir koku vardır. Öyle bir zatın nefesi şüphe yok ki cennet nefesidir. Belki de Hak nefesidir. Dilerseniz, ona, halkın en azizlerindendir deyiniz. Ey Hakka yakın kardeşler. Bu erenlere saygı gösteriniz!

Meclistekilerden biri, «Evet,» dedi. Öteki atıldı: «Ne demek ‘evet,’ ‘eyvallah’ de; ‘öyledir* deyiver.»

Biz Allahın gönderdiği o biricik dost olmak davasında değiliz; sevilen, kat kat faydalı olanlardan da değiliz.

Mevlânâ dedi ki: «Üç şeye mânâ verilemez. Bunlardan biri gönül hoşluğundaki korku, ikincisi huzur alemindeki korku, üçüncüsü de gereği gibi menfaat eksikliğidir.»

Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince; bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder; her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz, oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdü!. Kitaplar bu ko nuda bir şey söylemez, belki H söyler. Lâkin H de bu konuda konuşmaz ancak benim çağımda ve zamanımda bunu birçokları yalanlar. Biri benim yanımda esrar içmeye, yalan söylemeye tövbe etti ama şimdi unuttu.

(M. 75) Dün bana komşu cariyeler getirdiler. Yüzümü onlardan saklayarak dedim ki, eğer H’yi birlikte getirseydiniz biz de Allah’a yakın meleklerin kapışmak istedikleri nohut daneleri saçardık. O danele-ri sana şefaat dilemek için getirdiler. «Bize o varlıktan bir bilgi ver,» derler. Kendilerine Allah katından bilgi verilmiş olanlar, başka bir deyimle İlmiledün erbabı iki bölüme ayrılırlar. Biri o ilimde perişan bir sel gibi akar gider. Onlar ilim yolcularıdır. Bu toplum içinde ancak bir kaç kişi söz söyleyebilir. Sende suret ve mânâ yönünden düzgün bir hal var derler. Kendilerinde belirli bir hal görmediğim ve evvelki bölümün karşı cihetinde yer alan bir bölüm daha vardır ki, bütün Allah dostları, veliler, peygamberler bunlarla buluşmak, yüzlerini görmek arzusundadırlar. Bir kimse ki, bu noktada yüz velinin bile bir peygamberin ayak tozuna değişilemeyeceği inancında duraklamıştır, umulur ki o, başlangıçta da öyledir. Bir kimse ki son inancı bu noktaya gelmiştir, onun sonu nereye varır?

Bir kimse ki, Kuran’ın Allah kelâmı, hadisin Peygamber sözü olduğuna gönülden inanmıştır, ondan ne umulur? Başlangıcı böyle olursa onun son durağı nereye varır? Gerektir ki o bunları küçük yaştayken öğrenmiş olsun. Ama o, bu daracık yerde mi kalmak? Hak âlemi çok geniş bir alandır. Bazılarına göre bu konu son derece sade ve basittir. Ama çok zor, çok çetindir. Bazılarına göre de çok kolay ama o kadar kolaydır ‘ki, bu kolaylıktan ötürü hayrette kalmışlardır. Bu bahiste söz söyleyenler şu noktada duraklamışlardır :

Hadiste, «Kuran’ın yediye kadar zahirî, batini, batının batını manaları vardır,» buyur ulmuştur. Bu manalardan zahirî manayı âlimler, batini manayı veliler, batını mana içinde gizli olan manasını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü derecedeki manayı Allahtan başkası bilemez. O halde ademoğlu bundan nasıl faydalanabilir? Hadislerdeki sırlar da Kuran’da olduğu gibi çoktur. Nasıl ki, yüce Allah (Necm sûresinin ll’nci âyetinde), «Onun Miraçta gördüğü gerçek tecellileri, kalbi yalanlamadı,» buyurmuştur. «Kulaklar duymadı, gözler görmedi,» nüktesindeki mana da şüpheli kalmıştır. Eğer Kuran’da esrar olsaydı neden o, her gün Kuran’daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu? Halbuki o, esrara dair tek bir kelime işitse kendinden geçerdi ve o fitneler de açığa çıkardı. Bundan dolayıdır ki, Beyazid (Bistamî), öyle anlaşılıyor ki bir takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek istemiştir.

Hazreti Peygamber, kapalı söz konuşmadı. Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de açıklamayı gerektirecek üstü kapalı bir söz yoktur. Nasıl ki en olgun kişiler de onların hallerine dair bir şey söylememiştir. Onlar kendilerini apaçık göstermişler, bu suretle tanıtmışlardır. Allah dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır. Hazreti Muhammed (S.A.), onları görmek arzusu ile yanıp tutuştu. Ama kendilerini görmeğe fırsat elvermedi. Ancak onların hasretini terennüm etti. Bayezid’in bundan haberi olaydı, asla «ben» sözünü ağzına almazdı. Nasıl ki o, son zamanda «zün-nar» istemişti. Hakîm Senâîciğin son günleri, Seyyid Burhaneddin’den, Seyyid Burhaneddin’in son günleri Mevlânâ’dan daha mı iyiydi? Senâî’nin hoşça bir hali, Burhaneddin’in geniş bilgisi vardı. Bunları görüyorsun, îmad ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz önüne getir. Nasıl ki buğday çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini gösterir. Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.

(M. 76) Yüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlıyan bir veli, sözü geçen erenlerden birini bir çöl ortasında görse ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı araya gider, helak olur. Bütün hali alt üst olur,    damdan düşer ayağı kırılır. Ama o toplu anlayışın manası ondan uzaklaşır; imanı gider donuk bir hal alır. Meğer ki o, velinin diled ği kimse olsun! Çünkü o kimse, artık Allah’ın da dilediği has kullardan biri demektir. Soruyorsun: «Şeytan o makama erişir mi?» «Evet    erişir.» Çünkü Şeytan, Allah ile konuşmak mertebesine ermiş olan Musa’nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa’ya, «Sen benimle birlikte   bulunmaya sabredemezsin!»    dedi. Çünkü Musa, soru sormakta acele etti. Acele ise Şeytandandır. Ama başka yönden onun makamına asla erişemez. Çünkü onun gibi yüzlercesi Musa’nın ayak tozuna erişemedi.

Mevlânâ izin vermez ki ben işimi göreyim. Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu bütün isteklerinden yoksun bırakayım; onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.

Siz benim dostum değilsiniz. Siz nerede, benim dostluğum nerede? Bu ancak Mevlânâ’nın bereketiyledir. Benden bir söz işiten herkes, zaman zaman beni dinliyenler de bir şey konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.

Sen bir İbrahimsin ki, kitapla geldin. Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun. Çok kerre görülmüş Bir kimse, tanımadığı yabancı bir kapıda da hizmet eder. «Bu yabancı kapı hangisi?» diyeceksin. Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle dinlersen anlarsın ki, onların sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur’. Halk ile konuşmaktan beni vaz geçirmek istiyenler, bu açık sözden, «Kolaydır,» diyenler benden ve benim sözlerimden hiç bir şey anlamamış olanlardır. Onlar benden hiç bir nasip alamazlar. Çünkü bir çok sırlar o toplum içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.

Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir lâtife arasına karıştırılarak söylenebilir. Seni başkaları göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır. Aşk böyle olur. Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin? «Eğer,» diyorum; bunu kesin olarak söylemiyorum. Bu şarta bağlı «Eğer» den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer, keski, zannedersem gibi sözler hep böyledir.

Fahreddin-i Razî’nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti:

Beyit:

Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.

Bilginlerin   çok çalışmalarının  sonucu da sapkınlıktır.

Sonra şu anlamdaki mısrada da:

Ruhlarımız, bedenlerimizden ürkmektedir,

deniliyor.

Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır. Onlar mahrum kalmazlar. Şu anlamdaki beyte de bakınız:

Beyit:

Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir,

O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.

(M. 77) Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı manası sezilmektedir. Meğer ki bu dağlardan maksat Allah kulları olsun! Ama onun maksadı bu değildir. O bundan uzaktır. O bu işin adamı değildir.

Mevlânâ’ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.

Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum. Dedi ki: «Bu kulak, kulak olalı bu nükteyi işitmemiştir.» Çok etkilenmişti.

Bir kerre de Pir, Mevlânâ’nın yanında idi. Ona, Seyyid Burhaneddin’in hüccetini anlattı. «Ona, Mevlânâ’ya ve bana hüccet delil olamaz,» dedi. Benim maksadım armut istemek değil. Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu. Benim maksadım ona teselli vermektir ki, o sayede sükûna kavuşsun. Bugün kurt masalı gibi sözlerin; yeşil, ‘kırmızı hayallerin modası geçmiştir. Bugün bunlar ne işe yarar? Bunlar b:rer aldatmacadır. Bunu nasıl bilmem? Bunlar ancak nefis ve murakabeyi sükûna kavuşturmak içindir. Bunların başka bir işe yaramadığını mı sanırsın? Düşünüyorum da öyle değil!

Ev boştur ama kimse gelmiyor. Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler. Uykudan uyanırken gül şerbeti yastığımın üzerine konurdu. Dostum yanımdadır, ama susmuştur. Söz söylerken de havadan, sudan bahsetmez. Bütün yorumlamalarda büyük adamdır o. Eğer sende aşk ve sevda galip ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk galip ise, Allanın da galip olduğunu anlarsın. Dağ gibi büyük bir adam. Senin hakkında ben güzel bir deyim bilirim.

Hazreti Ebubekr, söz yorumlardı. Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa bile Allah onu doğruya çıkarırdı. Hazreti Muhammed (S. A.), hem söz yorumlardı hem de Hazreti îsa gibi körleri ve abraşlı hastaları tedavi etmek kudretine sahipti.

(M. 78) Hazreti Muhammed’in (S. A.), yüz binlerce propagandacısı vardır. İsa bütün çömleklerin tuzunu önceden koymuştur. Ama Hazreti Muhammed (Ş. A.), tuzu sonradan katmıştır ve Peygamberlerin sonuncusudur. Başka bir deyimle Peygamberlik kapısını kapayan, onu mühürleyen zattır. Bir tuz saçan (lezzet veren) biri gerektir. Ama Mısır tuzu gibi olmamalıdır o tuz. Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim. Ondan sorma, sana ben söylüyorum. Başka bir saatte daha iyi söylerim, daha tatlı konuşurum. Çünkü bu sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer. Ama o halin niyeti ile diyorum ki: Yazık ki aşk, ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti. Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk kurabilirler. Gerektir ki o alçak gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek eğilimini artırsın. Bu güne kadar haram’dan perhiz ediyorsan, bundan sonra helâl’dan da perhiz yaraşır sana. Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dere ceye kadar gelirse, hoş olmaz. Onlar öyle yaparlar ki H’yi benim gönlümden soğutsunlar, isterler ki bu gidişle benden bir şey koparsınlar. Yahut, «Ona verdiğin değer akla uygun değildir, başka bir baha biçsey-din iyi olurdu,» diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler. Onlara dedim ki, «Ondan hoşlanıyorum. O, ne bu cihandan ne o cihandandır.» Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığınladır. Dedi ki: O, bu cihan halkından başkadır. Ancak bunlardan o cihana utanç gelir. Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan kimseye göre, o cihan bu cihana geliyor. Öyle bir insan için altı yön de Allah nurudur. Ama gizli değildir ki, öyle bir kimsede de gönül hoşluğu yoktur.

Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.

Bende bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz hele dostun mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin nâmesini okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da başka bir ilim ve marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır. Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç bunlara benzemez. Ama o kestirme yolun da adını kötüye çıkardılar. Ona başka bir ad bulmak gerekiyor, îyi bir kanun konulmuştur. (M. 79) Bir gün yanar bir gün yanmaz. Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para istememektir ki, alanın hatnnı dünya tarafına çekmesin. O tarafa dönüp bakmasın. Ancak şimdi benim pişmanlık duyduğum bir nokta var: Keski binlerce altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim, diyorum. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği olsa da bunlardan biri eksik olsa, ne lâzım gelir? Sahibinin gönlünde bunları sarfetmekten başka ne arzu olabilir? Bunun gibi belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur. Ah ne yazık şimdi Emir sağ olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu! O, hep kendisinden dilediğim şeyi vermek isterdi! diye hasret çekenler vardır.

Dünkü gün, dedi ki: Bediuddin, Allah cemalidir. Ondan bir görünüştür. Bu söz onu kayırma yönünden doğru görünür.

Mevlânâ dedi ki: Ben Bediuddin’i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki O da niyaza, bir takım isteklere kapılmıştır. Allah hakkı için ona inanırdım. Şimdi sanki kıyamet kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı. Evet ant içerim ki gizli âlem açıktır, perde aralanmıştır. Ama bu, gözleri açık olanlara göredir. Bundan sonra bana kazanç haramdır. «Bunu ancak onun ayakları altına saçmak için isterim,» diyen o adama dedim ki: «Öyle ise senin onunla görülecek bir işin vardır. Bana bu hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun. Eğer senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi kabul etmemekle olmaz. Gerektir ki emrimi kırmayasm. Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım Ayaz ve kadeh hikâyesini andırıyor.» O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti. «Elbette ben çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi bana giydir,» dedi.

İmad dedi ki: «O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir. Sentaks bilgini Sibeveyh de bu konuda pek az bilgiye sahiptir.» Ben o kadar demiyorum. Ancak şunu soyuyorum: Bu hal, Hazreti Muhammed’e (S. A.) uymak hususunda, «Yarabbi beni Ahmed’in ümmetinden kıl!» diye dua etmekle, «Yarabbi beni Hazreti Muhammed’in ümmetinden kıl!» demek arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır. Çünkü burada değişik bir mana vardır. Bu duayı eden kimse, onun makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor demektir. Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur. Onun en ufak işareti budur. Bu değişiklik nisbete göredir. Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiç bir zorluk olmasın. O sofa yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.

Mevlânâ’ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara. Benim ulu Allahdan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim; kapalı konuşurum. Tâ ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.

(M. 80) Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.

Şimdi, «Fakr mertebesi tamam olan ancak Allahdır,» gibi binlerce beyhude sözlere gelelim. Yani «Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,» sözünde küfür yoksa, bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir? Nihayet Hazreti İsa, Hallacı Mansur’dan da Bayezid’den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi. Şu halde Hıristiyanı «İsa Allahdır veya Allah’ın oğludur,» dediği için kınamak neden? Halbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde, «Fakr tamam olunca Allah’ı bulursun,» sözünün manası, «Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan temizlenerek Allaha kavuşur,» sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allahın zatına kavuşmak değil, belki onun yoluna girmektir. Kul, Allahın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah yolundan sapmış olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah yolunun nuru ile Allahın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir.

Yüce Allah’ın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir” ki, yavaş yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha erişilebilir? sorusu hatıra gelir.

Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner. O, iki defa abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur da, «Evet ben onu okudum,» diyebilir? Mevlânâ’dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak istiyor. (Kendi kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki, Sultana karşı, «Sen ki Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur? Biz bu nefsi ne Aksaray’dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde isen, Halep’ te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.

Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On beş seneden beri sende bu ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim. İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için ondaki bu sabır, sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allah’ın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok kısa kalır. Ne on beş sene ne bin sene!

Allah’ın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır. Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest eder, baygın hale getirir. Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan! Sen İsa’yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!» Bugün Hazreti Peygamberi, bütün peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki: Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca «Kendi nefsini bi len Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,» sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki: «Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi tanıyoruz; ama bundan, Allah’ı bilme marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime dedim ki: Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı? Benimle hiç bir aracı olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben körükörüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim olduğunu; sonumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır. Çok güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.

Kadı Şemseddin’in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf’un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz. Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.

Bu sözümüz Mevlânâ’ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran’da, «Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran’da bulduğumuz bir deyimdir bu. Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak yorumlanır.

Allahın güzel isimlerinden biri de Mürid’dir nihayet bu müridin bir M ura d’ı olacaktır. Onun bir adı da Talib olunca bir Matlub’u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla itirazın yeri yoktur. Şair:

Bizi şehrimizden  kovarlarsa ne çıkar?

Şehir dışındaki kırlar bizimdir,

 demiştir.

Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.

Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.

«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki: «Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.»

Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim.» Onlar bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak ben İsrar ediyordum: «Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni ne tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı. Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!» O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir engeldir. Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ’mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne der? Bana, ‘Behey ahmak, behey eşek, behey apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin, (M. 83) onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,’ demez mi?» Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ öğretmiştir. O sözleri, o alçak gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ’mn öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri ötekiyle çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da ötekini artırır. Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.

Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi. Onun kapısında karanlık ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan, perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?»

Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle görmek, sana göredir. Onlara dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir çok perdeler kapanır.

Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim. Sana, o yüz altını bana vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez diyorsan o da der ki: «Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç yorum götürmez.

Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz’li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını anlasın.

Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir,» dese, burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed’in maksadı nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler bu âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir,» hadisinde de maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden gelmiştir; nasıl Mekke’ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke’ye ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.

(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek. Bundan sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece sarhoşluklarından ona bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten başka hiç bir şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir. Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun. Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona ruhun iç yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.

Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır, ama ayıklığa yakındır. Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır. Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan doğruya Allahdan sarhoş olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.

Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir ‘ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu aşk sarhoşluğu vardır. Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.

İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir ‘koku vardı; ona yol bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi. Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı. Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid’de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi. Mev-lânâ’nın da, onun da bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili değildir.

O Şeyh Ebûbekr’in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu. Bu nokta, bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler söylerdi; kendini incitir ama Allah’ı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir? Meğerki Allah’ı bilmemiş olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey taptığı Allahlar, Allah’ı inciten zavallı!» diyor.

Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir. Mademki melek ile peygamber araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz’li oğlundan başkası bu konuda konuşamaz.

(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed’in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu konuda bir çok sözler söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi değildir.

Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir; şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok dönük ise yalancıdır; sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız. Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte, Allah kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.

Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan (tartışılan) bir meclis istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen, «Otur ey avrat!» dedi. Kadın atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar sözün doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.

Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı dinliyor; bu taraftan da sözler işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle, bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde, beni oyuncak için mi gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda, toprakta bir yerin olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.

Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.

Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan geçse, o sokaktan kırk gün Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin demiyor din bilgini diyor.

İsa’ya. Allah’ın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu söylemezler. Belki o, çeşitli doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu söz filandan çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.

Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve emirlerle konuşmakta fayda vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz. (M. 86) Ama bunlar onlardan değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler, işte bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var, bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte doğan bir Perisi veya Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler koparır. Bir kimse vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında, ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile yine bizden hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme gelen herkesin kendisi ile birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri vardır. Ama ruh hakkında fikir ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm’dir, diyorlar. Bazıları da sonradan yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde, «Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır, bozguncuların da. Biz ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,» dediğimiz zaman, bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41) buyurulmuştur.

Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı bu gün ve bu saatte de bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H’ye Allah, «Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife yaratacağım, sizi de o toprak ve su âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalım, bu mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tanrı buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda yeniden yaratırım!»

Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır ki, bu sarayın içi dışı, onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun için yaratılmış, o bu kâinat için yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç? Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır. Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu göstersin. Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi kendisine kılavuz edinsin ve kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe yok ki hiç bir şey elde edemez.

Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek için yerde, gökte durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?

Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır? Onun için ne mutluluktur ki, aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var ki, o güne Tegabün yani Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama Kıyamet bu saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal vardı, yüzün kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?» diyordum. O sırada oraya, beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım, gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.

Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse gelmez. Geciken vaatler unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken de Allahdan yardım dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu ile şöyle demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»

Şeyh ibrahim’e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim. Ahvalin ne olduğunu zaten biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal doğsun.

(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu kadar açık söylemez. Gerçi bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü “fazla uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o çok meşguldü. Ama benim için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi sözle oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor’.

Beyit:

İşlediğim günahtan nereye kaçsam bilmem,

Her günahın ardından karşıma gufran gelir.

Nasıl ki Kuran’da, «Rabbiniz size güzel bir şehir verdi. O çok yarlıgayıcı bir Allahdır,:» (Sebe sûresi, 15) ve «Ya Muhammedi Biz senin için aşikâr bir fetih ve zaferin yolunu açtık, bundan önce ve bugüne kadar gelip geçmiş günahlarını yarlıgamak ve sana nimetlerini tamamlamak için Allah seni en doğru yola yöneltti,» mealindeki âyetler bu gufran’a işarettir. Peygamber Aleyhisselâm, içki içmezdi, onun günahı ancak şu sözdeydi. O buyurdu ki: «Gufran senden daha eksik ve güdük değildir. Sen ne zaman dilersen, bu günahı işle ve söyle.» Bu, Peygamber i^in, görünüşte bir nevi ayrılma ve uzaklaşmadır, diyebilirsin. Ama onun bu uzaklığından binlerce yakınlık doğar. Hazre-ti Peygamber, bu nükteyi daha tatlı söyleyebilirdi. Ancak daha fazla açıklayamazdı. Çünkü o açık beyanın halka bir faydası olmaz, belki yalnız -anlayışı yüksek olanlara faydalı olurdu. Böyle olmasaydı o zaman iş çığırından çıkar neticesine takat getiremezdi. Ama onun dostları, bu tatsız görünen korkutucu sözlerinde de, tatlı sözlerinde de, yüz bin lezzet bulur, son derece hoşlanırlardı. Ebubekr mest olur, Ömer’e bambaşka bir hal gelir, Ali keskin kılıç karşısına göğüs gererdi. Onun ö tatsız (korkutucu) gibi görünen sözlerinden o kadar kuvvet alır ve o derece beslenirlerdi.

Bazılarının aradıkları şey arzularına uygun olarak karşılarına çıkar. Bazılarına da, ölüm sırasında yüz gösterir. Bazıları da, onu arama yolunda can verir giderler. Ama bu yolda dileğine kavuşma hevesiyle öimek de büyük bir iştir.

Önce senin bir işin yoktu. Ayağımıza el uzattın. Bugün mademki gidiyorsun hiç olmazsa kendine meşgul olacak bir iş buldun, kârın bu oldu.

Hazreti Ayşe bir rüya görmüştü. Onu Hazreti Peygambere anlatmayı unuttu. Eğer o rüyayı Peygambere söyleseydi, asla o evden dışarı çıkmazdı. Semadan beş yüz kere vahiy gelse bile! Bütün peygamberlerin, ve velilerin özledikleri bir sevgili, kavuşmak için çırpındıkları bir dilekti bu. Bu öyle yüce bir Allah Peygamberi, öyle ulu bir zat olduğu halde, böyle zatları niçin özlüyordu? «Ah! Kardeşlerime bir kavuşabil-seydim!» diye hep onları sayıklardı.

Bu bir kaç meseleden ancak en kudretli Peygamberlerin haberleri oldu. Bir gün, onları yakından yahut uzaktan görmek bunlara nasip oldu. Ama geri kalanlardan bir kısmının onlardan haberleri olmadı, bir kısmı da onları görüp, görüşmek mutluluğuna ereme-diler. Mevlânâ’ya dedim ki: Bu konuyu destekleyici bir kaç söz söyle. Meclistekilerden biri gitti ama yine gelir bir şeyler dinlemek ister. (M. 89) Mevlânâ’da gerçi konuşmak arzusu yoktu, sözünü bitirmişti. Ancak emrimi yerine getirmek için şu bir kaç sözü söylemeye ve şu öğütleri vermeye başladı:

İblis, sizinle çok savaşlar yapar. Bundan sonra öyle görünüyor ki, size vesvese (kuruntu) vermekte zorluk çekecektir. Onu görmekten, sözünü dinlemekten çok zahmet çekeceksiniz ki, size bir ziyan vermesin.

Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Ulu Allah’a kırk sabah içten ibadet edenlerin kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, lisanından dökülür.» Bu kırk sabah, müminin gönlünün anahtarıdır. Yoksa yüz bin sabahın bile ona faydası olamaz.

Şeytan, Yahya’ya, İsa’ya gizlice secde etti. Bu nedir? Korkudan, umutsuzluktan ileri gelen iman makbul değildir, derler. O halde Allah’a gerçek iman hangisidir?

Gerçek iman, bu cihanın renklerine boyanmadan, o cihanın nakışlarını görenlerin ve o ilâhî âlemin seslerini işitenlerin imanıdır. O halde Firavun için neden öyle olmadı? Onun imanının da kabul olunması gerekirdi. Madem ki son nefesinde, tek kelime ile imanlı gitmek mümkündür. Firavun da öyle olmalıydı. Kuran’ da bu konuda üç kereden başka müsamaha yoktur. Nasıl ki şöyle buyurulmuştur: «O kimseler ki, önce iman ederler, sonra kâfir olurlar, sonra yine iman ederler ve tekrar inkâr  ederler, küfürlerini artırırlar.  Allah onları yarlıgamaz,  doğru yola da yöneltmez.»  (Nisa sûresi, 135). Allah, kâfirin küfründe devam ve ısrar etmesini istemez. Belki iki defa imandan uzaklaştığı için üçüncü defasında kâfir olmuştur. Onun geçmişteki küfrü imandan artık bir dereceye varmış, yani küfrü imandan üstün gelmiştir. Küfrün o kadar fazla gelmesi onun imandan yoksun kalması sonucunu doğurmuştur.  Ama  eğer işin öteki tarafını anlatırsam, ortada hiç bir şey yokmuş gibi olur.  «Kuran’daki bu müjdelerden, korkutmalardan,  ürkütmelerden hangisini dilersen onu yap; hangi gidişte ve yolda yürümek istersen yürü;   nihayet ömür   bakımından,   şeriat yönünden iman sözü dile gelince, mümin olarak gidersin,» demek, halka cesaret vermek ve onu ölüme götürmektir. Kuran’a aykırı konuşmaktır. Bu yolda konuşmalar, şu cihetten doğru değildir ki, neticesi halkı uyutmak, onları gaflete sürüklemek, işinden gücünden alıkoymak  olur.   Zaten  halk,  tarife  sığmayacak  kadar tembeldir. Halk, bu «Her ne istersen yap!» sözünü işitince, «son nefeste bir kelime ile anadan yeni doğmuş gibi olursun, mümin olarak gidersin,» sözüne güvenir. Evet, filân zat görünüşte kâfir olarak gitmiştir ama gerçekte o imanla gitmiş olabilir. Hatta o zat üçüncü defasında dil ile inkâr etse kâfirdir. Ama hakikat yo-nünden o, gerçek   mümin   olabilir.   Çünkü   hakikatte, âyette bildirilen, «Küfürlerini artırırlar,» yolundaki açık ifadenin dışındadır. Ama, «Bu ne biçim şeriattır “ki, halkın mahvolmasına sebep oluyor?» denirse, biz de deriz ki: Onları bu gibi korkutucu öğütlerden güvenli bir halde bırakmak, yüz bin kere daha korkunçtur. Bu, onları kuyuya düşürmektir. Eğer bu yolda yürür, bu yolda savaşır ve gece gündüz uğraşırsan, gittiğin yol doğrudur, gerçektir. Ama niçin başka birine bu yolu göstermiyorsun, onu tavşan uykusuna yatırıyorsun? Yoksa bu işte taklitçi misin? Yoksa doğru yol bu değil midir? Gel söyle bu nasıl olur! Onunla konuşmanın ne yeri var?

(M. 90) Yetmiş yıllık bir Mecusî’ye bu yol üzerinde, o aranan kutlu varlığın nazarı ilişse; ona, hoşuna gidecek ufacık bir sevgi gösterse, o Mecusîde Mecusîlikten eser kalmaz. Her işi Müslümanlık olur.

Meclisten biri, «Ben, Şemseddin onun velisidir, diyorum,» dedi. «Hayır! Bu bana iftiradır,» dedim. Şemseddin her kime küfür ederse, sövüp sayarsa ve sövülen kimse onu işitmiş olursa; işte o kimse veli olur. Bu çok bir şey değildir. Çünkü ayrılmak istiyor, ayrılacaktır. Ancak bu bir gün gezmek için pazara çıktığımız bir zamanda olacaktır.

Sordum: Şeyhe ne lâzımdır? .Ne eksiği vardır onun? Benim sofîliğimde bir noksan var mı? Gömleğim bile yok! Evet, söyle, söyle! Sofilerin edeplerinden, terbiye örneklerinden hiç bir şey geri bıraktım mı? Bugün tenimde gömleğim bile yok. Yolda aşırdılar. Ama sofîye, safaya ne eksiklik verir bu. «Pek güzel! Bu sofî değil, dinin en dürüst konuşan adamıdır (Fasihuddin),» dedi. «Nasıl istersen öyle say!» dedim. Ben sözü doğru söylerim.

Bir gün bir kapıcı sordu: «Sen kimsin?» «Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, kıçına zahmet ver, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım,» dedim. «Bundan önce büyük bir zat gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi, işte ben onun oğullarmdanım.» Arkadaşlarım, «Onu biz” ayırdık, gidince söyleriz,» dediler. Sordular: «Hangi tekkeden geliyorsun?» Ben daha önce onların ne diyeceklerini düşünmüştüm, hep onu araştırıyordum içimden. Biri, «Gel, bu lokma helâldir sana,» dedi. «Biri ben isem, bu lokma bana haramdır,» dedim. İkinci günü hırkamı giyinmiş şeyhin huzuruna çıkmıştım, o saatte iyi bir sofi idim. «Gel sofî budur,» dediler. Şeyh sordu: «Nereden geliyorsun?» «Pencereden,» dedim. «Nereden geleceğim?» Sordum: «Siz Sultanı seyretmek için dışarı çıkmadınız mı?»

«Biz hakikat ve şeriat sultanının hizmetindeydik. Gazneli Sultan Mahmud çağındaki Şeyh Ebül Hasan Harrakanî’nin, o büyük zatın günlerine erişemedik,» dediler ve Şeyhin hikâyesini şöyle anlattılar: Sultan Mahmud uyanık ve Hak sever bir padişahtı. Bir gün niyaz yolu ile Şeyhin huzuruna, onu ziyarete geldi. Ama Şeyh ona i’azla iltifat etmedi. Sultan şöyle dedi: «Kuran’da, ‘Allaha, Peygambere, sizden emir veren ulularınıza itaat edin,’ (Nisa sûresi, 60) yolundaki öğütler, Allah fermanı değil midir?» Şeyh cevap verdi: «Ey islâm padişahı! Bize ilk önce bu âyette ferman buyu-rulan, ‘Allaha itaat edin!’ hitabı o kadar zevk ve hayranlık verdi ki, henüz Resul âlemi var mıdır yok mudur anlayamadık. Üçüncü mertebeye nereden geçelim?» Sultan Mahmud bu sözleri işitince ağladı; elleri titreyerek Şeyhin elini tuttu ve öptü.

Yine anlatırlar: Sultan Mahmud, havada uçan bir Hüma kuşu görmüştü. Hemen emir verdi, «Bütün ordu yürüsün! Belki o sizin üstünüze konar ve siz’n olur,» dedi. Herkes sağa sola koşmaya başladı. O sırada, Ayaz gözden kaybolmuştu. Sultan sordu: «Ayaz’ım gitmedi mi? Belki Hüma’nın gölgesi onun da üzerine düşer.» (M. 91) Etrafına bakınırken Ayaz’ın sırtı boş duran atını gördü, bir inilti işitti sebebini anlamak için atından indi. Bir de ne görsün: Ayaz atının altında; hem başı açık hem de feryat ediyor. Sultan sordu: «Sen ne yapıyorsun orada? Niçin Hüma kuşunun gölgesini aramaya gitmedin?» Ayaz şu karşılığı verdi: «Benim Hüma kuşum sensin, aradığım gölge de senin gölgen-dir. Ben Hüma gölgesini senin gölgene erişmek için ararım. Nasıl olur da şimdi seni bırakır da onu ararım?» Sultan Mahmud, onu şefkatle kucakladı. Her ikisinin gölgesi biribirine karıştı. Öyle ki, nice bin Hüma’nın gölgesi onun gölgesine erişemedi.

Sultan, Allah gölgesidir, derler. Ama Allah’ın âlemi nur içinde nur, lezzet içinde lezzettir, kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlemi ise, hep dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânilik ve zevksizlik âlemidir. O nasıl olur da Allah gölgesi olabilir? Evet, eğer ortada bir Şah var da onda şahlığın mânâsı parlamakta ise, bu çok iyi bir şeydir. Ağaca karşı duyulan ilgi ve sevgi nihayet onun meyvesi içindir. Meyvesiz ağaç ancak yakılmaya yarar.

Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa suretde söylenen sözlerin mânâ ile bir ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlânâ’nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır. Bu bir büyü gibidir. Diyerimki, iki kişi yan yana oturmuştur; ikisinin de gözleri açık ve parlaktır; gözlerinde ne bir kıl, ne de bir çapak ve toz vardır. Bunlardan biri, bir şeyler görüyor ama öteki hiç bir şey göremiyor. Evet, gönül ehli erenlerin sözleri hoştur. Bunlar, belki öğretmek için konuşmazlar ama o sözlerden çok şeyler öğrenmek mümkündür. O ilim ve hikmet üstadı buyurur ki:

Kendi bilgisi ve hüneriyle dolu olan bir insan, içi su ile dolu bir testiye benzer. Ona, «içindeki o acı suyu dok de, seni bu tatlı ve temiz su ile dolduralım,» derler. O can bağışlayan suyun bir damlası bile insanın yanaklarını kızartır, sağlık esenlik getirir. Sende safra, kara kan, balgam gibi anormal ifrazlar varsa, başkaca ne gibi rahatsızlık izleri varsa bunları giderir. Ama o anormal ifrazların biriktirdiği şeyleri dökmek, onu temizlemek için yedi defa temiz su ile yıkamak gerektir. Yoksa bozuk su ile yıkarsan temizlenmez. O ancak sözü geçen tatlı su ile temize çıkar, însan eğer bu testiyi yıkar tatlı su ile tekrar doldurursa, görenler, «Şimdi onu boşaltırken gördüğüm hali doldururken göremiyorum,» derler. O kerem sahibi de, «Eğer sen beni kerem sahibi olarak görüyorsan, doğrudur. Ben kerem sahibiyim, bağışlayıcıyım, sözümde gerçeğim,» der. O halde gerektir ki, bu cihet o kimse tarafından önceden bilinmiş olsun. Yoksa hiç durmadan içindekini boşaltıncaya kadar gecikirse, bu mânâları henüz bilmediğinden geç kalmış demektir”. Şüphe yok ki o kendi benliği ile doludur. Su ile dolu midenin, tekrar soğuk su içmek için nasıl iştihası olmazsa, ondaki benlik duygusu da onun yüzüne ve gözüne yüz türlü perde çekmiştir. Beni gören bir kimseye bu söz nasıl tesir eder?

(M. 92) Mevlânâ şöyle dedi: Senin avcunda, ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can katan derya gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki kökleri çok derinde demiyorum, ama dalları Sidretül-Müntehâ’yı geçmiş, gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu onlar göremiyorlar.

Aşkta, bir sır ve neşe var ki, onu ancak şehvet düşkünü olanlar arar. Öyle âşıklar da vardır ki sır ile çok uğraşmazlar. Allah buyuruyor ki: «Eğer halk benim böyle olduğumu bilseledi, her taraftan bana yönelir, beni konuşur, beni dinler ve benden hoşlanırlardı.» Ben bu sözleri, cimrilik yönünden söylemiyorum. Ancak seni mazur göstermek, senin temizi’ğini anlatmak için söylüyorum. Bu bana bir bahanedir. O, onlardan değildi. Şimdi pişman oldu, gidiyor. Onlardan utandığı için tekrar geliyor. Onun tarafı, sana her zaman, benim tarafımdan daha güçlü idi.

Bu ilimlerin en kolayı, pislikten temizlenme (is-tinca) ilmidir. Fıkıh yani din bilgisinin dalları da ondan daha zordur. Hele fıkıh metodu daha da zordur. Kelâm metodu ondan da çetindir.

Derler ki: Felsefe ve ilahiyat bilgisi, eğer kılıç korkusu olmasa peygamberlerle pençeleşmektir. Bunlar kendi yollarının doğruluğunu ispat etmek için saçma fikirler yürütürler. Eflatun ve onun izinde yürüyenler derler ki: Eğer herkes bizim gibi olsaydı Peygamberlere lüzum kalmazdı. Bu da saçma sözdür. Eflatun işitti ki, biri ilâç kullanmadan toprağı altın yapıyor; sen de onun gibi yaparsan onun kardeşi oluyorsun. Bugün, mademki bunu yapmaya gücün yetmez ve onu kendinden üstün görüyorsun, o halde niçin ona uymayı gerekli görmüyorsun?

Bugün bütün hikmet ehli kişilerden, bütün filozoflardan daha filozof insanlar var. Bu keramet sahibi de, onlardan daha filozoftur. Çünkü bu topluluktaki-ler, o konuda boş sözler söylerler, onu inkâr ederler, onların bunu kavramasına imkân yoktur.

Mucizeler, kerametlerden daha güçlüdür. Çünkü, Peygamber ne zaman isterse mucize gösterir. Keramet sahipleri ise bunu yapamaz. Her hangi bir kul, eğer bütün peygamberlerin, «Yarabbi! Beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye imrendikleri o büyük zatın ümmetinden ise, onların hepsinden daha akıllı ve daha filozof sayılır. Şu halde, siz madem ki böyle bir kimsen’n sohbetine eriştiniz, aklınızı kullanıp o uyanıklıktan niçin bir nasip almayasınız? Sonra ileride işlerinizde size hiç bir pişmanlık getirmeyen; «Keski şöyle yapaydık!» demenize meydan vermeyen o bilgi sizde neden hasıl olmasın? (M. 93) Şu halde, sizden hanginiz onun sohbetinden nasip almak istersiniz? Bu sözler ki, onun sohbetindeki en aşağı derecede öğütlerdir. Bunlardan hiç biri sizi etkilemezse, daha yüksek bir sohbeti nasıl umarsınız? (Sultan önce tahtında yerleşir sonra süslenmeye bakar) Halbuki bütün kuvvetler sendedir senin kuvvetlerinden başkaları da güç kazanır. Nasıl, «Ben güçsüzüm,» diyebilirsin? Evet büyüklük odur ki, büyüklüğünün kuvvetinden dolayı kendini güçsüz görür. Şimdi artık susunuz! Siz beni kendi hakkımda inançsız yapıyorsunuz. Ben eğer sizin sandığınız gibiysem, bu, her büyüklükten daha iyidir. Böyle değ’lsem hiç olmazsa akıllıyım. Benim bu uyanık ve akıllı oluşum, ancak sizin Hak yolcusu olduğunuza inanmış bulunduğum içindir.

Hekimin karşısına gelen bir hasta, «Ey hekim! Bendeki istiska (siroz) hastalığına bir ilâç ver,» dese gerektir ki, başka bir istekte bulunmasın. Ancak ilâç istemeye baksın. Tatlı su aramak için gelen susamış bir adamın önüne ekmek, yahut şekerli helvalar getirseler, o da yese; adam susuzluk davasında yalancıdır. Nasıl ki, açlıktan bahs edeni denemek için önüne berrak bir tatlı su getirseler, o da bunu içse açlık davasında yalancıdır.

Siz bu kadar tatlı konuşuyorsunuz; Sultanın ve başkalarının hikâyelerini anlatıyorsunuz, ben de bir noktaya işaret edeceğim. Haccac’ın (Bin Yusuf) hikâyesini anlatacağım size. Mevlânâ’ya döndüm ve dedim ki: Bir gün Haccac, sıcaktan terlemiş bir insan gibi, kış gününde dışarı çıkmıştı. Dışardaki soğuk onu öylesine çarpmıştı ki,  nerdeyse donacaktı. Mevlânâ’ya işaret ettim, bir söz söyle dedim. Mevlânâ, bu sırada pek dalgın bir halde idi. Ama sözümü dinledi ve konuşmaya başladı. Bu sırada Haccac hikâyesi bitti. Birden hali değişti. Gariptir ki, ansızın gözlerinden yaşlar boşandı. Ona emir ve cevheri kırma hikâyesini anlattım. Dostlar hakkında duadan başka bir şeyle meşgul olmadım. «Allahm!  onları koru ki, Hazreti Peygamberin sünnetini yerine getirsinler, ona uysunlar!» diye yalvardım. Nasıl ki Kuran’da, «Yarabbi! Sen kavmimi doğru yola yönelt!  Çünkü onlar bilmezler,» diye yalvaran   ulu  Peygamber de Allahdan yardım dilemişti.

Mevlânâ seni nasıl çilede oturtabilir ki! Ona: «Ey mürit! Rüyanda ne gördün? Müridinin halinden haberi olmayan Şeyhi gördün mü? Yani Şeytan sana ne kuruntu verdi? Ben de onun çömeziyim, söyle de bari onun işini tamamlayayım,» deyince ondan öylesine uzaklaşırsın ki, bir daha Allah yolunda beraber yürüyemezsin.

Bu cennet sonradan yaratılmıştır. Bir yer ki orada ancak yaratılmış varlıkların yüzleri görünür; o yer yaratılmışlarla beraberdir. Ancak bu nükteyi anlayabilmek için bir başlangıç gerektir ki onun çevresini kavramak kolaylaşsın. (M. 94) Ona ebedîdir diyorum, ama ezelîdir demiyorum. Hem ezelî hem ebedî olan biri varsa, o .da ancak Allahdır.

Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanların nişanını da söyleyeyim. Allah, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden; beri, her gün her an kapılar açıp kapamaktadır’. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur. Her kimi, güzel huylu, güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını, darlıklarım sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir tevhitten bahs edince Siraceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe duyar, kahkahalarla gülersin.

Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır. Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan’dır, cehennemliktir.

Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bin Şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerede değer verirler? Hayvan başı ile, insan sırrı ve aklı ile diridir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun. Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allahın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır denilen o Allah vergisi, bu-başa ve külaha nasıl sığar? Mademki burada barınamıyor ben ne yapayım? Ama sırrı mertçe korumak gerektir.

Mevlânâ dedi ki: Biz sizi yalanlamıyoruz, ancak Muhammed Aleyhisselâm dininde taklitçi olmayalım. Bize henüz bir şey görünmedi. Bir doğuş yok. ikiyüzlülük, ‘kancıklık etmediler. Şimdi açıkça gördüğümüz şeyleri taklitsiz kabul ettik. Mademki bu konuda senin taklitçin olduk, bilinmelidir ki, onun dışında başkalarının taklitçisi olmayacağız.

Siraceddin, sakallılardan, gençlerden, Zeyneddin-i Tursî’den ve başkalarından birçoklarını dolaştı. O dolaşmanın bereketidir ki, kendisini bu mevkiye yükselttiler.

Şimdi bizde de ilim var ama o büyük zat bunu kesin olarak bilmez. Halbuki ben şimdi halkın anlayışına göre konuşabilirim.

Teravih namazı için, «Bu güzel bir bid’attır,» yani sonradan eklenmiş bir ibadettir buyurur. Onun gönlüne göre bu artık bozulmaz. Halbuki bid’at ancak âşıkların canını dinlendirir. Bu ne demektir?

Bütün Yahudi milleti onu gizlice çağırdılar, halvette dediler ki, bir daha böyle edepsizlik etme. (M. 95) O halde, «Vergilerinizi kaldırayım,» dedi. «Olamaz,» dediler. Kendiliğinden kalkıp gitti. Derler ki: Bundan sonra ustanın üst tarafında dükkân tutma. Allahm! Şu savaş ve uğraşmalar sona erdikten sonra buyuruyorsun ki, «Bu âlem bu aynanın arkasındadır.» Evet,’ben o aynadaki Celâl (ululuk) nuru görüyorum. Şimdi, «Artık bende kuvvet ve kudret kalmadı, meğer ki sen kudret ve kuvvet veresin yarabbi!» diyoruz. Allah da, «Evet ama sen kendinden bir azıcık kımıldanmaya bak ki, ben de sana güç ve kuvvet vereyim!» buyuruyor. Evet kımıldanıyoruz, şu çetin yerden kurtulmak için ne zorluklarla el ayak çırpıyoruz. Ey ulu Allahm!

Hacamatçı, küçük çocuklardan kan almak için onlara nasıl ceviz, kuru üzüm gibi yemişler vererek önce avutur ve duyacakları acıyı unutturmak için ok-şar, sonra neşterini saplarsa; ululuğu en yüce olan Allah da kulunu bu türlü işlerle uğraştırarak önce cemâlini gösterir sonra aynayı kırar. O zaman, gönül ehli erenler Hak ehli olurlar; garip bir şaşkınlık içinde kalırlar.

Sen, hemen hükmü değiştirilmiş olan Kafirûn süresindeki, «Sizin dininiz sizin, benim dinim benimdir,» anlamındaki mensuh (hükmü geçersiz kılınmış) âyeti okuyadur. Nihayet sen de bir din bilginisin; niçin değişmedin? Bir gün benden böyle ayrılmadın mı? Onun yolu ne olduğunu anlayabilmek için, bir gün şeyhliği de, ululuğu da baştan atmak gerekiyor. O, Hazreti Muhammed’in (S.A.) candan, gönülden evlâdıdır. O, ulu Allah’ın besleyip yetiştirdiği bir Şeyh olmuştur. «Allahm beni en güzel edeple yetiştirdi,» anlamındaki hadiste işaret buyrulan edep, onun niteliğidir. Onun seçkin evlâtları da öyledir. Şimdi gel konuşalım! Ba­na sor bir kere, benim emrimi kaç kere dinledin? Ni­çin yerine getirmedin? Söyle ki anlatalım. Bu tıpkı Kuran’da işaret buyrulan, meleklerin, «Ulu Allah! Biz seni takdis ve teşbih ederiz. Bizim bir bilgimiz yoktur. Ancak sen bize ne öğretmişsen onu biliriz. Şüp­hesiz sen hikmet sahibi, en iyi bilensin!» (Bakara sû­resi, 32), demeleri gibidir. Bu ne demektir efendi? Sen bundan, onun ne söylediğini anladın mı? Biri anladı, dedi ki: «Bu anlayışın iki yönü vardır.» Boşboğazın biri beni dinlemeye gelir, söz benden ürker ve kaçar sanki. Başka biri de vardır ki, sözlerimdeki mâ­nâların zevk ve lezzeti içinde mest ve baygın bir hale gelir. Hatta o sözleri tekrarladıkça aynı zevki duyar. Mevlânâ da kaç kere bu manalara işaret etmedi mi? Bu konuşmalardan herkesin başka bir mana çıkarmasını önlemek ve işleri geciktirmemek için bu noktaya değinmişti. Siraceddin’e hal diliyle söylediği bir şiirin şu anlamdaki mısralarında der ki:

Bir gün belki sevgiliye kavuşacağım,

Amma o geçip giden ömrü nerede bulacağım?

Ama bütün zaman gitmiş değildir. Giden gitmiş­tir. Bu saat hasret içinde geçmektedir. Ancak, burada geçen zaman bir iş uğrunda geçiyorsa artık her sefe­rinde boşuna geçiyor diye pişmanlık gösterilmesi gerekmez. (M. 96) Bu iş hesabı değil, işsizlik hesabıdır. Mademki bir iş baştan tutulmuştur, pişmanlık öyle­sine gerektir ki, sonunda pişmanlığa da tövbe edilsin. Bundan dolayı öyle bir iş ile uğraşmalıdır ki, sonucu yeter derecede lâtif olsun. Onların sözlerinden sana soğukluk gelir, o söz senin çileni soğutursa nihayet dı­şarı, buradan dışarı acele çıkar gidersin. Başlangıçtaki gidişe göre, çileye göre bu düşüncelerden kurtulursun. Ama, nasıl olur da öyle aydınlık bir gidiş böyle söğüdü, diye meraklanırsın. Bunu kabul etmezsen sonunda kendini aynı kuruntuya kaptırırsın.

Evet beş vakit namaz farzdır; bunu aşikâr olarak kılarsın. Yolun ayrı da olsa, onun farz oluşundan do­layı açıkça kılarsın. Geceden sonra kadını uykuda bı­rakır, oğlunu kuru üzümle avutur, kızını cevizle oyalar, sabaha kadar namaz kılabilirsin. Bu helâldir. Haz­reti Muhammed’in (S.A.) dini böyledir. Ezan okunan yere de gider, halvette de kalırsın. Manevî dalgınlıktan dolayı müezzinin sesini duymadınsa, kaçacak delik aramaktansa Allah gölgesine sığınmak daha uygundur. O zaman bütün soğukluklardan, ölümlerden güvenlik bulur Hakkın sıfatlariyle süslenmiş olursun. Daima diri, varlıkları ayakta tutan o yüce Mevlânın varlığını anlarsın, ölüm seni uzaktan görse ölür; çünkü ilâhi bir hayat bulursun. Bu yolda yürümek sessizce olmalıdır ki, kimse duymasın.

Bu ilim medresede kazanılır mı? Bu, belki altı bin yılda yani altı kere Nuh Peygamber ömrü boyunca da elde edilemez. O yüz binlerce tahsilin, belki kulun bir gün, bir an için Allah huzurunda olması kadar değeri yoktur. Allah kullarından bir kul, Eflatun’un bütün bil­gilerini yok ederek onu bomboş bir hale getirmek gücüne sahiptir, bunu yapabilir. Ancak bir gün onunla yavaş yavaş konuşur anlaşırsa, «Bu adam büyük bir filozoftur!» diyebilir. Çünkü Eflatun hem filozof, hemde bilgindir. Nihayet peygamberlerle tartışır. Boş söz değildir bu. Onlar da bu işte bir lezzet bulmuşlardır; isterler ki peygamberlerin vazifelerini kendileri yapsınlar. Nasıl olmaz diyebilirler, o bizim kardeşimizdir. «Bizi o bilir,» derler ve bir tekmede onun aklın altüst eder, onu bomboş bir hale getirirler. Bu imkânsız mıdır?

Hazreti Muhammed (S.A.), iblisin suretinin nasıl olduğunu görmek arzusunu duydu; ama gördü ki hepsinin üstünde Allah var, artık onda nasıl olur da ib­lisin suretini görmek arzusu kalır. Bunu böylece söylersem başağrısından kurtulursun. (M. 97) Çünkü îblis, manevî bir surete bürünmek isterse, seni Allahdan soğutacak bir surette görünür. Gönlünü ona kapalı tuttuktan sonra da sana bir daha şeytan sevdası gelmez, ama yine de güvenme kendine. Birinin kapısından dışarı çıkar, onun suretinde karşına gelebilir ve seni soğutur.

Süleyman-ı Tirmizî dedi ki: Bari din adamlarının sözlerini söyleyiniz. Bunlar ki, her zaman mimberlerde öğüt verir seccade üstünde otururlar, Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileri, vurguncularıdırlar. Bayezid’in seccadesinde kurulur, Şakik-i Belhî’nin mimberinde konuşurlar. Kime öğüt verirler? Oradaki cemaata mı; cemaat nerede? Kalkar çarh vurursun.

Mevlânâ, tuğrak yemeğini yemiyor, ama helva yiyebilir. Gel sen de üzül buna, birlikte konuşalım. Bütün bunlar bir terazi, bir denge meselesidir. Yoksa yemekten önce bugün meydana atılan mesele üzerinde konuşmak gerekiyorsa, o işten maksat ya yapmak ya da yapmamaktır, yahut her geçen zamanın nasıl geçtiğini düşünmek konusudur.

Sohbet sana ziyan vermez, ama Allah’ın has kullarının sohbetini kaçırmak sana ziyan verir, iyi olmaz. Bunun bir misalini anlatayım: Diyelim ki, yanımda duran bir külhancı bana bir iğne batırdı, aynı yere Şah da bir iğne batırdı. Bu, iğne batırılan yerdeki acıların birbiri ile kıyaslanmasıdır. Yoksa iğneyi batıranların birbiri ile ölçülmesi değil. Biri dedi ki: Bel ki böyle bir Padişahın ayağına batırdığı iğnelere karşılık olarak zamanenin kemendi vurulur da boşuna giderse, gerektir ki, bundan hoşlansın. Geri dönmeyen her şey geçip gider. Sen ancak kendine gerekli olan şeye bak. Böyle bir zamanda sana şu hikâyeyi anlatmalıyım. Gerçi bunu birçok kere tekrarladım. Hikâye şudur:

Horasanlı Ebû Müslim’in Halifelik makamına oturttuğu Mansur’u kandırdılar, dediler ki: «Seni bu defa o makama oturtan Ebû Müslim günün birinde dilerse oradan uzaklaştırabilir, bir başkasını oturtur. Şimdi onu temizlemek gerek. Bunu yapmak için de bir çare var. Ebû Müslim seni ziyarete geldiği zaman kılıcını eline verir, hareketine dikkat edersin. Kılıcı elinde oynatıyor mu? O zaman, sorarsın, Halife karşısında kılıç oynatanın cezasının ne olduğunu kadıdan sorarsın. Kadı buna karşı, ‘Onu öldürmek gerektir,’ der. Bu sana cevap ve hüccet olur. ‘Yolda onu yakalayın, öldürün!’ dersin.» Halifeye dediler ki: «Kadı nın o sözü senin sorduğun meselenin cevabı değildi ki bunu gerçekleştirmeye imkân olsun.» Halife, «Evet, öyle ama günün birinde Halifeyi bu makama ben getirdim, ben onun memuru olamadığım gibi başkaları da onun memuru olamazlar diyebilir ve nihayet ben bir gün ölürsem o yine ayaklanır,» cevabını verdi. Mansur Halifeye her ne kadar, «Sen bu işten vazgeç!» dedilerse de, halife işi bitirdi. Sonradan pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.

(M. 98) Burada dostluktan çok hilafet kaygısı hâkim olmuştur. O şey ki gereklidir, ister bana ait olsun, ister olmasın yapılmalıdır. Çünkü bugün yapılmasa belki yarın da yapılmaz. Senin geç kalmış olman da maksadı ayağa düşürür. «Bunda zorluk vardır,» dersem, «Biz bunu teselli ve aldatmaca olsun diye söyledik,» deme. işin gerçek tarafı sözü apaçık söylemektir. Buna ne engel var? O peygamberlere yaraşan nifak (ikiyüzlülük) gibidir ki, onlar bunu çok güzel yaparlar. Ama, o sözden doğacak menfaat sade sana aitse, sözü söylemektense hiç söylememek daha uygun olur.

Bir gün birisi bana dedi ki: «Ben, senden daha çok Mevlânâ’nın öğütlerinden faydalanıyorum.» Ben de buna karşı dedim ki: «Dostlar topluluğunu bir araya getirelim, onların anlayacağı bir bahsin yorumlanmasını yapalım.» Bundan maksat, cemaat aldatmak değil, ilmî bir fayda sağlamaktır. Nasıl ki, Kuran’da Yusuf Peygamber, Allah’a. yalvarırken, «Yarabbi! Bana mülk verdin, söz ve rüya yorumlamayı öğrettin,» (Yusuf sûresi,101) anlamındaki âyette işaret olunan bu yalvarmayı ona öğreten kimdir? «Semaların ve yerin yaratıcısı,» buyrulması da ona özel bir yoldan öğretilmiştir.

Genel yoldan da yine âyette, «Onun yorumlanmasını ancak Allah ve ilimde çok ileri olanlar bilirler,» denildikten sonra, «Beni Müslim olarak öldür!» diyor. Tuhaf değil mi? Bu açıklamadan sonra Yusuf hangi Müslümanlığı istiyor? Sonra da, «Beni, salihler topluluğuna kat!» diyor. Hangi Salihler? Her peygamberde salihlik vardır ama her salihde peygamberlik yoktur. Bu, «Allahm! Beni peygamberlikten nasipsiz kılmadın; velilerden de nasipsiz etme, ruhumu onlara eriştir!» demektir. Eğer böyle olmasa idi, hem îslâmda, hemde   salihlere   karışmak   yolunda   sebat   etmek   ister miydi?

Emir terk olunamaz. Şüphe yok ki, bu fakirin emrinde de faydalar vardır. Bu emirle maneviyat kapıları açılır. Fakir, dünyaya, onun nimetlerine, onun süslerine göz dikmez; o tavsife sığmayan bir devlettir. Şüphe yok ki, zengin çocuklarından, dünya nimetlerinden faydalanmış olanların bir şeye ihtiyaçları yoktur. Onlar, onun peşinden koşmazlar, ama onlarda yumuşaklık ve büyük bir hoş geçinme isteği vardır. Aşırı davranırlarsa o zaman fesat çıkar; onlardan nefislerinde üzüntü duyarlar ve üstünlüklerine yaraşmayan bir şey bekleyenler, nefislerini dünyadan ayıramazlar. Onlar asla tövbeye de yanaşmazlar. Dünya heveslerine kapılırlar. Onların Kuran’da: «Seni sapkınlıkta buldu, doğru yola yöneltti,» (Duha sûresi) anlamındaki hidayetle de ilgisi yoktur. Hepsi sapkınlık tarafına kaçtılar. Şeytan seni azdırınca sen kendinden hidayet yoluna girebilir misin? O seni azdırınca senin halin sana Cebrailin erişmesinden daha hoş görünür. Belki sadece Allah kuluna karşı olan yardım ve gayreti ile seni bu yoldan çevirir..

(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler, gerçekten isteğim bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim kebaptan daha hoştur. O kapalı kaldı.

Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu halde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin. Neden sen de bana bir armağan vermiyorsun? Mademki sen bir yadigâr alıyorsun, sen de bana bir yadigâr ver ki, bir vakit seni anayım, öyle dostlar tutalım ki, onların arzusu ile yürüyelim. Onlar da o saygısızlığı göremiyorum ki, ona göre hüküm verelim. Onlar öyle dostlar olmalı ki, bu ötekinden daha kuvvetlidir diyebilelim.

Şiir:

Seni, incinirsin diye gönlümde saklayamam,

Alçalırsın korkusu ile gözümde de tutamam,

Seni gözümde, gönlümde değil canımda saklayayım ki

Son nefesimde bana son yar olasın.

Senin aşkında, benden başka kimse sebat gösteremez. Benden başka hiç kimse çoraklığa tohum ekmez. Düşmana da, dosta da seni kötülemek istiyorum ki, seni benden başka hiç kimse sevmesin.

Âşık, bir vakit, o kötülemekten sevgiliye bir zarar gelmemesini ister. Onu incitmemeyi düşünür. Ama ona bir elem ve ıstırap gelecekse, vay o güne! Ben Allahtan altın isteyeceğim, o da hemen verecek; bu para ile bir köle satın alacağım, ona bilgi öğretecek, kendimi oyalayacağım. Evet, Allah altınlar verir. Yahut istemesem de verir. Bana veriyorsun ve diyorsun ki, «Bu para ile bir değirmen satın alacaksın onu benim için al; senin hesabına döndüreyim.» Değirmen taştan ve demirdendir. Bu ise etten, deriden, sinirden ve damardan yapılmıştır. Ayrıca bunun canı ve hayatı vardır. Eğer sen vermezsen ben kendim dönerim. Bu yüzden her gün bana birçok itirazda bulunurlar; onun üç beş kuruş kazanması bundan daha faydalı idi, derler. Çocukluğumda benim iştahımı kaçıran işte bu söz olmuştur. Aradan üç dört gün geçtiği halde hiç bir şey yemiyordum. Sade halk sözünden değil Hak sözünden bile ürküyordum; sebep yokken yemekten içmekten kesilmiştim. Babam, «Oğlum ye!» dedikçe ben, «Bir şey yiyemiyorum,» diyordum. Artık zayıflıyordum, kuvvetim o dereceye varmıştı ki, istesem pencereden kuş gibi dışarı uçarım, dedim. Bunda keramet var ama sana açıklamak istemiyor, dediler. Mucizeyi inkarcılığa karşı gösterirler. Sen eğer tam manası ile inkarcı değilsen, sana bu açıklanmaz. İsteyene açıklanır. Bu bir topluluk içinde olur. Bir köşecikte değil; etrafımızda bir insan topluluğu var. O tek bir kimse olsa idi sözleri kuru davadır derlerdi. (M. 100) İşin kötü tarafı Mevlânâ bana dün, «Bahaeddin onlar ile birlikte oturduğu için senin sözünü soğuk karşıladı,» dedi. Bana gönül vermedi ki, Bahaeddin’e sadece «Bahaeddin» diyeyim. «Mevlânâ Bahaeddin,» demek böyle dostlar için teveccüh sayılmaz, bunu gönül istemiyor. O ok atmayı bilmez; bununla beraber ilmini, usulünü iyi bilir. O isterse iş başka olur. Elbette başka şey istemiştir. O ulu Allah’ın vatanını, müminin sevgilisi ve dileği olan o kutsal yeri (Kabe’yi) istemiştir. Ama denilemez ki, mutlaka onu dilemiştir. Eğer bir şey istemişse bunu istemiştir derler.

Şimdi Mevlânâ’nın «İncindim,» dediği meseleden söz açayım. «Mevlânâ’nın sözlerinden Şems çok faydalanıyor,» demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize yardımcı olur, bana bazı işaretlerde bulunur. Ama o işaretler size değil, yalnız banadır. Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl buldu; nasıl rahata, huzura kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim koyarsa (kimi tutarsa) asla ondan vazgeçmez. Gece görmüş olduğu her rüya, sabah namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri devam ederdi. Bunun âdet halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir namaz mı sayılır?

Bahaeddin bir aralık, dalından koparak yere düşen bir sonbahar yaprağı gibi ayağıma kapandı. Bu hal, bir kere, iki kere değil, hayli zaman sürdü. Rengi toprak gibi olmuştu. Bir gün şöyle bağırdı: «Mev-lânâ’nın önünde oturan Şemseddin sen misin?» «Evet benim,» dedim. Yanımda oturdu. Bulunduğumuz küçük kervansarayın ufacık bir odasından ona sesler geliyor, «Nerdesin, nerdesin?» diyorlardı. Şimdi bu kadar yeter…

Herkes bilir ki, Tekkede, cansız bir varlık bile yedi aydan fazla bana tahammül gösteremez. Medresede beni dinleyenler divane olurlar, ama akıllı kimseleri niçin deli etmeli? O zaman, onlarla konuşmaya imkân olmaz. Ancak şu var ki, ben sofî olayım, olmayayım bu dergâh temiz insanların yeridir. Onlarda satın almak, pişirmek kaygısı yoktur. Cansız varlıkların da ayrılma ve birleşmeleri vardır. Ancak onların iniltileri duyulmaz. Nasıl ki, Kuran’da da, «Hiç bir varlık yoktur ki, kendine mahsus dili ile Allah’yı övüp ululamasın,» (îsra sûresi,44) buyrulmuştur. «Ama biliyorum ki, ben buraya oturmak için gelmedim. Hazırlanın da artık beraberce gidelim,» dedi Bahaeddin. Ben, «Bugün hazırım,» diyordum, sonra vazgeçiyordum. «O hücreye her gelişinde hiç eli boş gelmiyorsun,» diyordu. (M. 101) Ben de ona, «Sen böyle bir şeyleri düşünme,» dedikçe o, «Hoşuma gitmiyor!» diyordu.

Bir gün de, Aksaray’da Hacı Ebûbekr’den ödünç bir şeyler almak istiyordu olmadı. «Eli boş nasıl gidebilirim?» dedi. Ben, «Vazgeçtim,» dedim. O halde, «Dostlara himmet için yararlı bir iş yap,» dedi. Evet, üç kere selâvat getirin ve Alla Hümme Salli Âlâ Muhammedi deyin. Başka ne yersin? Ne pirinç, ne pirinç, ne et, ne et… Zehra diyordu ki: «Burada dervişin neler yaptığı, senin yaptığın ve başından geçenler Mevlânâ katında bilinmektedir.» Derviş o mertebeye ne ile geldi? Onun işi, hep hayırdır.

Biri satranç öğrenmek için altı bin kere oynamıştı. Toprak üstüne oturmuş bugün de oynuyordu, önce ruhlardan iki tanesini çıkarıyor, sonra da piyadeleri atıyor; böylece her gece bir Mağripli ile üç parti oynuyorlardı. Atı ve ruh’u çıkarırdı, ben de ayakta seyreder sonra otururdum.

Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu da okusun. Senaî ne güzel söylemiştir dedi Mevlânâ:

Her türlü aşırı isteklerden, cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin.

«Bu güzel!» dedim. Bu cevabım hem Mevlânâ’ya hem de Senaî’ye idi. Yoksa istese idi, ayağı yanık Şerife de cevap verirdik. O, Seyrül-ibad kitabının sonlarında Senaî’ye verilen bu cevabı soğuk bulmuştur. Onun gönülden haberi yoktur. O kalp, o gönül nerede? O aşağılık adama öğüt vermişler, nefsini pislikten, cimrilikten, kötü huylardan temizle ki, cehennemden kurtulasın, demişler ama kalp ve gönlün niteliklerinden söz etmemişler.

Yüce Allah, «Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne sığdım,» ve ayrıca, «Müminin kalbi, Allah’ın iki parmağı arasındadır,» ve yine, «O, sizin kalbinize bakar,» gibi kudsî hadislerle kalp mertebesine işaret buyurmuşlardır. Şu halde, «Aşırı isteklerden ve cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin,» diyen Senaî’nin bu sözü üzerinde çok düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulayım dedim. Mevlânâ, Senaî’nin şu anlamdaki beytini de okudu.

Beyit:

Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki

O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!

(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid, ömrünün son gününde zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur, şahadet ederim ki, Muhammed Allahın elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da, kâfir gittiğini söylerler. Bir kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki, bir kâfir senin hakkında yetmiş yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir. Hazreti Muhammed’e ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani nerede bir ışık ve aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed’in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabır’la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.

Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça mürid olamaz.

Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı çantayı istedi ve alıp hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para bendedir, ancak o arkadaşı getir de al paranı!» dedi.

Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar böyle imkân buldular, böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ’dan başka hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlânâ ile sohbet edeyim. Şimdi gel de kulağına söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni dinlemez. Bizi gören kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza erememiş olanlar ancak dış yüzümüzü görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det’ten uzaklaşırlar. Bir kere benim arzuladığım şey, senin dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey var ama eli ona erişemez.» Bu Sunnîlerin mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır. «Kardeşi için kuyu kazan, içine kendi düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün korku ve tehlikelerle dolu olduğu halde yine de yüce Allah’ın koruduğunu görürsün.

(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu toplum Allah’a, «Öküz çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu dünyada onlar palaslarım boyunlarına asmış; o faydasız azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar kıyısından sonra da, acaba Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık kötü elbise giydim; bu benim arzumladır, yoksa benim hakkımda Allah’ın dilediği hep lütuf içinde lütuftur; kerem içinde keremdir. Ancak şu var ki benim -lâyık olduğum şey yerine göre lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört günde biraz gevşeklik, bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. «Sana ne oldu?» derler. «Bana hiç bir şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım.» «Bir şey yemiyor musun,» derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de…

Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı. Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki, bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.

Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane yetiştirmesi vardır; bunlar ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim babamızsın. Nasıl oluyor da bizi götürmelerini uygun buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben ne yapabilirim?

Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni bağlamak için zincir getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.

İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum. Başka ne .yapabilirim? Bu niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani istek iradeden pek gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar. Onun için, işlerine hiç kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa iradeye göre yapar. Her ne işlerse, iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı boyunca hangi duraklardan geçeceğini de görür; ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun aksini yapabilir? O bir yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona erişmiştir dersin. Öyle bir insanın işi o yüzden tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl olur? Bakarsınız ki, onda hiç bir seyir ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid’e hıyar tarlası hikâyesini anlattılar. Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin karpuzu nasıl yediğini bilmediğim için yiyemem.» İşte Peygambere uygun davranış burada hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı surette korumak gerektir. Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti Mustafa, (Allah’ın Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz sana karşı, senin ululuğuna yaraşan şekilde kulluk edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse, Baye-zid’in bu sözüne bakıp da, onun hali Hazreti Muhammed’in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok ahmak ve bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin maksat ve manası ise, bir yere gideceğin zaman sana ışık tut-masıdır.

Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün. Ama bir yola gitmezsen onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata nasıl erebilirsin? Gerektir ki, hakikate eresin! Tarikat yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum. «Ver bana,» diyorsun. Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun…

Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz. Bu söz sona ermiş değildir. Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana dayadım.

Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc’lar (M. 105) gibi birbirimize karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu aşağılık âleme indik. Uzaktan, karanlık ve yokluk âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan, kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş çocuklar gibiydik; yavaş yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye başladı. Daneye kavuşmanın zevki, tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu âlem, bu varlık da meydana gelmezdi. Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan bir taş gördü ki, heybetle kendisine doğru geliyordu. Sevgisi ayaklandı ve ona doğru koştu.

Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya veya başkasına bir nafaka davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı hevadan hüküm verir ve der ki: «Sözüm onun kız kardeşi içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir şeyi almakta çirkinlik olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider. Bu işte sebat etmek de ona ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez ki! O çok kere ancak şeriat üzerine hüküm verir. Fakat bazen de hevadan, yani keyfine göre karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten geçmiş olur. Bu hep böyledir.

Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek için gelenler çok yüksek olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O duvarlardan atlamak isteyenler düşerler. Her şeyi mubah gören saygısızlar da ancak kapıda ‘kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki kuşkuları büyüktür. Dedim ki: Bu eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü çok dikkatle dinleyin. Kapı dışından gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama Padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has kullardandır. Kulluk vazifesini tamamiyle yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam kuvvet ve kudret kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o mana, onlarda eksik kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır? demişti. Bir şeyler yaptı ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz.  Hele  Cuma  günleri  Namaza   gitmesem gönlüm daralır. (M. 106) Niçin onun manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine üzülüyorum. Ama bir kul ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim sözlerimde tekrarlamak, yeniden anlatmak yoktur. Ne desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar etmekten oldu. Sözü hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir şeyler dinleyelim ne olur? diye İsrar ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu ben bilirim. O zaman söyleyeceğim. Ama uygun görmezsem hiç söylemem.

Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu Kadıya götürseler bizim lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin buna tanıklık ediyorsun?» derlerse, şu cevabı verir: «Ben ademoğluyum. Babam bir yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul etmezsen alçalırsın, lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz. Bir hadis vardır. «Ulu Allah, varlıkları, onların niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur ama Kuran’da da, «O her gün yeni bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi için açıklanması gereklidir. Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden ebede; başlangıcı olmayan zamandan, sonsuzluğa kadar böyledir. Nasıl ki kul da hep onun halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.

Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu Muhammed bana, «Şemseddin, ben Sadettin’in yanında idim Ku-ran’daki, ‘Cinleri ve insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,’ anlamına gelen âyeti yorumluyordu.» dedi. Ondan sordum: Bu Allah’ın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç dünyaya gelmeseydim bu yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl dileksizlik olur; ona ne demeli? Bu yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor. Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek gerektiğini bildiğim için ben de gülüyorum.» Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi kurutuyorsun, müridleri de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim bir çorba içeyim.» «Git!» dedi. Karar verildi. O istiyordu ki, senin bir zındık olduğuna fetva versin. Ona ne güveniyorsun?

(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el bağlamak gerektir. O, zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne çıkarır astırırlar. Bu ondan değildir, o bizimledir. «Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak Allahdır, diyemedim, îş verir, anlamaz, sorar: Allah nasıldır?

Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla bir şey konuşamam.» «O halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana secde edeyim.» Onu öyle bir durumda gördüm ve dedim ki: «Kadehi ben çekiyorum, sen sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında arıyorsan dibi kurşun çıkar.»

Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup dururlar. Bizim bu Şahap da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin bir zındıkcık! Şems’in sözünü başkalarından işitiyorum; bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını alıyorum sana geliyorum. Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu. Erkekliğin devamlı olsun, bu buğanın kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum. Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar vezirin tekkesine gideyim bari. Ama büyük ziyan olacak.

Gazneli Sultan Mahmud’un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak için çok güçlü seksen kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu çadırı tek başıma kurayım,» dedi. Sabah namazından önce çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud, öfkeden yaratılmış bir insan olmuştu. Vezir korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir pula giderdi. Böylece yapılan iş boş değildir. Âlemde bu kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır. Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.

Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında cesaretsiz davrandı.

(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o sevgili nerede? Halis inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o yoldan giderler.

Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın durumu bile onlara soğukluk veriyor.

Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi başlı arslanla oynaşsın da gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve cariyeleri bıraksın da her şeyden el çeksin. Bilmiyor musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların o kurbanda rızıkları yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.

Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz kurbanı kimin için kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi: «Yallah, imam efendi, birlikte yiyelim diye sizi çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin dövmediler?

Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde olanı soymuşlardı. Büyük bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar. Ancak rüyada Peygamberi görenlerin hali başkadır.

Beyit:

Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,

Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.

Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel huyluluğu ile hep öfke ve hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin onunla konuşmaya cesareti yoktu. O sırada vezirin gözü Ayaz’a ilişti. Onun gülümsediğini gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor musun?» Ayaz, «Evet, nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir dedi ki: «Bu adam bir iddiada bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır. Adamın bu hüneri göstermesinden sonra da yine o Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah öyle buyurmuştur. Şaha şöyle dedi: ‘Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;’ Sultan şu cevabı verdi: ‘Kul efendiye nasıl emir verir?’ Bugün onun Padişahı odur.»

(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki iş böyledir bu kadarcık yeter.

Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça kuru üzüm doldurayım! Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu! Hey! Sana su da getirerek yardım edeyim. Ey Asım! Eğer onlara bir şeyler sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin cevap vermedi. Ama o nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu kendi kafasından ve gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz. Eğer hiç konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah güzel nasıl olur? Ben onun kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!

Sen, başlangıcı bu nükte olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç hayır demiyorsunuz. Ama hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.

Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın faydasından yoksun mu gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı. Yahut da onu bilmek bize kısmet değil miydi?

Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze başlar ve konuşur. Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir hikâye yahut bir şairin şiirini anlatır. Kendinden bir söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum! Ama, o hal diliyle konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu duvardan bir ses çıkacağını umar mı?

«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben, kulaklarımı tutmak istiyorum, işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir şey dinlemezdim. Çünkü onları senden işitti. Burada bilginin, kitabın ne yeri var? «Nefsini öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir. Sende o zevk sürekli olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!» diyelim. Ama kendisi yavaş yavaş ölür.

(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe bağlamıştır. Ama, o önceden Allah’a dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o kimse gelir, seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki duvarları nasıl yıktığını da öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider. Onun bu ilk yardımlarından sonra da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak gerektir. O her ne yapar ve söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki yardımı artırır ona karşı saygı ve sevgi çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de kâse de bıktı! Saki herkesi bıktırdı, ama o saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.

Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle olursun. Diyelim ki bir küp dolusu içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman şarapçı sana der ki: Bu meyhane boşandı ise şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir küp dolusu şarabı kim içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır. Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı başında olan ayık ki, aynı zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî şaraba kanmış olduğu halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte görmüyor musun, o şarabı baş aşağı getiren Pîr geldi, içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.

Allah’a ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N;hayet senin karşına yolda perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok demektir. Şeytan senin karşına çıkamaz; bunu iyi bil!

Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan demiyorum. Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.

(M. 111) Mevlânâ’nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada hatırından geçti ki, sen geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki, bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki: Burada o kadar kuvvet var ki, onları tek renge boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile birlikte olursan canına kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.

Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir. Ancak ölülerin halinden sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm sana ey müminler yurdu!» dersin. Eğer biri dese ki, «Sen ölü müsün? Diriler ölüyle konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir sestir. Bundan dolayı bana ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz eşek yükü gibidir, derler. Bu bellidir ama sözden de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli konuşmalı. Söz, kuru ve tatsız olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir sözün aksini bile söyleseler yine ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden atlarken yarı yolda pişman oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey değildir,» demiyorum. «Sende bir kuvvet varsa söylediğin sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan dinliyorum, onu doğruluk yönüne çekiyorum, zevk alıyorum.»

Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının içyüzünü anlamayanlar şu taş ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer senin de kulağın ve aklın bu yolda değil mi? «Evet evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada sana kim engel oldu? Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara, «Ben onun meclisine Kayseride uğradım,» dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim zaman o meclise yaraşan nitelikler bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi ki: «Ben ona karşı gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama sebep yok, niçin yapayım?» Derler ki: Müslümanlık gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil mi? «Evet,» dedim. Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur ki, Müslümanlar arasından yetişmiş olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri Müslümanlıktan başka bir işe çalışmamışlardır, çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar da, Müslümanlık onların yüzlerinden okunur.

Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı davranışların ne değeri var? Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç anlaşılmaz, onun başı da belâya girmez. Ancak o kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından ve kokusundan anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır. Ama.işte bu Hallaç o yüzden şaraptan yüz çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte Hallaç garip kişi oldu. Bu âleme geldi, gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.

Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum. Sana kulak veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede? Evet kulaklarım hoşlandı. Ama kulakları hoşlanan o topluluk da, bu yüzden kavga çıkarırlar. Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler. Mademki, aramızda düşman yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse ölmesin, birbirimizin yüzünü mosmor etmeyelim dedim.

Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu. Semâm hakkını vermedi, onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden bana bu sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?

Büyük Mevlânâ’nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı göremiyorsan nasıl secde ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun? Nihayet, yazılması küfür sayılan bu sözde bir tutarsızlık var mı? Kuran’da, «De ki, eğer deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı bitmeden denizin suyu biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu konuda korkmadan çok açık konuşmuşlardır. Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa o sır var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey açıktır. Nerede o insan ki, içinde bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?

Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran’m farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur ama Kuran’m açıkça yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz. Sır, nasıl değişik renkte olabilir? Hele sözdeki himmet hep sürekli olursa.

Kuran’daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va’d ile Va’id de öyle değişik değil mi? Bu, anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va’d de Va’id gibidir. O cihet bu sözlerle anlaşılmazsa bunu başka bir deyimle buyurdu ki, bu sözü kapayalım.

Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile parçaladı; onun ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu cevabı verdi: «Sana şiirlerini çürütmek, harap etmek galiba güç geliyor.» «Sen niçin benim şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam, «Yoksa sen Senâî misin?» dedi ve ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı olmuştu. Ama bu sözümden onda bir muhabbet belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön; o sana dönünce sen de dönüverirsin. Böylece susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on öpücük, yüz öpücük kondurursun, tartışma böyle olur.»

Bu soru yalnızca Reşidüddin’den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman altından yürüyen su muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken samanın haberi olmaz. Saman, ansızın havada toz duman olur bir hamlede uçup gider. Ama su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı avlamak için ona karakulak denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek olgunlaşır. Şaha-beddin (Sühreverdi-i Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.

Gönlüm Nasiruddin’i istiyor. Ziya’ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da, «Onlar uyumaktadır, uyku çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir kere Şeyh Ebubekr’e murakabe sırasında dedim ki: «Ondan yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr’den nakletmişti. Bir aralık, «Eğer bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr etmiyorsun ya!» dedim. «Hayır,» dedi. «O halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü zorlukla yaşıyorum. Zaman zaman kırlara çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım altüst oluyor da-ralıyorum ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses arada kaybolsun. Şimdi de böylece farz et, tâ ki bana o utandırıcı hal gelmesin.

Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i (S. A.) görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar.

Mevlânâ’yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-lânâ’ya karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?

Bir gün biri sordu: «Âyetteki, ‘Allah’ı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,’ diye buyurulmasının manası nedir? Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir mertebeye erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»

Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi onu yetmiş kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim’e dostluk Musa’ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed’e (S. A.) rüyet yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen Ayşe midir? Yoksa onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed’in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik, kendini görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin gördüğü şey, nebiden niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ’nın mektubunda yazdığı bu söz çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti Peygamber buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki, bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o saadet bununla ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa!

Şiir:

Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,

Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.

Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?

Bütün  zorlukların çaresi sizdedir.

Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın kaynağı odur dedi.

Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını gizler ki, söz halka erişsin de perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir, dilerse bu perdeyi önüne çeker, dilerse arkasına atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü kaldırmaz. Bu sözü şu maksatla söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum. Allahın zat’ından ayrılmaz sıfatları vardır. Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allahın mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara Allah sıfatları yol gösterir. Şeyhin katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana devamlı bir halvet hali gelir. Öyle bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allahın öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir kimse onu daima halvette bulur. Bana da mademki hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek kaygısına düşeyim ki, o da bana gücensin ve yolundan sapsın.

(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ’ya gerekirdi ki o sözden dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa yaraşan da, o konuda hiç bir söz konuşmamaktı. Mevlânâ da gönül alçaklığı gösterir; hayır derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine getiririm, diye cevap verirdi, işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara yaraşan bir erdemdir. Bu, eskiden beri böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz! Çünkü kulaklar da toprakla doludur, gözler de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz söyleyeyim, onlara sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda söylenmiş sözlerden değildir. Ben bir kaç örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran’dan dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da değişmesine delildir.

Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu halvet kendi kurdukları kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.» Bana, «Biz senin sözüne inanmak istemiyoruz,» dediler. Hayır asla, ama ben evvelce nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey söylemediğin gibi, kendi aydın görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin özetlerini dinledikten sonra kendimden bir şey söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve benim sözüm olur mu? Bu yolda, bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez, benim emrimle gelir, benim emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi, şaşırdı. Her şey benim emrime boyun eğmiş, benim hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır. Ansızın bir «Ah!» çekti, başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları koparalım. «Niçin gitmiyorsun, toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun, bu yemek bana ziyan verdi. Maksadın ne olduğu belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte dolaşırız. Bizimle ilimden konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit geçirmiye yarardı. Dostlarla da beraber olurduk.

(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya’da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik. “Yani onlarda bir hal ve kal’dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm günden beri, gönülde size karşı bir ilgi ve sevgi yerleşti. Eğer hiç yazı yazmak bilmiyorsan, sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini istiyorum ki hiç bir şey bilmez, ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı gösteriyorsun, bu ilgi sana neden dolayı gösterilmedi diye üzülüyorsun. Sen benim ne söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki, Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu şaşırmış,» demeyesin. Ne Allah’ı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz yorumlarından başın dönmesin! Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu manadan, Tanrı isimlerinin çevrelediği engeller ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir. Nefis kelimesi iç’n «dişil» dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.

Muhammed Gûyanî, «Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan daha bilgindir. Yakışık alır mı ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların nefisleri yaratılışta inci gibiydi.

Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor, öteki bu zikir yüzünden olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç nağra atar. Şu halde bilmiyor musun ki, neden bu? Ne bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları kendine yakın görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben onun şehrine geldim, evine konuk oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden sorular sordu. Dedim ki: îç âlemle meşgul olan bir insan Kuran’ı ezberinde tutamaz.

Zeynedd’n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha beter bir hale getirdim. Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder miyim?» Çünkü o ancak kendi hayatını gördü. Ama o kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını orada görür ve nereye gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya verebilir? (M. 118) Meğer divane olsun ki, ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine koyar. Kâfirler ve onlara uyanlar, ilişiklerini kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz kıl!» dese, bütün akıllılar, «Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gün sopa atmalı ki, aklı başına gelsin,» derler. Ama yarı deli olan kimse bunu işitirse, «Hayır,» der. Bu divanedir; bunu ya tımarhaneye götürmeli, yahut öldürmeli.

Sendeki o kutsal kuş, beden kuyusundan bir uçtu mu, artık oruç düşüncesinden, namazın utancından kurtulmuştur. Çünkü ruh uçtu mu, beden ölüdür. Kim, ölüye, kalk, namaz kıl! diyebilir? Şu halde buna nasıl öyle bir teklifte bulunmak gerekmezse, aynı sebeple, yaşıyan ölülere de bir teklif yapılmjaz. Meğerki, taklit yoluyla hatırında bir şeyler kalsın. Ama şüphe yok ki buna da bu saatte doğrudur demek yaraşmaz.

Merhaba ey biricik dost! Nefsin bendedir; gönlün de benim hükmüm altındadır. Kâh bunun sözünü dinlerim, kâh onun sözünü kabul ederim. Bana diyor ki, «Gel Yasin oku seni hal mertebesine yükselteyim!» Ben açım, sende de hal mertebesi var, bende bu yoktur.

O kadın öğretmen çocuklara Arap alfabesini öğretirken, «Elif iki üstün, elif iki esre,» diye bir ezgi tutturuyor, el çırpıyordu. Bana bir hal geldi, raks etmeye başladım. Dedim ki: Benim üstümde hiç bir şeyim yok ama, elifin iki üstünü var. Benim kış gününde postum bile yok! Hep şeyhlerden kalma gelenekleri anıyordum. Diyordum ki: Eğer yolculuk ederse, onunla birlikte gideyim. Onlarla demiyorum. Bununla beraber bin türlü bahane buluyorum, gitmiyeyim diye gözlerim ağrıyor, diyordum. Gelemiyeceğim. Biz birisine bir şey söylüyoruz; onun bu işle ilgisini göremiyorsak uzaklaş diyoruz. Çünkü zorluk olur. Böylece kurtarıyoruz. Ancak onda kendi benliğinden bir şey kalmadığı zamana kadar bekliyoruz. Nasıl ki, bedenin yarası sağılınca üzerindeki pamuk düşer. Çelik çomak oyunu zamanında bir kere bana Cüneyd ile Bayczid’in hali geldi, onlar ne yaptılar, diye düşündüm.

(M. 119) Şimdi Sultanın oğlu Sultan olur, meydanda top oynar, topa çomak vurur. Bu nasıl oluyor? Herkes bilir ki, çelik çomak oynamak nerede, devlet topunu oynamak nerede? Yani meydandan ikbal topunu kapmak ve onu dilediğine vermek başka başka şeylerdir. Allah dilerse görülecek, görülmüş olacaktır.

Mevlânâ alnımdan öptü. Ben benim, ama şimdi ben sen oldum. Tıpkı öyle görmüyor musun? Bu birliği bir kaynaşma farzet. Kalk gidelim. Benim ne zaman arkadaşım oldun? Benle sen hangi mescitte namaz kıldık? Şimdi de ağlamak zamanıdır. Ağlamıyorum. Ancak Perir ağlıyordu. Çeşme başında oturttum sustu. Bir Haç sarık parçası verdim. Kulağını bük de ağlasın. Sen ve ben hoşuz ya!  Allah beni senin için yaratmış. Bütün âlemi sana sattım!

Gidin, arayın! O Şemsi göremedim. Halep’te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerin üzüntüsünden olacak ki, o da onlar gibidir. Bir kaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama eğer beni göreydi hizmetlerde bulunurdu; bırakmazdı geleyim. Bu gümüşler de yanımda kalırdı.

Aman bir tuhaf bakıyorsun! Evet ne diyorsun? Yarabbi olmaya ki bir gün bile gönlümde ona ait saygı ve sevgiler azalsın! Allah izin verirse sakın gitmeyi düşünme. Tâ bir hafta onu oyaladım. Parlak, aydın ve güzeldi. Mademki insaflı davranıyorsun, ondan yüz bin nişan bulacaksın. Kâh hayal kuruyor, kâh şaşkın duruyorsun, însan oğlunun azığı gecikse de yine kendi önüne gelir perde olur dedim.

Kötü hayaller, kötü hayal değildir. Sana da temiz, güzel ve aydın bir hayal böylece perde oldu. Ama nereye gider? O senindir. Ancak o azık bugün vermiş olsaydı, gelecek hafta başka bir şey olurdu. O azık, bugün de sana ulaşır, çünkü senindir o! Senin olmasaydı bile yine sana erişirdi. Çünkü öyle olmasını Allah dilemiştir. Allah’ın işi böyledir. Olmayacak şeyleri olanaklı kılar. Anadan doğma körleri bile gördürür. Göze tam bir beyazlık gelince filozofların aklı bu gözün artık görebilmesini kabul etmez. Ama bu, Peygamberlerin aklına sığar. Hakkı elinde tutan felsefeci, «Bu benim işim değildir, bende o kudret yoktur,» der.

(M. 120) Ama böyle söylersen kendiliğinden Müslüman olursun. Kul öyle bir durumda kalır ki, düşer, yüzüstü kapanır, ama Allah yardımı onun elinden tutarsa yine kalkar. Tanrı o kulunu zikir yönünden de sorumlu tutmaz, özürü vardır, der. İnsan sevdiğini çok anar. Hele o sevgili, Allah olursa! Ama onu gereği gibi anabilmek kimin elinden gelir? Biz hep sizi anmaktayız; sizin aşkınızla doluyuz, istersen vur onun parmağını kır, ben derim ki o parmak eskisinden daha sağlam olur. Lâkin sana el uzatan o edepsizlerden seni Allah korusun. Cebrailin bile bundan sonra onun ilhamlarını elinden almaya gücü yetmez. Bir «Euzu Besmele» çekerek parmaklarını tut, öylece kaldır.

Hoş bir şaka bir Mısır altını değer. Bir Mısır altını değmezse bir Rey mangırı, bir Rey mangırı değ-mezse bir Rey akçesi değer. Altın, mücevher değerinde olabilir.

Onlara, benim önümde şarap içmeyin demiştim. Öteki de diyordu ki: «Bizler din bilginlerindeniz, medresemiz, mescidimiz var, korkumuz yok!» Sen kendini üzecek bir iş yapıyorsun, arada bir azar işitirsen ne çıkar? Bana söyledikleri bu sözden ürkmedim. Küpün içine girsem de otursam bile elbisem namazdan geri kalmaz, bana ne zararı var? Zaten benim küçüklükten beri bir korkum yoktur. Ancak uzaktan bir sarhoş görsem üzerime düşecek diye iğrenirim. Şimdi paran var mı? Seni hacamat ettireyim de bir şerbet içireyim!

Bugün «La ilahe illallah», yani «İlâh yoktur ancak Allah vardır,» demekle önce Allah’ı inkâr eder sonra Allahı anmaya başlarsın. Halbuki kâfirler, onun birliğini isbata, ancak «La îlâhe İllallah,» dedikten sonra başlarlar. Ondan sonra da bir takım kara ve san kuruntuları kafadan atarlar ve daha sonra da o kuruntular geçip gider. En çok aydınlık bu tevhidden sonra başlar. Zaten işin ve düşüncenin temeli de bu dur. Yoksa hocanın ve bilgin geçinen kimsenin içtiği şey bu değildir.

Kadı Honci ona çok saygı gösterir, «O benden daha soyludur, yetkili kişidir,» derdi. Onun hakkında her ne kadar şöyle böyle yapıyor diye söylerlerse de o aldırmaz, bunları yüzüne vurmazdı.

(M. 121) Bir gün diyordu ki: «Bize, namusumuzla bu işten vaz geçmekten başka çare yoktur.» Bana da diyordu ki: «Benim hakkımda Kadı şöyle söyledi.» Ben utandım. Güldüler.

Küçük yaştan beri çocuklara öğretmenlik yapıyorduk. İçiyorduk. Bu bizim için eski bir adet halini almıştı. Bir kaç gün içmezsem, bedenimde bir titreme başlar, felci andıran bir rahatsızlık belirirdi. «Güzel söylüyorsun,» dedim, «Ama yavaş sesle konuşuyorsun. Gerektir ki yüksek sesle söyliyesin.»

O gerçekten bize bağlı ise, başlık parasını önceden verir. Şehirde hangi kadın vardır ki, başlığı peşin almıştır? Nerede o yüzsüz kız ki, yüz görümlüğünü peşin ister? Nerede o eşek damatçık ki, onu benden üstün görür. Başlığı başka bir yere emanet bırakır da bana güvenmez. Yahut yerine koyar. Nerede o yüz görümlüğü almamış kadın? Onun ne değeri olur! Yoksa ben onunla nasıl anlaşırım? Elini uzattı. «Elimi mi istersin, yoksa kitabı mı?» dedim. Elimi tuttu, dedi ki: «İşte kitap!» Sözünü tut, iki kişi arasında düşmanlık olursa huzurda barıştırılır. Birleşirlerse ne iyi! İki Allah kulu geçimsizlikte devam ederlerse, buna iki kişi arasındaki anlaşmazlık derler. Ama bu düşmanlık ve geçimsizlik Allah ile kul arasında ise düzeltilemez. İki kişi arasındaki anlaşmazlık iki taraflı düşmanlık demektir. O bizimle birlikte hile ile kurnazlıkla yaşıyor, bize inanarak değil. Ama kurnazlığın tamamını da bilmiyor. Halbuki, Müslüman bütün hileleri bilir. Ben, eğer hayatta olsalardı ünlü Cuhâ’nın kurnazlığını da bilirim, Ebubekri Rababî’ nin hilesini de. Hattâ Peygamberimize hile eden Abdullah Bin Ümeyye’nin marifetlerini de bilirim. Onlar bana bu konuda çok şeyler öğrettiler, onlardan faydalandım. Bu yüzden bütün kurnazlıkları öğrendim. Hattâ bunlar ellerinde olmayarak benden bir tek şikâyette bile bulunamadılar. Çünkü bu işte olgunlaşmamışlardı.

Abdullah kaç kere hapis olmadı mı? Eğer kurnazlıkta olgunlaşmış olsa idi düşmanları onu hapis edemezlerdi. Belki o düşmanlarını hapis ederdi de onların haberi bile olmazdı. Bunu bilirim, ama böyle bir davranışta bulunmadım. Çünkü ben kurnazlığın sonunu ve derecesini de bilirim, gerçek davranışların sonucunu ve derecesini; nereden gelip nereye gideceğini de anlarım. Bu kadın istiyor ki hem kurnazlık yapsın, hem de kimse bilmesin! Eğer yüzüğü ve yorganı hazırlattırsam, bundan daha hayırlısı gelirdi. Bunlar kendisinin oldu. Ama eğer gerçekten bana bağlı olsaydı, ona hiç kimseye vermediğim şeyleri bağışlardım. Kaç kere bana zahmet vermek için Kadıya başvurdu. Ama, «Kız kardeşime yedi dirhem karşılığında aldığı yorganı getirin,» diyemedi.

(M. 122) Bilir misin sen kimsin, makamın nedir? Ben sana diyorum ki, sen öyle yüce bir kişisin ki, eğer Hazreti Peygamber hayatta olsaydı seni yoldaş olarak seçerdi. Öteki peygamberler demiyorum. O sana geldi, seninle birlikte başka dost seçmedi, seni halvetde ziyaret etti. Bununla beraber, sana düşmek tehlikesi görünüyor. Ama bu, kötü bir düşme değil. «Ancak maksadı geciktirecek olan bir düşme tehlikesi bu,» dedi. Bunun üzerine kabul ettim; ama aramızda geçenleri anlatmasını kabul etmedim. Bu, cimri likten değil. Eğer Allah kullarında cimrilik olsaydı, Allah korusun, sen beni nasıl beğenebilirdin? Çünkü ben seninle birlikte olursam daha çok beğeniliyorum. Dediler ki: işte sen böylesin; onun seninle birlikte olması hoşuna gitmiyoc mu? Şimdi yaptığı gibi sana bir zahmet mi veriyor? Öyle ise bu iyilikten sonra yumuşamak gerekli oldu. Hayır ancak bunda bir ikiyüzlülük, bir nifak var ki, o başka yönden geliyor. Şüphe yok ki sen bugün güzelsin. Biz Muhammed Güya-nî’den aydınlandık; sen de temiz kalplisin. Ondan söylemiş olduğun şeyleri dinledim. Ben artık güçsüzüm, sana döndüm; bu noktada duruyor, seni dinliyorum. Hatırımdan neler geçiyor? Aramızda geçen tatsız hatıraları unutur, yahut gizlersen ben de bunları olmamış sayarım. Ancak sen nerede olsan yine eksik sayılırsın. Sonra acaba benimle Mevlânâ Celâ-leddin’in bu çocuğu arasında ne var diye düşündüm; Allah bilir dedim. «Acaip,» dedi. Senin bundan sonra bu olay üzerinde durmana şaşıyorum. Şüphe yok ki, biz seninle ilk sene bir anlaşmazlık halindeydik, ama bunu sana hiç açmadım. Bunu gizlediğim için de an-laşmamazlık günden güne arttı. Şüphe yok ki bu sözüm yanan bir ateş gibidir. Ben de ilk sene bu ateşle kavruldum. Bir sürü hikâyeler anlattım. Artık geçen geçmiştir, ben de bu işten vaz geçtim. Zaten daha ne zamana kadar konuşacaktın bunları? Hep eskiden beri anlatılan hikâyeler. Zaman olurdu ki, çok ateşlenirdim. Bu alışkanlık hali bende o derecede kuvvetli olmazdı. Çünkü bende sevgi eksikliği olmakla beraber bir ikiyüzlülük de vardı.

«îslâm beş temel üzerine kurulmuştur,» anlamına gelen hadis dolayısiyle büyük bir mesele üzerinde durdum. Bizden sordular: «Bana bir câriye verirlerse, bu meşru bir evlenme olur mu? Ayrılma veya birleşme hallerinde mihr parası vermek gerekir mi? Ona, parası karşılığında bir şey satabilir miyiz?» «Evet, bak istediğin gibi sana teslim oluyoruz,» dedi. Bizim sözümüze ve işimize razı oldu. «Onun işlerinden ve kendisinden sakınır mısın?» diye sorunca da, «Evet,» dedim. Eğer o, «Ben senin muhabbetini satın almak istiyorum, ama Allahtan korkuyorum,» derse, ben de, «Dilediğin şey mümkündür,» derim. Mademki Allah adını anarak bir söz söyledin, Allah o işe yardımcı olur. O bana bir câriye verir de ben mazeret gösterir miyim? Bu armağanında gerçek davranmış ise hiç nazlanır mıyım?

Bana dedi ki: «Cübbeni satmaktan hoşnutsuzluk duymaz mısın?» Bu inkârı gerektiren bir soru yahut da anlamak için sorulmuştu. Ben inkârla cevap verdim. Dedi ki: «Eğer bu ondan değildir dersem bu ö manayı azaltmaz.» (M. 123) Bu cevap ancak sana sadaka olarak bir şey veren kimseye yaraşır. Sadaka alan kimse onu alırken nasıl bir eziklik ve gönül alçaklığı ile alır, «Ben fakirim, yoksulum, hiç bir şeyim yok,» der. Has kulları besleyen o kimseler için demiyorum. Bu, Allah’ın elinde pek önemsiz bir iştir. Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O delil ise, mal vermek, bağışta bulunmaktır. Nasıl ki Mevlânâ da beni sevdiğini iddia etti, geldiğim zaman binlerce ihsanda bulundu, beni korudu. Bunların hepsini Allanın bir lütfü sayarım.

Musa dedi ki: «Allahım! Bana bir arkadaş verir misin ki, ben söylemeden bana hizmette bulunsun.» Acaba verdi mi vermedi mi? Dedim ki: «Verdiği bu yoldaş için ona başarı da verdi mi?» «Hani?» dedi. İkinci defa sordu, Hızır ona öfke ile cevap verdi; ben sana sen benim yaptıklarıma sabredemezsin demedim mi? Bu öfke, nefisten gelen bir davranış değildi. Allah’ın has kullarında, nefisten gelen öfke nasıl olabilir? Allah’a sığınırız. O Allahsal öfke idi. Ondan sakınmak gerektir.

Musa’nın başkaca dilediği özürler anlatılamaz. «Eğer senden bir şey sorarsam…» dedi. Hızır el çırptı, sevincinden oynamaya başladı ve nihayet, «Çabuk söyle beni bu işten kurtar!» dedi. «Kendine gel!» diyordu, Allah nerede? Şimdi ne veriyorsunuz ki? Büyüklerden biri bana bir şey anlattı. Ben onu kuru sözlerle anlatabildiğim için üzülüyorum. Eğer Mevlânâ’ nın dileği o ise bana ne devlet ki, yüzümü o dilek tarafından çevirmişken Allah tekrar beni o tarafa yöneltti.

Musa’nın başından geçen o hali o bir daha göremedi. Bu Hazreti Muhammed’in (S. A.) başından geçmişti. Çalışın gayret edin ki, arada hiç bir perde engel olmasın. Size gideceğiniz yolu öğrettim. Allaha yalvarın: Ey ulu Allahm! Bize bu devleti sen verdin. Bizim bunu elde etmemiz için hiç bir yolumuz yoktu. Senin keremin bize ışık tuttu, tekrar kerem et bize! Bu devleti elimizden alma! Bu konuda sizin yolunuzu kesecek olan Şeytan değildir. Ancak Allah gayretidir. Çünkü onun size gösterdiği keremi koruyamazsanız onun gayreti sizden geri kalacaktır. Eğer aranıza bir kaç günlük bir ayrılık girecek olursa ona tekrar yetişmek için çalışın. Benim bulunduğum yerde konuşulan sözler arasında belki benden dinlemişsinizdir. Araya ne evlât, ne de başka bir şey engel olabilir. Dileğiniz öylesine hararetli olur. O dilekteki şiddet ve hararet, her kime çarparsa onu yıkar ve o sizinle dost olur. En soğuk kimselerde bile artık soğukluk kalmaz. Eğer o olaydan size (M. 124) bir hal erişirse ne mutlu olaydı o. Bu hale her kim engel olursa  işte o Şeytandır. İlk Allah gayretine engel olmak ister, ama şimdi o bir iş yaparken Şeytan karışırsa, sen de ona uydun demektir. Hayır efendi! «Allahın adını anarak ona yoldaş olalım,» diyorsun. Şimdi bu sırra niçin «Değerlidir,» diyorsun? Evet, buna ne verseler değer ama bu da ölçü ile olur. Siz benimle yoldaşlık yapamayacaksanız o başka. Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne Mevlânâ’nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir. Şimdi benimle yaşamak zordur. Nasıl ki, Musa Peygamberin o üçüncü dileği Allah’a karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden, aşk tutkunluğundan idi. Yoksa Hızır’la buluşmak için değildi. Musa’nın bu husustaki açlığı senden daha mı azdı? O, öyle bir âşık idi ki, sekiz gün dokuz gün hiç bir şey yiyip içmedi, bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. Hızır’a dedi ki: «Eğer yolculuğun ücretini istersen, alabilirsin.» «Hayır,» dedi Hızır, «îştc seninle benim ayrılmamız zamanı gelmiştir. Aramızda uzaklaşma günü gelmiştir.» Musa Peygamber uyandı gördü ki:

Şiir:

Dilber gitmiş, mum  sönmüş. Saki uyuyakalmış,

Can ver ki onun vuslatı bir daha ele geçmez,

Sermest olanlara şeriat  kadehiyle  bade verilmez.

Tecrid ehli erenlerin birlikte içtikleri mecliste,

Kendi nefsine tapan gafillere bir damla bile verilmez.

Baharda yarin yanağından uzak olunca,

Bağdan bana ne? Yeşillikle ne işim var?

Bağdan yeşillik yerine nasıl diken koparırsın?

Buluttan damla yerine nasıl taş yağar?

Benim için sizinle birlikte bulunmak daha hoştur. Gerçi Tebriz’e gidersem orada bana mal, mülk, mevki ve yüce makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha hoş geliyor. Bana mal ve makam vaat edenler, sözümü dinlemez ve anlayamaz-larsa bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü dinler ve anlarlar. (M. 125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa Aleyhisselâmın yaptığı gibi, şiddet ve harareti dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim var?» Arkadaşı Yüş’a cevap verdi. «Alemde senden daha’ âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı, «Bu ne sözdür!» demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü arıyordu.

Yüş’a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa Peygemberde idi. Bu sözü kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat ederim ki, araya bir engel girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ hukubâ demişti. Bu hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.

Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk soğuk anlatırlar. Musa ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre Halep çevresinde Antakya yakınlarındadır. Yahut da bir tepe üzerinde namaz kılıyordu. Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde yürürken, uzaktan onu gördüler.

Şimdi, Ulu Allah, Hızır’ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet verdik,» buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan da elde edilemez.

Şimdi, Yüş’a, Musa’ya dedi ki: «Ben, Hızır’ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem. Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak istiyorsan gidebilirsin.» Yüş’a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb’rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır, Musa’ya bir şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan, onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz’ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu. Şimdi hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.

(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder sayar.

Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal Müslümanlarda görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı. (Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.

Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine getirmekle Müslüman olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun  için gerekliydi.  Çünkü çok çeşitli,   ağır hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur. Hastalıklardan dimağını korumak, sağlam b’r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz kılmazdı. Mev-lânâ da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allah’a ant olsun ki, namaz kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o  dervişe  hoş gelmez, ona /sadece bu tavsiyeye   uymak uygun görülmez.  Ama sadece  namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile. Nihayet Reşid’in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu yüzden saçlarını yoldum.

(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç engel olmuyor mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,» dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle. Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı nerelerde olduğunu, kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.

«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah» okurum. On kere okurum yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.

Ayaz’da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın gönüllü değildirler. Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır. Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe istedim. Buna verilecek cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı, ölümden sonra o da söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu onun için lanet olur, rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.

Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir tarafa bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı’a el basarak yemin eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.

Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka vermek hususunda hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah rızası için mevcut olan bir şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez? Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum. Ancak Allah, bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.

Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül hoştur; biraz güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim benim gibi olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.

Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken her biri bizimle dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.

Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden söz açmadı ama, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi. Dedim ki: «Mevlânâ’yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede başlarıyla şöyle şöyle yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.

«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası anlaşılamadı,» dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim. Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.

Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar. Kadına, yalnız kendi işini görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir,» der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ’nın, «Gelin bana mü-rid olun,» demesi başkadır.

Şeyh Ebubekr’in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim ki, onda var mı yok mu anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz’den çıktım ama bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir şeyh vardır. Hatta derler ki, filân şeyh hırka verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve öldü. Ben şeyhimi görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok incindiği kimseler, kendisinden söz nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun. Sonra şeyhin kendisi için yüz bin yıllık yol olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ’ yi bu sıfatta buldum. Şimdi Halep’ten tekrar dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.

Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir adımlık yerde seni görmek için bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne yapayım,» derdim. Halep’ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.

Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru uzatmışım.» «O geçti,» dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir şeyler getirin de yiyeyim.» «Hayır, ayağım getir, kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka Şems’indir> dedi. Ben de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ gelsin ele versin,» dedi. Şimdi senin bana olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede, şüphecilik nerede? Ondan yüz bin fersah uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.

Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı vermek için Mevlânâ’nın gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz arasında benim sana yaptığım gibi, «On altın verilsin,» demişti. (M. 131) Onda bir zorlama yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o kurtulamaz. Eshab-ı Kehf’in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu sözü iyi dinle de bırak başka sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!» diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim cehenneme gitmesin diye. Benim için ne gam? Âlemde hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret adamı, Mevlânâ da Hak adamıdır.

Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin inancına, dileğine, anlayışına bir başkalık gelmiş.  Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül hoşluğu ile kal ki, bizim olasın, derim. O selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun işini yoluna koyar, sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa ediyoruz. Ama azıcık düşkünlüğünü görünce de, yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de, dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse bu, yabancılıktan ve bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış,  uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki, senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte ne kadar ileri gidiyoruz! Kaç kaç kere onun kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin başlarına gelen belâlar da o yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün… gönül alçaklığı  gösterdi. Birinin böyle aşağıdan alması, benim hoşuma gider. Çünkü onun hali bütün dostlar, düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir. Allahdan bunu dilerim ki, onlara doğru yolu göstersin.

Gönlüm o köpeğin (nefs’in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle yaşat ki, kimse vurup inciltmesin kaygısı ile oyalandım.

Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o kâsenin başına gider. Öteki bu sofranın başına koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile yalnız bizim kendisini görmek hususundaki arzumuzu hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki, kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak durmakta, yabancılık göstermektedir. Bu hikâye uzundur.

Allah’a yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim. Rüyamda seni bir velî ile yoldaş edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında (Anadolu’da) olduğunu söylediler. Bir zaman sonra tekrar gördüğüm rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.

Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?» «Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, «Ben dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.

Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!» demiş. Bu bir nimettir. «Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor. Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece raks ediyordu. Gerçi başka zamanlarda bir nevi edep dışı hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece bunun neden ileri geldiğini bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.

Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele ederler. Sen bu Meryem’i sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona âşık olmuyor musun?

Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya, Kuran öğrenmeye teşvik eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan, dersten kaçar. Ama kendi kendine, «Ben ne bahtsızım, benim yaşımdaki bütün çocuklar mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama üçüncü bir çocuk daha var ki başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur. Bu çocukların ikisi de kararsız, dönek tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir kere bu çocuk ötek’ne erişemez. Nerede kaldı ki, onu geçebilsin.

(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek bahsini tefsir etmiştim. Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil etti: Kendimden ödünç verdiğim şey daima gönlümden çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin hatırlayayım? Böyle adama Allah’ın verdiği gıda ile oruç tutmak haramdır. Bu, o demektir ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla tutulmuş olur. Bu orucu açtığın zaman öteki oruç da tutulmuş sayılır.

Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın hoşluğu o cihettedir. Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, ‘ama bu böyledir. Ben yalnız ca her yeri dolaşırım, her dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir. Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer gezdiremem, her külhanda dolaştıramam ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik sohbeti etmedim. İstesen de istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle birlikte gelirsin, yoksa çetin gördüğün her şey sana gerekmez.

Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş bir şekilde işittin mi? Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu dersin manası yürür başka bir vakit de o dersin manası. O, bundan daha hoştur. İblise gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise daha manevîdir, ama surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre daha lâtiftir. Çün-kün gazaptan lütfa doğrudur.

Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve şiirleri de öyle gelir. Onlara karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir? Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir hırka söz söylüyordu. Nihayet senin halin hırkanın halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının hikâyeleri, başkalarının şiirleri!

Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri’nin danası konuşmuştur. Başka cansızlarda böyle bir âdet görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem vurmuştur, Musa’nın peygamberliğini nasıl kabul eder? İşte Musa’nın hikâye ettikleri o hali senin halindir.

(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allah’ı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona şunu söyledi: «Senin bir kere Bayezid-i Bistamî’yi görmen, Allah’ı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da temizlendi.

Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi ‘tasavvurunun suretini görür. Allah’ı Bayezid kuvvetiyle göremez. Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa’nın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün? Allah ile konuşan Musa’ya da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allah’ı görmek vardır,» anlamındaki Allah kelâmını tevil etmek isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.

«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz söyleyenin başı araya gitti.

Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber olur? Yüz kere boşaltsan, altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü söylüyordu. Kadı ona yan yan baktı. Ben de Tebriz şeyhleri ile Zahid’in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim ki, sizin sözlerinizi de Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek yerken konuşulan o sözleri yine birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir, aradığınız nedir?

Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı anlamak konusunu mademki sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim. Aranılanı bulmak ona kavuşmak için en yüksek arzunuz nedir? Allah daima doğruyu söyler onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. Ben artık ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski bedenimi bulamadım, tşin kötü tarafı sen hep kendi mektubunu okuyorsun, dostun mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun mektubundan birşeyler oku. Kitapta yazılı olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar. Nasıl ki bir adam soruyordu: «Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el yetmiyor.» Ancak, bu sözümden de hayrette kaldım. Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan dışarı çıkmaz,» dedi. Tekrar sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin vereyim. Niçin ağzımdan bu söz çıksın? Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir. Bunu niçin anlatayım. Bundan sana ne fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar düzeltmeye çalış! Ama sana b:r fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin nefsine bir fenalık gelmesin diye söylemem sana.

Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını bilmediğimiz bir insanın gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki, sana bu aranılan şeyden söz açmak da belki hoş gelmez.

Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir. Şimdi sen söyle; önce bana sevgi ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla anıyordu. Bu yüzden duacınızın size karşı beslediği sevgi yüz kat daha artmıştı.

Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran’ daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok olacaktır. Ancak onun vechi kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak dostların yüzüdür.

Beyit:

Nice sevgili, mest, başı dönmüş

Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.

«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde ama göremiyorsun. Onu böyle görmek istiyorsan bu «Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu gözler göremez, ama o gözleri görür,» buyurulmuştur. Buradaki mânâ evvelkini kat kat geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki hikmete gelince; o dağ, senin benliğindir.

Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm’dan, «Nefsini bilen Rabbini de bildi,» nüktesini iyi dinle! Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa’dan başka oldu. Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte bulunmaya tövbe ettim, «Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün delilidir.

Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış bir kimseyi nasıl geri çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye içindekileri kendir ğinden dışarı atar, ama başka bir su vardır ki, âlemdeki pislikleri içine atsanız asla değ’şmez ve kirlenmez.

(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun damarlarında dolaşan kan gibi onun bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir. Bunun başka bir anlamı daha olmalıdır ki, evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık duyarsın. Evvelkisi manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten ders alırlardı. İyi bil ki, dersin rahmetini yine o götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu felsefeden daha tatlıdır. Allah’ın yüce zatı hakkı için demişlerdir ki, onun sözü şeyhe yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun görülse de yine tekrarlamak yaraşmaz. İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki ben diyorsun, Hak kim oluyor? Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?

Zamane müftüleri Hallâc’ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de onlara yardım ettiler ki sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın mertebesinde kaldı. Acaba ben var mıyım? diye yakın mertebesine erişemedi.

Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son duraklarına erişirler. Asıl aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki: «Nihayet ben sende bir âlem görüyorum!» O da, «Şu toprak âleminde ne yapacaksın?» deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster olsun ister olmasın,» der. Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de üzülüyorum. İçimden sana yardım etmek için bir gayret geliyor.» der ve «O halde, benim için ne gam!» cevabını alır.

Gideyim Mevlânâ’yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti tamamlamak için geldi. Âlemde, nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten onda bir nişan yoktu.

Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep arayanın sözleridir. Onlara bir şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık sayesinde her kimin yüzüne bakarsa onun said (mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yara-tılışlı olduğunu görür. Hak yolcusu bir temaşa âlemine gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını görürler, rahatları kaçar, ıstırap çekerler. Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura kavuştuk şimdi yerimizde oturalım.» Öteki der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç gün daha temaşa edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün benim nurumla cihanı seyredelim. Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya başlar ama aranılan sevgili onu ya kırk gün sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun yüzünü görebilir. On beş yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.

Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve yakînde şüphe, Allah yolunun başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve kılavuzluğa yakışmaz ki, o saçı ile, sakalı ile kapıda kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı taklitçilikten uzak kalır. Zaten taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah korusun o bir sapkın olur. Yani o ancak yakîn ve hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu ile değil. Kuran’ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona, bâtının bâtını perde çekmiştir, taklit yolu ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin sözün, senin araştırma ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle iddiaya girişir de, «Ben mi daha değerliyim yoksa pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere divanelerden soralım, akıllılardan değil.» Bunu işiten divaneler de şu cevabı verirler: «Bir cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli değildir.» Cevherin kıymeti kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o divanedir; yetim inciye asla değer biçilemez. Hümameddin’in sözleri bütün âlemde senet sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı olacağım.

Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin’i seviyorum dememiş miydin?» Ama bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi daha iyi yoksa bunlarla anlaşmak mı? O Yahudinin bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O bana yumruk atar ama ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte yoldaşlık edersin. Bütün âlemde bütün sözler talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.

(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını bilmek gerektir. Nihayet nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra artık ne söyleyeyim. Allah seninle beraber olsun derim. Ama bu ayrılış dileği değil, ancak Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın seni koruması için bir duadır.

«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete döndü. Bayram geri geldi, işler düzeldi.»

Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun biri ondan bir şey istese bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki umum sırasında bir şey istedin. Sen de o umum istekliler arasındasın. Acaba benden geç kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter, dedim. Benim şeriat yönüne meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü pişmiş et gaz yapar, ama bunda pek az gaz vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe yok ki, sen benim isteğime uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş bulunsun, ona İsa nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini isterse, o uyanır. Lâkin onu yalnızca sarsar da uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti Peygambere hitaben Yüce Allah, «Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her zaman Bed-reddin’in evine giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken beni çağırmadın?» «Yoldan mı?» dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben seni çağırdım. Eğer aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada meseleyi öğrenmek için kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ’nın sevgisi olmasaydı, Allah hakkı için öz babam bile olsaydı bana onların yaptığını yapar mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve şerefini kırar işini alt üst ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir’ ki bu dağları kökünden kazısınlar. Dinde ve işte geri kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran’da, «Emrolunduğun gibi doğru yürü!» buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı. (M.139) Bu bir feryattır. Ama Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı dedim ki: «Nihayet Ayaz’ın himmet ve gayreti işleri kolaylaştırır.» «Evet,» dedi. «O Ayaz ki, köpeklere karşı bile sevgi ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı nasıl sevgi beslemez?» Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.

Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli Sultan Mahmud huzuruna kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud’un mübalâğa sığası ile ifadesidir, yani ondan pek çok yüce bir mertebededir, öyle adamları nasıl kabul eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları görür, onlara yardımcı olurlar. Bir kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında söz söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep kendi mektubunu okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu okumuyorsun, yani ona kendi halinden kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun kıyasını, kendi haline uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının bâtınlarının yaratıldığı yerden yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan, velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri ve bâtınları ile bildikleri şeyler, benim için zahir bilgisi sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber zahirde görür. Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki: Bunu düşünebilmek için kafamı idare eden zabıta kuvveti, kendi yuvasından dışarı çıkmıştır. «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa döndüren ulu Allah! Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir olayla karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi hakkında yanlış düşünceye kapılır, onu öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor1 sanırsın. Halbuki onun gönül evinin etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun için korku yoktur. Ama o sözü kendine söyler. Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair, «Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime yaşayacağım,» demiştir. Bu noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer’den gizledi. Ama bu, ondan bir şey esirgediği için değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu Ömer’e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir hale gelirdi. O sözün manasını kavramak mümkün olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden istediğim, içinizdeki coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da meydana çıksın. Benim istediğim hal sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı açığa vurasın! Seni ibrik gibi kaldırıp gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam kalsın.

(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride oturursun, sonra yavaş yavaş tandırın kenarına gelirsin… Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan bahsediyorduk, ben birkaç kelime söylüyordum. Ben demek de ne oluyor? Niyazınızın sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet Peygamberimiz buyurdu ki: «Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!» buyurmakla büyüklük göstermiştir, O bu sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar. Ancak bana içinden çıkılması çok zor olan bir soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu sorusundan bir fayda umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı olarak şeyhlik yapacak kimse ile ona devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki: Mevlânâ’ya sordum; şu âlemde neler temaşa ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur, o ya temaşa yönünden geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama eğer yapacağı o temaşa, herkesle konuşmasına engel olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim? Yersem durumum daha kötü olur.»

Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi sözlerden daha çok incinirim. Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana perde olabilsin?

O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana hiç perde olmadı, îster çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.

Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir su ver diyebilir. Ama ben bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek alıyorsun. Yahut ondan daha aşağılık, daha bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin şu sözünü eleştireyim. Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki, daha fazla olmasın. Ama çok zararlar ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor, başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir günah işlerse, kime ziyanı var? (M. 141) Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir faydası yok. Dine de faydası yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın birinin boy abdesti almak pek hoşuna gitmezdi. Kaç kere su dökünse üşenirdi, bir kere de başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni erginlik yaşına girmişti. Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir şeytanın adıdır diyorlar. Onu İblis bu gence musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere götürdü, rengi sarardı. Sonra ikinci defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur. Onun günahı senin boynuna yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»

Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep’te ne dualar ettim. Rahatça oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin. Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep iş hesabı değildi. Şam’a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.

Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allah’ı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım. Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»

Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir. Bakarsanız hiç kimse bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:

Kazvin’li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.

Şiir:

Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.

Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir ..şekilde kim ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe’nin kapısı kıble olmasaydı, Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.

Sen Erzurum’dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır mı hiç? Kulağına vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar, yağlar ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.

Mevlânâ’dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun per-desM kaldır da öyle oku! Bu Kazvin’linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.

Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak vahşettir,» derler. İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.

Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her hangi biri incinirse onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir, başka biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ’nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri her konuya uygun düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak gerek. «Şüphesiz, Hak, Ömer’in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek. Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed”in (S.A.) yanında oturtsalar yaraşırdı.

Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene merhem olur. Halk arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı kaymasın diye dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli yaralanmıştır. İlk defa buna çok acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.

Mevlânâ’da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını düşünmez. Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend’i benliğinden kurtulur. (M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak gücü bulunan kişi konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E’ğer avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine yakalarım. Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,» buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allah’ın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir. Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile yanyana gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!» diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile Hazreti Ömer’in dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n’inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed’in (S.A.) hesabına Ali konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed’in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey engel olamaz.

Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı olsun, ister inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.

Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?

Rubai:

Ey can bugün bütün umudum sensin!

Başka sevgililer de var, ama asıl gönlümü yakan sensin!

Cihan halkı Nevruz bayramı ile sevinç içinde,

Bugün  benim bayramım da, Nevruzum da sensin!

Şiir:

Bahar mevsiminde  yârin gül  yanağından  uzak düştüm,

Bana  hayat neye yarar, yeşilliklerden bana ne?

Bağdan yeşillik yerine diken topladık,

Buluttan damlacıklar yerine taş yağdı.

(M.145) Bir adamın gerçekten susamış olduğunu anlamak istiyorsan, önüne helvalar, şekerler koy. Eğer onlara dönüp bakarsa, o gerçekten susamış değildir. O yol kesici Kürt dedi ki: «Ey bilginler, ellerinizde ekmeğiniz var, halbuki çömezler açtır.» Bunun cevabını ben vereyim. «Git yakında bir köy var olaki orada eline bir ekmek verirler,» dedim. «Orası uzak, nerede o köy? Şimdi çocuklar açtır,» dedi. Dedim ki: «Biz de ekmek arıyoruz, bulamıyoruz.» Gidiyoruz, hiç bir yerde durmadan, bir tarafa bakmadan bu cevabı söylüyoruz. Hemen bıçağı yakaladı, bari onda bıçak tutacak yürek ve güç olsaydı.

Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her gün hastalanırdım. Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım. Yazıklar olsun o güne ki, gönlüm perhiz istemez. Allah perhiz denilen o rahatsızlığı gönlümde öylesine şirin gösterir ki asla sağalmasını istemem.

Bu konuya tekrar dönmek istemiyoruz. Ama yine bu bahse dönmezsek, din zarar görür. Yolda ona bir soğukluk ve uyuşukluk gelmişti. O gün para getirmesi Mevlânâ’mn hoşuna gitmemişti. Mevlânâ’nın bu hoşnutsuzluğundan ona da soğukluk geldi. Ama o konunun dışında konuşmak da bize hoş geliyor. Nasıl ki, bir kaç kere bu günlere eriştik, bu günlerde ibadet gerekiyordu. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan daha çok korur ve görür. Bu halk böyle derler, ama Allah, Allah olalıdan beri her şeyi görür, işitir. Şu halde niçin Ramazanda görür diyorsun? Günah işleme! O Şaban ayında da görür. (M. 146) Perhiz et! Şevval ayı girince artık günah ve fesatla uğraş; hal diliyle, «Artık Ramazan gitti, Allah gelecek Ramazana kadar tekrar yaptıklarımızı görecek ve bilecek değildir ya? Getir şu eğlence ve şarap kadehlerini artık içelim!» dersin. Bu söz garip hadisler arasında rivayet edilmiştir, ama çok yaygın değildir. De-n’iliyor ki: «O kimse ki belirli güne kadar hep günahlarına tövbe eder, tekrar bozarsa iblisin maskarası olur.» Onun hizmet ettiği şahne, eğer Sultan kölelerinden b:rinin huzuruna edepsiz bir durumda çıkacak olsa, köle onu iki parça eder. Sultan da Sarayının içinde ve dışında bir şahnedir. Yani uzaktır; lanet de uzak düşmekten ibarettir. Şeyh ibrahim bizim aramızdaki birliği bilir. Ben konuşurken, söz, Mevlânâ’nın sözüdür, derim. Her ikimiz de şüphesiz aynı şeyi söyleriz. Sonra hiç hatırıma gelmez ki, Mevlânâ başka bir söz söylesin. Bundan dolayı içimde bir üzüntü yoktur. Dedi ki: «M ur idlerden bir topluluk gördüm. O kime baş sallıyordu? Sonra, sen de söyleme diye kime işaret ediyordun?» «Hayır,» dedim. «Ama,» dedi, «O işaretten o mürid yapma manasını anladı.» Biz de zaten bu yapma işaretinden bunu anlıyoruz. «Söyle, söyle!» dedim. Yine dedi ki: «Özür diliyorlar ve diyorlar ki, Mevlânâ b’izimle birlikte olduğu zaman güler, bizi hiç suçlamaz, şu işi çabuk yap veya bir iş gör diye zorlamaz, ses çıkarmaz, hiç bir şeye kesin karar vermez ve bizi tehdit etmezdi. Eğer Şemseddin de böyle yapsaydı o, bizim gelmemiz1! engellemezdi.»

Biz bu kadar bol bol fedakârlıklar yaparken o diyor ki: Şöyle bir sofi sözü vardır: Eğer bir şey bulursam, sen kurtuldun, yoksa elimdesin. Ben bu fikirdeydim ve bu maksatla geldim. Eğer müritlerde vefa varsa bu olur, yoksa olmaz.

Mevlânâ mademki eldedir, onu Aksaray’a getiren adam acaba daha fazla getirebilir miydi? Gönlüm bunu istemiyor ama bu sefer ister görünüyor. Nihayet Ben Murad yani istenilen kişi. Mevlânâ ise Murad’ın Murad’ı olmuştur.

Bana, ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O benim sözlerimi en hoş bir şekilde söyler. O, benim kendisine yapmadığım iyilikleri bana yapmıştır.

Mevlânâ askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan, çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim zaman defterini yere vurur kimse okumasın diye bir şey yazmaz.

(M. 147) Haz (sevinç) üç türlüdür. Diyelim ki biri ötekine, «Ne oldu ki, bana bir cariye bağışladın?» diye sorar. Bu adam bundan fazla cariye sahibi ise hiç ses çıkarmaz, ona bir şey söylemez. Zamanı gelince onun doğru söylemesi, eline geçen nimetin keyfinden ve sevincindendir. Yahut da insan bir ilâcı içmekten keyf ve sevinç duyar. Ama bu ilâcın bulunmadığı zamanda da, yine kendisinde görülen keyf ve neşe bundan daha hoş ve daha üstün bir zevk değil midir? Vaiz ve daha başka meclislerdeki sevinç ve neşeyi onda nasıl umarsınız?

Mevlânâ’nın küçük oğlunun maksadı ne idi ki, «Ben ayrı ayrı her birine gittim, niçin toplanmıyorsunuz diye sordum?» diyor. Seni kim gönderdi bu işe? Toplantı senin sözünle mi olacak? Onların kaltaban canları isterse paralar saçarlar, yüzlerini yerlere sürerler, yüz binlerce feryat koparırlar. Abdulaziz’in buz deposundan daha soğuk gözyaşları dökerler.

O, anasının karnından değil burnundan düşmüştür. İnsanoğlunda olmayan her çirkinlik onda toplanmıştır. Bütün yaramazlıklar, saldırganlıklar, küfür ve zındıklık ondadır. Sen eğer bu işten vazgeçme davasında tecrübeli isen benim işim sana şefkat göstermektir. Onu mademki tekrar okşuyorsun, bu takdirde yaptığın hareket vazgeçmek demek değildir. Bir kere şefkat şartlarım yerine getirmek gerekmez. Bugün gerektir ki, beni tamam göresin de sana bu ilimde yakîn hasıl olsun. Mademki Hak, işin doğrusu, benim yaptığım gibidir diyorsun, böyle cevap veriyorsun. Bu sözden ben’i henüz tamam görmemiş olduğun anlaşılmıyor mu? Onun belirtilerini de göremiyorum. Bir altından yarısı geri kaldıkça, yahut yarim denk kaldıkça altın tamam sayılamaz. Şüphe yok ki, eve parasız girilmez derler. Yani kendi varlığını ortadan kaldıracaksın, altının tamamlanması odur işte. Eğer ben kötüysem, nasıl ki İmad, bu da ona fazla güvendiği :için ona düşkündür, diyordu. Ama o, o adam değildir. Sen benim kötü tarafımı tamam görüyor ve susuyorsun. Kepazelik olur diye bir şey söylemiyorsun. Sana derler ki,’ biz de önce böyle söyledik ama sen bizi dinlemedin.

(M. 148) Biz işte gidiyoruz, bu eğer iyi olursa tamam görürsün. Düşmanların, inkarcıların geveleyip durmamaları için söz başka türlü söylenir. Müridler-le de bu türlü konuşulur. Evvelce îmadla bu saatte kapalı bir şeyler söyleşiyordun. Bu bilgiyi eğer kabul ediyorsan gerektir ki, her ne söylesen bilesin ki o kapıdandır. O zaman işin rengi değişir. Onların önünde senin, o Hümam’ın evine gitmen, kendini onlardan sayman hatadır. Sana, o Şeref dedikleri adamı da kendini onlardan gösteresin diye gönderdiler. O sesi Ba-yezid anlarsa yanlışlık olur. Bir şey olur ki ondan iki katı meydana gelir (Az şeyden çok şey çıkar). Nasıl ki söylemiştim, eğer ben gidersem sen kendi evinde Kera hatundan başkalarına yüzünü gösterirsen, beni bir daha göremezsin. Bugün bu şekli istiyorum. Nihayet diyorum ki; O, imkânsız bir şeyi var etmek istiyor, ondan dolayı da imkânsızlaşmıştır o. Ben onun olmayacağım kuvvetle ispat ederim. Bu şeyler acayiptir. Onlara yol var. Vaiz ve toplantılar böyle olmaz. Şimdi önce bizim ayrılmamız bu Alaeddin’in yüzündendir. Nihayet onunla başlamıştır ve onunla başlamış olmasına da şaşmamalıdır. Keski o bizim için tek âlim bir düşman olaydı. Efendi! Bizim için hiç bir emir ve nehiy söz konusu değildir. Bize onun ne dostluğu, ne de düşmanlığı gerek. Biz ondan hırka giymişiz ve ona yüzlerce secde ediyoruz. Her gün bizim dostluğumuzu, düşmanlığımızı bırakmamızı söyler, istiyorum ki onu defedeyim de tekrar kendime çekeyim. Ama ne soğuk! Sanki Abdulaziz’in buzluğu. Vallah ki, bu saatte yola çıkmak güçtür ama ister istemez bu olacaktır. O (Saroz) hatıra geliyor.

Bana o kadar ağrılar musallat oldu ki iki seneden beridir o yol yorgunluğu benden gitmedi. Yolculuk ettim, tekrar geldim öyle ağrılar çektim ki, bu Konya’yı altınla doldursalardı o zahmetlere karşılık olmazdı. Ancak senin sevgin üstün geldi. Bir çocuk için bir Allah adamını terk etmek mümkün olmadı. Bütün bu sözler önceden de söylenmiştir. Ancak şu saatte de konuşmak istiyorum.

(M. 149) Eğer bu üzüntünün uğursuzluğu olmasaydı, belki bizi uyuştururlardı. Ama biz nasıl bir araya gelebiliriz? Ancak o gitmek kararındadır. Dedim ki, keski oraya gitmiyeydim, yahut söylenenleri işitme-seydim. Ama bunun ne faydası olacaktı? Oraya gittikten sonra, dedi. Yani demek istiyor ki, ha bugün ha yarın, ne farkı olurdu? Diyelim ki, bir kimse başka bir kimseye bir iyilikte bulunmuştur. Acaba karanlıkta yapılan iyilik kimin içindir? îyi yapılmış, bir işi bir soğuk nefesli uğursuz, bir üfürükle bozar; altüst eder. Onlar da, kendi aralarında birbirleriyle açaba ne yapalım diye konuşurlar. Ona, ne tedbir düşünelim, derler. Bu onlara pek soğuk geldi.

Sen babasın, onların edeplerini takınmaları için tehdit edemiyorsun. Aynüddevle ana çocuğudur, öylesine aldatıcı ve onun gibi yüzsüz bir kâfirdir. Nizameddin’e hiç benzemez. Billâh darılma da, sana hoş bir söz söyleyeyim, dinle. Seninle söz konuşulabilir. Ama uzun zamandan beri dinliyemediğin için sözler araya karışıp gidiyor.

Yolculuk, bana çok zor geliyor. Bu sefer gidersem sakın geçen seferki gibi yapma! Şimdi ne yolculuğa çıkabilirim ne de Aksaray’a gidebilirim. Ancak gerekirse, burada bana zahmet vermeyecek b:r köşeye çekilir otururum. İki yıldan beri yolculuğa tahammülüm yok. Çektiğim ıstıraplardan yıldım. Ancak üstü örtülü konuşmalar, uygun dostlar toplantısı olmazsa, bu sefer yola çıkarsam önce yaptığın gibi karşı durma! Yaptığım işlere karşı aksi davranışta bulunma! O yine, birlikte olalım diye tövbe eder bir arada oturmak ister, yahut anlamaz da başka şekilde yorumlarsa ve benim söylediğim gibi yaparsa onlardan her biri birer melek gibi olurlar. Nihayet ben biliyorum, beni bilgin olarak tanıyorsun, ilim adamı biliyorsun. Nasıl olur da bunu söylemek istemem! Bu saatte bu sözler söylenmiştir. Ancak şimdi daha başka bir öğüt vermeye de çalışacağım. O da muamele yönündendir. Yavaş yavaş anlatırsam bu işe engel olmaz. Başka işlere engel olsa bile gerektir ki bu, işe uygun düşsün.

İş adamı, işini sıkı tutmalıdır. «Şarap içmeye yol var mıdır?» diye sordular. «İçme!» dedi. Allah Mevlânâ’ya uzun ömürler versin; o kadar uzun ömürler versin ki, sonsuz ve ebedi anlamına gelen uzun ve mutlu bir yaşantı olsun onun hayatı.

(M.150) Zincirde bile olsan dostluk et. öylesine ki, Hazreti Süleyman’ı sağ bil. Onun aşkı kabarınca, bir an iyi ettin der, sonra kendinden geçer. Ona sevgi veren kimdir? Eğer aşk yolunda ilerlersen, ruh âleminden koku almaya başlarsın, Hak âlemine erersin. Birer birer müridlere uğradım, henüz şehirde su içmemiştim, henüz dinlenmemiştim. Yukarıya çıktım, ama sanma ki, hepsinin hücresine uğradım. Sonra geri döndüm, eski pazara uğradım. Geldiğim zaman hepsi burada, sabah namazında idi. Bu imkânsızdır. Evi böyle biliyorsun. Allah ne işler yapar! Allahtan başka ilâh yoktur, dedim. Nihayet hepsi birden nereye gittiler?

Bir adam iyi yumruk vuruyordu, başkaları da vuruyorlardı. Bir Yahudi bile olsaydı böyle yapardı. Bugün Allah kazası birini yere vurdu. Bu belâ asla onun biçareliğinden dolayı başına gelmemişti. Belki de o, asla kavga ve savaş görmemişti. Sıçradı kalktı, başka birinin boğazını sıktı, «Bunu öldürmek istiyorum,» dedi. «Ama niçin?» dediler. «O sana ne yaptı? Sen bütün cihanı mı öldüreceksin? Seni herkes mi dövdü ki bu adama saldırdın? Bu biçareyi mi buldun onu niçin öldüreceksin?» dediler. «Hayır,» dedi, «Elbette onu öldüreceğim, ben niçin bütün ömrümde birini dövmeyeyim, onu öldürmeyeyim?» Padişaha gittiler, «Onu hazine tarafına götürün,» dedi. Şimdi yüz dinar al da bu adamı bırak dediler. «Hayır,» dedi, «İnsan azasından her biri bin dinar değer. Onun kaç azası varsa o kadar isterim.»

Adamın birini pazara götürdüler, kendine birşeyler al, hem de teklifsizcesine, keyfine göre al dediler. İnsanın iki sıfatı vardır. Biri niyaz yani yalvarma ve isteme, öteki de tok gözlülüktür. Sen niyazsızlıktan, tok gözlülükten ne beklersin? Talib’in, sevgiliyi ve doğru yolu arayanın son arzusu nedir? Matlup yani sevgili. O halde sevgilinin son arzusu nedir? Talip, yani âşık. Şeyh Muhammed bir kâfire, onun için, «Kıble taratma secde et, sözü doğru söyle!» dedi. Kâfir ona şu cevabı verdi: «Benim kıblem sensin. Ama senin kim olduğunu ben söylersem beni inkâr edersin. Sonra ben Müslüman olurum, sen kâfir olursun.» Müslüman kâfiri aradı, ama kâfir nerede? Bulayım da ona secde edeyim, ona yüzlerce öpücük vereyim. Şimdi sen söyle, ben kâfirim diye açık konuş, öpücükleri sana da sunayım.

Cehennemlik nerede? Acaba sonunda cehennem mi sonsuz kalacak, yoksa cennet mi? O halde nerede cehennemlik kul? Bütün âlemde tek cehennemlik (M. 151) yoktur. Bunların cehennemi, cennettir. Beni tanımaz! Şu âlemde öyle ise kime taparlar?

Şimdi söyle. Ben geçen kış yine senin yüzünden ne sıkıntılar çektim. «Bu evde, hoş değildirler,» diyorum. «Delil göster!» diyorsun bana. Benden delil isti-yenler Haktan istesinler. Haktan delil isterlerse benim gönlüm hoştur. Asıl erlik, başkalarının gönlünü hoş etmektir. Yalnız nefsini düşünende ne erlik olabilir? Er odur ki, sayesinde kölesinin gönlü hoş olur. Başkalarının gamını çekmek Allah işidir.

O dedi bi: Şemseddin’den bize bir gönül hoşluğu yoktur. Halbuki benden bir Mecusî bile gönül hoşluğu istese, onu bulur. Neşe ve mutluluk görür. Yeter ki beni incitmeden, acı sözler konuşmadan bunu istesin. Eğer bir keşiş bir Müslümam öldürse de Medreseye sığınsa, kendi yardımcılarından kaçmış, sana gelmiş ve sana gizlice, «Aman beni kurtar!» demiştir.

Müslüman, Müslümanı öldürünce o cezadan    kurtulamaz. Ama    eğer sen o keşişin yalvarışına    karşı aman vermezsen için burkulur. Üzülürsün. (Bu satırlardan sonra gelen yarım sayfalık Farsça metin, pek açık saçık küfürler ve bugünün anlayışına göre edep dışı, öfkeli sözler ile dolu olduğu için çevirisinden vazgeçilmiştir. Okurlarımızdan özür dileriz (Ç.))

(M.152) Her Müslümana bir zındık, her zındığa da bir Müslüman gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet küfürde! Çünkü Müslümanda hiç Müslümanlık yolunu bulamazsın. Ama bakarsan, bir zındıktan Müslümanlık yolunu bulursun. Bu el kâfir elidir dersen, öpersin; kâfirliği öpmüş olursun. Bu senin elin de Müslüman elidir dersin; onda Müslümanlığı öpmüş olursun. Doğrusu, Hak kimin elinde ise o eli öpmektir.

Allahm! Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz. Bu adamın da eline bir dânecik geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır. Bütün ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir önderi getirin ki, ona yüz kere secde edeyim, bir kere değil. Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta mimbere gider de tek bir söz söylersem, herkes bana güler. Ama ben size gülmem, edeple susarım. Ben çılgın mıyım? Her ne kadar bunlardan söz açıyorum ama siz nasıl kabul ediyorsunuz? O mutlu yüze yüz bin kere rahmet olsun! Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve beni ona lâyık kılsın.

Şeyh Muhammed Allah’ı arıyordu, Allah adamıydı. Benimle görüşmek dileğinde bulunurmuş, ama görüşemedi. Ben de seninle buluşmak arzusunda idim. Bu, bana nasip oldu. Şu halde senin merteben nerede kalır?

Evet, dedi ki:  Ben, bir gün atımı feda edeyim. ilâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor ve onunla birlikte yürüyordun. Halbuki sen âlimsin, para sarfediyordun. «Neden, niçin?» dedim. Çünkü o öyle bir adamdı ki, «Hayır, sen benim konuşma tarzımı anlamıyorsun.» Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır! Bu Sultan sana köle olmuştur. Diyordum ki: Hocendî’nin vaızına gideyim, onun mescidine uğrayayım. Ama gönlüm dedi ki: Gitme! O yerinde yoktur. Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim. Her kim konuşursa söyle, söyle! diyeyim. İkinci büyük kapıya vardım, tekrar geri döndüm. Garip bir şey oldu. Hacının vaizi onun vaızın-dan daha iyidir, o zahir yönünden konuşur, halk onun öğütlerini tutarsa, binlerce faydasını görür, dedim. Dinledim. (M. 153) Hacının vaızında hayrette kaldım. Bu kimdir ki konuşuyor? Kimseyi göremiyorum. Ye, iç bir işe sarıl. Yazamıyorsan bari bir kalem kes! Onu da yapamıyorsan, bir kalem cızırdat. Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir. Biz hangisiyle uğraşsak. öteki işi bırakmış oluruz. Her üçü ile uğraşmak ancak vaizlerin işidir. Onların himmeti başkadır. Gayret yönünden yersizdir.

Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu ama hiç bir etkisi olmadı. O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, îki ay sonra Padişah geldi oğlunu görmek istedi, içeriye girince bir de ne görsün, oğlan başına bir peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin elinde âciz kalmış, sarığım onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.

Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu. Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim» dedi. Padişah; «Bu ne hal?» deyince öğretmen, «İki aydanberi hep onu kendi rengimle boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım, başaramadım. Şimdi ben onun rengine boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi. Ama öğretmen yine erkekti, ona ne ziyanı var? Mutluluk başgösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi değildir,» diyebilir. Sen şu ileri yaşta genç kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz kürsüsünün altında oturuyorsun.

Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu. Vezir sordu, «Nasılsın? Boş şeyler mi düşünüyorsun?» Çulha, «Ne yapayım,» dedi. «Allah rızası için sizin ululuğunuza güvenerek geldim. Ama bunun Allah rızası için olması işin zor tarafıdır.» Sonra vezir onu çok uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi. Bu da yine Allah rızası içindi. Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi. Vaiz etti. Hayrette kaldılar. Dedi ki: «Nihayet üç kere tekrarladım öğrendim.» öğretmen dedi ki: «Ben sana onun kulağında bin tayla-san var dememiş miydim?» Onun mimberi altında oturmuşlardı. Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı. Sonra İmamlardan soruyordu: Böyle bir hadis biliyor musunuz? (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur. Kör gibi hep benim sözlerimi dinlediniz. Bunlar hep benim sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız. Siz bunu nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin ama biz sana karşı kötü kuluz. Güzel efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!

Nara atan sarhoşa, az iç! diyorsun. Ey ham sofu! Su aşağı doğru akıyor. Fikir yürütenler bir dem içindedirler. Amber kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım. Ansızın parmağım ayağına .değdi. Ateşte kızmış bir kızıl demir gibi olmuştu.

Beyit:

Çok damlacıklar, çiy danelerl gördüm,

Ben onda Samîrî ile danası gibi kaldım.

«Dünya bir oyuncaktır,» dedi. Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan gösterme bunu, beddua etme. Allah’a ısmarlayıp onu inciltme. Çünkü o görünüşte her şeye katlanır gibi gösterir ama içinden Allaha havale eder. Öyle olur ki bizim nefesimizi keserler, ağzımızı tıkarlar; yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler. O dedi ki, «Ben sığınacak yerimi gördüm. O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum. Onun düşmanı gibi ve yeşil toprak oldum.»

Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla birleşmesinden nasıl insan doğarsa, elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki birleşmeden de bir şey meydana gelir. Yaydan kirişi çıkarırsanız ne ‘iş görür? Ancak onun kulağını bükerlerse o zaman yaralar. Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele yoktur ki, o «Ben yoksulların yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?» demesin. Bir kimse sana bu sözü söylerse sen de ona söyle ki, «O sensin kıskançsın, kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun. Sen kendine de haset ediyorsun.» îşte her kim sana bu türlü söz söylerse, de ki: «O sen değil misin? Sen o yılanın başısın!»

Biri sordu: «İblis kimdir?» «İblis sensin!» dedim. Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin derdim. Her kim sana, falan kişi seni övdü derse, de ki, «Hayır beni sen övüyorsun da onu bahane ediyorsun.» Ona söyle sen onun sözünden ne anlaşıldığını nereden bileceksin? Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne demiştir. Ben bir söz söylersem başka manada söylerim. Onun manası nedir acaba ne maksatla söylemiştir?

(M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlânâ da kıskançtır. Ama insanı cennete götüren o kıskançlıktır. Bütün gün benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir. Ama ötekinin kıskançlığı onu cehenneme götürür. Ben bir hizmet görüyorum, ondan dolayı da bana kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.

Efendi ev sizindir. Siz gitmeyin, ben gider ve size Kaf dağı gibi teşekkürlerimi sunarım. Mevlânâ’nın sohbetinden, onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar teşekkürler sunayım, özgür kalayım. Bendeki ahmaklık öyle bir kerteye geldi ki. Eğer Musa Aleyhisselâm gelse de, «Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi, ona «îşte budur!» diye gösterirdim.

Kendi kendime adakta bulundum. Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa sadaka vereyim. Şimdi ey düşmanlar bana bir hile yapamıya-caksınız! Bana kuracağınız tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp omuzlarıma yükleseniz, buna bir kat daha ekle-seniz ve bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.

Ömrümüzü hep kadın sevgisi oyunları ile geçirdik. Allah kitabını arkamıza attık. O ilâhî kitabın hesabını nasıl vereceğiz. İnsan olan kimse de o kitabın âyetidir. O âyet içinde âyetler vardır.

Yahudinin biri bazı Kuran âyetlerini ezberlerdi, Bağdat’ta kadılık yapıyordu. Yıllarca yer altında bir takım adamlar, silâhlı kişiler gizlemişti. Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı. Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o Yahudideydi. Ama o ancak sahtekâr bir köpekti. Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler. Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ» sûresinde bir kaç âyette işaret buyurulmuştur. O bin aydan hayırlıdır. Ayın on dördüncü gecesinden daha aydındır. Ama aylar arasında gizlenmiştir. Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi. Gerçi diğer bir âyette, «Vah ne yazık ki Allah tarafına yönelmekte, ona yaklaşmakta tembel davrandım!» buyurulmuştur. Halbuki, öylesine zaman ve mekândan uzak, öylesine yönsüz ve tarafsızdır ki! Ama zamanı gelmeyince ne yapar. Ben hoşum, nasıl hoş olmıyayım. Şimdiye kadar beni hiç kimse inkâr etmedi ki, arkadan Allah’a yakın yüz binlerce melek, gerçeklemesin. Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz söylemedi ki, celâl ve ululuğu en yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın. Sonra benden ayrılmıyan, bana yabancı kalmıyan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah (M. 156) binlerce yakınlık göstermiş olmasın. Her kime öğüt yoluyla bir söz söyledimse bana o sözün karşılığını verdi. Yüz bin gerçek Allah eriyle Hakka yakın erenlerin canları önüme gelip baş koydular, beni kutladılar.

Bana «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadis biraz garip geliyor. Ben zindan görmedim. Ancak hep gönül hoşluğu ve saygı gördüm. Hep devlete kondum. Bir kâfir elime su dökseydi Allah onu yarlı-gar, makbul kişilerden olurdu. Ben niçin kendimi o kadar aşağılık göreyim? Bir kaç kere kendimi tanıdım. Aman ne izzet, ne ululuk var bende. Ben sanki bir inciyim, pislik içine düşmüş bir mücevher gibiyim. Şimdi sanıyorum ki o durumdan kurtuldum. Ama hayır bir Müslüman kardeşinin elini sıkıyorsun kımıldandıkca günahların dökülüyor; o halde şimdi durmadan kımıldanmak, hareket etmek gerekiyor. «Ey Müslümanlar: Harekete geçin, kımıldayın ki biz de kımıldanalım…»

Hayır bu yanlış değil, Allah da böyle buyurdu. Her dilden türlü türlü hüner ve marifetleri benim elime verdi. Parmağını kulağına kadar kaldırdı. «Allah’tan başka Allah yoktur» dedi. Ben sana ne dedim, ben o gün gider bir nargile içerim, sonra cübbe giyer ve bunu mendile koyanm. Seni bağda çağırıyorlar niçin acaba! Gel de kulağına söyliyeyim.

Şiir:

Nedir bu kanlı yaşlar, neden? diyorsun bana.

Mademki soruyorsun, gel anlatayım sana!

Şimdi anladın mı? Bunu hep senin için soyuyorum. Olmıya ki kimse işitsin, senin için söylediğimi anlasın zamane fenadır.

Bir delikanlı vardı, ona Zeynep hikâyesini sonuna kadar anlattım. Onun işine çok önem vermiştim, îstiyordu ki bir kaç gün orada, o sözü sonuna kadar tekrarlasın dursun. Anladım, «hayır» dedim. «O halde bütün bunları senin için söylediğime neden inandın da anlamak istemiyorsun,» dedi. «Evet,» dedim, «Anladım. Tekrar söyle» dedi. «Onu Mevlânâ’ya söyliyeyim de sana tekrarlasın» dedim.

(M. 157) Ama niçin benim sana anlattığım bir şeyi tekrar Mevlânâ’ya söylüyorsun? Niçin tekrarlıyorsun ona? Diyelim ki siz bunu benden dinlediniz ama başkalarının bunu sizden nasıl dinliyeceklerine güvenebilir miyim? «Allah’ın mağfiretine uğramış bir kimse ile birlikte yemek yiyen de yarlıganmış olur,» buyurulmuştur. Ama bundan anlaşılan ekmek ve yemek değildir, bu onun yediği manevî gıdadan yiyenler demektir. Yoksa binlerce münafık ve Yahudi, Hazreti Peygamberle birlikte yemek yemedi mi?

«Allah arş üzerinde hüküm sürmektedir,» anlamındaki âyetin yorumunda ne demişlerdir? Bunun açık anlamından başka çeşitli tefsirciler türlü yorumlar yapmışlardır. «Bir adam Irak’a hakim oldu,» sözü de buna benzer. Bu sözü de Eş’ariye mezhebinin kurucusu Ebül-Hasan söylemiştir. Onun sözüne karşı bir araştırma yapmadan böylece inanmak gerekir mi? Bu sözden ne anlaşılıyor? Bu tâhâ sözü üzerinde de neler söylenmemiştir. Tefsirde açıklandığına göre tâhâ, Muhammed’in (S. A.) ismidir, yahut «Ey insan!» anlamına gelir. Noktalı, hareketli harfler, hele astronomların rakamları ta harfinde aşikâr imiş, bugün bilinmektedir ki, bunun yorumunu Levhi-Mahfuz’dan okumak gerekiyor ve o Levh üzerindedir.

Allah rahmet etsin Ahmed-i Gazali ile iki kardeşi temiz bir soydan id’iler. Her biri kendi bilim dallarında eşsiz kişilerdendi. Muhammed-i Gazâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi. Yazdığı eserler güneşten dahr parlaktır. Bunu Mevlânâ’da bilir. Kardeş1! Ahmed-ı Gazâlî Allahsal bilgilerde, marifet ve irfan konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı olmuştu. Kulağı iyi işitmiyen fakih bile benim sözüme hayret eder. Her insan benim sözümü nasıl anlatabilir, başkalarına nasıl aktarabilir?

Ulu Allah’ın yüce zatına ant içerim ki Mevlânâ eğer benim sözümü başkalarına aktarmak isterse benden daha iyi aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler. Ama Mevlânâ yine de benim sözümü nakletmiş olmaz. Üçüncü kardeş Ömer-i Gazâlî’ye gelince, o da zengin ve büyük bir ticaret adamıydı, hele cömertlikte, bağışta hiç kimse ona yetişemezdi.

Muhammed-i Gazâlî’ye birisi dedi ki şu senin kardeşin Ahmed hakkında diyorlar ki, o söz söylüyor ama hiç bir bilgiden haberi yok. Muhammed Gazâlî de Zahire adlı kitabını kardeşine gönderdi ve götüren adama tembih etti, «Git, edeple yanına gir, her ne harekette bulunursa dikkat et. Gülümseme, (M. 158) baş ve el hareketleri gibi her ne yaparsa gözden kaçırma! Gözün onun gözüne baktığı anda çok dikkatli ol, onun bütün tavır ve hareketlerini izlemiye çalış, ayak parmaklarına varıncaya kadar dikkat et.»

Kitabı getiren adam içeri girince, gördü ki o, tekkesinde neşeli bir halde oturuyor. Ansızın gözü gözüne ilişince üstad tebessüm etti, sordu: «Bize kitaplar mı getirdin?» Adamın vücuduna bir titreme geldi. Sonra söze başladı, üstad diyordu ki: «Ben ümmîyim. Ama ümmî başka a’mî başkadır. O a’mî yani kara cahil, aslında kördür. Ümmî ise yazı yazmayandır.» Sonra, «Pekâlâ,» dedi. «Şimdi sen oku o kitabı ki, ben dinliyeyim.» Gelen adamcağız titriye titriye kitabın her yerinden birşeyler okudu, «O halde o kitabın başına şimdi sana inşad edeceğim şu beyti yaz» dedi.

Beyit:

Zahire neme lâzım, kitabı nideyim ben,

Yârin dudağı varken, şarabı nideyim ben.

İblis bir bahane, Adem nişanedir, iblis, karanlık, Adem ışıktır. İblis alçak, Adem yüksektir. Şu tarzda konuşuyordum. Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini dolaşıyordum. Sözün sonu gelmiş, yenilgiye uğramıştım sanki. Sözün altında kalmıştım. Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum. Eğer mimberde de söz bana böyle üstün gelir beni yıkarsa artık mimbere çıkmam. Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaiz etmiyorum ki.

Söz benim içimdedir. Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak orada bir kapıcı oturmuştur. (Ona baş vurur.)

Korkak bir köylü, bir çok korkusuz ve cesur kimselerle dost oldu. O korkusuzluk ve teklifsizlik dolayısiyle de dostlarının hiç birisi ona, sen kimsin? diye sormadı. Ben kimim demesine de fırsat vermiyordu. Nihayet biri ben falan oğlu falanın dostuyum diye geldi, öylesine bir vuruş vurdu ki, onu iki parça etti.

Ben bilmiyorum. Bunlardan bir şikâyet hikâyesi anlatırlar. Emire derler ki: «O adam şöyle böyle yaptı.» Emir görmeden bu olaya el koymak istemez. Çünkü kapıcı çok sevdiği bir kişidir. Olayı önce ona getirirler, onun huzuruna çıkarır ve derler ki: «Bu olay nedir? Bir bakıver.» Kapıcı der ki: Ben bakıyorum ama okuyamıyorum. (M. 159) O zaten gereksiz bir iş yapmaz sonra halvete çekilince kapıcıya sorarlar: «Niçin böyle yaptın?» Nihayet, «O bir dost idi bana bir daha yapmam diye söz verdi, gitti çok edepli ve niyazlı bir halde gitti,» der. Şimdi bu adam bundan sonra o kapıcıdan vazgeçer mi? Evet başka kapılar, başka kapıcılar da vardır, yol üzerinde başkaları da vardır. Ama o başkadır.

Uzun süren işler gönül âlemine dayanınca, onu gönül âlemine götürürler, îçinde bir sır saklayan adamı sarhoş ederler ki, o sırrı açıklasın, sarhoşlukla her şeyi anlatsın diye. Ama gerektir ki, onu dinleyen kimse, o sarhoş sözleri arasındaki açıklamalardan hangisinin sır olduğunu anlayabilsin. Hiç söylememiş olduğum ufak tefek şeyler var ki, bu sözlerden bazdan ağzından kaçmış, tekrar üstü örtülmüştür. Mevlânâ Allah nuruyla yazar, bir şey bulur yahut bulmaz. Bunu gözden geçirelim ki, anlaşılsın. Görüyorsun ki, ben hep, Allah beni tasarruf ehli kılsın diye düşündüm. Halimi düzeltsin de, her şeye açık bir gözle bakayım, dedim. O namaz kılan kişiyi de böylece göre-miyordum. Allanın verdiği o tasarruf (bazen) kalmıyor, bende bir öfke baş gösteriyor, yokluktan tekrar varlığa dönüyorum. Bu işe şaşıyor ve kendime gülüyorum. Bu değişik haller içinde düşünmek gerekiyor. Çünkü garip şeyler görüyorsun, bir an içinde hal böyle iken bir müddet sonra şöyle oluyor. Gözünü yukarı çevirinceye kadar durum böyle iken, aşaği bakınca-ya kadar, şöyle oluyor.

insanoğlu bütün geçici varlıklardan ve yaratıklardan üstündür. Çünkü onun görüşü, bütün arşı, kürsüyü, yerleri ve gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları kapsayan bir genişliktedir. Allah’a ait sıfatlara ortak olan bu yaratığın görüşü, bütün görüşlerden daha yücedir. Ne gariptir ki, ulu Allah, bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir. «Nerde olsanız, o sizinle beraberdir,» mealindeki âyetin hikmeti anlaşılır. Nasıl ki bu basiret, görüş sayesinde Allah herkese bir yön, bir alan göstermiştir. Başka tarafı görmesinler ve sapmasınlar diye. Birine kuyumculukta uzmanlık yolunu göstermiştir. Ötekine mücevhercilik ve kimya ilminin inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenle-rini öğretmiştir. Bir başkası mantık, tartışma yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir. Daha başkaları öteki âlemin rahat ve sefası ile dolu olarak nuru ve Allah’ı görür. Biri de şehvet, güzellik, aşk ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile maskaralıktan hoşlanır. Yine başka biri de melekleri, hurileri, arşı ve kürsüyü bilir; bunlardan zevk alır. (M. 160) Bunlardan her birine bu köşke bir görüntü penceresi açılmıştır, âlemi başka bir balkondan seyretmektedir. Bunun halinden ötekinin haberi yoktur, öteki de berikinin halinden ve isinden anlamaz.

Yüz binlerce, sonsuz sayıda canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için balkonlar açılmıştır. Tabip, astronom, bunlardan başka her kim daha yüksekten yürürse, daha çok balkonların açıldığını görür.

O, ünlü kişilerden değildi, ama Ahmed-i Gazali’ nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde oluyordu. Hiç kimseye karşı o perde kalkmıyordu. O kendi kendine çok yiğitlik etti.

Bir insan ki, gözünü göklere çevirse de melekler tarafına baksa, âyetteki, «Onu yerle bir etti,» anlamındaki hikmeti ve, «Gök yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki âyetin ilâhî kavramını görür ve okurdu. Öylesine gizli çileler çekiyordu ki, halk hiç anlayamı-yordu. Ama onun bu çile ve riyazatlarından her ne anlatırlarsa hepsi de yalandır. Çünkü o, bu çile ve halvetlerde hiç oturmamıştır. O bir bidattir, sonradan uydurulmuş bir âdettir. Muhammed (S. A.) dininde böyle bir şey yoktur. Hazreti Peygamber (S. A.) çilede oturmadı.

Musa kıssasında: «Biz Musa’ya söz verdik,» diye başlayan âyetteki hikmeti oku ve düşün. Bu kör gözlüler, Musa’nın bu kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye yalvardığını göremezler, anlayamazlar. Bu «Ulu Allahm beni cemalini gören kullarından et!» demek-tif. Bu sözün inceliği buradadır. Yoksa Musa’nın dileği, senin benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi. Maksat ya bu sır idi, ya öteki. Bu, hem de Musa’yı (hâşâ) ayıplama ve tartışma yeri oldu ama, Allah cemalini görecek ümmetler arasında tek ümmet Hazreti Muhammed’in ümmeti olduğunu Musa Peygamber biliyordu.

Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen perdenin kaldırılması için uğraşırken ona bir ses geldi, yahut gönlünde bir ilham ışığı parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan-lı şeyh kaldıracaktır,» denildi. Gazâlî hemen kalktı ve gitti gider gitmez de aynı günde hocanın ziyaretine uğradı. Onu semâ ederken buldu ve o semâ sırasında artık isteği yerini bulmuştu. Oradan Tebriz’e geldi. Tebriz’liler hep bir ağızdan, «Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,» dediler. Bir kocakarıya para vererek onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve kederli bir eda ile onu karşılamasını tembih ettiler. Ahmed-i Gazâlî, kadını bu halde görünce sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi: «Ben nasıl üzülmeyeyim ki! Ciğerimin köşesi, gözümün nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.» Gazâlî sordu, «Öldü mü?» Kadın, «Evet,» dedi, «Öldü.» Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek, «Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada bir saat kadar müsaade eder misiniz? Aşağı inin de biraz bekleyin. Şu kadın acaba doğru mu söylüyor? Bunu bir araştırayım!» Arkadaşları, «Hay hay!» dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi. Ertesi günü güneş doğuncaya kadar murakabede kaldı. Nihayet, «Bu kadın yalan söylüyor,» dedi, «Çünkü Adem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından ayrılmış ve dünyadan göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım. Bu kadının çocuğunun ruhu bunlar arasında yoktur. Artık yürüyün!» Tebriz’e geldiği zaman yine bütün şehir halkı birbirine geçti.

Söylemesi hoş değil ama, Ahmed’in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı. Ama şehvet yönünden değil. Çünkü onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu. Onu parça parça etseler bir şehvet zerresi bile yoktu kendisinde. Davranışlarını bazı kimse ler hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı. Tebriz’de bulunduğu sıralarda bir kişi vardı ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere de inkâr ediyordu. Nihayet bir gün işi Tebriz Atabey’ine anlattılar. «Bize inanın yoksa buyurun hamam penceresinden onun halini bir görün,» dediler. Ahmed, hamam penceresinin önünde uyumuş, ayakları oğlancığın kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları serpmişler her taraf tütsü içinde. Atabey bir aralık geldi, hamam penceresinden ve külhanın bif kenarından içeriye gizlice baktı. Hoşnutsuzlukla geri döneceği sırada içeriden bir ses yükseldi: «Ey Türk yavrusu! içeriyi tamam gör de ondan sonra git!» Atabey hemen geri dönüp bir daha içeriye baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu mangalın içinde duruyor. Bu hali gören Atabey şaşırdı; ilk defa yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak geri döndü.

Onun bir de âlim, erdemli, her fenne âşinâ ve müderrislik yapan bir müridi vardı. Bu adam, Şeyhin kulu kölesi olmuştu. Bu güzel çocuk konusunda kaç ‘kere onu hoş görmüş, sonra inkâr etmişti. Çok kere şeyhin atının dizginlerini omuzuna alır, önü sıra yaya yürürdü. Oğlancık ise, Şeyhin terki bağına yapışmış yürürlerken yolda, Şeyh çocukla bir şeyler konuşur, gizli işaretler yapardı. Müderris, dizginler boynunda eve gelmeden onu on kere inkâr eder, dizginleri boynundan atıp kaçmak ister. Sonra tekrar, Şeyhin kerametine inanırdı. Başını açarak onun ayağına kapanmak kafasında düğümlenen vesvese ve kuruntulardan kurtulmak için çare arardı. Şeyh bu hali de biliyordu. (M. 162) O erdemli müderris, Şeyhin elinde bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.

Bir gün Mevlânâ dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı. Dostlar, bu sözlerden çok duygulandılar. Mevlânâ buyurdu ki siz: «Allah yüceliğini arttırsın! Hüdavent Şemseddin-i Tebrizi’ye karşı ufacık bir hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin için kapalı kalacaktır. Şeytan, kurt sizin bu içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine şaşırtacaktır.» Dostlar kendi kendilerine «Hayır!» dediler. «Gidelim ondan af dileyelim, suçumuzu bağışlasın artık bundan sonra da Mevlânâ Şemseddin’e karşı terbiyesiz bir davranışta bulunmayalım.» Evin kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol bulamadılar. Bunun üzerine onların bütün duyguları değişti. Yol vermeyişimizin sebebi şu idi: Ben kendi kendime diyordum ki, burası domuz ağılı değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan herkes dışarı fırlasın da buraya koşsun. Nihayet, o kadar yüceliği aşikâr olan Ahmed-i Gazâlî’ye karşı kötü düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve ayıplamalarını çürütmek için, kendisine kitap gönderdiklerini, bir vakit bu kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin ağızlarını bağlamış olursun, dedikleri için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol vermediği söylenir. Bir anlatışa göre yedi yıl, başka bir anlatışa göre de on beş yıl hep seferde ve yolculukta dolaştı. İnkarcılara derdi ki, «Burası domuz ağılı mıdır ki başına bir hal geldiği zaman buraya koşuyorsun?» Nihayet bu dostların hiçbirisinden bir şey beklemiyorum. Önce sizden ilim öğrenmem. Belki o zaman benim sözlerimi anlar, güzel güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız. Siz kendi bilginizden, kendi hayalinizden dolayı benim sözlerimi anlayamazsınız. Öyle değil. Nasıl ki bizim falan dostumuzu bizden sorarlar. O fakih midir yoksa fakir mi? Dedi ki: «O hem fakihtir, hem de fakir.» «Ama nasıl olurki bütün sözleri fıkıh konusundadır?» Cevap verdi ve dedi ki: «Onun fakirliği o soğuk davranışlı insanların fakirliğine benzemez. Bunu o taifeye söylemek gerekmez. Ona bu halk ile konuşmak yazık olur.»

Sözü ilim yolu ile söylerler, sırları da işaret yolu ile anlatırlar.  (M. 163)  Onun sözleri söylenmiş  olur”, dünyalık söz olur. Mevlânâ bilir ki, bu şehirde büyüklerden biri vardır. O hep bizi   görmek arzusundadır*. Hem bugün,  geceye kadar ona hükmedersem ondan bana o kadar faydalı sohbet fırsatı erişir ki, sizden çok güçlü, bu mecliste oturanlardan çok olgun kişidir. Bugün,  mademki sizde ne ilim öğrenmek arzusu ne marifet dinlemek isteği, hattâ dünyaya ait bir dilek vardır. O halde size her ne yapmanızı emredersem, yalnız sizin faydalanmanız içindir.

Bir kişi sizinle dervişler sohbetinden söz açarsa, inançla onu dinleyin. Mademki dinlediniz, türlü yollardan onu inkâra kalkışmayın ve mademki işittiniz, bu af dilemek resmî bir adettir, hiç bir değeri yoktur. Bin türlü kötü sebeplerle bozulur. Abdesbin bozulduğu gibi karnından çıkan yel gibi geçer gider. O zaman, «Yarabbi, nefsimize zulmettik, sinemizi temizledik dersin!»

Bir gün, «Mevlânâ Şemseddin şunu oku!» diye bir Şeyhin risalesini getirdiler. Onu ezgi ile, musiki makamiyle okurken alay yolu ile durak ve aksanlarını da ihmal etmiyordu ve diyordu ki: «Ben bunları bilmem. (M.164) O ne yüce Mustafa ki, sefa kaynağında bütün hayallerden uzaklaşmış, kendini bütün kuruntulardan kurtarmıştır.» Hayal hakkında aynı sözü üç kere tekrarlıyor ve diyordu ki: «Ey hayal git benden! Eğer gitmezsen ben gideyim.»

O direk üstünde yürüyen ip cambazı, iki gözü bağlanmış ayaklarında takunyası, başında su testisi, elinde dört parça eşya olduğu halde ip üzerinde ayaklarını gıcırdatarak ileri doğru yürüyor, tekrar dönüyor, ansızın kendini aşağı atıyor, iki ayağı ve koltuğu ile ipi tutuyor, sonra tek parmağı ile kendini asıyor, tekrar ip üzerine sıçrıyordu.

Öteki arkadaşı da şişmandı, ansızın aşağı düştü, arkadaşı ip üzerinde hep ona seslenir, «Seni falan hocanın adına getirdim,» diye bir ağlama tuttururdu. Hemen sopaları, çarşafları toparlar, bol bahşiş alırlardı. Bunlar cambazlığı deniz kıyısında öğrenirler, ipten düşerlerse su içine düşerler. Bu suretle uzun çalışmalar sonunda usta birer cambaz olurlar. Ondan sonra da karaya gelirlerdi. Yavaş yavaş sopalarını daha yükseklere çıkarır, ip üzerinde durma ve yürüme usullerini öğrenirler. Nasıl ki hilâl dolunay oluncaya kadar, taştaki yağmur yakut haline gelinceye kadar, denize yağan yağmur taneleri de inci oluncaya kadar sabır gerekirse, bunlar da sabır ve çalışma ile uzman birer cambaz olurlardı.

Mısra:

Koruktan zamanla helva yaparlar.

Bana ne zaman söverlerse hoşuma gider, övdükleri zaman da üzüntü duyarım. Çünkü övme öyle olmalıdır ki, arkasından sövme olmasın. Yoksa o övüş münafıklık olur. Nihayet münafık kâfirden de beterdir. Âyette de işaret buyurulduğu gibi münafıklar cehennemin en derin yerindedir. Kâfir dedi ki, «Bu sefer gel de beraberce Şam’a gidelim, güz gelir gelmez gidelim.» Benim hiç ilgjm yok, bu müritler ahmak insanlardır. Her biri bir yıllık kazancını, şunu al da git, diye bana verselerdi,Hümam da iki üç dirhem buna kalsaydı, on iki bin dirhem tutardı. Ben gizlice haber gönderir, derdim ki: «Ey Mevlânâ, epeyce para toplandı kalk gidelim!» Onu kaldırırdım. Onunla bir müddet hoş geçinir ve yine dönerdik. Bunu anlatırken hatırıma meşhur vaiz hikâyesi geldi:

Vaizin biri, konuşmasının en hararetli bir yerinde mecliste bulunan cimri bir zengini harekete geçirmek için, «Ey cemaat!» dedi. «Bana Allahsal bir ilham geldi. (M. 165) Bu saatte şurada oturmuş olan bu efendinin güzel, ince ve şerefli hatırından geçiyor ki, gideyim, vaktin şu vaizi olan bilginin başına Allah rızası ‘için hemen şu makamda yüz dinar saçayım.» Cimri zengin dedi ki: «Ey vaiz efendi! Size gelen o ilham sizin gönlünüzün sefasından, sizdeki iyi niyet yönündendir. Ama Allahın yüz bin laneti benim hatırıma olsun ki, asla böyle bir şey düşünmedim.» Bu böyle geçti… Bakalım herkes bu ırmaktan nasıl geçecek?

Şam Kadısı Hoy’lu Şemseddin’e eğer kendimi ver-scydim, ömrünün sonuna kadar işi düzelecekti. Ancak ona hile yaptım o da o hileyi yuttu. Vay o güne ki ben hileye başlamayayım! Zaten işim ne? Hileden başka ne yaparım? Allah’ın da işi budur. Hile etmek. Bugün gidelim diye bir at alırsam ne olur. «Gitmeni istemiyorum,» diyorsun. «Böyle olmaz. Sana bir at alayım ama, yine burada kal, gitme.» Senin söylediğin bu söz bile bir hile ve mekirdir. Benim işim yok. Müslümanlık, arzusuna karşı gelmek, nefsine uymaktır. Kâfirlik de kendi keyfine uymaktır. Diyelim ki, biri imana gelmiştir. Bunun anlamı şudur: «Ben artık arzularıma, nefsime uymayacağım, buna söz verdim.» Bir başkası da, «Bu benim işim değildir,» dedi, «Ben bunu yapamam, ancak haraç verir, kendi keyfimce yaşarım.» Peygamber de buna razı oldu kabul etti, kâfire berat verdi ve buyurdu ki, «Her kim bir Zim-mî’yi yani Müslüman olmayan bir insanı incitirse beni incitmiş gibi olur.» Ama başka biri de diyor ki: «Ben Müslümamm, artık heva ve hevesten de üzgünüm.» Ama istiyorum ki, o ne haraç versin ne de arzularından vaz geçsin. «Müminim, Müslümamm,» diyor ama imanı yoktur. «Dürüst adamım,» diyor ama dürüst değildir.

Sana, «Dostunum, senin uyruğunum,» der ama değildir. «Beyazım,» der ama siyahtır o, «Doğan kuşuyum,» der. Hayır, kargadır. Mümin üzerine şükretmek gerektir, çünkü kâfir değildir. Kâfire de münafık olmadığı için şükretmek gerektir.

Garip hadisler arasında anlatırlar. Ama bu pek yaygın değildir. Cehennem halkı cehennemi boşalttıkları zaman, en alçak ve derin yerleri bomboş kaldığı, kapıları kapandığı sırada cehennem harap bir boş eve dönerken münafıkların feryatları duyulur. Onlara sorarlar: «Siz nasıl bir toplumsunuz ki, herkes burayı boşalttığı halde siz hâlâ içerdesiniz!» «Bizler nifak ehli kişilerdeniz bizim için ne kurtuluş umudu kalmıştır, ne de burada kalmak imkânı.»

(M. 166) Bu hadisi de Kadı Şemseddin-i Hoyi ders sırasında anlatmıştı. Ama yaygın değildir ancak manaya âşinâ olan, işin iç yüzünü bilen kimse bundan bir pay çıkarır. Bugün bir açık nifak vardır bir de gizli nifak. O açık nifak bizden ve dostlarımızdan ırak olsun ama insanoğlunun yaratılışında olan o gizli nifakı da ondan söküp atmaya çalışmak gerektir. Yine hadiste, «Mümin, Müminin aynasıdır,» buyurulmuştur. Bundan daha önemlisi, «Hak kulun aynasıdır, kul da hakkın aynasıdır,» anlamına gelen hadislerdir. Olgun söz böyle dolgun olur.

Şemseddin-i Hoyi’ye biri karşı çıktı ve  şöyle bir tartışma açtı. Onun maksadı bir din adamını kötülemekti. Diyordu ki: «Filan kişi bu kadar şiir ezberlemiş, her fenden, devlet ve divan işlerinden bir kaç şey öğrenmiştir. Ötekinin ise hiç bir şeyden haberi, resmî işlerden bir bilgisi yoktur.» Buyuruyorsunuz ki: «Nihayet onun ezberinde bir şey yoktur, kitap da yazmamıştır. Ama söz eridir, tecrübe sahibidir. Görmüyor musunuz ki, sırası geldiği zaman nasıl konuşuyor. Ötekinin ne kadar geniş bilgisi olursa olsun, tecrübesi yoksa görüyorsun ki yeri geldiği zaman hiç bir şey söyleyemiyor.» Şimdi bunların aralarındaki ayrılık ve derece farkı, zahir bilgisi, duygu ve düşünce yönün-dendir. Bu cihanın aklı ve bu cihanın hissi iledir.

Halbuki   öteki   cihanın   akıl  mertebelerinin  nasıl olduğunu söylersem bu da bir mekir ve hile olur. Size demiyor muyum ki, pamukları kulağınızdan çıkarın da kuru sözlerin esiri olmayın.  Açık ikiyüzlülüğe  kapıl-mayasınız,   Her   görünüşe   aldanmayasınız,   gözünüzü kulağınızı açasınız ki, işin iç yüzünü kavrayabiles’niz. (Onun iç yüzünü ancak Allah bilir yahut Peygamberin rızasını kazananlar bilir,) Savaş adamlarına nasıl olur da sır verebilirsiniz? Ona, «Gel şu savaşı, karşı durmayı bırakıver» dersen ne çıkar? O, savaş sevdasındadır.  Her nerede bir kavga görse,  kendi havasına uyar atılır. Banş isteyen bir kimse de ona göre davranır, ona göre konuşur, çalışır ki, eğer birinin kulağına •giderse o da barışa yanaşsın ve desin ki:  «Ben çok utanıyorum, yaptıklarımdan ettiklerimden ve dediklerimden pişman oldum.  O, şeytanın  teşv’ki,  şeytanın hilesiydi. Yarabbi, ne fena işler yaptım! O ne iş idi ki ben yaptım. (M. 167) Meğer o bir kuruntu idi ki, benden bir söz çıktı onun hatırı kırıldı.» Pişmanlık duysun. Onun gönlünde güzel sözler ve hareketlerle barışsever bir insan olduğu inancını yaratır.

Şiir:

Üstadın aşktır senin, oraya erişince

O sana hal diliyle anlatır ince, ince.

Hazreti Peygamber (S.A.) «Size helâl olan sihir sanatından haber vereyim ki, onunla özgür kimseleri parasız pulsuz kendinize köle yapasımz,» buyurdu. Sahabeler, «Ey Allah elçisi bize bildir,» dediler, «iyi davranış, tatlı dildir,» buyurdu.

O ahmak bir iş yapar, bir söz söyler ki, soğukluğu açıktan belli olur. O, öyle bir hırsıza benzer ki iş-kence yapmadan, soruşturmadan yaptıklarını açıkça söyler. Ancak o bir hırsız ki içinde hırsızlık zevk ve muhabbeti vardır. Gönlü çaldıklarına bağlıdır. Onun hırsızlığını anlayanlar yüz bin kutsal canı böyle bir hırsızın ayağına saçarlar.

Dedi ki: Bugün Allah adı ile bu birinci lokmaya başladım, ikinci lokmaya, Cebrail’in, üçüncü lokmaya Mikâil’in adı ile dördüncü lokmaya Azrail’in adı ile başladım. Çünkü yoksulluk lokmasıdır.

Dostluk o mudur ki, dostu uyurken biri gelsin, elbisesinin bir kenarını açsın, eteğini çeksin, edep yerlerini çıplak etsin ve bunu halkın gözü önünde yapsın. Nuh Peygamberin oğlu gibi kara yüzüne erkekçe bir tokat vurur, gizlice eteğini çekerler. O da öteki gibi gülmez ve der ki, «Eğer ben de onun gibi gülmezsem beni çıplak eden zavallı incinir.» Bu hoşgörme, yönünden değildi, dostluktan da değildir. Umarım ki bir vakit bizi kötüleyenler yahut hayalle uğraşanlar arasında bizim hakkımızda konuşulurken bazıları tereddüt gösterirler. Hayret edilecek nokta şudur ki, acaba bu sözleri dostlar mı söylüyorlar yoksa bizi ayıplayanlar mi? Hangisini ele alalım. Onlar bir şey işitmek için kulaklarını dört açmışlardır. Bir taraf belki öteki taraftan daha üstündür, derler. Umarım ki sen bunlar arasında en doğru olan sözü söylüyorsun belki kendinden hiç bir şey söylemiyorsun. Zaten doğru konuşmak lâzımdır. Ben onlara (M. 168) dedim ki: «Sizden şu sebsple ayrılıyor ve sohbetlerinizi terk ediyorum: Siz dervişi incitiyorsunuz.» Bu söz onlar için faydalı oldu çünkü onlar anlamıyorlar. Senin perhizin, onlardan ayrılman bizim dostluğumuz yüzünden olmuştur. Onlar bu hali yorgunluk, yahut nezaket icabı sanırlar, yahut başka sebeplere yorarlar. Eğer hatıra bir şey gelir de bu sözü söylersen falana bir zarar gelir düşüncesi ile o sözü saklamak gerekmez. Çarçabuk dosta anlatmak ve söylemek lâzım gelir.

Gönül ki, göklerden, feleklerden daha büyük, daha geniş, daha hoş ve aydındır; onu gereksiz sözlerle niçin daraltmalı? Pek hoş olan bir âlemi kendine zindan gibi daraltmak nasıl uygun düşer? Bostan gibi olan bir cihanı kendine daracık bir zindan etmek, ipek böceği gibi daracık bir koza içinde kuruntular, vesveselerle, çirkin hayallerle oyalanmak, kendini karanlık bir âleme atmak, hep gafil uyumak ne demektir? Biz o kimselerdeniz ki, zindanı kendimize bostan yaparız. Bizim zindanımız bostan olunca ya bostanımız nasıl olur? Bir seyret de gör! Hazreti Peygamberin (S.A.) mübarek sözlerinden hiç birinden irkilmedim. Ancak şu, «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadiste şaşaladım. Ben dünyayı hiç de zindan görmüyorum. «Zindan nerede?» diyorum. Ancak o hazret, «müminlerin zindanı,» demiş, «kulların zindanı,» dememiştir. Kullar başka bir toplumdur. Burada kendi maksadını o daracık düşünceye sığdırmak gerekmez. Dost ile her ne gelirse, çabuk çabuk, ahval şöyledir, der geçersin. Perhiz şu cihetten gereklidir ki, acaba bu bahsi dost ile nasıl konuşayım? Dost zaten hali görüyor. Eğer dost olan arkadaşına söylemezsen ne kadar araşan bu konuda sol yönü bulamazsın çünkü onun her iki eli de sağ eldir. Bundan dolayı âyette, «Allah ve Resulünün iki eli arasında,» buyurulması belki her iki eli de açıktır anlamına gelir. Nasıl ki o gün demişti ki:. Tebbet âyeti ile ihlâs sûresi arasında hiç bir fark yoktur. Her ikisi de birdir, Allah kelâmıdır. Ben bir vakit bu türlü söz söylemiştim. «Gel de şimdi anlat bakayım. Nasıl diyorsun ki Tebbel nedir ki?» Ebû-lehep ziyan etti, helak oldu, Ebûleheb’in iki eli kurusun! Alevli ateşe götürülecektir. Gün olur ki ateş içinde heybetli bir dille konuşur. Şimdi bu îhlâs sûresi yani söyle ki «Allah tektir,» âyeti ile Tebbet’ten her ikisi bir olur mu? Bu îhlâs sûresinin anlamı Allah sıfatlardan başka değildir. Şimdi söylemek gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin, kurtulacaksın ateşten. Şimdi öyle hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.

Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi. Meliki Âdil ona çok inanırdı. Bindiği bir eşeğin sahibi ile kavgaya tutuşmuş, Farsça diyordu ki: «Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü kapanıyor. Halbuki geçen gün bana iyi bir eşek gösterdin, sonra iyi eşekleri başkalarına verdin. Topal eşeği bana getirdin.» Ona dediler ki, «Bu adam Farsçadan anlamaz, onunla Arapça konuş!» Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde hazırladı. Eşek sahibi biraz uzaklaşmıştı. Şeyh ona seslendi. Kafasında hazırladığı Arapça sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?» dedi. Şeyh, şu anlamdaki Arapça sözleri kekeledi: «Yarın ben, güzel bir eşek…» Eşekçi sordu: «Bugün de öyle misin? Yâ Şeyh!»

Onu çekmeyen kıskanç  fakihler akşam namazını kıldırması için sözbüiiği ettiler. Biliyorlardı ki, o Fatiha okumasını bile beceremez. Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden sonra onu söze tuttular ki, namaz vakti geçsin. Ama Hoca işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil’e çevirdi, «Ey ulu sultan,» dedi. «Sen lük, lük yürümesini bilir misin?» «Hayır,» dedi sultan. Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek, «Getir şu pabuçlarımı,» dedi. Pabuçları giydikten sonra yerinden sıçradı. Bir ayağını basıyor ötekini sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki ayağını da aynı veçhile tekrar basıp sürükleyerek aksaklık örneği gösteriyordu. Şeyhin meclisinde bulunanlardan biri diyordu ki, «Şimdi bende ne küfür kaldı, ne iman. Kendimde küfürden de, imandan da bir şey bulamadım. Senin huzuruna geldim. Ne Yahudilikten, ne Mecusîlikten, ne de ana ve babadan kalma inançtan ne kaldı bende? Gerçi bundan önce de her neye inandım, iman getirdimse yavaş yavaş o ilk inançlardan vazgeçtim.» Bu yol çok çetindir. Başı sonu belli değildir. Elbette kolay olmaz onun ilk inançları hatırına gelmediği gibi ona yol da bulamaz. Bu tıpkı şuna benzer: «Adamın biri ırmak kenarında yıkanmak için elbisesini soyunur ve suya atlar. (M. 170) Su sertçe akmaktadır. Onu kaptığı gibi aşağı doğru sürükler. O ise elbisesinin bulunduğu yere doğru atılmaktadır ki, alsın da giysin diye. Ne çar’e ki, keskin akan su onu kapmış ve götürmüştür.»

Muhammed Aleyhisselâmın ibadeti ve işi istiğrak yani Allahsal düşünceye dalmak idi. Kendi kendine: «İş gönül işidir, hizmet gönül hizmetidir, kulluk da gönülden kulluktur» buyurdu. Ama o ilâhi düşünce ve temaşa âlemine ancak Ulu Allah’da kendini yok etmekle varılabilir. O biliyordu ki herkese, gerçek amel ve ibadet için yol yoktur. Kullardan pek az kimseye istiğrak mutluluğu verilmiştir. Ümmet için bu beş vakit namaz ile yılda otuz gün orucu ve Hac törelerini emretti ki, onlar da o temaşadan yoksun kalmasınlar, kurtuluşa ersinler ve başka ümmetlerden üstün olduklarını anlasınlar. Ola ki onlara da sözü geçen o istiğrak mutluluğundan bir koku erişir. Eğer böyle olmasaydı, oruçtaki açlık nerede, Allah’a kulluk nerede kalır? Dinin bu açık teklifleri ve ibadet ne işe yarardı?

Bu şeyhlerin bir çoğu Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar. Ama Allah’ın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri temizlemeye çalışırlar. Yüz binlerce fare toplansa bile tek bir kediye bakmak cesaretini gösteremezler. Çünkü kedinin heybeti onların bir araya toplanmalarına imkân vermez. Kedi ise kendi nefsinde bir topluluktur. Farelerde eğer toplanma cesareti olsaydı, birleşebilselerdi, içlerinden bir kaç fedaî fare çıkabilseydi, kedi nihayet bunlardan birini yakalar, onunla uğraşırken ötekiler kedinin gözünü tırmalar, başına atlar elbette onun işini bitirebilirlerdi. Hiç olmazsa kaçarlardı. Şu halde demektir ki, onlardaki korku toplanmalarına engel olmaktadır. Fare dağılmanın; kedi topluluğun remzidir.

Âyette, «Kabe’nin içine giren güvende olur,» buyurulmuştur. Hiç şüphe yoktur bunda. Sonra diğer bir âyette, «Etrafında bulunanları kapan,» cehennemden söz edilmektedir. Gönülden dışarıda (halkın yüreğinde vesvese veren) Şeytana işaret buyurulmuştur. Yüz binlerce vesvese veren Şeytanlar, feryatlar, korkular vardır, ibrahim Peygamberin ateşe atılması, Hakkın terbiyesindendir. Musa Peygamberin yetişmesi ve onun düşman elinde beslenmesi hep Allah’ın birer cilvesidir. Evet Peygamber Allahın lütuf ve irşadını biliyor muydu ki önce yoldaş sonra yol buyurdu.

(M. 171) Yüzüne tükürdüğün zaman ses çıkarmayan kimse yoktur. Kerim, demiştir ki, «Biri gelmiş pazarda oturmuştu. Güya pazarı yakacaktı.» Ona dedim ki, «Ey ahmak. Sen de aynı yangının içinde yanar gidersin. Yanmak ona derler ki, yanaşın da senden hiç bir eser kalmasın.» Evet, evliya zümresinden bazı kimseler vardır ki yanan ateşe atılırlar ama asla yanmazlar. Gizli bir topluluk da vardır ki, onların her şeyi gizlidir. Dedi ki: «Ali’yi düşman bilenlerden bir Haricî vardı. Ali için o öldü,» dedi. Ama Alâ’nm (Ala-eddin) düşmanı dedi ki: «Ben öyle söylerim ki Hazreti Muhammed’in (S.A.) düşmanı da Yahudi idi. Lâkin yine Yahudi olarak öldü.» O erkek – dişi kerim değildir ki! Evet, o arkasını Kalenderîlerden asla esirgemez. Ben onun için öylesine kavgalar ettim, dostlarla cenkleştim ki! Müminler ulusu Hazreti Ömer bile hiç bir şey için bu kadar uğraşmamış ve bu kadar söylememiştir.

O bana karşılık olarak bunu yapar. Benim çöme-zimdir, hayli gün önümde diz kırmış oturmuştur. Ondan çok zahmet çektim. Bakıyordum çok yanlış konuşuyor, yanlış okuyor, elinden âciz kalıyordum. Yatırıp eline yüz yahut bin sopa vuruyordum. Bir sopa vurunca, «Tamam artık yüz sopa oldu,» diyordu. Derlerdi ki: Önün önünde ders okurken henüz çocuk idim. Bana böyle sövüp saymazdı. Meğerse sevdalı olmuştur. Artık aramızdaki muhabbet kesilmişti. Şimdi tekrar karşıma gelmiyorsun, eteğimi tutmuyorsun. Bu bağa gitmenin etkisidir. Bundan faydalandın. Ben dışarıdan düşünüyordum ki, onu görür görmez boynuna sarılayım. Sen ise gidiyorsun. Ev bana çok yabancı geliyor. Artık gideyim dedim. Tekrar o kadının yanına gitmeyeyim de ne yapayım? Gideyim de çabucak geri döneyim. O halde niçin gitmiyorsun çabuk git!

Ona ya pire diyeyim yahut çekirge. Çünkü zıp, zıp sıçrıyor. Ben dedim ki: O, bu günahsız Kimya’dandır. Ama gerektir ki onun madenleri biz olalım ki, kendisim bu derece sertleşmiş görmesin. «Senin için pirinç mi pişirelim, yoksa turşu mu istiyorsun?» diye sordu. «Ey hoca,» dedi, «İki horozun yok mu?» «Var,» dediler* Âlâ ile Muhammed Taceddin şikâyettendi.  «Dâye kadın bizi aç bırakıyor,» dedi. Ona dedim ki: «Dâye kadın seni aç bırakıyorsa annen yerinde duruyor. Benim adımı ona söyle. Nasıl olur ki, ben senin adını biliyorum da sen benim adımı bilmezsin?  Ona söyleyince hemen gelir, oradadır o. (M. 172) Korkma hemen söyle, evet oradadır.» Senden hapşırmak, sizden de şifalar olsun demek, yaraşır. Tekrar hapşırdın mı, bir daha şifalar olsun duasını tekrarlarım. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Ancak o sözlerin üçte biri söylenmiştir. Yallah aslan gibi erkeksin, kudretli bir kişisin. Birçok has Allah erleri vardır ki, kerametleri gizlidir, sırlarını herkese açıklamazlar. Nasıl ki, onlar da gizlidirler. Bir kimse bütün lütuf olsa bile yine eksiktir. Allah’ya bile hep lütuf ve rahmet sıfatı yaraşmaz, onun aksi sıfatı da vardır. Allah’ın kahir sıfatı içinde hem lütuf hem de kahr vardır. Ona lütuf da yaraşır kahr da. Hakikatta bunlardan her biri onda teker teker belirmektedir. Böyle bir toplum için çok sert bir insan gerektir. Nasıl ki Hazreti Muhammed Aleyhisselâma göre, Hazreti Ali daha cenkçi idi. Nasıl ki, o gün her biri soruyorlardı: «Acaba Ebubekr’in elinden kılıç vurmak gelmez mi?» Sahabelerin her biri Muhammed’in (S.A.) sıfatlarından biri ile vasıflanmış idi. Ebubekr Ömer’e sormuştu:  «Benden sonra halife olursan ne yaparsın?» Ömer (Allah ondan razı olsun), buyurdu ki: «Ben adalet  gösterir, hakkı gözetirim.» «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Senden adalet yağıyor.» Nasıl ki, kendi oğlunu işlediği zinadan dolayı ceza olarak eliyle sopa atarken öldürdü. «Böylece fesadı, bozgunluğu önledim,» dedi. Ömer de Hazreti Ebubekr’e sordu, «Sen ne yapacaksın?» «Ben yapabilirsem bir perde örtülürüm,» dedi.

Acayip şeyler anlatırlar: Onun atının dizginlerini omuzladığı halde inanmıyordu, inkâr ediyor ve diyordu ki: «Filân şeyh, karşısına geldi, selâm verdi almadı. Ama biraz sonra filân genç selâm verdi, ona çok iltifat gösterdi.» İnanmıyordu, bir çılgın gibiydi. Sordu, «Şeyhten yüz çevirdikten sonra, şeyh uzakta mıdır?» «Çoktan geldi,» dediler. Şeyhin evinin kapısında reisin oğlu ile satranç oynadığım gördü. Büsbütün inancı sarsıldı ve geri döndü. O gece Hazreti Peygamberi rüyasında gördü, onu ziyarete koştu. Ama Hazreti Peygamber kendisinden yüz çevirdi. Bu sefer feryada başladı. Peygamber buyurdu ki: «Bizi daha ne kadar inkâr edeceksin, bize inanmayacaksın sen?» «Ey Allah’ın elçisi,» dedi, «Seni ne zaman inkâr ettim?» «Ama bizim dostumuzu inkâr ettin.» buyurdular.

(M. 173) Kişi sevdiği ile beraberdir. Hakikatte o bir dosttur. Müminler tek bir vücut gibidir. Hakikatte onun eteğinde bir avuç fındık ve kuru üzüm vardı. Koşarak geldi ve gördü ki, henüz satranç oynamakta. Kuru üzüm eteğinde duruyordu. Tekrar inancı bozuldu, istedi ki geri dönsün, şeyh arkasından seslendi. «Artık ne zamana kadar bu imansızlık? Bari Seyyid-den utan!» Hemen geri döndü ve şeyhin ayağına kapandı. «O bir avuç kuru üzümü o tabak içine dök ki, o buradan gitmeye karar vermiştir.» Bu saatte o mubahci (her şeyi hoş gören birisi) olmuştur. Onun hali nasıl olacaktır ki, bir hafta hamamda kalmış, bir ayağını o delikanlının kucağına, öteki ayağım da reis oğlunun kucağına koymuş. Ateş mangalında kebap pişiriyor. Bunlardan da kâh birinden, kâh ötekinden şeftali topluyor. Başka ne kaldı artık! Mimberin üstünde ilk vaiz çıktığı vakit okuduğu tevhicl şu anlamdaki rubaî olmuştu.

Rubai:

O put, meclisimizin süsüydü, dilberiydi.

Şimdi mecliste değil, nerelerde salınır?

Yüce bir servidir o, pek levend bir boyu var,

O  mecliste olmazsa  kıyamet bizden kopar.

O sırada delikanlıyı getiren reisin adamı toprak başına olsun, su döktü ve meclisten dışarı çıktı, sonra içeri geldi, beraberce oturdu. Vaiz başladı. Bundan sonra iyileşinceye kadar böyle perhiz edeceğim, îyi olmasam bile böylece perhiz ediyordum.

Bu gözağrısı sana sefa verdi dediğin güne kadar, perhiz ettim. İstiyordum ki, başka bir sefer daha söz. aşırayım da onları susturayım. Ama içim çok hararetli idi. Şimdi bunu tekrarlamazsam şaşılacak şeydir. Bu zevk sahibi bir adamdır. Aynı zevk ona da erişti. Konuşmak düşüncesinde değildir. Zaten bende söz kalmadı, çabuk kalk! Ben başka birini buldum. Bir şeyden anlamaz. Ama daha çok onunla konuşurum. Şaşırmış hayran kalmıştı. Bugün dost ile sevgili ile de benim sabrım böyledir. Bu biricik sevgiüli ile nasıl sabredebilirim? (M. 174) Sana önce çok kuvvetli bir ilgim, sevgim vardı. Ancak başlangıçta görüyordum ki, o zaman işaret yolu ile söylemek mümkün değildi. Eğer söyleseydim beni mazur görmezdin. Bu saatte de zararlı çıkardık. O zaman bu hal yok idi. Bana diyorlar ki: Bir topluluk senin hakkında o bidatçıdır, yapmacık şeylerle uğraşıyor diye beni ayıplamaya başlamış. Ben de, «Doğru söylüyorlar, dedim. «Bidatçıyım. Şimdi sen bana söyle bakayım, bu namazın hakikati, içyüzü nedir?» Önce felsefecilerden bazıları. «Başını yere koymak, vücudunu ayakta tutmak ayıptır, eksikliktir,» derler. Yüzüstü düştü ki, benim de maksadım bu idi, bunu istiyordum zaten. Maksadım ne idi? Felsefecilerden naklederek anlattım ki, onlar imanlı kişilerden değildirler. Şimdi müsaade et de bir söz daha söyliyeyim. Hazreti Muhammed (S.A.) bile, «Bırak ne söylüyor dinliyeyim,» buyuruyor. Yersiz bir laf söylerse onu bilirsin. Asıl söz eri, benim maksadım bu idi diyebilen kişidir. Bugün mademki o kişi sensin bu da sana yaraşır.

Ben hiç kimse için, «O fasıktır, günahkârdır,» diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerle ilgili görürüm, ne de kötülük düşünürüm. Yarlıganmayı da, ancak kötü düşüncelerin içimden temizlenmesi için Allahdan dilemekteyim. Ben diyorum ki, marifet kaynağı bu şeytanın getirdikleridir. Senin istediğin ve aradığın şeye de engel olur. Sana, içini o marifetten boşaltmak gerekir. Öyleki, o marifetin üzerinde hiç bir şey olmasın. O zaman zaman bizi gerçekler; gözünde yaş b’rikir, külah ister. Zaman zaman da, «Bize bir eşek kadar değer vermiyorsun, hiçe sayıyorsun,» der. Biz seni bilgin bir müftü tanıyoruz. Nasıl ki Şahap Herive, «Benim bir arzum var,» diyor. Bundan sana güzel bir yemek pişireyim de ye! O zaman bende nasıl bir hüner olduğunu göreceksin. Perhiz yapıyorsun, Kerim’e diyorsun ki: Ordu kumandanı ölmedi, eteğini boynuna atmış. Benim, onunla aramızda bir yatak ilgisi vardır. Birkaç kerre gördümki, gözlerimi üzerinden ayırınca zavallılık gösteriyor ağlamaya başlıyor, söyleniyordu. Gizlice kendini dışarı attı. (M. 175) Hem pabuçları ile birlikte çıktı, beşma vurarak, «Gerektir ki dışarda kalayım,» dedi. Kerim’in, «Otur!» diye söylediği yere gitti. Kerim ona demişti ki: «Sana ne söylerse peki razıyım de!» O tam bir erkektir. Ona, «Senin oğlun yüz tane kız oğlan kızdan daha iyidir, falanın yanında yatar,» demişlerdi. Dedi ki, «O gün ve O’ gece onun yanında olduğunu iyi biliyorum. Allah’a ant içerim ki, bana ondan dolayı hiç bir fesatlık gelmedi. Bugün tekrar tövbe etti.» Ona dedim ki: «Sana söylemedim mi?» «Evet,» dedi. Ben kötü ettim. Şimdi ne yapalım da o hücreye biz de yol bulalım. Tadı kalmadı ki bir günah işleyeyim. Bu güne kadar henüz bir suç işlemedik ki tövbemizi yıksın. Böyle bir adam nasıl başka bir adamı yaratıcı ve yapıcı bilsin? Bir tasvirci, bir duygulu adam onun karşısına geçer ki ona bir söz söylesin, yahut bir fikir ve tedbir beyan etsin. Her zaman böyle olur. Zaten onun Allah olması imkânsızdır. Belki âciz ve zavallı biridir o.

Beni cennetin kapısına götürseler, önce kapıdan bakarım. O orada mıdır? Orada yoksa, nerede diye sorarım. Hayır onu gözümle görmeliyim. Böylece birlikte olalım. Eğer cennette bulamazsam cehenneme koşarım. Cehennem benden sorar. Kaç kerre görmüşüz? Açık konuşalım: Benim seninle işim yok. Onu bana ver. Sen bilirsin, bundan sonra her ne söyleyecekse o bilir. Benim onunla görülecek başka işim yok. Bunu söyleyince gitti. Onun tarafından da böyle yapmak gerekirdi. İçi boş ise, tekrar içeriye uğrar, iman getirir. O kimseler ki içerden değildir, onlara yüz binlece mucize göstersen iman etmezler.

Hazreti Ebubekr, (Allah ondan razı olsun) hiç mucize istemiyordu. Diyordu ki: «Peygamber ne söyİedi ise inandık ve gerçekledik.»

Bana para verdi. Onbeş gün sonra tekrar gel o zaman gidelim. Bu gün beni bırakmazlar ki, gideyim. Beni niçin serbest bırakıyorsun? Dostlar elden gider, halk da bizim sözümüzü anlamazlar, anlamak da istemezler.

O ihtiyara, «Bu adama niçin eğri gözle bakıyor?» diye sor. Halk Yahudilere bile, selâm verirken bugün bizi sormuyor. Biz onu yüz türlü kurnazlıkla nâz ve niyazlarla elde ediyoruz. Sen onun teveccühüne layık olduk mu sanıyorsun?

Efendi! Halk, her şeyi kendi kuvvetleri ölçüsünde görür. (M. 176) Kendi kendine kıyas yürüterek, cemaat dağılmıştır, der. Tâ camiden onlara sesleniyoruz: Bu halkı hangi topluluk böyle dağıtmıştır? Gerekir ki, yine o kimseler toplansınlar. Bu ne acizliktir? Güçsüzlüklerinden bir takım kurnazlıklara saparlar, işleri ondan başkadır, gönül açıklığı da onlardan başkala-rındadır. Ben diyorum ki, bana zehir tiryaktır. Bunu yediğim için sizin vebaliniz benim boynuma olsun, şahit olunuz. Başkalarının günahlarını bana yüklemeyi-niz. Eğer ben suçlu isem, şimdi artık hiç günahım yok. Benim cehennemim, benden çekinmekte ve korkmaktadır. Nihayet hadiste buyurulduğu gibi bana, «Geç ey imanlı kişi! Senin nurun benim ateşimi söndürecek!» diye seslenir. Diyorum ki, benim sevgilim senin önündedir, onu bana bağışla, benim seninle işim yok, sen bilirsin. Hazreti Peygamberin buyurduğu gibi, ben bunu kırayım dedim, böyle söyledim kendi işimin aksine hareket ettim. Eser hemen açıkça görüldü. Görmedin mi? Görmüyor musun ki, bunu başkaları yapsalardı onları parça parça ederlerdi. O söz bilmez adam niçin boş yere konuşsun. Yersiz, bilgisiz sözler onun sözleri değildir. Bunun delili de, söz üretme kurallarını bilmediği için bunu yapamamasıdır. Gramer okumadığı için söz çekimini de beceremez. Sözü ters söyleyeyim yahut çevireyim, başka anlamda söyleyeyim, farkında olmaz. Akıl kapısından dışarı çık perde çok uzakta mı duruyor? Onların bir adım bile yürümeye cesaretleri yoktuı. O dedi ki: «Sentakstan (Nahiv ilmi) hiç haberi yoktur.» Sentakstan, o kimsenin haberi vardır ki, kendisi sentaks olmuştur. Yallah ki, insan tamamıyla sentaks olmadıkça bu bilgiden haberi olmaz.

Ben bütün cefayı ancak sevdiklerime karşı yaparım, ama bazı kere yaptığım cefanın yerinde olmadığı da oluyor. Davette, kolaylık göstermekte kahır da vardır, lütuf da vardır. Ama halvet âleminde hep lütuf hep hoşluk vardır. Bana, bundan öyle bir kuruntu geldi ki, onun da maksadı benim geri dönmekliğim değildir. Tekrar bağa dönmek de boşunadır. Çünkü onu bağda göremiyecek, hatta Çelebiden, orada bu sırrı açıklamış olmasından korkacaktır. Onu görmek imkânı da yoktuf.

Orada Bedr’e gitti dediler. (M. 177) «Bedr’e niçin gider?» dedi. O halde bana da izin ver, söyle ki, gideyim. Beni ne tutuyorsun? O gideyim dedikçe, «Hayır, asla, asla!» diyordum. Bana güldü. O gülüş Allah bana bir nimet verdi, demektir. Bunun teşekkür borcunu nasıl yerine getireceğim. Sonra bu, şu anlama da geliyordu: Sen ne söylüyorsun? Ben sensiz nasıl yaşarım? Allah iyiliğini versin!

Bu kadın, «Ben seni istemiyorum,» diyor. Eğer bu sefer geçip giderse benim umurumda değil. Şahit getireyim, o gelmeden ayağını çözeyim gitsin. Asıl beni üzen, elimi eteğimi bağlayan nokta, onun gönlü bende, gözü arkada kalmasıdır. Bu, bana ayıp olurdu. Çaresiz bir kadının halini o ne bilir? Bu kadın ki, benim nikâhıma girmiş, aramızda yakınlık hasıl olmuştur. Böyle yaparsa, o iyi bir kadındır. Ona kendi gözü ile bakmayın. Benim nazarım, her kime ilişti ve tenim her kimin tenine değdi ise, o büyüklenmezdi, kendini asla aziz saymazdı. «Bedr’e ne yapar?» dedim. «Teferrüç yani gezinti,» dedi. «Bu millet ile nasıl kaynaşabilir, nasıl gezintiye gidebilir? Onlarla nasıl oturabilir? Sanki o senin koçandır. O kötü huylu koca, benden izin almadan nasıl gidebilir? Bilmiyorum ki o hangi terbiyesiz bir davranışla seninle bunu yapar? Mevlânâ’ya benim saygılarımı söyle. Bir an için bir kaç söz konuşmak üzere uğramasını rica et! Zihnim karışık olduğu için, bir ara geleyim,» dedim. «Dostun zihin karışıklığı dostluğuna da geçer,» dedi. Benden rica etti. «Ona on gün mühlet ver, bir ev tutsun da gitsin.» «Ona söyle ki, iki ay otursun, iki yıl otursun, ömür boyunca otursun da bizi incitmesin. Söyle ona rezalet çıkarmasın ve otursun!»

Hiç kimse görmüş müdür ki, sözü tekrarlayan onu söyleyenden daha üstün olsun? Henüz bir söz söylemedim. Hani nerede araştırın da bakın. Kemal Mu-arrif’e dedik ki: «Ben bugüne kadar bu şehirde paça yemedim.» Sana yüzlerce lanet olsun eğer yemezsen, o yedi yüz makbul orucun makbul olunmasın. İçeriden hayretle arifler sultanının kapısına baktı. Dışarı çıkmadı. (M. 178) Karnı yırtılıyor, bacım kesiyorlardı sanki. Bu görünürde böyle değildi. «Şimdi sen ona yapışma, imamlar uygun görmüyorlar.» «Ama imamlar kim oluyor? Benim imamlarla ne işim var? Biz kendimiz imamlardanız.» «Böyle söyleme,» dedi. Sen başkalarının imamlarındansın. Başkaları da senin imamın. Sen de Allah’a yakın erenlerdensin! Bir kaç söz söyle bari diyorsun. Bir zümre vardır ki, hastanın başında Ayetü’l Kursî okurlar bazıları da vardır ki kendileri Kursî âyeti olurlar.

Padişahın biri, bin türlü saltanat ve debdebe ile yoldan geçerken bir külhancı dışarı fırladı, ona uygunsuz sözler söyledi, yol. üstünde sövdü saydı. Padişahın yanma yaklaştı kimse ile konuşmadı. Eğer konuşsa idi onu parça parça ederlerdi. Padişah yolunu çevirdi, «Şu tarafa gidelim,» dedi. «Ama Efendimiz niçin o tarafa gidelim?» diye soranlara, «Gönlüm böyle istedi,» cevabını verdi. «Padişahların kahrı kimleredir bilir misiniz?» dedi, «Külhancılara değil. Onun aslı külhancıdır. Külhancı, külhancı ile kavga eder. Padişahlar ancak fermanına karşı boyun eğmeyenleri tepelerler.» Firavun ve Nemrut için, «Elbette işitmi-şinizdir sizden önce kendilerine Kitap gönderilenlerle, Allah’a ortak koşanlara daha çok azap vardır.» (Âli İmran sûresi, 184) anlamındaki âyet de buna delildir.

Muhammed Emirci anlatıyordu: «Bir adam gelir, söylenir durur. Kaynanama şöyle dedim, karıma böyle dedim, cariyeme bunu söyledim, diye bulaştırmadık kimse bırakmaz.» Bu adam kadın istiyorsa on tane bile alsın. O temiz yürekli bir erkek bana da gelir kendi evinde de böylece konuşur. Adamın sakalını tuttum, birer birer yoldum, ona öyle bir şey yaptım ki, başkaları da ibret alsın. Bunlar kadınların ve Müslüman ailelerinin adlarını kötüye çıkarmasınlar.

Ben bu evin temiz adını ve çocuklarınızı düşünerek üzülüyorum. Siz nasıl razı oldunuz? Benim haberim olmadı. Eğer konuşuyorsun dersem, tekrar söyle. Ne dedim ki, evet diyorsun, bunun manası nedir? Manası bu demektir o kadar. «Eğer evet demekte geç kalıyorsam, niçin evet demiyorsun,» diye soruyorsun. Bu itiraz demektir. Ben zaten itiraz ediyorum. Eğer varsa söyle; q itirazda bir eğrilik varsa doğrultayım.

Bir adam vardır ki başka bir üstadın işinin kalıbı olur. (M.179) O kimse candır. Bundan keder yoktur. Allahdan üstün kimse var mıdır ki, hem kalıp olsun, hem can olsun? Bu imkânsızdır. Ben seninle birlikte azap duyuyorum bunu filan zat ile birlikte konuştuk. Bu işten dolayı özür dilemektedir. Ben ona dedim ki: Yüzünü görünceye kadar bu sözlerle avunmam ancak Mevlânâ o görüştüğümüz yerde üzüldü. Ben kılıç ile teklifsizim. Beni bilirler. Bunu yapmıyorsam erkekli, ğim icabıdır. Yoksa sizin yaptığınız gibi yapmadım. Belki onu sevdiğim zamanlarda bile yapmadım.

Bir daha hastalığın bana yol bulmasına fırsat verme. «Aman işitiyor,» dedim. «Ne dedim ki işitsin,» dedi. «Bu açık sözleri işitir,» dedi. «Yani bir şey işitmeyeyim bir söz olmasın. Bir zamiri, (gizli bir sözü) var,» dedi. Görüyorsun ki, gizli sözü anladı. Eğer bu sözün dış anlamına arif itiraz ederse bundan doğacak üzüntü benim elimde değildir. O, elimde olmadan kendi kendine bana musallat oluyor ve yine elimde olmadan geçip gidiyor. «Nasıl olur?» dedi. Ona, kendi bilgisi perde oldu. îşte Kuran’da buyurulduğu gibi, «Onu bir Allah bilir, bir de bilgide uzman olanlar.» Günkü «Bilgide uzman olanlar sözün yorumunu bilirler.» dedi. Bunu, soru yönünden söylemişti, ona gülmüştünüz. Bu söz her iki anlamın dışında değildir. Söz yapıcı olduğu zaman uyku getirir. Nasıl ki, uyanık gönüller uykuda da iş görür. Aman tekrar söyle bu mısranın baş tarafı ne idi?

Sahabe (Peygamberin dostları) hiç itiraz etmezlerdi. Hazreti Mustafa’ya (S.A.) karşı inançları dola-yısiyle onu dinlerken mest olurlardı. O güzel sözlerden, Hazreti Ebubekr yedi hadisten başkasını nakletmedi. Eğer sorsalardı, aldıkları cevaptan çok faydalanırlar, birçok gizli noktalar açıklanırdı. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. Hallac’ın «Ben Hakkım,» sözü pervasızcadır. Bayezid’in, «Kendimi kutlarım,» sözü daha kapalıcadır, insanlar arasında hiç kimse yoktur ki kendinde az çok benlik olmasın. Hazreti Musa (Allah’ın selâmı üzerine olsun), «Ben yeryüzünde olan insanlardan daha bilginim,» diye biraz benlik gösterince Allah onu Hızır Aleyhisselâma havale etti ki, bir kaç gün onunla birlikte dolaşsın; o benlik davası kendisinden gitsin.

(M. 180) Hazreti Muhammed (S.A) Hazreti Ali’ye buyurdular ki, «Sen niçin vuslat orucu tutmakta bana uydun da böyle arık ve güçsüz düştün?» «Ben, her hangi biriniz gibi değilim. Allahmın yanında gecelerim, O beni yedirir içirir,» buyurdu. Bazı gerçekçi araştırmacılar, Kuran’ın şu âyetinin inmesini araştırmışlar ve demişlerdir ki: «Ey Resulüm, de ki, şüphesiz ben de sizin gibi bir insanım!..» (Kehf sûresi, 111) anlamındaki Allah hitabının özeti şudur: «Ey Resulüm! Sen Allahsal tecellî ile dolu olduğun vakit benliği kendinden uzaklaştır, böyle söyle.» Ama ulu Allah sevgili Peygam-ber’inin kutlu gönlünü kırmamak için de âyetin sonuna şunu ekledi: «Ancak bana vahiy gelir. Allahnız tek Allah’dır.» Bundan sonra da «Allahsına ulaşmak dileğinde bulunan güzel ameller işlesin.» Bu da evvelki hitapların benzeridir. «Ben, her hangi biriniz gibi değilim,» diyen Peygamber’ine şunu da hatırlatıyor; aynı âyetin sonunda, «Rablerine kulluk vazifesini yaparken hiç bir ortak koşmasın,» buyuruyor ki, bu da onun aynıdır. Lâkin iyi kullar cihan yurdunu ibadetle, akılla bayındırlaştırırlar. İki cihan bu iki şeyle yani ibadet ve akılla bağlanmıştır.  Bütün zamanlar, her iki âlemde tasarruftan gaflettedirler. Senin elin ayağın taklit ile uzanır, güçlenir, bunda yoksun kalmak korkusu yoktur. Ama önce inkâr ettirir, ama. sonra kendine gelince seni çevik ve canlı bir hale getirir.

Herkes, bu zehî (ne güzel) kelimesine aşıktır. Bu, «ne güzel» sözü uğrunda ölürler. Senin görüşün onun sıfatları iledir. Kendi dileklerinden başkasını isteme! Senin istediğin şey oradadır. Pisliklere, karanlıklara ve oburluğa, öteki âleme ait perdelere bakmak ve böylece bulanıklıklar ve zorluklar içinde yaşamak çocuk oyuncakları ile uğraşmaya benzer. Bazıları görünüşte onu yok ederler, gaflet uykusundan uyanırlar.

Yarın vaiz etmek gerekiyor. Bu zordur, ama bir kapı açılmıştır. Çare yoktur. Bu kapıyı kapadın mı feryatlar, şikâyetler, ayıplamalar başlar. Keski bunun onlara bir faydası da olsa. Söylenmesi gerekli bütün sözler söylenmiştir. Açık ve kapalı anlatılmıştır. Ama sanki hiç öğüt dinlememiş gibi davranırlar. Ne sözün açık anlamını kavrayabilirler, ne de maksat ve manâsım anlarlar. Madem ki anlayamıyorlar bu konuda nasıl konuşulabilinir. Bilgiye dayanmayan âmelin sonu sapkınlıktır. Bunlar acaba girdikleri çilelerden ne elde ediyorlar? Orada ne yaparlar? «Allahdan başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır,» yolundaki sözleri, dil işi değil muamele işidir. Onu uygulamak ister. Bilmiyorum bundan onun elinde kalan kazanç (M. 181) ister değişik olsun, ister olmasın. Söz ancak onun sözüdür. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir. Nihayet Allahın öyle kulları da vardır ki, o halin, hali olur. Senin söz üstadın bilmiyorum, ben miyim? Vardır diyorum. Şimdi bizim evimizin kervansarayında bize cefa veren o adam kimdir ki, herkes ondan inciniyor? Bunlardan biri benim. Bugün sanki bir yıldan beri binanın tapusunu bana vermişler. Ama şimdi de kötülük yapmak istiyorlar, bunu artırabilirler de. O zaman o tapunun ne değeri olur? Eğer gelir de bu kervansaray bana lâzım değil derlerse, bana olan saygıyı artırmış olurlar. Bu bana da yaraşmaz, geri al derim. Bu sözleşmeyi bozmak olur. Lâkin onun bu işin bozulduğuna tanıklık edecek kimsesi yok. Bu söz söylenmiş ama nasıl yapar? Ne gibi bir tedbir bulmalı ki, bu icar sözleşmesini bozsunlar. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. O sözden de şu beytin kokusu:

Beyit:

Evet güneş bir adamdan uzaklaşınca,

Güneş yerine çıra yakar o zavallı.

Olur bu işler olur. Allah işidir bu.

Benim sözümü hatırında tutamadığını anladığın zaman, başka sözlerle meşgul olursun. Sen namaz kılmıyorsun, bundan önce kılıyordun. Namaz ve ibadetle meşgul olmak mutluluk nişanesidir. Senin kuruntuların beni ihtiyarlattı. Eğer ayrılığın herhangi bir şey yüzünden olsaydı, bu sıkıntı ona bağlı olurdu. Eğer oraya gelirsen benim ayağımı kim tırmalayacak, beni kim kötülüyecek?

Peygamberlere bile iftira ettiler. Yakupoğullarına yakışmayacak sözler söylediler. «Bir oğlanı seviyor,» dediler. «O pislik yuvasıdır,» dediler.

Hazreti Muhammed (S.A.)’ yüzüğünü çevirince, «Sizi boş yere mi yarattık sanıyorsunuz? Siz yine bize döneceksiniz,» (Müminun sûresi, 116) anlamındaki âyetin hikmeti aşikâr olur. Gözleri çocuklarına dönük olan peygamberler zümresine de hile ettiler. Bu, onlara kendilerinin Hakta nasıl birleşeceklerini gösteren bir ayna oldu. Hazreti Peygamber Ayşe ile nasıl birleşti ise, bunun için hikâyelerin en güzeli, dediler ve zamane halkı bunu şehvet âlemine naklettiler- ve öyle adlandırdılar. Ama gördük kü bu vaiz, Davut Aleyhisselâm ile başka peygamberler hakkında neler söylüyor. Ancak oturan dinleyicileri etkiledi. «İsterse onlar meclisinizde hazır olmasınlar ve bunun için bu yolu açıyor, artık bizden vaiz istemiyecek,» dedi. Nerede o vaizlar? Bu vaizin okuyucuları nerede? Yahut nerede o peygamber ki, hep biricik oğlunu arasın? (M. 182) Nerede o biricik evlât ki, ayıpladıkları şeyi ‘o yaratsın. Onlara dedi ki: «Siz de falanın konuştuğu gibi vaiz edin! Hatta benim kardeşim ve vaizler neler söylerler; işte vaiz derler sana! Eğer insanoğlu isen başını bu medreseden yukarı kaldırmazsın, insanoğlu değilsen hayır; belki benim gibi söylersin: Ben Şam’ da, Rum diyarında kadılar kadısıyım, Halifenin ya-kınlarındanım. Kitabım boynumda, âlimler atımın dizginlerini çekiyorlar. «Bu karanlıklar içinde oldu,» derse o başka.

Ferhat ile Husrev ve Şirin hikâyesini Leylâ ile birlikte söylüyoruz. Eğer bırakırlarsa işler iyi olur. Lala hikayesini birinci gün yasakladı; ikinci gün bir kaç altın verdi, tatlı sözlerle tekrar müsaade etti, «Bana bir iş buyur,» dedi. «Şöyle böyle hiç şehvet sözü olmasın öyle bir şey bulunmasın içinde. Bu Lala işidir,» dedi. O günü baktım ve «Bu hal şehvet halinden ne kadar uzak!» dedim. O bir köşeden geldi. «Bu böyledir,» dedi. Keski bir şey okusaydı da beni şu medreseden kur-tarsaydı. Allah korusun ki bir şey okumadım da böyle bir kaç şey yapabildim. Allah’a sığınırım eğer bir şey okudumsa.

Şahap diyordu ki: Bu çocukcağız bana, Şam’a gideyim de tahsil edeyim diyor. Dedi ki: Allah’a sığınırım! Henüz gitmediği halde bizi bazı sorularla âciz bırakıyor. Ben bütün bu divaneliğimle nice akıllıları şarap küpüne sokmuşum. Bütün dalgınlığımla nice açık gözleri koltuğumda götürmüşüm. İçimde bir müjde sevinci vardı. Güya havalarda uçuyordum, yeryüzünde değildim. Tahsil ediyorsun ama bana göre hayır. Her gün bir satır okursan böyle olur. Babanın seni tahsile göndermekten maksadı şu idi: Zamane kötüdür halk çocukları azdırır. Allahtan korkmazlar. Bu anda Allah’a çok şükürler olsun! Senin elde ettiğin bilgiler yeter derecededir. Yolda çeşitli fenlerden söz açmıştım; Diyordum ki: Yol, ev gibi değildir. Ben türlü fenlerde yetkili bir bilgin gibi önemli fen konularından konuşuyordum. Biz, bir çok yazma eserlerden daha üstün geldik. Ama Mevlânâ bizden daha üstün. Çünkü her ne varsa bir kere ondadır. Sen kendini ta-mamiyle ona vermezsen o da senin olmaz.

(M. 183) Yüce Allah kutsal hadiste şöyle buyuruyor: «Bana bir karış yaklaşan kuluma ben bir arşın yaklaşırım.» Uzaklık, büyüklük Mevlânâ’dandır; açık söylüyorum. Bugün bana iyi bakacak mısın? Hiç mü-rüvette sığar mı ki seni bu kadar bilgi ile, üstün niteliklerle sade akıl yönünden göreyim? Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: «Kul acıkınca onun kalbinden ve dilinden hikmet bulutları yağmur yağdırır.»

Şiir:

Bu gün kıblesi mutfak olan kimselerin,

İyi bil ki, yarın yerleri cehennem olacaktır.

Ey senin o, gırtlağın ki, Allah’ın, «Yiyin için!» emri ile kesilmiştir! Bir kere sor ve de ki: Ey gırtlak söyle bir kere sen hançer misin? Yoksa hançere misin?

Az yemek sendeki gücü artırır, çok yemek hikmet ve düşünce kudretini azaltır.

Herkes mademki onunla kendini süsler, bu öğüdü dinle: Burada bulur da yemezsen, öte tarafta yersin, bu bana bir başlangıçtır dersin. Bunu öğren ki, gönül açıklığı ve sevap kazanasın! Aradığın sevgili sık sık sana yüz göstersin. Bunun misali, şuna benzer: iki kişi oruç tutar, biri bir şey bulamadığından aç durur, öteki ise bu orucu her şey bulduğu halde Allah rızası için, sırf sevap kazanması için tutar. Başka bir örneğini daha anlatayım: Bir hadım ağası ile başka bir delikanlı zinadan sakınırlar, yahut bir hasta ile güçlü kuvvetli bir erkek perhiz yaparlarsa, bunlar, hiç biri birbirlerine eşit olurlar mı? Nasıl ki, bütün hayvanlar da dişilerini bulamayınca göremeyince sabrederler. Ama hapsinin de zayıf bir tarafı vardır.

Şiir:

Ey  Leylâ’nın vefalı soydaşları,

Allah  sizin  sayınızı  artırsın!

Leylâ gibilerdir ki, aşka susayanlara karşı cömertçe canlarını bağışlarlar. Evet Horasan caddesinde develer gördüm; bilmiyorum ki üç yüz tane mi yoksa bin tane mi? Bu nasıl bir zor iştir ki, onların hangisi erkek hangisi dişidir, anlıyamadım Ötekilerini de bilmiyorum. Bari onun sözü, erkek ve dişidir. Eğer öteki erkek ve dişi olmasaydı onun sözü de erkek ve dişi olmazdı. Hareketi de erkekçe ve dişice olmazdı. Her millette erkek de dişi de vardır. Ancak bir toplumda yoktur. Bu ayrıcalıktır ama nerede o toplum? Mademki onu göremiyorsun ey sevgili artık ne söyleniyorsun? B’zi biraz yalnız bırak. (M. 184) Çünkü bize yakınlık göstermezlerde yalnız kalmanız gerekiyor. Bizim aşinamız, bizi tanıyan o can kimdir? Şimdi bu sözü açıktan söylüyorum. O kendi uğursuzluğunu nasıl anlayabilir? Bunu, Allah bilir. Eğer mana yönünden söz açarsak hoş olmaz. Eğer manadan söz açmazsak kutsal hadiste buyurulduğu gibi, «Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.» Söz eri olan bir insanın içinde dalgalanan nice sözler, nükteler vardır. Ancak onu dinleyecek yetenekte kimse bulamazsa neye yarar? Oraya gitti, oturdu. Deniyor ki, geride başka insanlar da var. Vaıza başlayınca benim hatırıma şu şiir geldi.

Şiir:

Hârâbat ehli oldum, gamdan kurtuldum,

Bende ne zabitlik kaldı, ne Kuran okuma kaygısı.

O özgür erlere hizmet yolunda,

Belimi, onun sağlam zünnarı ile bağladım.

Meclisin neşesi üç şeyle gelir derler.

Bende hem şarap var, hem güzel var, hem ışık.

Beyit:

Biz sana kulluğumuzu gösterdik, ne çare ki,

Senin çirkin huyun köle satın almasını  bilmedi!

Kuyu  kazan kimse sudan nasıl kurtulabilir?  Sitemli  sözlerle kendilerini ariflerden  gösterirler,  hep uğraşırlar ki, örtünsün diye. Bir de saçlarını hep dışarı fırlatır sonra örter, binlerce cilveler, yaramazlıklar yapar ki, kimse kendisini tanımasın. Akıllı adam onu bilir. O nerede, bu nerede? Bu birinin yaptığı, öteki gibi doğru olabilir mi? Böylece söze de dikkat etmelidir. Bir çok kimseler sözü kapalı söylemek isterler. Nihayet kendinden insaf et bir kere. Senin güzel bir cariyen olsa, hanımının erkek kardeşi de onu görse, ona, «Hoşuna gitmedi mi?» diye sorarsan, o hoşlanmamak ileride ne etkiler ve ziyanlar meydana getirir. Çocuğun biri, kendini öğen ve güzel bulan dadısına,  «Benim yüzüm  güzelse senin hoşuna gitmeyen çirkin yüz kimin yüzüdür?» demiş. O kimdir ki, beni bildiğini iddia ediyor? Dünyada hiç çirkin yoktur, ama bir ölçüye göre.  (M. 185)  Küfür bile çirkin değildir. Ama iman ile karşılaştırılınca çirkin olur. Yoksa kendi nefsinde güzeldir. O iman karşısına gelince, bozuk ve çirkin görünür. Demir nefsinde demirdir,  serttir. Ama onda halk için faydalar vardır, kuvvet yardır. Fakat bakıra göre derecesi daha aşağıdır. Çünkü bakır her şeye elverişlidir, her kılığa girer;  demirden ziyade, kimya işinde elverişlidir. Bu niteliği dolayısıyla de demirden üstün sayılır. Gümüşe sıra gelinceye kadar, çok güzeldir ama, altın, mücevher, dürriyetim denilen değerli inci de sıra ile biri ötekinden üstündür.

Yakuta sor bir kere: «Neden öyle kıpkızıl oldun? Yoksa sana bu hal güneşten mi geldi? Eğer söz onu küçümserse, değerini azaltır ve kırarsa onu başka bir manada, başka bir şekilde ayıklar gösterirlerse ne çıkar. Eğer böyle olmasa, onun hiç bir bilgisi yok demektir. Öyle ise en azından ona, «Pabuçlarını al! Biz bunu kabul etmeyiz; bunu kabul edenlere de engel oluruz, hayınlık ederiz,» deriz.

Ona sordum: Ne zaman beni bildin? Ne zaman beni gördün? Ne zaman eteğin eteğime, kolun koluma dokundu? Ne zaman benimle oturdun ve bana yoldaşlık ettin?

Balığın bilinen tarafı, onun suda yaşamasıdır. Eğer her hangi bir hayvanın sudan kaçtığını, su korkusu ile öldüğünü görürsen, o balık değildir. Ona Al-lahtan bahsedildiği vakit üzüntüden, korkudan ölür ve bu yüzden sudan çıkmak ister. Ama balığın suda yaşadığını isbat için, davaya, şahide, isbata hacet yoktur. Çünkü o suda yaşar, sudan çıkmaz, rastgele çıksa bile asıl olan onun suda yaşamasıdır.

Diyelim ki, Halife bir zümreye beyaz, bir zümreye yeşil, başka bir zümreye de kırmızı elbise giydirmiştir. Hatta bazılarının başlarına geniş kenarlı külahlar koydurmuştur. O bununla övünür ve onu bozmaz. Ancak onun vezir ve, yakınları belki bu töreyi değiştirebilirler. Ama onlar da hep birlikte o halifeye sığınırlar. Çünkü onların halkı korumaktan başka işleri yoktur. Başka maksatları da olamaz. Halife kendisi için iyi olanları bilir, onu affeder, nefsiyle bilir. Vezir, eğer ona karşı bir düşmanlığa kalkışan olursa bunu haber verir. Onun bundan başka işi yoktur. Kutsal hadiste Allah şöyle buyuruyor: «Gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak hoşuma gittiği için yaratıkları yarattım ki, beni bilsinler!»

Hama ile Hana arasında Hasana’ya gittim. Mev-lânâ ile Mecduddin aralarında şöyle konuştular: Biz uyuştuk. Evet Şemseddin bizi atlatmaktan hoşlanır, îsrar edersek evet der, ne iyi olur, yine gider. Eğer bizden ayrılırsa tedbirli davranmamız gereklidir. Vaz geçerse hiç bir şey olmamış gibi davranırız. O zaman bize meşhur Cuha’nın kolu çolak olduğu vakit tamburunu çalarak söylediği şu şarkıyı hatırlamak gerekir,

Şiir:

Ben hep senin köyünde kemik topluyorum ki,

Oraya hiç bir köpek ayak basmasın diye.

Onlar nerededirler? Onlar kimlerdir? Nihayet ben diyorum ki, onlar benimkilerdir. Sonunda anlaşıldı. Dediniz ki, sen hep şu mısraları mırıldanırdın: (M. 186)

Şiir:

Ay yükseldi,  biz alçaklaştık

Beyit:

Sevgilim bundan  sonra bizden her ne işitsen,

Artık el açma bize, çünkü biz gittik elden.

Görüyorum ki, göklerden dalga dalga nur yağıyor.. O yavrunun yüzünden, benim yüzümden ve gözümden fışkıran nurla tâ ciğerimi görüyorum. Kuran’da, «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz,» anlamındaki âyetin yorumu şudur: Bu âyet bir kere müminler hakkındadır, onları ilgilendirir. Eğer buradaki özellik onun hakkında ise ne dersin? «Niçin söylüyorsunuz?» Sözü, kıskançlık kaynağından gelmiş olurdu. Onlar kendi testilerine başkalarının tortusunu doldurmaya hiç razı olurlar mı? O halde «Yapmadığınız şeyler,» buyrulmasının yeri olur muydu? Yeter ki bir sebep olsun. Bunlar bir toplumdur ki, onlara iki akça verip, kaseyi doldurup götürebilirsin. Bu ne demektir? Katırın açlıktan kemikleri dışarı fırlamış. Sözünden başka hali de değişti; hali ile birlikte konuşması da düzgünleşti. Artık bir şey söylemez. Bu azarlama onlar içindir. Siz niçin halinize uygun olmayan bu sözleri söylediniz? Derler ki, hayır ben, bu hal ehlinin kulu kölesiyim. Onların duyduklarını duyanlardanım. Şu halde iş böyle olunca size mübarek olsun! Bu çok fena bir haldir, kendine oyun oynuyorsun demektir. Erkeklik odur ki, düşmanın oyununu görebile-sin.

Söze başladı ve dedi ki: Söyledi ve söylüyoruz. Bunun nihayet senin oyunun olduğunu görüyorsun. O gece kendisini çağırmadıklarından dolayı incinmişti. Beni de evde zayıf birisi var diye çağırmışlardır. O kimdir diye sorarlarsa, buraya gelmesini istemediğim bir adamdı dersin. Ona bir peri verdim ki, gerçek görüşlü olduğu için gelmedi, uçtu gitti, beni kurtardı. Ama nihayet bu kanadı sana ben verdim. Gerekirdi ki, şimdiye kadar yerinde kalmış olsun. Yaklaştı ve dedi ki: Ben Kerim ile bir tarafa gitmek istiyorum. Eğer yal-nızsa. Yalnızdır, değildir, kendisi bilir. Ben ona, «Düşmanın oyununa dikkat et,» diyorum. «Oyun bundan daha açık olur mu ki, falan evde öleceğim,» dedi. Ona çok inanırdık ve o açık konuşmuştur, diyordum.

(M. 187) Allah bizim aramızdadır. Bu işareti dinle! Görüyorsun ki, şahitler meclistekiler benden uzakta. O gece, onun gönlünde parlayan, nurun etkisiydi. îstedim ki o zaman ona sorayım: Kim ne dedi de ona güldün? Sert bir bakışla ona baktım. Ama kendimi tutabildim. Öfkem geçsin diye, çünkü hastaydı. Geçen gün de kendisine gülerek bir göz attım. Eğer bu doğru bir bakış olsaydı iş kolaydı. Bununla beraber zordur. Toprak altındaki nazeninlerden birkaç tayfamız var. Öyle nazeninler ki, karanlıktadırlar. O başka mesele. Benim sultanlığımda bu türlü şeyler olur. Bu saatte ne var ki, hatibin kılıcı gibiyim! Ne keserim ne batarım. «O bilip de sükût ettiğin şeyi bu saatte görürsün,» dedi. Sordum ona: «Neler söylüyorsun? Benim hatırım için ona gerekli olan şeyi bir kere söylemez misin?» Evet ben çağırdım, ben söyledim, Alâeddin’e, Kerim’e söyledim. Benden çok incindiler. Ondan sordum. Sen bana şöyle diyorsun: Kiminle çağırdın? Nasıl çağırdın? Seni böylece hoş karşılayınca, ne yaptım ki, beni takdir ediyorsun? Şimdi gel ki, sana bir öpücük vereyim!

Ahi’ye dememiş miydin ki, Şemseddin sizden bahsediyor. O bizden atılmıştır. O Hâcegî denilen, kılı kırk yaran, fakr mertebesinde biricik bilginden bir kaç kat daha iyidir. Ben meclise geldiğim zaman elini ağzına koyar, «Susun, biz ne biliyoruz,» der. Şimdi dedim ki: Bizim aramızda bir bilirkişi gerektir ki, bu meseleleri kesip atsın, o ayırt etsin. Ama o bilirkişi dışardan olmalı. O, neye karar verirse inayetle baş eğmek, karara saygı göstermek gereklidir. Yoksa onun azıcık da bir gücü olamaz. Ama burada karar iş arasında veriliyor, îş arasında el çırpanlara, gemiye atlayanlara, satranç oynayanlara, hepsine hüküm veren o bilirkişi olmalı.

Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zey-neddin Kelusî’den sordu ve dedi ki: «Ben Allah’ı gördüm, ondan bir elma istedim, bana verdi. Sen Allah’ dan ne istersin? Bayezid-i Bistamî, Allah’dan Allah’yı istedi; filan kişi filanı istedi.» Zeyneddin de dedi ki: «Ben de Allah’dan Allah’ı istiyorum.» «öyleyse, sen Bayezid’in mertebesindesin,» dedi.

(M. 188) Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başım salladı, artık hiç bir şey söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi. Öyle acayip bir hale gelmiştim ki, bu hal çocuk yaşında pek az kimselere nasip olmuştuf. Horasan’dan gelen büyüklerden biri yönünden üstada bir gönül açıklığı gelmişti, ona bir şeyler doğuyordu. «Bana gel, benim babam ol!» diyordu, beni buna zorluyordu. Onun çocukları için oldum; ne yapayım, onun hastası olmuştu. Bu saatte hastaların başına gidersek orada rahat vardır. Çünkü ulu Allah karşına ne çıkarırsa onu kendine tam bir mutluluk sayarsın.

Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz bir toplum içinde tutsak düşmüştür diye beni gönderdiler; ona bir ziyan erişirse yazık olur, dediler. Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile, onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada engel olmuyorsa, onun zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl olur? Falan yere gidelim derler ona. «Hele bir sor,» der, «Şem-seddin orada mıdır? Eğer yoksa şimdilik işim var…»

Filan kuyumcu dedi ki: «Senin hakkında uygunsuz sözler söylediklerini işittim.» O övmeye başladı, ben, onu övünce, «O nasıl olur?» dedi ve ilâve etti: «Sen böyle değildin ancak onun sohbeti bereketi ile böyle oldun. O seni açtıkça açılıyorsun.» Parmakla dokundum, böylece eğildi ve dedi ki: «Sen sohbete lâyık bir insansın.» Ben hemen atıldım ve dedim ki, «Eğer halvet olur da yalnız ikimiz beraber olursak, bana on pabuç vurur1 musun? Her açılışta daha parlak bir hale geleyim. Sen büyükler hakkındaki sözlerinle sohbete en lâyık bir zatsın.» Ona inanmıştım, işitmiştim ki, büyük bir bilgindir, şöyledir böyledir. Ama bununla değil. Şimdi iyi sohbete dikkat et. îster ki siz mescitte olasınız; oraya gelsin sizi görsün ve beni de övsün.

(M. 189) Bana dedi ki: «O, iyi olur ama falan kuyumcu da şeyh olmuştur, ne dersiniz?» Herkes kendi makamında büyüktür. Ama onunla ne ilgisi var? Bu hiç kimse hakkında uygunsuz söylemek değildi, bize göre onun âlemi başkadır. Derviş ham hayaller peşindedir. Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir. Nasıl olur da erlere hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır? Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan kokusu geçtikten sonra kıpkırmızı olur? Allah erlerinin raksı lâtif ve hafiftir. Su üstünde yaprak gibi yürürler. İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır, dışarıda saman çöpü gibidirler. Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir. Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları «O öyle bir görücüdür ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir.» Evet, bütün bu sıfatlar görüyorum ki benim de sıfatlarımdır.»

Şiir:

İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?

Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?

Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;

Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı…

Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:

Beyit:

Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:

Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.

Şimdi nerede o dizgin çekme. Şimdi beni kendi halime bırak! Onu en azından zahir yönünden yemekten içmekten yasaklıyorum. Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç ayakbağı olmasın; yemek içmek düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi bende olmasın. Yani sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım. Bir vakit hizmet etsin, îşte bu çirkin bir şeydir, şüphelidir de. Kul için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine uzatsın da kurtuluşa ermesin?

«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyurulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye davet ediyorsun? Karayüzlülüğe mi? Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey değildir. Başka biri, «Tahammül et!» der. Söz Allah’ın sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür. Alâeddin’e satranç tahtası alma! Mevlânâ’nın dostu isen bunu yapma! Çünkü onun öğrenim çağıdır. Onun vakti dardır. Geceleri uyku uyumuyor. Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha az bir zamanını uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu lâzım. (M. 190) Ama işitirse benden incinir. Bana, işimi öğretiyor, der. Bu sebepten Hakkı düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler. Onlara bir kâr kokusu gider, ürkerler. Bu çok garip şeydir. Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir. «Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır,» demişlerdir. Bütün vücudu dil kesilmişti. Soruda, cevapta terbiyesizce davranırdı, Hak âleminden hiç haberi yoktu.

Sizden sonra,  ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır, insan, semâ vaktinde başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir. Namazda da başka zaman giyinmediğini giyinir. Su dağıtılan yerde bana bir, üveyk sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla benim aramda eskiden beri birhekim var ki, o başkalarına söz verir, sözünden dönerdi. O, böyle yerde nasıl olur? Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini onlara anlatsaydım, mest olurlar, neşelenirler; Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar, onlarda açıkça belirirdi.

Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar. Ancak iş iyi gitmedi derler. Vakti gelince gazelden sonra raks edeceksin diye kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size. «Ne türlü nefesler vuruyor, baş sallıyorsunuz,» deyince, söz söylemez, gazel okumaz. «Bu nasıl raks?» deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni bu iş için tutuyorum,» buyuruyor. Derviş de, «Yârabbî yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?» diyor. Mademki yanıyor-sun, bu, cevheri kırma hikâyesini andırır. Sevgili âşı-kma sorar, cevheri niçin kırdın? Sevgili cevap verir: «Ben, cevheri benden sorasın diye kırdım.» Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır: Rahmet deryası daima coşmak, dalgalanmak ister. Bunun sebebi de senin yalvarman, ağlayıp feryat etmendir. Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz,, coşup köpürmez.

Şiir:

Anne yavrusuna meme verir mi söyle,

Yavru aç kalıp da ağlamayınca?

İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen r görmede,  işitmede  ve   akıldaki  hikmeti   anlamayan, âlemin nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri ile vahiy ve ilham getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede olanlar derler ki: «Acaba neden benim kısmetim geç kaldı? Yahut bu iş neden böyle oluyor? Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191) Allah’ın dilemesi yeter mi?» Sonra eğer Allah’ın merhametli, bilgin ve güçlü olduğunu bir âciz görürse işi kabul eder.

Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler. Tam iki yıl yol yürüdüler. Nihayet ırmağın, bir dağın tepesinden çıktığını gördüler. Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak suya atıldı. Öteki de arkadan atladı. Bazılarını, (onlara ne olduğunu Allah bilir), galiba onları aşağı çektiler. Başka ne olmalı? Bazıları da geri dönerek haber getirdiler. Dediler ki: «Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz. Denize dalan kurbağa gibi bir ses çıkardılar.» Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu işe razı olmuyorlardı. Nasıl ki, kaz yavruları yumurtadan çıkınca anneleri karada gezerken yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de beraber girerler. Su kenarına gelenlerden bunları görenler, «Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler. Zaman zaman dostları anmak ne gariptir. Sen de bu ayıklık makamında mest olup kalma!

Ola ki, onun maksadı odur. Yani istiğrak (Allah’ sal hayale dalmak) makamında kalma; daha üstün bir mertebe ve makam iste! Ama hayır bu onun işi değildir. O, olduğu yerde sayar, başka bir şey yapamaz. Eğer o yüksek mertebeyi isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir testi gibidir. Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki: «Yine senin yanında olayım, başka bir yere gidemem!» Halbuki onun küpü onun gibi yüzlercesiyle dolup boşalmıştır. Ama yalnız küp, taşın karşısında zavallı kalır. Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır. Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama içindeki berbat olur; etrafa yayılır ve bulaşır. Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek gerekir. Çünkü susmak suretiyle verilen cevaptan anlamazlar. Yani hoş geldin, güle güle, sefalar getirdin gibi açık sözlerden anlarlar. Kuran’da, «Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?» anlamındaki âyetin yorumu nedir? (M. 192) Sonra, «Allah semaların ve yeryüzünün nurudur,» Anlamındaki âyet ne diyor bize?

Mısra:

Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!

Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız kaldığın zaman, «Allahm! Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra herkese karşı, «Sizin en büyük Allahnız benim!» (Naziât sûresi, 24) deme. Zahirde de bâtında da, hayır, demek gerektir. Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi hataya düşmeyeyim. Acele, şeytan işidir. Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey göremezler. Çünkü onlar, hep görünüşe bakar, nakısı ve sureti görürler. Günahlarından dolayı da mağfiret dilemezler. Tövbe, Ademin ve evlâdının sıfatıdır. Hatada, günahta direnmek de iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır. Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın için!» diye ant içer. Rumî’yi Anadolu halkını ben yarattım; Türkü, Hintliyi, Arabi da; ama lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş.

Sarayın sofracıbaşısı, Şahın üstüne yemek, damlatır. Şah, «Asın şunu!» diye emreder. Adam geri kalan yemeği de Şahın üstüne boşaltır. Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar. «Bunu niçin yaptın?» diye sorar. Sofracı, «Mademki beni astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi. Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der. Bugün o sofracı yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi. Bu utanç verici hal ana ve babadandır. Çünkü onlar beni bu kadar naz ve nimet içinde beslediler. Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi. Ancak gülerek, «Oyun mu oynuyor sun güzel?» diyebildi. Ama bu bir kaza idi. Kedi savuşturdu. Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza gelseydi ne olacaktı? Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.

Şiir:

Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,

İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.

Yaptığın işi yavaş  yavaş yap, biraz sabırlı ol,

Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.

 

Ey  seher yeli!  Bir semtten  haberin var mı? (M. 193)

Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?

Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?

Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!

Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Allah eri) odur. Bir gizli gerçeği açıklıyorum. Âlemin dört bucağından onun toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var. Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu ziyarete gelmişti. Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi. Başka bir aziz uzaklardan bir çok yol teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, îzin almasına imkân kalmadı. Ben bu adamdan ummazdım ki, konuşsun. Ben konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler». Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de şu duvar var,» dedim. Mademki duvarla konuşmuyorsun ben’mle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun. Lütfen anlat!

Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.» Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi. Bir zaman diyordum ki: «Farzet ki ben burada yokum, îşte herkesin kavgası da bundan çıkıyor. Niçin olmayasm burada?» Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi. «Evet» dedi, ama bana nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil. Ben bunlardan kaçtım, usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler. Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini süpüreyim, sessizce orada oturayım. Ansızın bir şey işitildi. Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır hayır! dedim. Eğer ben iyi insan isem, benim makamım burası olur. Geceleri tahta çıkar otururum. Kimse bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle yaptın, demez. «Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194) Gittim çok uygunsuz sözler söyledim. İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.

Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti. Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? diyordu. Bazılarım atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum. Eğer sözleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.

Ben   vaktiyle  ikiyüzlülük   ederdim.   Şimdi   yapamıyorum. İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî konuşacak. Celâleddin de konuşacak. Bu çok zor bir durum. Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor? Eğer söz bunun sözü ise, öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede yoktur. Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini, tozunu bulamazsınız.

Öğretmenlik yapıyordum. Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber verdiler. Eteğinden yakaladı ve sordu. Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehire gitmek için bir günden daha az yol yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır derlerdi. Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı. Bu nasıl olur? diye yorumluyorlardı. Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur? Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum. Bin yıl imana davet etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı, gibi bir çok yorumlar yaptılar. Nuh elbette davetten vaz geçmedi. Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı. Çeşitli rivayetler vardır. Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet doğrudur. Ama benim için onun kabulünden ne çıkar. Dedi ki: «Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?» Dedi ki: «Onun boynunu, elini, ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195) Susayım, katlanayım, ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım. Ancak her kesin bir huyu vardır. Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.

Bu kadının tuhaf bir isteği var. Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu. Bu saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça ettiler sanırsın. Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir. Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış. Ama o bir insan olsaydı işi tamam olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi. Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla beraber hiç bir şey değildi. Eğer ona sövüp say-masan böylece susmaz; sesini kesmez. Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler söyleyerek geçip gitti. Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim. Bizim gidişimizden öfkelenir. ,

Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir. Burada, deveci kılığından nasıl kurtulayım? der. Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır. Buna güç yetiremezler. Ancak Şahın hazinesini kendi hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır. Akılları başlarındadır. işte o hal, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S. A.) halidir. Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı. Belki bütün işler ona belirli ve açıkça görünürdü. Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır. O ilâhi dalgınlık bir çoklarında da vardır. Hele bunda başka bir letafet vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün işlerinde uyanık kalırlar. Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsay-dı, elsiz ayaksız kalırlardı. Nasıl ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.

Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslümanın kim olduğu açıklanmaz. Müslümanlık doğru sözdür. Yüz bin lanet o cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur. Benim yanıma getirirler ki, işkence yapsınlar. Buna hiç benim gönlüm razı olur mu? Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.

Şiir:

Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)

Ona  mimber değil, darağacı yakışır.

Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak yalnız Allah yolunda birleşmeleridir. Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlânâ’nın yanında rahattayım.

Yolunu şaşıran Bayezid’in hikâyesi: Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş değildi. Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.

Şiir:

Mumun pervanesi nuru arayayım derken,

İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.

Burada iş aksinedir. Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti. Yani onlar asla mescit yüzü görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede? Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var? Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı onun yanına götür. Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler. Onlara özürler diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı. Ama dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman yaşarlardı. Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.

Ey yüce bilgin Mevlânâ, seni övmeye lüzum yok! Sen de övülmeyi bırak! Bunu şundan dolayı söylüyorum ki, Mevlânâ’yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın. Ona sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin. Beni inciten her şey gerçekten Mevlânâ’nın da gönlünü kırar. Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi. «Bize misafir gelir misin?» derdi. «Bir saat kadar gel de görelim seni,» diyebilir miyim? Eğer seni yiyeme-sem, yemeğini nasıl yiyebilirim. Bana haram olur. Benim içimde haram lokma olmasından Allah’a sığınırım.

(M. 197) Mecduddîn ile konuşuyorduk. Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk. Sakın gönlün incinmesin, Mevlânâ (Allah ona uzun ömürler ver* sin) dışarı çıktı. Senden incindi. Mevlânâ böyledir; beklemeye takat getiremez. Diyorsun ki, bu iş çetindir. Büyükler nezaketlidirler. Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi. Orada boş sözler var. Kulağına şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler. Gel eğer bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler söyleyeyim. Bugün gerekli olmasa bile anlatayım :

Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanındakilerine, «Sizler çok cömert insanlarsınız,» der. «Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.» O arada adamın pabuçlarını çalmışlardı. «Aman,» der, «Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun,  bari tamburumu verin de işime gideyim.» «Burası mescittir,» dediler. «Eyvah,»    dedi, «Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de buradan gideyim.»

Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı. Yol üzerinde bir değirmenciye uğradı, dedi ki, «Selâm sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?» Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin. Bu ağır canlı adam nereden geliyor?» «Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?» «Getir,» dedi. Değirmenci giderken pişman oldu, geri döndü. «Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış. Ekmek yok un var yer misin?» «Evet getir her ne varsa getir!» Adam tekrar geldi kendi kendine: «Yazık» dedi, «Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.» Bu sefer tekrar döndü ama «Dan karışık,» dedi. Sonra tekrar geldi, «Öğütülen un yetim malıdır,» dedi. Nihayet tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın yüzüne fırlattı, «Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi. Sonra, «Sanıyorum ki,» dedi, «Gözlerin rahatsız olmuştur.» Bir ırmak kenarına götürdü, «Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198) Şah oradan ayrıldı. Yolda bir Türk çocuğuna rastladı: «Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi. Çocuk, «Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin diye sor,» cevabını verdi. Mahmud kendi kendine, «Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının dizginlerini yavaşça çekti geri döndü. Çocuğa «Selâmün aleyküm,» dedi. «Aleyküm selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne varsa getireyim,» dedi. Şah bunları yedi. Çocuğa: «Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin. Olaki Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.» Yüzüğe iyi bakınca: «Eyvah!» dedi çocuk, «Ne yazık ki koyun kesmedim. Ne yaptım ben?» Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi. Şah askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi. Hepsi yüzüstü kapandılar. Onu saygı ile karşıladılar. Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş. Onlarla yüz yüze gelince hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular. Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur. İçinden bir «Ah!» çekti. Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki bu Şahtır!» dedi..

Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!

Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.» Silâhlı yüz süvari yola çıktı. Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı. Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler. Biri sordu: «Değirmenci bu mudur?» «Evet budur,» dediler. Adamcağız, «Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı yani, «Öldüm,» dedi. «Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?» Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil, nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.» «Kalk!» dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar, «Kalk!» dediler, «Seni Şah istiyor.» Değirmenci yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer adamlar! Ben nerede, Şah nerede? Ben zavallı bir değirmenciğim. Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!» «Uzatma,» dediler, «Kalk çabuk seni Şah istiyor.» «Ama çok iyi öğütürüm.» «Çok konuşma kalk!» dediler. Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.» «Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk» dediler. Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar. Çeke çeke götürdüler. Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı aradı, ama onu göremedi. Ancak Sultana, «Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi. Sultan dedi ki: «Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı sunarım,» dedi. Gizlice ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın, dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü bekliyordu. Üç gün geçtikten sonra, «Onu getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler. «Artık benden ne istiyorsunuz, bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi. «Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp kurtulamayacaksın.» «Eyvah!» diye feryadı bastırdı. Şahın huzuruna götürdüler. «Adamcağız,» dedi Şah, «Söyle bakalım pirinci tane tane mi yersin?» «Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi. «Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?» «Ah nerede onlar!» «Sütlü pirinç de yer misin? Hele şekerle iyice pişirilmiş olursa!» «Ah nasıl yemem.» «El’mize geçse biz de yeriz bunları.» Böylece bir çok nefis yemek saydılar. Değirmenci, «Ey ulu Sultan! Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı. O merhamet duygusunun etkisiyle Hayyam’ın şu beytini hatırladı.

Beyit:

Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,

Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!

Şah gülmeye başladı. Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde yola vurmalarını emretti. Sonra «Onu geri çağırın,» dedi. Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah beni kandırdı, ama belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı. «Bari şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.» «Gel, orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar. Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın! (M. 200) Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne çarpma! Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci şartı da ben söyleyeyim: Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»

Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim! Hasta oldun öpeyim bari; öp artık kaçıyorum öp, elimi de bırakıyorum… Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için. Gece yarısına kadar hiç uykum kaçmadı. Hep yedim, karnım davula döndü. Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler. «Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.

Pirlerden biri dedi ki: «Henüz Mevlânâ’nın mec-lisindesin. Allah’a şükürler olsun! Ama müritler sizden ayrılmak sevdasında. Bu onların körlüğünden ileri geliyor. Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Ademoğulları bu adamın meleği olurmuş,  bir zaman da bu adamın şeytanı.»

Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim. Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim. Ona çocuk kaçtı, yalvardılar, kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu. O bununla gelmez dedim.

Mısra:

Bu işten vazgeçmek gerek, yahut edebini takınmak.

Ne hayaller kuruyorsun?

Ben ne söylüyorum?

Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!

Adamın biri halkın malını yerdi. Kendini deliliğe vurmuştu. Kadının önüne oturttular. «Ham ham!» diye söze başladı Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu. «Ham ham.» Kadı, «Ham ham, divane sözüdür bunu tımarhaneye götürsünler,» dedi. Adamı tımarhaneye soktular. Tımarhane onu nasıl serbest bırakır? Biraz sonra Kadıya ondan daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir. Yüz Bağdat çarşafı, yüz top istanbul atlası, yüz kat başkaca elbise dava ederler. O da, «Ham!» der. Kadı, «Hayır,» der. «Ama efendimiz herkesi temize çıkarıyor, beni eziyor, ham, ham.» Kadı der ki, «Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.» Kadı tekrar sorar: «Ne diyorsun.» (M. 201) Suçlu, «înkâr ediyorum» der. «Hayır,» der Kadı, «Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin. Müslümanların hakkını ver!» Suçlu, «Ben, şu ya da bu kimsenin emanet bırakmasın-san korkuyorum. Ama nereye bıraktı? Sen diyorsun ki, o Buharalının kapısındadır. O zaman bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler. Mallar eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi ama ya ben açlıktan ölürsem. Evet ver diyorsun, hoş söylüyorsun. Fakat kime? Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını pay eyleyesin ben de böylece bakayım. Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim hatırım için yetmiş lokma ye.»

Mısra:

Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.

Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim. Şimdi sen de diyorsun ki: «Hiç iyi değdim, ya içimde bir rahatsızlık var yahut bir sıkıntı var bende.» Çünkü sen benim canımın içindesin, orada yer tuttun. Can içinde etki yapıyorsun. Ey Efendi, Çelebi! Bu isteklerinden, boynumuza sarılıp öpmelerinden, nazım yolu ile, başka yollardan bir takım cilveler göstermesinden anlıyorum ki, bende Allah tarafından yarlıgan-mak nişanesi var. O tarafa düşmem yakındır. Günahları bağışlanmış kullar arasında dalıp gideceğim bunun belirtileri var.

Ulu Allah Kuran’da, «Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz,» buyuruyor. Bununla ne diyor bize? Ufuklarda ayın iki parça olması mı? Yaz mevsimi mi? Sonra aynı âyetin altında, «Ve onların nefislerinde,» buyuruyor. Hastalık veya sağlık mı? Bunlar ne güzel yorumlardır.

Ey tefsirciler, başka bir anlatışa göre de ufuklar-daki âyetler, ayın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Haktır. Yani şüphesiz Allah Haktır; Muhammed de Haktır. Ne güzel yorum bu! Ama hakikat yolcuları ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kuran’ı onlar bilir. Kuran’ın güzelliği onlarda yüz gösterir, onlarla cilveleşir. «Şüphesiz o Haktır,» demek ne demektir? Yani Allahın kim olduğunu herkes bilsin diye, «O haktır şüphes:’z,» demek bir yorumdur. Kudsî var iken Tusî’yi ne yapalım. Rahman sûresinde, «Allah Kuran’ı ona öğretti,» âyetinden anlaşılıyor ki, Kuran’ın tefsirini yine Allahtan dinlemek gerektir. Bunu Haktan başkasından dinleyemezsin. O yorumcuların tefsiri onların kendi halidir. Yoksa Kuran’ın tefsiri değil. (M. 202) Kuran’ın sözlü tercümesini beş yaşındaki çocuklar bile yapabilirler. Hazreti Mustafa (Allah’ın selâmı ona olsun) Ebû Hü-reyre’ye uğramıştı. Onun pek çekingen davrandığını anladı ve sordu: «Niçin böyle çekingen davranıyorsun, perhiz ediyorsun?» «Temiz değilim de ondan,» dedi. Peygamber, «Mümin pis olmaz,» buyurdu. «Zararı yok, öyle kara yüzlü durmanın ne gereği var?» Diyelim ki, yoldan bir kızcağız geçer, kendinde bir hareket duyarsın. Bunu başkaları anlarsa seni ayıplar, anlamazsa sana işinle meşgul olmak gerekir. Bir rastlantı sırasında Mahmud’un annesi oğlunun içkiyi yasakladığım görüyor, «Afiyet olsun sana, mutlu ol oğlum, beni de mutlu ettin,» diyor. O bunu yapmayaydı, incinirdi; yatakta uykusu gelmezdi. Annesini «Acaba ne olacak?» diye düşünürdü. Ona candan dua eder ve memnun olur.

Kış geliyor Şemseddin’e bir kürk lâzım. Evet çetin iştir bu. Hırkayı yırtmalı. Evet güzel söylüyorsun, bana uymak gerek. Bu bana senden dilenmek demektir. Konuk için, onunla daha çok vakit geçer. Şimdi biraz düşünmek zamanıdır. Her ne kadar yaya yürümek kuvveti vardır ama korkarım ki, bunu kabul etmezsin! Ben Kaymaz mevkiine gelirsem, Aksaray’a varırım. Yolda seni bırakır ve ayrılırsam, bu benim elimde değildir. Seni evde çocuklar arasında bırakayım. Zaten yolda da bunu böyle istedim. O zaman bizim aramızda yüz kat daha yakınlık olur. Bugün ayrıldık ama bir zaman neler olacağını bilemem. Eğer şimdi olduğu gibi araya bir karışıklık girerse, «Bu hakkın gayretidir,» deme! «Bu ne Müslümanlıktır?» dedi. «Bunu da Müslümanlık say,» dedim. O zaman bir şey söylemedin, bir kaç gün Sarac’ın bağına gittin. O ayakkabı seni rahatsız etti. Bir söz söyledin, bir kaç gün dolaştın, nihayet tekrar konuştun. Sonra baştan savdık, ona ant içtik dedin. Ben öyle insanlardan de-ğilim ki, bir kimse ile bir gün selâmlaşmış olayım da, ona karşı öyle bir davranışta bulunayım. Bunu uygun görmem. (M. 203) Eğer yine bir karışıklık ve bozgunluk varsa, zannetme ki aramızda ayrılık kararı verilmiştir. Ya bana senden bir gayret ister, yahut da sana karşı benden.

Dedi ki: «Allah kendi iradesi ile hükmeder. Onda ihtiyar yoktur.» Bu sözü bütün peygamberler bile söylemiş olsa kabul edemem. «Ben böyle bir Allah’yı istemem,» derim, isterim ki, Allah kendi arzusu ile iş yapsın. Ben öyle bir Allah’ı arıyorum. Cehenneme de görsem bu düşünceden utanmam. Ona derim ki: Benim aradığım Allah sensin. Diyorsun ki: «Ben, Allah için dilediği gibi yapmaz, (yani failimuhtar) değildir, demedim.» Öyle ise sen failimuhtarsın, dilediğini yapan sensin! Onu ortadan kaldır. Onun en aşağı kullan, ona bir ışık ile gölge düşürmüşlerdir. Dilediğini yapandır o. Onu âciz kılacak, ona engel olacak bir varlık yoktur. Her saatte binlerce cihanı mahveder.

Bu çok âciz ve güçsüz olan kimdir? Ne iş yaparda o işte âciz kalır? O işi çevirmeye gücü yetmez. Nasıl olur da onun ihtiyarı yoktur diyebilir, içinden ona, «İhtiyarsız,» diyebilir misin? Eğer bütün âlem Şahab’ m bu sözlerini kabul etseydi, Firavun incinmezdi o sözden. Ama ben kabul etmiyorum. Size iyi günler! Vakitler mübarek olsun! Mübarek olan sizlersiniz.

Gelecek günler size mübarek olsun! Kadir gecesi bize kader hazırlamıştır. O dost başka sözleri de bilir; başka konuşanların sözünü de konuşur. Bin kelime mi söyledi; söyler, sonra sözü tükenir. Boş mu oturur? Musa Peygamber Allah ile konuşan bir söz bilgini idi. Allah ona, «Beni göremiyeceksin,» dedi. Musa bir kaç adım geri döner, sonra tekrar ona yönelerek bir daha gelir. Ona başka zaman gel der, konuşmadan geri çevirir. Günler bizim aramızdadır. Âyette işaret buyurulduğu gibi denizin suyu tükenir de Rabbimizin sözü bitmez.

Elif harfinin manası tamam olmaz. Ulu dergâhtan bir elif sıçradı, hangi hikmet için dışarı fırladı o elif harfi? Onun hikmetinin iç yüzünü, yine o bilir. «Akıl .yanılmaz,» dedi. Ama yanılıyordu, yine de, «Yanılmaz,» diyor. Sonra be harfi geldi, elif harfin’n ayağına düştü. Elif sordu: «Niye geldin?» «Seni açıklamak için. Bir noktam var, o senin mühürünü canımın içinde saklıyorum. Hemen Elifin manasıyım. Ayrılığın, ayırmanın iç yüzünü söylüyorum.» Te geldi, «Başımda iki noktam var,» dedi. Bunları dünya ve ahirete atarım. Üç noktalı se harfi de kendini araya soktu.

Cim daha uzakta idi. Tevriye sanatı daha çok be-lirsin diye. Çünkü (M. 204) onda Kuran’ın manası vardır. Cim, iki yönden eliften üstündür. (M. 204) Ama elif yolunda beline kemer bağlamıştır, elife bağlıdır. Dal harfine gelince, o da iki eliftir. Bir topluluk, dal harfini düşman bilirler. Aralarında, birbirlerinin gırtlağına sarılarak kavgaya tutuşurlar. Sen, eğer harabat (meyhane) ehli isen hı harfinin ne günahı var?

Kâfir küfürden bahseder; o, küfürden başka ne söyleyebilir? Mümin imandan bahseder, kâfir de küfürden.

Mısra:

Testi, içinde ne varsa onu sızdırır.

Saf olur, saf küfür olur. Onun kâfirliği saf olur. Ona, bu yolda şöyle sorarlar: «Diyelim ki, yolda seni köpek ısırmıştır. Ona, kuduz köpek demek yaraşır mı?» «Evet, o gün o köpekle onun kocaman beş tane yardımcısı aşağı indiler. Fitne hiç yatışmadı. Herkes bir tarafa kaçtı, onun ayağına düştüler. O, yukarı çıktı ve onları ayırdı.» Vaızdan sonra aşağı iniyordu. Mimberin son basamağında durdu, şahadet getirdi. Kendi işimizden çok fazla söz söyledik. Şu ilâhi uyarma ile karşılaştık. Kuran’da buyurulduğu gibi: «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?» Yarabbi, «Bizi bağışla!» deyince mimber yürümeğe başladı. «Ey mimber! Sana söylemiyorum,» dedi. Mimber ağaç olduğu halde, onun gerçek sözlerinden harekete geçiyor; yani ağaç bile, kendi nefsinde öğüt kabul eder ve yürür, demek istemiş ve onu yürütmüştür.

Ulu Allah’ın, hem sen dilediğini hidayete erdiremezsin, hem de sen hidayet verebilirsin, sözleri arasında çelişki yoktur. Hak sözde buna imkân yoktur. Sen bir yol gösteriyorsun; işte, doğru yol budur diyorsun. Ama daha fazlası elinden gelmez. «Onu o yoldan çıkaran benim,» buyuruyor, yüce Allah. Bize gerekli olan bunların her biri arasındaki inceliği ve derece farkını görebilmektir.

«Allah’a iyilikle ödünç verin,» anlamındaki âyet gelince, Hazreti ibrahim dedi ki:, «Ben Allaha ve Resulüne dedim, ben hangi yalanı söyledim de Allah onu doğru çıkarmadı?» Hazreti Peygambere sordular: «Ey Allah elçisi! Mümin zina eder mi?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Evet, zina.eder, ama o yine mümindir. O imanlıdır.» Ebidderda’nın koca burnuna rağmen yine mümindir. Ancak mümin yalancı değildir. «Yani, imanla yalan bir arada yürümez.» Allah gerçek müminin yalanını doğruya çıkarır.

Adamın biri cübbesini yırttı. «Eyvah, benim fere-cim, abam yırtıldı bana bir aba verin!» diye sızlandı. Adına fereci dediler. Mevlânâ bu kadar söz söyler, hiç bir şey istemez. (M. 205) Benim huyum budur, der. Bir mezar taşında, ömür, bir saattir diye yazılı idi. Bir saat, üç saat nihayet ömrün bir sonu vardır. Sofî için, vaktin çocuğu derler. Yani vaktine bağlı insan demektir. Bizim de ömürden nasibimiz ancak şu bir saattir. Çünkü Mevlânâ’nın meclisindeyiz. Ona hizmette bulunuyoruz.

Ben onun postuna konmuş bir böcek gibiydim. Hiç düzgün konuşmaktan, fesahatten nasibim yoktu. Böylece diyordum ki: «Mevlânâ’ya Allah hayırlı mükâfat versin.» Hayırlı bir işe aracılık etti. Bugün gereken hizmet ve görevi bana işaret ediyorsun. Sana anlatayım. Cebrail yukarıya bakarsa külahı düşer, sordu: «Nereye gideyim?» Şimdilik annen ile babanın yanına gideceksin, ne zaman çağırırsam bana bir işaret et yeter. Sofrayı eğri koymuşlar onu düzgün koyayım dedi, başını çevirdi, yavaşça, işaretle, «Lüzum yok,» dedi.

Sofra yatakta tersine kurulmuş dedim. Hemen, «Ne söylüyorsun? Yatakta sofranın ne işi var?» dedi. Nihayet işaret etti ki, bizim işlerimiz var, ben bir işe gidiyorum, ibadete gidiyorum. O işten hiç başımı kaldıramam. Ben hep emirle giderim. Emir bu!

Şiir:

Bir zaman gönül semtine doğru yürüdüm,

Gönül halinden bir nişan arıyordum.

Acaba gönlümün hali nicedir diye anlamak istiyordum.

Onun yüzünden cihanı feryat ve figanla dolu görüyordum.

Eğer bu dağarcık olmasaydı, bu taifenin ayak tozunu Cebrail bile bulamazdı.

Şiir:

Hikmet  ehli. erenlerin sözlerini  araştırdım,

Onlardan her vadide, her şehirde bir  destan  var.

Hepsi  de gönül elinden feryada gelmişler

Bu sözlerden şüpheye düştüm

Kendi aklımdan geçtim, acele gönül tarafına sefer ettim.

Onda da hiç boş yer göremedim.

Bu gönül arif ile maruf arasında çok kere sözcülük yapar.

Gönülün ne olduğunu gönül erleri bilir.

Gönülün kadrini her gönülsüz ve ruhsuz ne bilsin?

Gönül hakkında Allah  Peygamberi dedi ki:

Gönülden daha iyi, gönülden daha üstün bir şey var sanma!

(M. 206) Kendisinde güzellik olmayan, Hazreti Muhammed’in yüzünü Öper, söze başlar ve der ki: Hazreti Muhammed (S. A.) ve onun yoldaşları gibi ol! Sen kendi sözünü söylüyorsun. Başkalarını anmak, nazar değmemek içindir. Sen küfür dinle o benim için başka bir anlam taşır. Eğer öyle değilse benimle başkaca hiç bir işin yoktur. Şimdi bir yazı yazmak, onu tekrar okumak içindir. Ama tekrar okuyamazsan, buna gerek yoktur. Okursan o zaman düşünürsün. Bu, te harfidir yahut te’dir, yahut üç noktalı se’dir veya sonuncu harf olan ye harfidir. Eğer bu harfleri okumak zevkini kendinde bulamazsan bu Allah erlerinin gelmesi sana ayıp değildir. Bir hikmet içindir.

Teklif zor değildir ama aceleye gelmez. Neşeli olduğun vakit içinde keder kalmaz. Hoş hutbeler okursun. Ama o neşeli anlarda olur. O varlıkla dopdolu olunca, vücudu böyle olur. Ben her ne kadar onu kabul ve sözlerini gerçeklemek istersem, sözlerimden ürker ve bana dönerek, hiç gözünü başını çevirme! Tevhid âleminden sana ne? der. Onun, Allahsının tek ve eşsiz olmasından sana ne? Çünkü sen onu yüz bin gibi görüyorsun. Sana göre her parçasında başka bir yön, her bir parçasında başka bir âlem var. Ama sen bu parçaları o bir tek varlıkta toplıyamazsın! Anlayamazsın! O kendi eşsizliğini birliğini tek renkte gösterir mi hiç? Bu sana sır olarak kalsın ve seni sevindirsin.

Yaptığın secde acaba makbul müdür? Bugün mademki yolu biliyorsun, bir konuk geldiği zaman ona tekrar söyle ki, nasipsiz kalmasın. Hoş geldin, sefa geldin dersin. Bizim için en iyisi budur.

Birini çalgıcılığa çağırdılar. Ağır davrandı. Ona gel dediler istemiyor musun? Biraz su lâzım ki tencerenin önüne koyayım der. Arif ateşli işlerde hep suyu yanında bulundurur. Meğerse unutsun. Su hazır değilse tencere taşar yağı uçar, içinde ne yağ kalır ne de tencere. Pişmiş et gider. Başka bir tencere lâzım gelir. Meğer ki, unutsun.

(M. 207) Adem Aleyhisselâm unutkandı hep, «Ya rabbi! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizim günahımızı bağışlamazsan, bize acımazsan ziyanlı çıkarız, zavallılardan oluruz,» diye yalvardı, daha başka bir şey demedi başka sözle meşgul olmadı.

İblis tutturdu: «Ben yaratılışta ondan hayırlıyım,» dedi. Biliyordu ki, insaflılar için özür dilemek gerekiyor. Ama özrü kabahatından beterdi. Allah’ı inkâr etti. Sen bilmez misin ki, ben şeytandan daha iyi bilirdim. Şeytan «Senin izzetin hakkı için onların hepsini yoldan çıkaracağım, azdıracağım,» deyince bu söz Peygamberleri, velileri, ve •Allah erlerini içine almaktadır. Çünkü o kendi işini geri bırakmaz. Şeytan kendi işinden nasıl vazgeçebilir? Ulu Allah, inayetini bir tarafa, şeytanı da bir tarafa koydu. Acaba ne yapacak diye. «Onu benden götürebilirsin ama beni ondan nasıl alabilirsin,» dedi. Terzi demircilik yaparsa sakalı yanar. O kendi işini yapmalıdır. Yoksa biri demirciye gelip, «Ey demirci bana demircilik öğret!» diye yalvarır, ondan sanatı öğrenirse o zaman ne sakalı yanar ne de saçı. Sakalı    yanmayınca yüz dirhe.m harcayıp orada Lut ve Dolkes yemeklerine tuz koymazsa hiç işe yaramaz,    yerken ağzından dökülür.    Ama bolca tuz koyarsa her ne getirirse hep tuz olur. Ona tuz deseler bile halinden ve manasından tuz olmadığı anlaşılmadıkça tuz denilemez. Onun için hiç bir rl-yazat korunma ve perhiz zevki hasıl olmaz belki daha karanlık bir hale düşer. Cevher gibi olmaz, belki H. A. M. gelmez ki, onlar yokken bir şey yapsın. Ancak haberi olanlara haber verir ki, nihayet sende de var. Kuran’da, «Müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik,» anlamındaki âyet açıktır. Halk o öğütleri kâh tutar, kâh tutmaz. Ey ulu Allah!  Ey efendi! Ey ulu Hünkâr! Ey kâinatın en yüce sultam!

Ey huysuz, sert başlı adam. Sen benim görünen tarafımdan bile haber veremiyorsun. Ya benim içimi, bâtın tarafımı ne bilirsin? Ondan nasıl haber verebilirsin? Ey efendi. Ey efendi! Hayır, hayır. Sana hoş ve hararetli görünen her inancı korumaya bak! Sana soğukluk veren inançtan da uzak ol! Adam odur ki, sıkıntılı zamanında da hoş olur. Gam içinde sevinç duyar. Çünkü kim bilir ki, senin muradın o muratsızlık içinde birbiri ile sarmaş dolaştır. O muratsızlıkta murat umudu vardır. Belki o murat içinde de muratsızlık kaygısı gizlenmiştir. O gün benim sıtma nöbetimin günüydü. Ertesi günü sağlığıma kavuşacağım diye seviniyordum. Sağlam ve sıhhatte olduğum gün de yarın yine sıtma tutacak diye üzülüyordum.

Söylediğin (M. 208) şeyi eğer dün yememiş olsaydım, bugün böyle ağrı çekmezdim. Kendine bu hususta dikkat etmek gerek. Mert odur ki, herkesi kendi başına yeterli bir hale getirir. Onun olgunluğu bundan anlaşılır. O zaman büyük adam olur.

O uygunsuz adam, eşekliği yönünden, Tebrizlilere eşek demiş. O ne görmüştür ki? Madem ki bir şey görmemiştir, haberi de yoktur, bu sözü niçin söyler? Orada, Tebriz’de öyle insanlar var ki, ben onların en zavallısı kalırım. Onlar benim gibilerini dışarı atmışlardır. Sanki deniz toprağından bir köşeye atılmış gibiyim. Ben öyleyim ya, onlar ne olmuşlardır?

Onlardan biri Herive idi. Horasan’dan gelmişti. Ona orada Şahap derler. O Herive ki, hiç kimseye değer vermezdi. Benim için, «işte bu Allah eri olgun kişidir. Onunla oturmaktan çok huzur duyarım. Gönül hoşluğu bulurum onda!» derdi. Seyfeddin-i Zen-ganî kim oluyor ki, Fahreddin-i Razî’ye dil uzatsın. Onun gibi yüzlercesi ha var olmuş ha yok olmuş. Ben onun mezarına, ağzına… desin. Benim hemşerimdir, ama ne hemşeri. Toprak başına olsun öyle insanların.

Şimdi gel şu sözleri dinle: Her, cim be ile, her be cim karşılaşırsa, bundan, «Bismillah» m Allahın cim’i olduğu anlaşılır… Ne saçma sözler? Mantık bilgisi inkârla, kapalı sözlerle uğraşır, hali perdeler. Mantık kalmayınca hal meydana çıkar, imkânsızlık kavramı kalmaz. O mantıki da (cihan farzet, çünkü kalkar.) Bunlar ne tatsız sözler, ne zevksiz, soğuk lâflar! Sözü o kocakarıdan dinle bakalım ne diyor: Ey sen! Her şey sen! Nihayet aradaki odur. Kocakarı ne, taze delikanlı ne? Erkek ne? Nerede Cebrail; onların tozu nü bulamaz. Mikailin ne yeri var. O avare akıl bulamazsa başka aklın ne yeri var? Seni bu iş için getirdiler. Burada sözün yeri yok. Söz alanı dardır. Genişlikten ölür. «Evet dardır,» dedi. Dar demenin ne yeri var. Halk zaman kazanmaktadır. O vakit zaman nedir ki? Eğer bilsen, kendi oğlunu iki parça edersin böylece ciğerini parçalar, dışarı atarsın.

Sofuya başını kaldır da, «Allahm rahmetinin eserlerini seyret,» anlamındaki âyeti düşün dediler. Sofu dedi ki: O eserlerin eseridir.

(M. 209) «Bir kişinin yiyeceği iki kişiye de yeter.» Ama öteki bir kişi kim? Eğer o Muhammed Aleyhis-selâm ise onun yemeği, nimeti iki cihana da yetişir. O.şey ki, yüzü hayra ve iyiliğe dönüktür. O bütün bu şeylere inanırsa    hayırdır.  Hayır olur    ama şüpheci olur ve insanı şüpheye düşürürse Hazreti Peygamber Aleyhisselâm halkı kendisine uymaya davet etti. önce buna lüzum görmüyordu. Şimdi de öyle oldu ki o çağrıya kimse gelmedi. Nerede 8 Sofi ki, kaygısız yemek yesin, balığı balığa versin. Adam odur ki,  yüz adam onunla birlikte yokluk âlemine    gitsin. Yüksek sözler söylerim hiç kimse  kımıldanmaz.  Çulha hikâyesini  anlatırım  kendilerinden  geçer,  nara   atarlar. «Acaba eksik    miydi ki, cehennemde    kaldı,» dedim. Ama kuvvetli kâfirlik gerektir ki Allah’ın kahir sıfatı olan cehennemde sonsuzluğa kadar kalsın.

Şiir:

Gözüm  her gelip geçene bakmakta

Rast gelen her yere sıçrayıp durmaktayım.

Her kim bana bunu söylerse öyle olayım. Bundan başka her ne söylerse bu güfteden bir bölümdür.

Peygamber, «Ne mutlu beni görene, ne mutlu beni göreni görmüş olana,» buyurmuştur. Şeyh bana de di ki: Eğer. o defteri tavandan aişağı indirirsen daha sağlam durur. Aşağı indirdim benden sakladı. Yani tamamladı.

Yukarıda kocakarı yalan söylüyor demişti Ahme-di Gazâlî. Uzaktan bütün Peygamberlerin ruhlarını gözden geçirdim; geçip gidenleri birer birer çözdüm. Hazreti Muhammed (S. A.) mübarek ruhu aralarında yoktu. Çünkü o ölmemiştir. Bu yoldan söylüyordu. Keramet odur ki, bir ağaç parçasına yürü deyince ağaç hemen yürümeye başlar. Mimber de o anda yürümeye başlar. Ondan bir parça yere düşünce sana söylemiyorum ey mimber yerinde dur desin.

Dedi ki: Ey Mustafa! (S. A.) Benden niçin yüz çevirdin. Peygamber buyurdu ki: «Sen niçin benim kardeşimden yüz çevirdin? Eğer ben ona yüz döndürürsem sen de bana tekrar iltifat buyurur musun?» Evet buyurdu: Eteğine bir avuç kuru üzüm koydu. (M. 210) O henüz Hazreti Muhammed’in huzurunda iken, tekrar onu inkâra kalkıştı, îçerden şeyh seslendi: Gel. Nihayet kaç kere çerez geldi. Tabağı ona gösterince, eteğindeki kuru üzüm kaybolmuş, tabağın içine dolmuştu. O da artık Müslüman olmuştu.

Şeyh Muhammed’in işi üstadının yanında artık bitmişti üç kere o güzel çocuğu çağırması için onu gönderdi, gelmedi. Çünkü içinden ona engel oluyordu. Fakat dış görünüşte onu boyuna gönderiyor ve çağırıyordu.

Şimdi ona niçin bağlanıp kalıyoruz? Bir güzel yaratalım. Ama o, sana puta tapma sebebi olur! Havaya bir çamur parçası attı, güzel suretler belirdi. Oh dedi, onun yaratılışından Hüseyin’in kokusu geliyor. Hemen suretler meydana çıkınca kavgaya başladılar. Güzel sanatlardan olduğu için sordu: Onun yaratılışından Hüseyin’in kokusu geliyor ama neden hemen kavgada şehit oldu. İyi insan odur ki, hiç kendi varlığı ile uğraşmaz. Hoşlandığı şeye erişemez. «Yarabbi, beni salih kullar arasına karıştır!» diye dua eder. Ama o, bu salihlerle beraber olmaktan ne istiyordu.

 


 

ETİKETLER: