YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR

A+
A-

YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR

Mevlâna’ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün insanlarla ilişkimi kestim. Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında aziz, diri gönüllü bir derviş var ki, Mevlâna eğer onun halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On yıldan fazla bir zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam’a gittiğimiz zaman orada da dostluğunu açıkça gösterdi.

Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin’in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya gelmişti. Bir köşede kendi âleminde meşguldü. Şam’a gittiği zaman, eski dostluk gereği olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün beraber kaldık. Başkaca bazı hadiseler oldu. Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin izlerine şahit olduk. Ben onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim; çocukları yerlerinde bırakırdım. Çünkü o yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada alıkoyduk. (M. 211) Bir münasip kadınla birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.

Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum, gönlüme bir tiksinti geldi, “Tokat’ta geçen bir hadiseden üzüldüm,” dedi. Bir topluluğun, onun hakkında, hakikatte yalancı ve hasetçi insandır, dediklerini işitmiş. O yüce dergâhtan ümidimiz bundan  fazla bir şey değildir. Bari gönül almak,  fıkarayı okşamak gibi elden geldiği kadar onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları hatırından uçsun. Dervişler ve azizler arasında böyle bir derviş çok az bulunur,  çok zor ele  geçer.   Duacınız,  taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu arık kulun sözlerini işitmişlerdir. Ben bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler arasındakj farkı hem,  sözleri yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim ve’seçkîn kimselere de rastlarım. Benim gönlüm her gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün kuşları..yüksekten seyreder. Onların himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir cevher, bir gönül  alçaklığı bulur,  ona  iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan ‘da her ne kadar Simurgu görecek kuvvet .yoktur, ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün vasıflar.görür.

Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve ormana kaçırtmamaları için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz, uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir silleye bile lâyık değillerdir, namazdan da el çekiyorlar

Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna âlemine git dedim;  bir de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.

Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında sen çok duygulanıyordun, sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın sözüne asla itirazda bulunmadın. Bu bir dairedir ki kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi olursun. Eğer kaçacak yerini  bulursan,  geri  dönersin.

Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o kurtuluş noktasından geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.

Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının ardından, yahut boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları patlayabilir, yahut da bizim bir şeyler söylememizi isterler.

Başın  kararlı  olsun.  Diyorsun  ki,   Hazret  İbrahim ‘in annesi o ergin kadın başını havaya kaldırmış, Allah’a yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah senin işlerini düzeltir. Yedi yüz bin  kişide ancak bir kişi senin meclisinde feyz almadan ışık saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir. Allah sözü haktır, değismez kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin görürler. Eğersen güzelsen bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek. Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya kadar söyler. Çünkü başlangıçta onun işi gücü budur. O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan arkadaşı, Seydî’den, bütün Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat’ta ne kadar zembilli, ne kadar Halifenin adamı, hattâ suya düşmüş varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini gayeden uzaklaştırı yor, çok uzaklara koşuyorsun. Sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da geri kaçsın

Biz Musa’nın. “Yarabbi kendini bana göster,” dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele dolayısıyle söyledik. Yoksa ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve insan kokusu almış ise başkalarından gizlenir. Padişah çocukları yalnızken ne yaparlar? Her ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları zaman da halktan kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.

(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin huzurunda, düşmanlar kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, “Şunları bir sınâyalım, bir sınavdan geçirelim; dedi. Birine şöyle sordu: .Kur’an’da buyurulan, “Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür,” sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında mıdır? “Hayır” dedi “O senin hakkındadır.” Halife incindi kendini tutamadı. “Bu adamı götürün, hûcreye atın,” diye emir verdi”‘ Amâ o simya ilmi bilirdi, oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr  üst üste bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin dinar verilecekti. Adam bir dostunu gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin,” dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam saraya gitti. “Benim elimden şerbet içer misin?” diye sordular. Adam, “içmem, ama korkudan ölürüm’,’ dedi. “O halde halvet olsun,” dedi. “Saray halkından hiç kimse bizim konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben onunla birlikte yemek yiyeyim.” Lokmayı onun ağzına koydu. “Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır,” dedi. Yavaş yavaş elini onun çenesinin altına götürdü. “Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen benim karım olacaksın, tam bu saatte birlikte dışarı çıkacağız,” dedi. Birbiriyle şakalaşarak çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu kaldırdı, o hemen şu cevabı verdi: “Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni kızdırmaktı, yoksa ben ne yapayım? Birtakım oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?”

Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan  sonra korku kalmaz. Üzüm asması kar altında kapalı kalırsa orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda alıyorsun, hep ekmek yiyorsun, şüphesiz ki ağırdır diyorsun, yoksa o çok ucuzdur, önce balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su da akar. Ömrün gölgesi üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar.”Sizin himmetinizle,” dedi. Onda şan vardır, diye Senâî’yi yermeye başladı ve dedi ki: “(M. 214) O oturmuş tevhid ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet getirirdi.” Onun sözüne göre bu yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun? Bunu neden kabul ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya etten perhiz etmesini tavsiye ederler. Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar tarafına gittiği zaman orada durmaz, tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani doğan demezler. Doğan burada yaşantının ve temaşanın remzi’dir.

Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir. Görüyorum kî, Eminüddin Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun makamına gelişi şuna delildir ki, o gayıp âleminin uluları, o velilerin gayıp alemindeki ruhları birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal kalmadı. Hem bu taraftan gelir, hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. “Namaz kılındı mı?” diye sordu. “Evet,”dediler. Bir “ah” çekti. Oradaki bir Allah eri, “ah!” dedi “bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim sen o ahı bana ver.” Dedi ki; “Bak ki bu ne işarettir. Onu söyleyen’ dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda hemşirelik kalmadı, o halini değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi ölümdür ve o hemşireyi boşamaktır. Yine “Halk uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,” buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?

Hazreti Muhammed’e (S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç  ziyanlı çıkmazsın,Hakkı arar, Allah erlerine hizmet yolunu tutarsın!

Mısra:

Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!

Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, “Aman elimi tut,” demiş, tutmamışım. Orada dalıp gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, “Eğer ben söylemeden gördüğüm rüyayı bana anlatır ve yorumlarsa bu rüya onun makammdandır. Eğer söylemezse bana ait bir rüya sayılır.” (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama söylemedim.

Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına ulaştılar.

Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi, gönlü kırık bir Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nazenin’ dir, hem nâz’dır. O bir deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır.

Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve işaret yoluyla konuşuyorum ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki bunu benim küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu yoldan, kâh öteki yoldan akar.

Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyfleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi akıldan haberi yoktur.

Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü davranışlarınızı çok kere övdüm. Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel güzel dinleyişini anlatınca sustu.

Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna kıbleye döndü, bu kıble asla hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne yapar? Siz yanlış kıbleye yönelmişsiniz. Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci görüşünden sonra tekrar rüyasında gördü ve dedi ki: “Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini bana gösteriyordun, bu müddet içinde beni susuz kalmış balık gibi kurtarıyordun!” Hazreti Peygamber, “Taziye ile meşguldüm,” buyurdular. Sordum: “Ne taziyesi? Yâresulallah!” “Kendi ümmetimin taziyesi ile,” buyurdular. “Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini gerçek kıbleye çevirmişler ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi yüzlerini kıbleden döndürmüşlerdir.” Şimdi bu sözde gizli bir mâna vardır, işte bu, “Onun yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir” (K. 3/7) anlamındaki âyetin açık bir misalidir.

İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, “Neden böyle arıklaştm?” diye sordular. “Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık yüzünden,” dedi. O yüzdendir ki, “Halk gelip senin önünde secdeye kapanıyor, sen de kendini o secdeye lâyık görüyorsun,” diyen kişiye şu cevabı verdi: “Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye gücüm yetmez.” Bayezid, ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak istedi. Hazreti Yusuf da, dua ederken, “Yarabbi! Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasında bulundur!” (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden korkuyorsan ondan sakın! Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür. Ama nasıl bileyim kabul etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter artık açıkladın, açıkça gördün. Şimdi Mevlâna’yı gör. Eğer yüce Peygamberin, “Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır,” sözlerindeki mânayı anlamak istersen ona dair bir şey _açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu görmeden bulmadan ilâhi âleme dalıp gidesin; ondan daha büyük, daha yüksek birini bulasın.

Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri söküp atmaya bak! Bunlar senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O, bütün akla, hayale gelen şeylerden daha yücedir. Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir aralık dediler ki, her şey haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde harf ve ses yoktur. Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önün de, arkan da aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, “Allahtan başka ilâh yoktur,” diyerek bunda tartışmaya başladılar. Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler ancak kapı halkası gibi daima dışarda kalırlar. Aciz ve zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır! Kendini çocuk yerine koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse sersemlik etmemelidir.

Mevlâna’nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir zaman,dün gece söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bu gün aydınlık içinde aydınlık var. Önce, âşık mıyım diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen, ne güzel yaptın diyordun.

Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik, zavallıların sözlerine kulak vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.

Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru konuşan, üstün zekâlı bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile zavallının sözlerini dinlemez. Derviş debir söz söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın ziyaretine gitmeye karar verdiğimi söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim, daha yüz binlercesi gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki, onunla geceleri gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir saat oturursun?

Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve yetkili adamdır, diye öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O bu hitabın ve ululamanın benim için olduğunu bilmez. Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir. Eğer o söz bir Müslümanın kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul etmez. Meğer bir insan başka bir kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir? Hangi ay hâzır ise onu o zaman analım! Ne iyi! Bir avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir. İşaret etti, kalk gel, dedi. Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allahın cehennemine! Başıyla tekrar işaret etti, başını salladı, gel, dedi. Kalktı ve gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna şaşıyorum: Sen niçin geldin? Şimdi kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri öğretti, böyle olur diye anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel şakalardan hoşlanır, ama o kimse ki cihan kendisine güler, yani âleme gülünç olmuştur; o, başkalarına nasıl güler, neye güler?

Hazreti Peygamber, “Ben şeytanımı Müslüman ettim,” demedikçe kimse ona iman etmedi. Şehir ağası, ihtisap ağası, önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin. Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki, acemilerin yüzsuyu olasın, dedi. Bu iki temele dayanır. Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne ilgisi var?

Dedi ki: Muhammed’in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola gelmesi ondandır. Onu şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma gecesi filân kişi onu içmeye çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı. Ona, işte Ramazan geldi, dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben Ramazan’ın kim olduğunu bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.

Sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini sevenlerden ayırır.

Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina’ nm Elİşârât vetTenbihat adlı eserini Ömer Hayyam’a okuyordu. O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum’uddin adlı eserinde Gazalî,Ibni Sina’dan faydalanmıştı. (M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam’a hâlâ anlamadın mı? diye işaret ediyordu.Üçüncü kez okudu. Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar çalınsın da, ona okuduğu şeyin faydalı olduğu herkesçe bilinsin.

Şiir:

O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben Hakkım’dır,

Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.

Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde olsun. O, fesahatte, söz ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede yetkili bir konuşmacıdır. Allah erlerinin gönülleri çok geniş ve engindir. Felekler kadar uçsuz bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.

Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin’den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal azarladı, boynun kopsun, dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti yoktu. Oradaki Hak, kendini göstermiş ve perdeyi atmıştır. Orada herşey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe yok ki rezil olur, pislik yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve heveslerle, şehvetle dolu insanlara, orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme doldu. Bey şöyle bir başımı çevirdim. Gördüm ki, sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o aydınlıkta bütün kan damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka hiç bir şey göremiyordum.

Kutsal hadiste, “Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de insanın kalbine doğmuştur,”anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu, “Gördüğünü kalbi yalanlamadı” (K. 53/11) anlamına gelen âyet bundan daha kuvvetlidir. Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin delilidir bu. O, Kur’an’da, bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur’an’da, sırdan pek az bahsedilmiştir. Cihanda yaygın bir mısradır bu.

Mısra:

Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.

Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl gidebilir? dedi. Ama, inşallah Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki söylemedi, sen Şeyh Muhammed’e yakışırsın dememin sebebi bu idi. (M. 220) Dostluk onun dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh doldurdum. Ne içebiliyor, ne de dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına yaptığım gibi yapamadım. Tövbe et, bu huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat’in köprüsü, hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer gelmeseydim, aramızdan bir şey eksilecek, yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri, ayrı ayrı yatsaydık, korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş sözünü aklında tut. Gerçi o sana sebebini söylemez. Allah yolunda kalbini ve malını bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde yanarken öyle bir köprü üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.

Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar gerçekte böyle yaparlar. Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya, süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli olanı al, o kadar yeter sana!

Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu? Muhammed, dur, dedi; onu bir an durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı yarıldı. Başından fırlayan kan binanın tavanına çarptı. Şeyh dedi ki: Eğer bizim evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak oynarken namaz kılınan yere de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed de çeliğe vurunca, namaz yerine sıçrattı; işte şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat edersin, dendi.

Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul! örtü altına gizlenmiş ne güzeller vardır.

Mısra:

Başka  bir alıcı  daha vardır ki,  ona  kul,  köle olursun!

Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu kulun böyle bir düşüncesi yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek sevgisi nedir ki? Kur’an’da, “Israrcılar şeytanın kardeşleridir” buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler, orada nice paralar sarf edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz mutluluk sermayesi olan o hazineyi boşuna harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek ne demektir? Buna acımaz mısın? Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese kapılıp da gaflet içinde uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?

Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir ki, herkes inancından başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın. Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur, kiminin de ayaktan haberleri yoktur. Ayakları uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun hareket edenler faydalanırlar.

Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar, şüphe yok ki, ondan aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o kimselere ki, benim yolumda yürürler.” Yani biri burada bir hizmet yaptı, başaramadı diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur, dedi. Dedi ki: Vakit onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça gideyim ama faydasını görebilmek için çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana, hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam olsun. Çünkü kirler yumuşar. O zaman, eve nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden hamama götüreyim; yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle yaparım. Benim işim böyledir. Bunlardan konuşmak hoş değilse de, biraz olsun işaret yoluyle söylüyorum.

Bir Yahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla helva yaptılar. Ama, şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı uykuyu rahat uyuyan yer. Onların maksatları Müslümana yedirmemekti. Ama Müslüman gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne zaman olsa uyunurdedi ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni göklere çekti dedi. Yahudi, Musa da beni cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da Hazreti Muhammed (S.A.) geldi ve şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki Musa cennetlerde dolaştırdı, sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı temizledim. Yol arkadaşları dediler ki: Vallahi en iyi rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi bu hikâyeden ne koku aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir, madem ki siz bağa gidiyorsunuz, ben de kalkayım bal ve ilâç içeyim.

Kur an’da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile söylese, Allah onu doğruya çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber, evet yalan söyler, buyurdu. Ama yalanın ne yeri var burada? Hamam suyunu bir adamın üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine dökersen haram olur. Buna, ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.

Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir, ama öteki niçin helâl olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.

Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir cinsindendir. Bu inceliklerden herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla karşı karşıya gelmiştir. Hazreti Peygamber buyurdu ki: “Eğer Ebubekir’in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı, onunki yine ağır basardı.” Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir hal, daha üstün bir hal idi. Yine Peygamber, “Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir,” buyurdu. Ama ümmetimin fukarası demediler. Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir şeydir ki, onu Allah’ın bir lütfü bir ihsanı görür ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble tarafına namaz kılmasını emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufuklarında söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kabe’nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe’yi aradan kaldıracak olursan acaba bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar.

(M. 223) Tebliğ etti, beyan etti, bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi olmayayım. Hayır! Hallaç gibi olmanın zamanı geçti. Seyyid Hattat’ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya ettiğim zamanlar geçti. O çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o noksanlar Ebâyezid’in benzerlerindedir. Tebrizli Zahid’e göre, bu böyledir. Bir gün onunla müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek götürmüşlerdi. Ama ilk konakta hepsini yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman köylüler aç” olan Zahid’e koyun kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler; karnını doyurdu, koyun kebabını beklemedi. Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın, dışarı götürün bunları dedi.

Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit istedim ki, sevgili ile geceleri halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal bozguna uğrar. Gezip dolaşma belli olmasın diye.

Hadiste buyurulmuştur: “On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden kılık değiştirmişlerdir. (Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil, kurt, fare, kertenkele, yengeç, kaplumbağa, tilki, kirpi, ayı! (Ç))” Acaba bu günahlar ne idi? dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler. Bu hadisin dış anlamını ele alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.

Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak bir şey bulamıyorum. Ne söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî’yi bu işlerde Allahlık mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir şeyler söyle! Cüneyd için bir şeyler söyleyince, hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi ki,sen git kendi makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini eline vurdu. Ah, dedi, anlaşıldı! Ama geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.

Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından kıpkırmızı kesilen Serkeş dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu. Hoş geldin sefa geldin,, demeden öylesine kupkuru davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya gelmese, şaka ve edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer başka birisini bulursam sen elimden kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan çaresiz kalır, ateş yanmadığı zamanlarda da kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret istiyorsun, kime gideceksin? Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar burada kal, iyi olursun! Vallah padişahlıktır bu; çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi korursan asla bir tarafa eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar ver ki, sana elli dinar ikram edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah ve feryat etti, inledi. Ben damda idim sağıma soluma baktım; bu kimden bahsediyor dedim. Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar sordum: Benim için mi söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu odasında görmeye geldiğim zaman karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey burkuldu, hoş bir şey. Öğle sıralarında da gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını içmiş gibiydim. Ben zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk oldu bu.

Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet yönünden hoşuma gider. O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.

Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar oyalamış, onlarla öylesine meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir sessizlik var. Ben o acele yürüyüş sırasında kapıdan girmeye çekindim, yüzümü doğruca binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak benim yolu bilmediğimi anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi isterse onun devlet kapısında mutlu yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem söyle! Allah’a şükür ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz üzüntüsü var. Gerçi o üzüntü bana göre önemsizdir. Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma gelsin diyordum. Senin o iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada dileklerimi dinler burada da bana yalvarırdı.

Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca ağlamaya başlamış ve beni istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı kalmadı; benim ondan ayrı kalmam çok çetin, eğer benden incindi ise bir kere olsun bana getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu benim karşıma getirdi. Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında olduğunu sana göstereyim. Nihayet o külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne olur açık söyleyemiyorum, onu bana bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari’nin oğluna karısı, niçin bir şey söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o oturmuştur, burada söz söylemeye imkân mı var? Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde ki, yoksulluk, dervişlik vardır, orada sözün ne yeri var? Sürmari’nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz söyletmekti. Kutup, ahmaklık etme, dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada bulunan birkaç Arap da, vah ey Şemseddin! Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.

Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, “kendini bana göster” dedi. “Allahım beni Muhammet ümmetinden kıl!” diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet ediyordu?

(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan buyurdu ki: Sen de köylülerin gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş tutarsa şehir halkından daha tok gözlü olur. Nihayet o doğan kuşu bin dinar değer. Bu gün bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve gagası kapandı; o kadar duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa. Izzeddin, o bütün mavi boyaları herkese verdi. Bunlardan biri ile de onun alnını ve burnunu işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar ona verdi.

Ağlıyordum! Bayezid’in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik’in kitabını niçin bana vermiyorsunuz, diyordum. Şeyh gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de onun için istiyorum, böyle ağlıyorum. Evet, dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi, var. Ama onun evet demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir nazenine naz ediyorsun. Bir nazeninin karşısında nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir) diyorsun. En küçük olan hangisidir? Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş’ı, Kürsü’yi, Nurları, Cennetleri yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan daha ileri geç ki, ululuk bulasın, Hak ile birlikte rahatça yaşayasın.

Şiir:

Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına  susamış olan sevgili!

Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,

Ceylânlar, senin gözüne bakmakla ne kazanırlar?

Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!

Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir. Belki bir çiftçi, yahut bir köylüdür o. Ne nazım’dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve Attar mı söyler? (M. 227) Onların da o sözlerde birer payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer. Yürekler paralar, ciğerler söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.

Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor. Düşmanlar arasında ona ne yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap vermek gerekmez. Falan gün başını örttü, falan gün de ben böyle söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler Şehzade içerde yoktu. Öküzü gördü, ama Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek, el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar zahirde ona aldırmam, ama gerektir ki o da zahiri korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle birine karşı yapılır ki, övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal’in her üçü de büyüktür. Bunları çağıralım. Ne var ki, ben Kerimiddin’i severim; ama onu dinlemek istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını okşayayım. Ama Muhammed’i, düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.

Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana diyorum ki, haberim var, onu yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum. Derman derdin olduğu yere gider.

Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş gösterir, âşıka daha hoş görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar, ama herkes kendi halini anlar. Söz söylerken herkes kendi haline ait sözün yorumunu yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.

Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek de yavrular doğurur. Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl ki, Allah Kur’an’da, “Siz sanır mısınız ki, sizi boş yere yarattım,” (K. 23/117) buyurmuştur. Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna değildir; bir dönüş içindir. Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki ağzın şeker doludur, peki sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa, senin namaz kılmayısın sana utanç olmaz. Namaz kılmak niçin sana utanç versin? Gördün ki orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?

Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı düşüncede idi. Arada üçüncü bir adam   vardı ki,    hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki: Şimdi   bu iki hasım     karşılaşacak, bakalım ne olacak?   Oradan    gitti, onların karşılaşacağı bir yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile göz göze gelince onun ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun ayağına kapandı;  vah, dedi,  sen dostumsun demek.  Ben  şimdi dostumun dostunu nasıl öldürebilirim? Ali’nin düşmanı, Ebubekir’in dostu. Beni mi daha çok seviyorsun, yoksa Seyid Burhaneddin’i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da kadınların aybaşı âdetleri ile meşgul olursun9

Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu duayı kimin için buyurmuştur? “Allahım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür, yoksullar topluluğu ile birlikte hasret! ‘ Sen niçin kendini benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla diyordu. Bir gün Hazreti Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su sözleri mırıldanıyordu: Allahım sen benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim.” Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen adamcağızı öldürmek istediler.

Kuran’da, “Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir,” (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş denilen makam, Hazreti Muhammed’in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun zamanında mı oldu?

Kuran’da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed’in hikâyesini anlatır. “İncinme; bu Kur’an’ı sana zahmet vermek için indirmedik” buyurulmuştur. Başka bir âyette, “Yerde ve göklerde ne varsa, Allahındır,” (K. 2/206) buyurulmuştur. Burada göklerden maksat, onun dimağı; yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine hâkim olmakta onun halidir.

“Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır,” buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret yönünden bakar da, mâna yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.

Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl olur da hayrette kalır9 Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur? Bunu söyleyen bir sofi idi. Afcıa Allah ondan bu sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği zaman, ayıklık halinde derhal Allahdan mağfiret dilerdi.

Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer yeni bir şey olursa şöyle der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz, bana inanç gösteriyor musunuz? Ona başka türlü bakıyorsunuz. O, bu kadar bilmez. Kaç kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine uymazlardı, ürkerlerdi. O halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid’in içtiği kâseden içmek isterler?

Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim’in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini küçük görür, gizlice gönül alçaklığı gösterir.

Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif gibi dosdoğruyum. Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu halkı tanımak, Hakkı tanımaktan daha zordur. Onu delil getirme yolu ile tanıyabilirsin. Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri vardır. Kendiliğinden yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü bambaşkadır. Senin düşündüğünden, tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama onu yontan kimdir? Onun ululuğu ne mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar. Mademki sen bu kapıyı kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden kapanmaz. Bu zorluğu sen çıkardın!

Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle buyurdu, Allahın Resulü böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır duanızla meşgulüm, Çünkü yolda kazalar vardır. Biri gelecek kaza, öteki de hemen gelip çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama gelecek olanı dua ile geri çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir, jerler. Böyle bir heves içinde bir Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar. Kur’an’da, “Allah kullarına lütfedicidir,” (K. 42/17) buyurulmuştur. (M. 230) Ayette (kullarına) buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli veziri Şemseddini Tuğrai’nin huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır mısınız? dedi. Şeyh o adamları bana getirin, buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü alırdı. Ama o eğer aranızda ise git onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana bir sıpa satın almak gerek, ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki o bahtsız adam bana ne söyledi. O adam ki sayılı vezirlerin huzurunda konuşuyor, lanet ona olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut hiç kimseye böyle bir şey söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O halde balığın nişanını anlat. Deve gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.

O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti yaraşır. Bu sözleri, maslahat gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil. Öğrenmekle elde edilen zahir bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana bir yolda yürümek ne kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu söylemek ancak Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi; görüyorsun ki bu yol için neler söyledi. Ben geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna buyurdu ki: Başka neyin var? Varsa bana bir kaftan verir misin?

Şahap, Şam’da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini bağlamıştır. Dilediği gibi hareket etmez. Fahreddin’i Razî ise Sultan Muhammed Harzem Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği kaftanların, verdiği altınların hatırı için ona, kendi iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.

Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal semeri gibi insanın boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın urganını kessin de, o ağır yük boynundan düşsün, o da böylece kurtulsun.

(M. 231) Şahab’m yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar, secde ettiler. Dışarı çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir filozoftur. Ben onları kitaptan sildim. O her şeyde bilgin olan ancak Allahdır dedim ve şöyle yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir gün feleğin dönüşü hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler ki peygamberler hikmet ehlidirler, ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti Ali’nin buyurduğu gibi, eğer iş senin dediğin gibi ise, hep kurtulduk demektir. O konuda insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak gerekiyor. Bu, Kur’an’da buyurulduğu gibi, “Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler altüst olduğu zamanda ancak herşeyi yok eden tek Allah kalacaktır,” (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde ve yine, “O gün, gökleri kitap yaprakları gibi katlarız.” (K. 21 /104) anlamındaki âyette de anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya toplarlarsa, o zaman ne olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların gereği de yok.

Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir buluşma oldu. Fahreddin söze başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden geçirdim. Eflatun çağından bu güne kadar makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her birini de açıkça ve aydın bir görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce geçenlerin defterlerini altüst ettim. Her birinin yeteneğini öğrendim, kendi zamanımın bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.

Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp döktü. Sonra işi öyle bir noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.

Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o ilimlerden başka bir bilgi daha var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir kalabalık gördüm. Biraz daha gidince beni korkutmaya başladılar. Onlar korkuyorlardı ki, sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim ondan yana hiç korkum yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir kapı daha vardı ki, tavsife sığmaz derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar konmuş belki beş yüz batman ağırlığında vardı. O yedi başlı ejderha buradaydı. Sakın, dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya vurdum, anahtarı kırdım, içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında ezdim. Allah bilir…

Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep böcektir. Elif, herkesçe bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama başka bilinmeyen harfleri açıklamak gerektir. B harfi ile beraber bütün Ebced harflerini yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur’an’a da yorum gerektir:

Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun sevgisini taşır, onun ayağına baş koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü yeter? Birine alçakgönüllülük gösterdim mi benden ürküyor; düşmanca dışarı fırlıyor.

Mısra:

Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?

Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına binmiş yoldan geçerken köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var? Belki faydası vardır. Tebriz’e daha erken varır; işine daha çabuk yetişir. O köpekler, abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten dolayı der ki: Bana sizin havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi menfaatimden vazgeçtim, yemek zamanına daha çabuk yetiştim.

Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur, odur.

Şimdi bana gereken bu Haşr’in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını anlatmaktır. Bu ten, bu ceset, ten olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile birlikte ölümsüzdür. Bunlar da doğarlar.

Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur fışkırıyor. Siyah harflar altında parlıyor.

Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin yüzü Mevlâna’ya dönüktür, çünkü Mevlâna’nın yüzü de güneşe dönüktür.

(M. 233) “O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz,” (K. 29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz misafir gerekmez.

Gazneli Mahmud, Ayaz’a, burada otur, dedi. Ayaz’dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz herhangi bir durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü. Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi, sen kendi sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir. Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail’den gelen bir gayret yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı bir evlâdın babası önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha lâzım; olayda iki kişinin tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd’ın şahitliğini iki kişinin yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü sözün aslı gönülden kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.

Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki kaçmayasın! Köstek kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur. Güzel çocuklar böyle yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.

Mısra:

O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!

Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı püskürürüm. Sen zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!

Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir etki yapmaz. Ben cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!

Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur, Arapça da budur. Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın. Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun; hep uyanıklık ve ayıklık olsun!

Bir bıçağın hatırı için yedi tane bıçağı sattım. Bu bıçak da feryat etti, beni de bırak, dedi, hepsini sattın, dedi. Senin durumun şuna benzer: Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, eğer hiç kimseyi İslama davet etmeseydi daha kârlı çıkacaktı. Ondan hiç bir mucize istediler mi? Eğer biz de Şemseddin’e Müslüman ol, demeseydik bize hiç düşman olmaz, belki de çok saygı gösterirlerdi. Her meyvenin pişmiş aşı gelince, onun turfanda zamanındaki tadını vermez. Önce kiraz ve marul çıkar; arkadan zerdali yetişir, daha sonra da karpuz, üzüm gelir.

Nasıl ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ile kendinden önce gelen nebilerin şeriatı hükümsüz kaldı. Nice Müslüman, kâfirlerden ilk defa bir şey sınamadıkça yanaşmazlar. O can bile olsa, ondan sakın; ona can ol! deyiver. Can odur ki, ondan rahatlık doğar. Ondan nasıl olur da üzüntü ve ıstırap doğar. Bunu söyleyince kalbim ağrıyor. Nasıl ki, biri bana, sen demiyor musun ki, gönlüm eziliyor, demişti. Eğer onlardan olsaydın, yüz parçayı yerli yerine getirir içinde yanardın. (M. 235)O zaman ağrı ağrı üstüne gelirdi; sonra dayanılmaz hale gelen bir şeyin üstüne daha hangi yükü yükleyebilirsin. O zaman tek bir ağrı yüz kat daha artar.

Dedim ki: O ağrının sona erdiğini görmüyorum ki, ağrı hakkında bir”Varar vereyim. Şimdi ne oldu? Biz Allanın kaza ve kaderine razı olduk, dedi ve gerçekten razı oldu.

Allah Şuayib Peygamberi gözleri görmez olarak yarattı. Şuayib ona razı oldu. Aziz kulların yüzlerini göremiyordu, ama mâna âleminde görüyordu. Bu zahirde hoş olur. Bir şey eline geçmeyince, ona da razı olur. Ama razı olmak ona derler ki,  insan ağır başlı  olsun ve aklını  yokluk üzüntüsü ile uğraştırmasın. Eyüp Peygamber, bedeninde yara açan o böceklere razı olmuştu; gönlünü hep onlara vermişti. Düşünmüyordu ki, bu daha ne zamana kadar sürecek? Yahut, Yarabbi bu ıstırabın ne zamana kadar süreceğini bana bildir! demiyordu. Devasız bir hastalığa tutulan herkesin ilâcı şudur: Ben yiyeyim, sen yeme! Ama her zaman,  sen yeme, demekliğin erkekliğe yakışmaz. Beni kaç kere sınadın. Son derece perhiz et diyebilirim, ama son derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki, bu artıkça zarar verir. Kendi ıstırabından bahsederken, fazla yediğin o günden beri, rahatım bozuldu diyorsun! Ne semâda, ne konuşmada rahat kalmadı. Sözde,  sohbette,  hulâsa her şeyde rahatsızlık  belirdi. Meğerse gayıp âleminden bir çare olsun. Evet, dedi, gaybe iman ederiz; biz.mümin kullardanız,   sonuna kadar inancımızı koruruz. Her şey gayptan meydana gelir, yoktan varolur. Bütün doğuşlar gayp âleminden gelir. Malik hayli paralar sarfetti; kendisine fetâ,   yahut anî desinler diye, annesini derviş yapmıştı.Ben biliyorum ki öne feta (yiğit) dır,  ne  de  ahî  (kardeş).   Oldukça  alçakgönüllü  ve  iyi adamdır, ama onun başında bir sevda var. Annesinin gün görmez yerini düşünüyor. Yani istiyor ki, ben annesini ziyarete gideyim. Tanıdık, bildik kadınlar; nimet hakkını unutmayan dostlar el pençe divan dursunlar karşımda; sana ne pişireyim, ne istiyorsun, desinler. Ben de her ne olursa olsun diyeyim. Diyorlardı ki: Bizim oğlanlar, bizimle kavga ediyorlar. Eğer ona danışmadan pişmişse bize çıkışıyorlar, şimdi ne arzu ediyorsunuz?

(M. 236) Hemedanlı Aynulkuzat’tan bir kaç söz anlatırlar. Adam, olmuş bir şeyi söyledim, ağzım kırılsın keski olmayaydı, dediği için dolu yağmış. Ibni Abbas (Allah ondan razı olsun)’dan da buna benzer sözler iletirler. Halbuki Hazreti Mustafa (Allah’ın selât ve selâmı üzerine olsun) bunlardan apayrı konuşurdu. Onlar, Hazreti Mustafanm sırrına erişemediler ve erişemezler de. Isa da Musa da o sırrı kavrayamadıklarından dolayı, “Allahım, bizi Muhammed ümmetinden kıl!” diye yalvarmışlardır. Onların bu can atmaları, hep Hazreti Muhammed’in (S.A.) makamını istedikleri içindir. Ama bu olmaz. Kur’an’da, “Sizin ne yaptığınızı bilen ulu yazıcı melekler vardır,” (K. 82/11) buyurulmuştur. iyi bir iş işlersen sağ tarafındaki melek, sol tarafındaki meleğin emri ile yazdırır. Çünkü sol taraftaki melek, düşünceyi, niyeti, iş alanına getirir, yazar. Yedi yüz kat, hattâ sonsuz sevap bile yazar. Bunların her biri yine”Kur’an’da Allah’a kavuşmak isteyen, iyi amal işlesin, onun kulluğuna hiç bir kimseyi ortak koşmasın,” (K. 18/110) anlamındaki âyette işaret olunan tek Allah odur. Onun varlığının ötekine faydası yoktur. “Allah, nuru ile dilediğine hidayet yolunu gösterir,” buyurulması da buna delildir. Kur’an’daki vaidler ve cezalar, başkaları için ayrılmıştır. Mutlak ayırıcı olan ulu Allah bağışlayıcıdır da.

Dedi ki: O namazı niçin kılmıyorsun? Allah emrettiği için, dedi. Nerede buyurdu bunu? Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız,” (K. 4/46) buyurulmadı mı? Onu sen oku, dedi. Herkes, herkese verir, iş ayrı ayrıdır. Bir âyet müminlerin hali hakkındadır; onlar için indirilmiştir. Ondan sonra başka bir âyet de, kâfirler içindir. Ama o aşk âleminde hep lütuf vardır, hiç kahır ve ceza yoktur. Biz çoktan beri kahırdan dışarı çıktık. Ama o buraya yakındır, cehennem bu taraftadır. Cehennemden geçersen öte tarafı cennet yoludur. Sonsuz, uçsuz bucaksız; lütuf ve mutluluk âlemidir.

Bir ayakkabıcı vardı. Hazreti Peygamber için güzel bir pabuç dikti. Hazreti Peygamberin hoşuna gitti, güzel dikmişsin, buyurdular. Usta susmadı, dedi ki: Bundan daha iyisini de dikebilirim ey Allah Resulü! Dikmeyi başarabilirim. Buyurdular ki: O halde onu kim için saklıyorsun? Bu daha iyi pabucu kime dikeceksin? Madem ki benim için dikmedin kimin için dikmek istiyorsun?

(M. 237) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kırk yaşına kadar davette bulunmadı. Sonra tam yirmi üç yıl halkı Islama davet etti. Bu kadar işler oldu. Evet her ne kadar bu müddet az idi. Allah ile birlikte geçen her an bilirsin ki, ölümsüz ve sonsuzdur. Ben bu zevksiz erişte pilavından yiyorsam, hep onun elindendir. Yarabbi! Onu parmakla göstereyim de gör! Parmak budur, o değildir, budur, budur.

Farenin biri devenin yularına yapıştı, onu çekmeye başladı. Deve uysallığı, alçakgönüllüğü ve ağırbaşlılığı yönünden farenin arkasından yürüdü. Nasıl ki, “Mümin de uysal develer gibi sabırlıdır,” buyurulmuştur. Devenin bu uysallığını onun yumuşak huylu ve alçakgönüllü olmasına, bazıları da onun bütün hayvanlardan daha uzun boylu olmasına rağmen akıl derecesinin düşkünlüğüne yorarlar. Bunun sırrı başkadır. Fare, deveyi su kenarına kadar yürüttü. O çabuk yürüyüşlü, iri cüsseli hayvan aciz kalamazdı. Fareye sordu: Şimdi burada niçin durakladın? Buradan niçin geçmiyorsun? Sen, benim gibilerin yularına yapışmanın sana yakışmayacağını bilemedin mi? Şimdi nasıl tuttunsa yuları, yürü bakalım! Fare, su çok büyük ve derin, dedi. Ayağını suya basan deve, gel gel dedi. Sudan geçmek kolaydır; nihayet dizkapağında. Fare, ama dizden dize fark var,dedi.

Şimdi sen de tövbe et ki, bir daha böyle yüzsüzlük etmeyesin! Benim semerimin üstüne çık otur! Benim semerimde senin gibi yüz binlerce farenin ağırlığının ne değeri var? Bir anda suyu geçeriz. Geldim eteğine yapıştım, kenara çekildik. Diyorsun ki: Nice böyle uzun boylu alçaklardan bizim için bir uzun boylu, bir yüce yaratılışlı birisi çıkmaz, çıkamaz da neden bellidir bu? Şüphesiz konuşmak gerek, ama bunlardan konuşmaya lüzum yok, bunun sözünü etmeye değmez, ancak teslim etmek gerek ‘o kadar. Söz sözü açar, derler. Madem ki Hak razı oldu sultan yüzünü sana çevirdi, artık bağ bekçisini elde ettikten sonra bağ senin oldu demektir. Hangi ağaçtan meyva istersen al! Mademki bu saatte sen konuşuyorsun, hiç kimse konuşamaz. Diyemez ki, ben doğru konuşuyorum. Sen akıllı kişileri dinle. Senin buraya gelmen bizim için çok hayırlı oldu. Ne yazık ki, ömür vefa etmiyor. Cihan altınlarla dolu olmalıdır ki onu senin vuslatın şerefine ayaklarına saçayım. Bizim canlı Allahmız var, ölü Allahları ne yapacağız? O eşsiz Allah’ın mânası aynı mânadır. (M. 238) Allah’ın vaadi bozulmaz, ancak o yalancı Allahlar bozguna uğrar ve bozulur. Allah daima gayretli davranır. Biri sordu: iblis kimdir? öteki, sensin dedi. Çünkü ben Allah’ım, benim tersim de sensin, başka kim olacak? Düğünler, evlenmeler bir türlü değildir. Bu da nefsin düğünüdür.

Şiir:

Dostların ayrılığından ah çekmek, yarın vedalaşmasından figan yaraşır.

Bu iki mutsuzluğa uğramaktansa, ölüm bin kat daha hoştur.

Burada işi düzeltmek gerektir, iyi bir iş yaptın, cennette kendine açık bir makam hazırladın, kendi yerini de gördün, o zaman geçti.

Bir dindarın önündeki bir akçe, başka birinin elindeki yüz bin dinardan daha iyidir. Dinsizi ateşin üstüne atar cehenneme götürürler. Benim ipim uzun, geniş ve ince değilse bile herkes onu görebilir. Sen kimsin? diyordum ona. Önünde bir pul değerinde helva var, dedim, heybetle bir baktım. Üstat ve kâmil bir insan idi, hiç aldırmadı, sen bilirsin, dedi. Beni Allaha ısmarla, o günahları örtücüdür ve en güzel güven yeridir.

Bu Seyid’in sözüdür: Seyid Burhaneddin, Hakîm Senayî’nin hem müridi,hem de şeyhi oldu.Seyid derdi ki: Lokmayı başının arkasından götüren kimse ola ki, sinirini koparır. Allah kuluna inayet ederse bir Hıristiyan çocuğunu bile onun yolunda Müslüman eder. Bu söz bu güzelliği ile söylenmeye değer. Hem de söylemek gerektir ki, benim nazarım ona.değerse Müslüman olur.

Kürklü hırka ile çarığı unutma! Onun arkasından gitmenin ne yeri var! Korku nerede kalır? Rastgele bir şey yeme ki, sonunda eğer onu yemeseydim daha iyi olurdu, yahut keski hiç yemeseydim, demeyesin. önce kumaşı ölç,  sonra kes,   işlerimizde daima  iyi,  güzel  tedbirler alalım. Kur’an’da, “Uykunuzu size rahat sebebi, geceyi size örtü kıldık. Gündüzü de geçiminizi sağlamak için ayırdık,” (K. 78/9, 10) buyurulmuştur. Uykunuzu rahat, gecenizi örtü kıldım buyurulması ayıklık haline işarettir. Gündüzü geçim  zamanı  kıldık buyurulması  da,   küçük balıkları yiyerek geçinen büyük balığın haline şükretmesi gibidir. Denizde sular arasında bir aydınlık belirdi, gemiciden sordum, hiç bir ses çıkarmadı.  Bir gün yine o aydınlıkta gidiyorduk, başka bir parıltı daha belirdi. Ondan sonra gemici derhal secdeye kapandı. (M. 239) Bu şükran secdesidir, dedi. Eğer söyleseydim ödün patlardı. Gözünün birini bir balığa, ötekini başka bir balığa dikmiş; eğer bir an gemide uyusaydım öteki balığı göremeyecektim. Balık her zaman denizde şaşkın bir durumdadır. Ama deniz de o balığa şaşmaktadır. Benim içimde o büyüklük ve genişlik nasıl olur? Bende ne var diye şaşmaktadır.

Elimde hafif bir ışık tutuyordum. Köpek havladı, onun heybetinden eve kaçtım. O evden başka bir eve sonra da büyük bir tandır ocağının içine sığındım. Hey anneciğim, hey anneciğim! Silâhımı getir, dedim. Anne mızrağımı ve kılıcımı getir; dışarı çık, mahallenin başında havlayan o köpeğe, hav hav, sensin, hav hav senin annen babandır de. Eğer yiğitsen tandır başına gel! Mızrakla senin beynini patlatırım gel!

Yedi yüz yiğit kişilerdik. Yedi Tacik üstümüze saldırdı, biz çok sopa yedik, onlar da pek çok eşya götürdüler. Parmağımı öyle bir sıktı ki, Yarabbi onu tut, onu onu! dedim. Mevlâna’yı değil, falanı değil, bunu değil, bu ayağı da değil. Onu görmüyor mu? Sana şaka mı geliyor bunlar, yağmur gönderdi ki, yorganımızı başımıza çekelim de altına girelim. Benden bir söz işitti. Bunu o söyledi, soğuk kaçtı. Başkaca hiç bir şey söyleyemedi. Niçin sıkıldın, dedim. Sustu, konuşamadı. Sonra tekrar dili açıldı, yürüdü. O söylediğin şeyi anlatır mısın? dedi. Gördüğüm rüyayı içim boşansın diye tekrarlamamı mı istiyorsun dedim. Ama gönlünü rüyadan boşaltırsan ne ile boşaltacaksın.

Şarapçının biri şarap satıyordu. Biri sordu: Yahu sen şarabı satıyorsun ama acaba karşılığında ne alacaksın? Camiden geri kalan kimse lahavle mescidine gider, insan eğer lahavlenin ne demek olduğunu bilirse, yani kuvvet ve kudretin Allahda olduğunu anlarsa onun Cuma namazı boşa gitmez. Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kabe’de lâhavlesiz kalmaktan daha hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.

Kadının biri bu sevdada idi; birkaç yankesici ağlaya sızlaya ona yanaştılar. Efendimiz dediler, şu hazine işini ancak senin sayende başarabiliriz. Yoksa o değerli hazineden faydalanmaya bizim gücümüz yetmez. Onlar geç kalmışlardı. (M. 240) Biri dedi ki: Efendimiz sarığını versin de kendilerine bir haber getireyim, öteki yankesici, o geç kalır, dedi. Siz şu katırı kulunuza veriniz, ben şimdi onu ve arkadaşları çağırayım. Şu şartla ki, falanın başına ant içeceksiniz, bu meseleyi hiç kimseye açmayacaksınız.

Sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene doğru giden birine rastladı, kendi kendine, bu adam benden herhalde nereden geliyorsun, diye soracak dedi. Selâm vermeyi bile unuttu. Önce bu şekilde yanlış düşününce başından sonuna kadar hep saçmaladı, önce nereden geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum derim, diye düşündü. Ne kadar un yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Halbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı uğursuz mu? Beline kadar işaret ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi söyledi, ama eğer doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz hoşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi anlayamazdı.

Kuran’da, “Çadırlar içinde öyle huriler var ki, onlara ne insan eli, ne de cin eli değmiştir.” (K. 55/56) buyurulmuştur. Bunun anlamı nadir? Hele o cennetler ki Allah âlemidir diye sordum. Ona göre kıyas et. Dedim ki: insanoğlu ve cin tayfası ona erişememiştir. Yani bu içkiler bu âlemde de bizim elimize geçmez mi? Herkesin mertebesine göre zencefilden, çağlayandan, kâfur ve temiz şaraptan payı var mı? “Sözlerini yerine getirenler; şerri ve korkunç manzarası aşikâr olan o günden korkanlar,” anlamındaki âyet nedir? Bu herkes hakkında mıdır? Bazıları bunun Hazreti Ali hakkında olduğunu söylerler. Âyetin inmesi sebebi kendiliğinden anlaşılıyor. Olaki bunlar da bir sebep söylesinler. Ama çok soğuk ve yersiz olur. Kendi düşünceleri ile doğru yola gelsinler. Bu hırkamın kolunu öptü, onun o üç gecelik semâda bir çok günler sürecek olan işleri tamam oldu. Dükkândan et getiren o Yahudi’nin yedi ceddi işadamı idi, ama o yine de Yahudi’dir, yine de Yahudi.

İbni Mesut’a (Allah ondan razı olsun) Hazreti Peygamber, Kur’an’ın sırlarından bazı şeyler açıklardı. Onun anlattığına göre falan âyetin mânasını Peygamber arkadaşlarına açık söylerdi, ikinci mânasını da benim kulağıma fısıldardı: bunları size anlatsaydım boynumu vururdunuz, dedi. Sahabeler o zaman o sözleri küfür sayar, söyleyenlerin boynunu uçurturlardı.

(M. 241) “Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki ilâhımız tek bir ilâhtır.” (K. 18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?

Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar Hazreti Peygamberin yaptığı gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali’nin yüzüne bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben sizden herhangi biriniz gibi değilim. Bunun üzerine âyet geldi: “Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım.” Ama aradaki fark şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım, ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve eşler niçin olsun; bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir işle uğraşsın. Ben de niyet ettim bundan daha iyi bir iş varsa din ve dünya kazancı için o işle meşgul olayım, elime geçeni burada sarfedeyim.

Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler ağzından şu sözler dökülüyordu:

Şiir:

Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,

Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.

Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz ve minnetsiz yürürsün. O misal yönündendir. Maksat, Allah’ın kutsal sözündeki mânadır, yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda bakar ve özellikle kendi yazdığı şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim. Onun ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar da haber verir. Onlar da hep birlikte söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed’in yolu en iyisidir. insaflı olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed’in (A.S.) yolu gibi aydınlık yoktur.

Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir.

Şiir:

İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?

İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!

 

SAİDİ  MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ

(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir kızcağızı vardı ki, ünü halifeye kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde edemedi. Said’in bir de çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en gerisinde otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil seçeceğim, dedi. Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir uğursuzluk sezdi. Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki seni hekime götüreyim. Oğlan cevap vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı yiyecek, bari siz ona korku verin de bu hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında zır delidir diye tanıklık ederler.

Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra zavallı bilgi âşığı çömez artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı: Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu kadınlar hep birden, sen çok düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar. Sonra tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç değişmemiş. Hayır, dedi, Allah’a ant içerim ki bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil. Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu kadınlar yine oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim başımızı yiyecek diye kara bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi, henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Kızı yakından tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız, onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz de öyleyiz, ama belki o bizden daha üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz de dünyayı terk etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.

Hoca Ahmed’in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir iş yapmıyor, dedi. Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed’in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali biliyorum.

Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu himmeti ile kendine çeksin? “Kuvvet galibindir” demeyesin! Bizim hikâyemiz onların söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana olsun, yahut beni unutan zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle! Biliyorum, ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler. Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor.. Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin anahtarını eline verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun. Kendinden karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin, arzularına göre hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken Kur’an koltuğunda (M. 244) “Allahdan başka Allah yoktur” diye mırıldandığını, birtakım harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler, içinden sana bir ses geliyor mu? Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez. Kendi bedenlerine zulmedenler Allah’ın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır, acaba işin sonucu ne olur?

Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin’in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş Bayezidî Bistami’nin türbesi başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde dünyadan göçtü gitti.

Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu? getir, der. Evvelce sende ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan sende vardı, ondan getir, dedi. Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün. Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol senin gittiğin yoldur. Benim gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar, dünyaya yaramazlar. Soğuk ve donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut onlara sen yaraşırsın!

Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allah’a ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de biz onlardanız. Onun da sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi! Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver, diye yalvarır. Benim gönlüm her şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber vermemiştir. Benden bunu öğren ki, yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?

(M. 245) “Sultan, Allah’ın gölgesidir” sözü Ebul Hasan Harrakanî’nin nazarında doğru değildir. Denize düşer ve yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur’an’da, “Gördün mü, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?” (K. 25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir? Yedi başlı ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki, göğsünün her tüyünden ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir parça rahat ister, Yarabbi işimi kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki dışarı çıksın; başına şarap dökerler. Biri ağlar, bir damla yaş çıkaramaz gözünden. Ötekini bırakmazlar ki ırmaktan dışarı çıksın.

Bilmiyorum ki namazda ne okuyayım. Meğer, “Fatihasız namaz olmaz” emrine uyayım. Öteki bir hava tutturur, ilâhi söyler, raks eder. Gördüm ki, bir sofra getiriyorlar, der. Eğer başkalarının evine götürüyorlarsa size ne?

Uyuyorsan ne bulursun? Yücelikler, çekilen emek nispetinde elde edilir. Yüksek makamlara ermek isteyenlerin geceleri uyanık yatması gerektir. Yani dileği uğrunda uyumazlar. Keşke surette uyuyaydık. Sıcaklığı toprağa bu mertebede verdi. Ne yüce kudret! Ben nefsim için ne gibi tasarrufta bulundularsa razıyım. Size tekrar söylüyorum, madem ki biliyorsun, başka söze ne lüzum var?

Size gerekse teni de terk edeyim. Senin bulduğun dostlara taş bile takat getirmez. Çocuklar, “Rabbi Musa’ya göründüğü vakit,” (K. 7/139) anlamındaki âyeti okurlar. Halbuki, Allah bütün gün Musa ile beraberdi. Güneş böylece her tarafa bakar, bir zerre kaybolmaz. Ondan bir feryat kopar, çünkü ateşten kaçmaz, bu takdirde o makam pervanenin seyranıdır. Çulha çulhalığını unutmaz ancak o sanatı yapar. Sırmalı elbiseden ne anlar?

(M. 246) Üç kız bir arada oturmuş konuşuyorlardı: Herbiri babasının işinden söz etmişti. Biri diyordu ki: Babam Sultanın katırına çul dokur, çulhadır o. Beni okşamasa ne minnet ayağımı bile öpse azdır. Bunların gördükleri ve konuştukları ancak bu gibi şeylerdir. Hazreti Peygamberin, o yüceliği, ululuğu ve kudreti ile beraber bir odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı. İsa’ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender’in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun^ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!

Bir zavallıyı Hazreti Muhammed’in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allah’ı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlar da onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.

Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler? Kuran’da, “Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele,” (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.

Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe’nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail’in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.

Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için açılmalıdır.

Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı, isa’ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender’in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!

Bir zavallıyı Hazreti Muhammed’in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç bir iş yapamıyorum; ancak Allah’ı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlarda onlardan gelen sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.

Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra candan kıymetli ne gördüler?

Kuran’da, “Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele,” (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.

Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe’nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır. Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail’in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.

Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için açılmalıdır.

Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde gidiyorsun, ben ise çok kere kervanın başındayım. Deve cevap verdi: Birinci sebep şu ki, ben yüce himmetliyim, başım havadadır. Yüksek bir başım, aydın bir gözüm vardır. Yokuşun başından bakınca sonuna kadar görebilirim. Anlarım, neresi düzlük, neresi yarı düzlük, neresi bozuk yoldur.

Bir kaç kişi vardır ki, Allah rüyada görünebilir derler. Bir çoğu da onun ne rüyada, ne de ayık iken görülemeyeceğini söylerler. Bunlar taklitçilerdir. En çok gerçeği arayanlar en çok taklitçidirler.

Bir zümre vardır ki, gönül taklitçisidir; bir zümre safa taklitçisi, bir tayfa da Mustafa (S.A.) taklitçisidir. Bir zümre de Allah taklitçisidir. Allahdan söz açarlar. Bir topluluk da hem onu taklit etmez, hem de ondan söz nakletmezler, ancak kendiliklerinden konuşurlar. Kur’an’ da, “Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve onun bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi,” (Kehf Sûresi, 110) buyuruyor. Rabbimin sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allah’a işaret eden zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allah’a, öteki de onun hakikatine işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir; böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı anmak da ürkmektir, derler. Zikreden bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet, ürkeklik gösteriyor, denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan şöyle yaptı, (M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük günahlardandır.’ Dört büyük günah, yani gıybet, bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu günahları işleyen kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi bizim nasibimiz armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.

Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor. Şah mı geliyor? dedim. Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu! Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da umutsuzluğa uğratayım, dedim. Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki, gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben bu nefsin elinden acizim, sana nasıl yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle bir yumruk vur ki, şu duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı da olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.

Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse, işin içyüzüne bakarım. Beni kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden helak olurum, ama nihayet kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam, beni uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.

Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi hoş bir âlemdir.

Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan münezzehtir. Artık biz de şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.

(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha başka fıkıh kitaplarını da okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer. Eğer bende masal dinleme arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından daha tatlıdır.

Yemin, ant içme için Arapça’da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi, tallahi derler, işin içyüzü böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allah’ın temiz zatı hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler. Marifet öğrenelim, falan medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep bundan bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması uğrunda niçin tahsiLetmeli?

Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın nereden olduğunu öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar, Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki, bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir şey değildir.

Mısra:

Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!

Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.

Ebu Necip’e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allah’ı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin’in damadı, Şahabeddin’in yanında sana başbuğluk erişmez diyordu.

Celâleddin’in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allah’ın sözünü, onun dilini, onun kulu nasıl bilir? Allah kulu ol ki, Allah’ın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.

Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise bunlarda yoktur.

Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, “Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun gönlüne sığdım,” (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed’den Ahad’e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise mânanın perdesidir.

Mısra:

Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!

Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından Muhammed ümmeti olanlara ne mutlu! Muhammed’in gözü Muhammed değil mi? Muhammed’in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak Peygamber seninle iftihar eder, elini tutar. Musa’ya, isa’ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim ümmetimdir, der. Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun gözüne erişir, sonra görünmez olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.

Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm alsın, hem de secde etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini beslemeye yetişir. Gerektir ki o selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.

Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün hiç bir şey yemek istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana lokma verseler kabul ederdim, alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni yakaladı. Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz hamdır diye bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.

Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve hareketli rakslar etse, yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve Muhammedi olarak raksetmeye başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.

Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen ayağını geri çekti. Deve sordu: Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını geçmiyor. Karınca, ama dadi, dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.

Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce rahmet olsun, işte benim üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım.

Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama gönülde hiç yer tutmuyordu bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama evin içinde yol çıkmaz. Ona da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve puthanelerde bulunur.

Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir ekmek parçası verdi. İkinci “gün derviş Musa’ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, “Benim katımda söz değiştirilemez,” ve sonra (kulunun dilinden), “Yarabbi sen verdiğin sözden dönmezsin” (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi. Derviş şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu: Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir? Güldü ve hoştur, dedi.

Mısra:

Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!

(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç ve dış duyguları da bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte de kullanırlar. Hayatı neşeli olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile uğraşmak dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi öğütçüler, son günlerinde şunu söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman zorlanma zamanı değildir. Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü dünyamızın kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.

Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır. Bunun ayrılıktan başka ne faydası var?

Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?”Biz de öyleyiz senden ayrılıyoruz. Sonra kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem ki: Bu birleşme sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu birleşmenin değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.

Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki: Bunu şeyh söylemedi. Bu gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı yoktur.

Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran’da, “Allahı ululuğuna yaraşır bir halde takdir etmediler'”, (Enam Sûresi, 91) Kur’an’daki, “Ferahlandılar,” (Enam 44) sözü de dünya nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar” sözünde de onları ebedî hayata yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler, şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile olur. Yemekte bile aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap vermedi. Bize vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden Buhar’ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, “Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın,” (K. 60/1) buyurdu.

Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt üst olurken, öteki selâmette kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allah’ın elindedir. Kur’an’ın “Oku!” hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani, ey edepsiz çocuk ibret al ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil! Kur’an’da, “Yer sarsıldığı zaman,” (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir, sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu teklifin artmasından zevk alırsa, teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden bahsediyorsun. Bundan sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan batkın bir haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir. Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki bir sırrı ve bir hakikati vardır, Allah’ı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu cefayı yaparken, mühlet vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu. Şimdi gerektir ki, dertsiz bir kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, “Genişleten kimse, genişlik bulur” buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt yetişmez, ama öteki cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.

Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de olabilir. Bu Zehra ile o, her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.

Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç kişi de vahyin indiği yer, yani onun muhatabı oldular.

Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi olasın. Harfleri arasında Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere düştüğün zaman niçin yoksun kalasın! Niçin onun tev’ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, “Ibrahimin makamına giren güven bulur,” (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim ki! O kıl, sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine gözyaşı ve ıstırap görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi. Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları yeterli değildi, şimdi nebilerinkine başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa’nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira! Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum! O iğrenme düşmanlıktan değildi. Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu gün Allah adamı böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine vursam, yenini namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun, ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum. Bakayım topal mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın acaba kadınlarla ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda, bir kimse halinden şikâyet ediyor mu’, yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim evimde bir sofra donatsınlar ve o sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir hikâye anlatayım, demedim mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna’dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp tutuşuyor diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal görsün. O ister adam oğlu olsun, ister başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar. Onların zannına göre marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa zamanında yaşayan ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber çağında ölenlerden başkalarıdır.

Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım yazıyı uykun gelinceye kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan sonra kaleme vuracağım, ta Musul’a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz’e de gideceğim. Orada falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum. Ondan sonra Bağdat’a, sonra Şam’a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az kalmam geri dönerim. Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı çekersin, çünkü şairin dediği gibi:

Mısra:

Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.

Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde edilmesi kolay değildir, bir adam tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık gösteriyor; bu olmasa postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî sapığın kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.

Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker diyordu. Görüyorsun ki, aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad’ın (Adliye emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu gönderdi ve ona Şemseddin’i de çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey yaparım da aramızdaki muhabbet eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden geçti ki, Adliye Emirine bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el çekmiş gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir meyvenin başına gidiyor. Ben senin duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet, dedim, bir çok eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk geliyorum, ama seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme, dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün gece o kadar yedim ki, teravih namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.

Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan kimse, ertesi günü daima hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür, dedim.

 


 

ETİKETLER: