Mevlevî dergâhlarında manevî eğitim

A+
A-

Mevlevî dergâhlarında manevî eğitim

DOÇ. DR. SEZAİ KÜÇÜK

Mevlevî tekkeleri genellikle geniş bir bahçe içerisindedir. Bazıları şehir dışında inşa edildiği gibi bazıları da şehrin müstesna bir mekânında tesis edilmiştir. Tekkelerin şehir dışında kurulmalarının temel maksadı, şehrin ve gündelik meşguliyetin dışında kalarak dervişânın daha huzurlu bir ortamda yetişmelerini temin içindir.

Mevlevî dergâhı geniş bir bahçenin içinde, bir tarafta hamuşâne/hâmuşan (suskunlar yurdu, susanlar mekânı) yani kabristan ve diğer tarafta şeyh ailesinin oturması için yapılmış harem dairesi bulunur. Mevlevî dergâhları; semahâne, Matbah-ı şerîf, mescid, türbe ve derviş hücrelerinden müteşekkil bir yapı bütünüdür ve bu yapıyı yerine göre şadırvan, diğer mutfak, çamaşırhane, helâlar gibi diğer müştemilat tamamlar.

Dergâh-ı şerîfin içinde semahâne genellikle türbe ile bitişik bir mekândadır. Türbede dergâhın kurucusu veya büyük şeyhi/şeyhlerinin kabirleri bulunur. Mevlânâ Dergâhı bunun en güzel örneğini teşkil ederken, İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesi ve diğer şehirlerde bulunan Mevlevî dergâhları da böyledir. Semahâne çoğu dergâhta dairevî yapıda, zemini cilalı parkeli, züvvar (ziyaretçi/seyirci) için etrafı parmaklıklarla çevrilidir. Semahânede minber ve mihrab da bulunduğu olur ki dergâhın ayrıca mescidi bulunmuyorsa burada vakit ve Cuma namazları ifa edilebilir. Ayrıca Mesnevîhanın mukabele (sema) öncesi Mesnevî okuması için tahsis edilmiş bir de kürsü mevcuttur. Semahânenin üst katında da genellikle şeyh efendinin oturduğu postun tam karşısında çoğu camilerdeki müezzin mahfillerine benzer merdivenle çıkılan bir yer bulunur ki buraya da “mutrıbhâne veya mutrıb” denilir. Namaz vakti Müezzin Dede burada bulunduğu gibi mutrıbân yani sema esnasında âyin icrâ eden neyzen, kudümzen başta olmak üzere sâzende ve hânendeler burada bulunur.

Mevlevîhâneler fonksiyonları bakımından âsitâne ve zâviye diye ikiye ayrılır. Mevlevîliğin manevî eğitiminin süresi olan bin bir günlük çilenin çıkarılıp “dede” unvanı alınabilen tam teşekküllü mevlevîhânelere âsitâne, bu maksadı olmayan Mevlevîhânelere de zâviye denilmiştir. “Âsitâne-i Aliyye” de denilen Mevlânâ Dergâhı’ndan başka, Mevlevîlik tarihinde âsitâne olarak fonksiyon icrâ eden dergâhlar şunlardır:

1-İstanbul Galata Mevlevîhânesi

2- İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesi

3- İstanbul Beşiktaş/Bahâriye Mevlevîhânesi

4- İstanbul Kasımpaşa Mevlevîhânesi

5-Afyonkarahisar Mevlevîhânesi

6-Manisa Mevlevîhânesi

7-Halep Mevlevîhânesi

8-Bursa Mevlevîhânesi

9-Eskişehir Mevlevîhânesi

10-Kâhire Mevlevîhânesi

11-Gelibolu Mevlevîhânesi[1]

İçinde Mevlevî çilesi çıkarılan bir âsitânede şu iki mekân mutlaka bulunur: Birincisi; Mevlevîhânedeki manevî eğitimin mes’ûlü dedegânın kaldıkları ikamet mekânları hücreler. İkincisi; Mevlevîlerde manevî eğitimin yapıldığı, yemek kadar dervişin de piştiği eğitim mekânı Matbah-ı Şerîf.

Çile denilen mânevî eğitim mutfakta başlar ve bu eğitimi icrâ eden dergâhın yönetiminden de sorumlu olan kişilere yani dedelere “tekke zâbitânı” denilir. Dedeler hücrelerde ikamet ederler. “Derviş hücreleri” de denilen küçük odacıklar genellikle tekke bahçesi içinde semahâneye yakın bazen bitişik, sayıları on sekiz adede ulaşan odalardır. Dergâhta temel bir manevî eğitim vazifesi olan bir görevle bulunan dedeler bu hücrelerde ikamet ederken, yatağı, kitapları, kahve ocağı gibi kendine mahsus eşyalarından başka yanlarında dünyalık bulundurmazlar. Yemeklerini de Matbahta yerler.

Hücreler koridor halinde birbirine bitişik bir yapı oluştururken, bu koridorun ucu Matbah-ı şerîfe dayanır. Matbah gayet geniş bir mekândır. Genellikle büyük Mevlevî âsitânelerinde biri Matbah-ı Şerîf, diğeri günlük mutfak olmak üzere iki ayrı mutfak bulunur. İki Matbahı olan tekkelerde Matbahın birisine “Matbah-ı Mevlânâ” ismi verilir. Orada dervişler terbiye görür ve Matbah-ı Şerîf’te bin bir gün süreyle pişen yemek değil, dervişin bizâtihî kendisidir. Yemek günlük mutfakta, Osmanlı devletinin son zamanlarında bazen maaşlı bir aşçı tarafından pişirilir.

Matbahta büyük ocaklar ve ocakların üzerinde “Yâ Âteşbâz-ı Velî” yazan bir duvara nakşedilmiş bir hat veya asılmış bir levha mutlaka mevcuttur. Mimarî olarak Matbah-ı Şerîf çoğunlukla dede hücreleri koridorunun bir ucunda ve kahve ocağı ile Meydan-ı Şerîf denilen odanın yanında bulunur. Matbah-ı şerîfler de; ocaklar, saka postu, somathane ve nevniyazlara sema yapılmasının öğretildiği sema tâlim ve meşk yeri (sema tahtası) olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. Matbah’ın girişinde yemeklerin piştiği ocakların bulunduğu ilk kademede tarikata girmek isteyen muhiblerin üç gün sebat ederek kaldıkları, bin bir günlük çilesine başlamaya ikrar verdikleri yani kendisini bu yola adayacağına söz verdikleri ‘‘saka postu’’ yer alır.[2] Ayrıca Matbaha bitişik “Matbah canları” denilen henüz hizmette olup hücreye çıkmayan dervişlerin ikamet ettikleri veya yatmalarına mahsus ayrı bir sofa mevcut bulunur. [3]

Mevlevîler nezdinde Matbahın kıymeti ve yeri pek yücedir ve bunu Şeyh Galib (ö.1799) “Matbah-ı Monla” redifli ve “Der-Vasf-ı Şerîf-i Matbah-ı Latîf-i Tarîkât-ı Mevlevîyye Kaddesene’llahu Esrârehum” başlıklı bir kasidesinde pek güzel anlatır:

Mu’allâ dûdmân-ı evliyâdır Matbah-ı Monlâ
Dil ü câna ocağ-ı kimyâdır Matbah-ı Monlâ
Çerâğ-ı pür-ziyâsı sırr-ı Âteşbaz’dan yanmış
Bütün pervânegân-ı aşka câdır Matbah-ı Monlâ
Ana ruh-sûdedir âteş-perestân-ı mahabbet hep
Semender-hâne-i mihr ü vefâdır Matbah-ı Monlâ[4]

Matbahın bitişiğinde adına “meydan-ı şerîf” denilen bir salon bulunur ki, burada kırmızı ve beyaz iki post mevcuttur ve bu postlardan kırmızı post Sultan Veled Makamı, beyaz post ise Âteşbâz-ı Velî Makamı olarak kabul edilir. Tekkenin postnişini yani şeyhi ve Sertabbah Dede bazı merasim için meydan-ı şerîfe geldiğinde kırmızı posta, Kazancı Dede de beyaz posta oturur.[5] Bazı Mevlevî dergâhlarında müştemilatı tamamlayan bir kütüphanenin varlığını da zikretmek gerekir.

Bütün bu yapılar etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir Mevlevîhânenin müştemilatıdır. Mimarî yapısı itibariyle gayet dikkat çekici, seçkince bir mimarî üslub, birbirine uyumlu ve bulunduğu yörenin mimarî tarzı gereği şekil almış, cümle kapısından içeri giren herkesi hemen kendi lâhûtî ortamına cezbeden, başka bir âleme geldiğini fark ettiren, her bir mekânı âdeta Mevlevîliğin sembolü olan sikkelerle mühürlenmiş, türbe, hâmûşân, matbah, semahâne ve hücreleri misafirlerine bir şeyler anlatan bu Mevlevîhânelerin temel ve asıl fonksiyonu manevî eğitim yani Mevlevî çilesini ikmal etmektir.

Mevlevîlik merkeziyetçi idarî yapıya sahip bir tarikattır ve bütün Mevlevîhâneler Konya Mevlânâ Dergâhından yönetilir. Konya Mevlânâ Dergâhında da kendi içinde bir idarî yapı mevcuttur. Burada “Çelebi Efendi” başta olmak üzere “sertarîk, sertabbâh ve türbedar” namıyla bir heyet (dergâh zâbitânı) mevcuttur. Diğer Mevlevî âsitânelerinde ise Çelebi Efendi yerine postnişin/şeyh, sertarîk yerine de sertabbah bulunur. Diğer dergâh zâbitânları aynıdır.

Çelebi Efendi tarikat hiyerarşisinde bütün Mevlevî tarikatının başıdır. Çelebi efendilik bütün Mevlevîhânelerde adap ve erkânının tesis ve icrâsından ayrıca şeyhlerinin tayin ve azlinden mes’ul makamdır. Çelebi efendiler Mevlânâ’nın torunlarıdır ve soyu baba tarafından Mevlânâ’ya ulaşan çelebilere “zükûr çelebi”, ana tarafından ulaşan çelebilere “inâs çelebi” adı verilmiştir. Çelebi efendi olabilmek için zükûr çelebi olmak şartı vardır.[6]

Diğer Mevlevîhânelerde de Çelebi Efendi makamını temsilen Mevlevîhâneye tayin edilmiş şeyh yani postnişinler bulunur. Çelebi efendi makamını temsilen postta otururlar fakat onlar da Mevlânâ’nın yoluna uyup mürebbîlik vazifesine karışmazlar. Teslik ve terbiye Konya Mevlânâ dergâhında nasıl Sertarîk’e ait ise diğer Mevlevî dergâhlarında da Sertabbah’a aittir.

Konya Mevlânâ Dergâhında başmürebbî olarak Sertarîk vazife yapar. Kendisine “Tarikatçi” de denilir. Şeyhler, dedeler, carlar ve muhiblerle Çelebi Efendi arasında köprü vazifesi görmekle birlikte, mutfakta ikmal-i terbiye etmiş ve sahib-i irfân olmuş ve bin bir günün nihayetinde pencereye/hücreye çıkmış dedegânın terbiyesine adap ve âdâttaki intizama nezaret eder. Diğer Mevlevîhânelerde ise “Aşçı Dede” bütün Mevlevî manevî terbiye sisteminin başıdır. Mevlevîhâneye dahil olmuş Matbah-ı şerîfteki çilekeş canların eğitimi başta Aşçı/Sertabbah Dede olmak üzere Kazancı Dede, Meydancı Dede ve Bulaşıkçı Dedeler tarafından yürütülür.

Mevlevîhânelerde manevî eğitim Matbah-ı Şerîf’te ikmal edilir demiştik. Matbah-ı şerîf Mevlevî dergâhlarının en ehemmiyetli mevkilerinden biridir. Mevlevî tarikatına dâhil olmak isteyenlerin ilk girdikleri kapı ve tarikate kabul olunmak için bir müddet beklemeye mecbur oldukları ilk merhaledir. Mevlevî âsitânelerinde yemek pişirilen bu yer, aynı zamanda dervişin de terbiye olunduğu yerdir.[7]

Mevlevîliğin veya Mevlevîhânelerin mensubları; şeyh, dede, çilekeş can ve muhib olarak dört dereceye ayrılmıştır. Bu sıralama muhib, derviş (dede, çilekeş can), şeyh şeklinde de yapılır. Mevlevîlikte tarikatın esası aşk, marifet ve hizmettir. Bu gaye ile manevî terbiyeye tâbî olan tarikat müntesipleri arasında “muhib” ve “dervîş/matbah canı” diye ikili bir derecelendirme söz konusudur.[8]

Seven anlamına gelen “Muhib”, bir şeyh tarafından başına sikke tekbirlenmiş ve böylece Mevlevîlik yoluna girmiş kişidir, dervîşlik ikrarı vermeyen kimse için kullanılır ki, bunlar Mevlevîlerin çoğunluğunu teşkil eder. [9] Muhib, dergâh dışında ailesi, mesleği meşgalesi olan biri olduğu için, dışarıda sivil giyimli olabileceği gibi, Mevlevî kıyafetiyle de gezebilir. Sadece mukabele günleri dergâha gelip dedesinin hücresinde sema elbisesi giyerek mukabeleye katılabilir.

Mevlevîliğe intisap eden ikinci gruba; “dervîş, matbah canı veya âşık” denilir. Bu grupta olanlar, kendilerini tamamen Mevlevîlik yoluna adamış ve bu hususta şeyhine ikrar vermiş (söz vermiş), dergâhta hizmete soyunmuş kimselerdir.[10]

Dervîşliğe niyet etmeye ve başlamaya “ikrâr” denilir. Bu niyette olan biri gelip Kazancı Dede’ye “soyunacağım” diye müracaat eder. O da tekkenin şeyhine durumu arzeder ve ikrârını alır. Kazancı Dede; “Dervîşlik zordur, çileyi kırmak iyi değildir, dervîşlik ateşten gömlek, demir leblebidir. Aç kalmak, dövülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervîşlik ölmezden evvel ölmek demektir. Bunlara tahammül edersen gir” diyerek ikrara geleni uyarır.

İkrâra yeni gelen nevniyâza “can” tabir olunur. Can saka postunda üç gün oturur, kalıp kalmayacağını düşünüp karar verir. Ondan sonra yapabilirse kalkıp hizmete soyunur. Saka postu Matbahın kapıdan girince solundadır. Can saka postunda iki dizi üzerine murâkabe şeklinde oturur, diğer canların hizmetini seyreder. Mecbur olmadıkça konuşmaz. Hizmete soyunduktan sonra “Ayakçı” olur. Ortalığı süpürür, odun getirir. Üzerine başka bir can gelinceye kadar devam eder. Ondan sonra “Pazarcı” olur. Pazara gidip öte-beri alır. Ayakçı semaya başlamayınca sikke giyemez.[11]

Nevniyâz üç gün oturduğu saka postundan çileye soyunma kararıyla kalkarsa, Kazancı Dede’nin huzuruna götürülür, geldiği elbisesiyle on sekiz gün “ayakçılık” hizmetinde bulunur. Bu hizmette, canlara lazım olan şeyleri getirir götürür. Bir müddet sonra Aşçı Dede’nin emriyle bir arakıye, Matbah tennuresi ve elif-i nemed verilir. Bu şekilde geldiği elbiseyi çıkarıp, dervîş elbisesini giymiş olur ki, artık çileye soyunmuş bir dervîştir.[12]

Çileye soyunan can Kazancı Dede’ye teslim edilir. O da ona yapması gereken hizmetleri gösterir. Çileye giren derviş mutfakta en ağır işlerle meşgul olur. Bin bir gün ve gece mutfakta yatar, kalkar, nefsini terbiye ile uğraşır, sabır ve tevazudan katiyyen ayrılmaz. Bu çilenin hükümleri o kadar kat’idir ki kazaen tekke dışında geceleyecek olsa çilesi bozulur buna “çile kırmak” denilir ve yeniden bin bir gün çileye girmesi gerekir. Yukarıda da ifade edildiği gibi dervîş, önce ayakçılık hizmetini görür, bu esnada her Mevlevînin bilmesi gerekli hafî ve devrânî zikir olan sema’ı çıkarır ve zamanı gelince “pazarcı” olur. Pazarcının vazifesi tekkenin ihtiyaçlarını kendisine gösterilen dükkânlardan almak, verilen görevin dışına çıkmadan, gittiği yerlerde oyalanmadan, vazifesini ifa edip hemen tekkeye dönmektir.

Pazarcı bu hizmeti gereği gibi yerine getirdikten sonra, yine Kazancı ve Aşçı dedelerin tensipleriyle, bin bir günlük çilesi müddetince yerine getirmesi gereken dergâhtaki on sekiz görevden şunları yapmaya vazifelendirilir;

1. Tekkede sofrayı hazırlamak ve kaldırmak vazifesiyle “Somatçı”

2. Canlara ve dergâha gelip gidenlere kahve yapma vazifesiyle “İçeri Meydancısı”

3. Dergâhın kandillerini temizlemek ve yakmak vazifesiyle “İçeri Kandilcisi”

4. Dedelerin ve matbahın kahvesini dövüp hazırlama vazifesiyle “Tahmisci”

5. Canların yataklarını yapıp kaldırma vazifesiyle “Yatakçı”

6. Dışarıdaki kandilleri uyandırmak (yakmak) vazifesiyle “Dışarı Kandilcisi”

7. Bahçeyi ve etrafı süpürmek, temiz tutmak vazifesiyle “Süpürgeci”

8. Matbahın şamdanlarına bakmak hizmetiyle “Çerağcı”

9. Matbahtaki kapların, kalaylanması ve temiz tutulması nezareti hizmetiyle “Dolapçı”

10. Bulaşıkları yıkamak ve yıkatmak hizmetiyle “Bulaşıkçı”

11. Mevlevî tekkesinde çarşı işlerini görme hizmetiyle “Pazarcı”

12. Dergâhta lüzum ettikçe şerbet hazırlama vazifesiyle “Şerbetçi”

13. Matbahta ayak hizmetleri vazifesiyle “Ayakçı”

14. Tuvalet, şadırvan ve muslukların temizlenmesi vazifesiyle “Âbrizci”

15. Dedelerin ve canların elbiselerini yıkamak ve yıkatmak vazifesiyle “Çamaşırcı”

16. Hücrede bulunan dervîşlere Tarikatçi veyahut Aşçı dedelerin emirlerini bildirmek vazifesiyle “Dışarı Meydancısı”

17. Matbaha yeni giren canlara yol göstermek ve onları yetiştirmek hizmetiyle “Halife Dede”

18. Canların inzibatına bakarak onlara nasihat ve rehberlik vazifesiyle “Kazancı Dede”.[13]

Ebced hesabıya “Rıza” kelimesine denk gelen bin bir günlük çile[14]hizmetini bu vazifelerle tamamlayan dervîş, Mevlevîlere has bir merasimle “Dede” unvanı alarak “hücrenişîn” olur ve kendisine dergâhta bir hücre tahsis edilir.

Üç gün Saka Postu’nda oturan, bin bir gün Çile tamamlayan ve on sekiz hizmeti ifa eden dervişin bu hizmetlerinin rakam olarak toplamı 1022’dir. Bunun ebced karşılığı da rızâ-yı Hû yani “Allah’ın kendisinden razılığıdır.” Tahsis edilen hücresinde de üç gün kapanan Dede’nin çilesi henüz bitmemiştir. Bu üç gün sonunda bir gülbang merasimi ile bir daha on sekiz günlük bir son çile için hücresine çekilir. Bu hal “Mevlevînin Çilesi bitmez” şekilde ifade edilir.

Bu hizmeti de tamamlayan Mevlevî Dedesi artık dilerse tekkede oturur, dilerse başka bir tekkeye gider. Bu tarz yetişen Mevlevî dedeleri arasından, tekkeden çıkıp bir işle meşgul olup evlenenler olduğu gibi, tekkede kalıp kabiliyetine göre dervîşlere ve muhiblere Mesnevî okumak, musikî dersleri vermek veya âyin meşk ettirmek gibi hususlarda rehberlik edenler de olur.[15]

Tâhiru’l-Mevlevî kendi çile yolculuğunu anlatırken Kazancı Dede’nin dilinden bu yolculuğun esaslarını şöyle dile getirmiştir:

“Tarîkimiz esasen hizmet ve sohbet adıyla iki kısım üzerine bina edilmiştir. Şeyhe muhabbet kabiliyetinin husûlü için hizmet takdîm edilmiştir. Meselâ, bir müttekâ yapılmak için evvelâ kabataslağı yontulup düzeltilerek üzerine nakış işlemek ve cilâ vermek için mâhir bir üstada teslim olunur. Bunun gibi, çileye ikrâr veren bir cânın dahi Matbah-ı şerîfte mümkün mertebe hamlığı izâle ve varlığı imhâ edilerek kalb aynasına tevhîd ve irfan cilası vurulması için şeyhin huzuruna arz edilir. Başka tarikatlerde sâlikin istidâd ve terakkîsine göre isim telkin ederler. Tarîkimizde dahi iktidâr ve tahammülüne göre hizmet verilir ki, her cânın hizmeti kendisinin özel virdi yerindedir. Bunu düşünerek herkes kendi hizmetini görmeli. Başkasının hizmetine bir mâzeret olmayınca bakmamalı. Kendi hizmetini de başkasına gördürmemeli. “Erenler, nazarın şu hizmetini gör de, Fakir de senin hizmetini yapar.” demek, aynıyla, meselâ özel virdi “Hak” ismi olan bir sâlikin zikri “Hayy” olan bir dervişe “Birader sen benim’çün Hak Hak deyiver, ben de senin’çün Hayy Hayy derim.” demesine benzer. Allah feyzyâb etsin, aşk olsun![16]

On sekiz vazifeyi bin bir günlük çile müddetince yerine getirmeye çalışan dervîş, bir sabır ve rıza adamı olarak, kendisinden önce başkalarına hizmet etmeyi ibadet ve hayatının gayesi görür ve nefsini zaaf ve çıkarlarının esiri yapan benlik duygusundan arındırmaya gayret eder. İsm-i Celal zikri, ezkâr ve evradını aksatmadan yerine getirerek manen de terakkîsine devam eder ki bu terakkî hayatı boyunca sürecektir. Meşhur Mevlevîlerden İsmail Ankaravî (ö. 1631) Minhâcu’l-Fukara isimli eserinde bu manevî terakkînin mertebelerini ayrıntılı olarak izah etmiştir.[17]

Mevlevî dergâhları ilk bakışta sadece dînî nitelikte merkezler, bir âyin ve ibadet mekânları gibi görünse de, aslında asıl hedefi musikî, sema ve dergâh hizmetlerini birer vasıta kılarak bir sanat ve eğitim merkezi, bir moral sisteminin uygulama mekânı ve kendisine has özellikleriyle bir akademi niteliğindedir.

Bu dergâhlarda her şey en ince ayrıntılarına kadar belirli kurallara bağlıdır. Hiç kimsenin bu kuralları bozma ve kuralların dışına çıkma yetkisi yoktur. Görünmeyen bir otorite dergâhın bütün havasına sinmiştir. Sofrada kaşığın nasıl tutulacağından, suyun nasıl içileceğine, tennûrenin nasıl giyileceğinden, selamlaşma, emir alma, pabuç çıkarmaya, oturmaya, kalkmaya kadar, kısaca günlük hayatın bütün davranışları bu kuralların ışığı altında düzenlenir. Dergâhta manevî eğitim alan ve terbiye gören dervîş, eğitiminin sonunda, Mevlevî üslûbunun topluma sunmaya çalıştığı insan tipinin özelliklerini ve mesajlarını taşır.

Manevî eğitim neticesinde varılacak noktayı Eflakî, Menâkıbu’l-Arifin adlı eserinde Mevlânâ’dan canlı bir anekdotla da şöyle aktarır:

“Bir gün Mevlânâ hazretleri hamama gitmişti. Hamamın ortasında bağdaş kurup oturmuş, mânâlar saçıyordu. Arkadaşlar da heyecan saçıyordu. Birdenbire ayağa kalktı ve; “Aramızda Mevlevî kimdir?” diye üç defa bağırdı. Bütün müridler susup hiçbir şey söylemediler. Mevlânâ; “Eğer bu hamama bir yabancı gelse ve hamamın soyunma yerinde müridlerin elbiselerini görse, derhal Mevlâna’nın dostlarının burada olduğunu anlar. Şimdi elbise ve sarıklarınız sizlerin muarrifleriniz (tarif eden yani sizlerin Mevlevî olduğunuzu gösteren) oluyor da sizler niçin ruhlar ve elbiselerinizin muarrifleri olmuyorsunuz? Sizin içlerinizin de ilâhî marifet ve hakikatle süslenmiş olması lazımdır. Çünkü “Allah sizin sûretlerinize bakmaz, kalbinize bakar” buyurulmuştur. Bu itibarla her bakımdan manevî bir Mevlevî olunuz buyurdu.”[18]

Mevlevîlerin aldıkları manevî eğitim ve hayatları boyunca tabi olacakları Mevlevîlik yolu, davranışlarına aksettirdiği güzellikler kadar, günlük konuşmalarına da bir takım zerafet ve nezaket kelimeleri yerleştirmiştir. Âgâh olmak, aşk-ı niyaz etmek, ganîsi olmak, gönül etmek, sır olmak, Hak vere gibi kelimeler Mevlevî zarafetini yansıtan kelimelerden bazılarıdır. Yine onların dilinde, yakmak, söndürmek, kapatmak, gömmek gibi olumsuzluk ifade eden kelimelere yer yoktur. Onlar ışığı yakmak yerine ışığı uyandırmak, ateşi söndürmek yerine ateşi dinlendirmek, gömmek yerine sırlamak, kapatmak yerine sır etmek demeyi daha zarif bulmuşlardır.

Her Mevlevî olayları daima hayra yormağa, hayır söylemeye ve hayır üzerinde olmaya mecburdur. Onlara göre, bütün yaratılmışların sorumluluğunu üzerinde taşıyan insan, hadiselere olumlu yaklaşırsa olumlu sonuçlar alır. Bu Hz. Peygamberin; “Ya hayır söyle ya sus” hadisinin hayata geçirilmesidir. Bu sebeple Mevlevîlerin dilinde; “düşeceksin, hasta olacaksın, kaybedeceksin, pişman olacaksın” olumsuz ifadelerinin yerini “düşmeyesin, hasta olmayasın, kaybetmeyesin, pişman olmayasın” gibi olumlu ifadeler almıştır.

Mevlevîlerin davranışlarında ve lisanlarında ortaya çıkan bu incelik ve zarafet aynı zamanda, her Mevlevînin yine ruh inceliği gerektiren, şiir, hat, musiki, tezhip, minyatür, oymacılık, nakkaşlık, çiçekçilik, camcılık gibi bir meşgalesinin olmasını da mecbur kılmıştır. Osmanlı musiki, sanat ve edebiyatı üzerine yapılan araştırmalar bu manzarayı açıkça ortaya koymaktadır.

 

Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.


Kaynakça:

1303/1886 senesi Konya Salnâmesi, s. 309-310.

Ahmet Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn (Âriflerin Menkıbeleri), (trc. Tahsin Yazıcı), MEB. Yayınları, İstanbul 1989, I-II.

Arpaguş, Safi, Mevlevîlikte Manevî Eğitim, Vefa Yayınları, İstanbul 2009.

Barihüda Tanrıkorur, “Mevleviyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara 2004, XXIX, 468-475.

Çelebi, Asaf Hâlet, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 1957.

Çelebi, Celaleddin, “Çelebi Efendi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1993, 8/261.

Duru, M. Celal, Tarihî Simalardan Mevlevî, İstanbul 1952.

Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2009.

Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlevî Adab ve Erkanı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2006.

İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, (hzl. Safi Arpaguş) Vefa Yayınları, İstanbul 2008.

Kalkışım, Muhsin, Şeyh Gâlib Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara1994.

(Koşay), Hâmid Zübeyir, “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi”, Tasavvuf Kitabı (haz. Cemil Çiftçi), Kitabevi, İstanbul 2003.

Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB İstanbul 1983, I-II.

Seyyid Sahih Ahmed Dede, Mecmuatü’t-tevârihi’l-Mevlevîyye, Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, Kayıt no: 5446.

Tanrıkorur, Barihüda, “Bir Eğitimin Mimarîsi: Mevlevî Matbah-ı Şerîfi”, I. Milletlerarası Mevlâna Kongresi, (Tebliğler, 3-5 Mayıs 1987), Konya 1988, s. 273-298.

Top, Hüseyin, Mevlevî Usul ve Adabı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007.

(Olgun), Tahirû’l-Mevlevî, Mevlevî Çilesi, (haz: Cemal Kurnaz-Gülgün Erişen), Vefa Yayınları, İstanbul 2008.


Dipnotlar:

(*Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ABD Öğretim Üyesi.)

[1] 1303/1886 senesi Konya Salnâmesi, s. 309-310; Muhittin Celal Duru, Tarihi Simalardan Mevlevî, s. 162; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 334.

[2] Barihüda Tanrıkorur, “Bir Eğitimin Mimarisi: Mevlevî Matbah-ı Şerîfi”, s. 273.

[3]  M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 420; Ş. Barihüda Tanrıkorur, “Bir Eğitimin Mimarisi: Mevlevî Matbah-ı Şerîfi”, s. 272-273.

[4] Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Divanı, s, 57-58.

[5] M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 419-420.

[6] Celaleddin Çelebi, “Çelebi Efendi”, DİA, VIII/261; Hüseyin Top, Mevlevî Usul ve Adabı, s. 54-56; Safi Arpaguş, Mevlevîlikte Manevî Eğitim, s. 105-110.

[7] M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 419. Sahih Ahmed Dede Mecmuâtü’t-Tevârihi’l-Mevlevîyye isimli eserinde matbahın ve matbah çilesinin temelinin nasıl atıldığını anlatır. Bk. Sahih Sahih Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârihi’l-Mevlevîyye, s. 177.

[8] M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 371.

[9] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Adâb ve Erkânı, s. 133; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 390; Safi Arpaguş, Mevlevîlikte Manevi Eğitim, s. 120.

[10] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 391; Barihüda Tanrıkorur, “Mevleviyye”, DİA, XXIX, 473.

[11] Hamit Zübeyr Koşay, “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi”, s. 383-384.

[12] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 372.

[13] Hâmid Zübeyir (Koşay), “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi” , s. 384-385; Asaf Hâlet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, s, 151-152; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Adâb ve Erkânı, s. 45-46; Safi Arpaguş, Mevlevîlikte Manevi Eğitim, s. 132-153.

[14] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 234; Safi Arpaguş, Mevlevîlikte Manevi Eğitim, s. 167-170.

[15] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 394-395.

[16] Tahiru’l-Mevlevî, Çilehne Mektupları, s. 37.

[17] İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, (haz. Safi Arpaguş) Vefa Yayınları, İstanbul 2008.

[18] Ahmet Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn (Âriflerin Menkıbeleri), I/216.

 

ETİKETLER: