Ömer Tuğrul İnançer

ÖMER TUĞRUL İNANÇER
1946 senesinin 5 Mayıs günü, Bursa’nın 400 senelik yerleşik ailelerinden birine mensup olan Kamil Bey ile İstanbul’un köklü ailelerinden Bakırköylü Nermin Hanım’ın bir erkek çocukları olur. Kamil Bey o yıllarda yükselen millî hislerle oğluna Tuğrul ismini koymak ister, babası Nuh Efendi ise “bu çocuk Ömer gibi adil olsun” diyerek, bu isme bir de Ömer ismini ekler… Nermin Hanım ve Kamil Bey çiftinin, Tuğrul Efendi’den başka bir de 1956 yılında Şeyma isminde bir kız çocukları olmuştur…
Peder-i âlileri Kâmil Bey Bursa İsmail Hakkı asitanesi şeyhi Faik Efendinin; Valide-i muhteremeleri Nermin Hanım ise Tekirdağ Kadirhanesi şeyhi Ahmet Veliyüddin Efendinin torunudur. Efendi Hazretlerinin dünyaya geldiği Bursa’nın Maksem Mahallesi’nde Karabaş-ı Veli tekkesine bitişik olan üç katlı yedi odalı konak, sadece bir ev değil adeta eski Türk yaşantısının inceliklerinin yaşatıldığı bir eğitim yuvasıdır. Ailede tasavvuf neş’esi yaşatılmakta, aile terbiyesi tasavvuf terbiyesi ile meczolmaktadır.
Tuğrul Efendi’nin ilk tahsili Çalıköy’ündeki okulun üç basamaklı büyük hasır döşeli odasında başlar. Ardından iki sene Midhat Paşa, üç sene Süleyman Çelebi ilkokulunda devam eder.
Babası Kamil Efendi, mesafeli ve vakur bir zattır. Bu nedenle Efendi daha çok dedesiyle vakit geçirir, hatta kendi ifadesi ile 16 yaşına kadar dedesinin kucağına oturur, onun şefkat kanatları altında bulunur.
Tuğrul Efendi ilk manevi terbiyesini dokumacılık yapan bu zattan alır. Nuh Efendi Tezgâhta çalışırken okumaya pek meraklı torununu yanına alır ve “Oku bakalım” diyerek ilmi, tarihi, edebi eserler okutur. Görünürde tezgâhta çalışırken sıkılmamak adına yapılıyor gibi duran bu faaliyet, aslında Tuğrul Efendi’yi yetiştirmek ve okumaya teşvik gayesini taşır. Efendi Hazretleri’nin okumadığı anlarda Nuh Efendi, “La İlahe İllallah Nur Muhammed Sallallah” diyerek, ilahiler okuyarak atar ilmekleri. Böylece Efendi Hazretleri küçük yaştan itibaren dedesi tarafından dokunur ve kulağı zikir sadaları ile, ilahilerle dolar…
Bir zaman sonra Maksem Mahallesi’ndeki Başçı İbrahim Efendi Camii’ne Hafız Sadettin Kaynak’ın talebesi olan Tahir Karagöz fahri müezzin olacak, Tuğrul Efendi ilk musiki eğitimini, hicaz makamında ezan ve nühüft durak okumasını ondan meşk edecektir. Yine o dönemlerde Tuğrul efendi Yeşil Camii İmamı Hafız Kadri Efendi’den Isfahan makamını meşk eder.
Osmangazi Ortaokulu’nda birinci sınıfta iken bariton sesi ile dikkat çeker ve Bursa Öğretmenler Derneği’nde Piyano Hocası olan, Viyana Konservatuarı’nda vazife yapmış Hamdi Daner’den batı müziği eğitimi alır. Orta 3’ün son ayında yapılan müsamerede “Ömrün Şu Biten Neşvesi Tam Olsun Erenler” şarkısını okur. Hatta yaşından beklenmeyecek bu tercihi sebebiyle bir hocası “bu biraz ağır olmadı mı Tuğrul” der. Evet, o daima yaşından olgun ve daima kemal sahibidir. Nitekim ortaokul sonrasında da bu olgun hali ve gözlükleri sebebi ile “Doktor” lakabı ile anılmıştır.
Orta okul bitmeden “bu müzik bana beni anlatmıyor” der ve batı müziği derslerini bırakır. O annesinin dinlediği radyodan duyduğu Alaeddin Yavaşça ve Recep Birgit’in sesine, anneannesinin çaldığı uda, dedesinin dokuma tezgahında okuduğu ilahilere vurgundur. Ruhunun neşesini Türk Müziği’nde bulmaktadır. Bu sebeple Bursa mekteb-i sultanisi yani Bursa Erkek Lisesi edebiyat şubesinde okuduğu yıllarda Bursa Musiki Cemiyeti’ne gitmeye başlar. Burada hocası Erdinç Çelikkol ile birlikte güfte tashihi çalışmaları da yapar. Aynı zamanda ulu camide Kur’ân-ı Kerîmde tashih-i huruf hocası, Adalı Hafız diye bilinen Ahmet Hızal’dan teravihin Enderun Usûlünü öğrenir, müezzinlik yapar, Kur’ân-ı Kerîm’deki vukufiyetini ilerletir.
Okumak onun en büyük tutkusudur. Mesela Babasının götürdüğü maçlarda sahaya değil, insanların oturmak için yerlere serdikleri gazetelere bakar; hatta çocukluğunda Bursa Altıparmak’ta sergiye açılmış gazetelere bakacağım derken babasının elini bırakıp kaybolduğu da vakidir. Bu ilgisi okul yıllarında da devam eder. Arasıra İstanbul’a, yaşça yakın olduğu dayısı ile birlikte Anneannesini ziyarete gider. Burada Anneannesinin babası Servet-i Fünun’un basıldığı Matbaa-i Hayriye’nin imtiyaz sahibi Hayreddin Efendi’den kalan kitaplarla vakit geçirir.
Bütün bu okumalardan sonra görür ki her kitap yazarının kanaatini yansıtmakta, şahsi görüşlerini sergilemektedir. Böylece kitapları mukayeseli okumayı, bir konuda yazılmış tek bir kitabı değil muhtelif görüşleri mukayeseli olarak incelemeyi şiar edinir ve ilerleyen yıllarda da sevenlerine kitap okumayın konu okuyun diye tavsiyede bulunur.
Lisenin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Asıl maksadı Askeri Hâkim olmaktır. Üniversitede okuduğu yıllarda babasına yük olmamak için Avukat Kâtibi olarak çalışmaya başlar. Mezuniyetinin ardından hakim olma kararından vazgeçer. Askerlik vazifesini tuzla piyade okulunda1974 yılında ifa eder ve ardından 21 sene muhtelif şirketlerde yöneticilik, müşavir-avukatlık yapar.
1966 yılında Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne intisap eder. Cemiyete imtihansız kabul edilen sayılı isimlerden olur. Cemiyet’te sadece meşklere katılmakla kalmaz, cemiyetin duvarlarının örülmesinden, sobanın yakılmasından, cemiyetin sözleşmelerinin hazırlanmasına kadar her sahada hizmet eder. Onun en sevdiği şey, bu kültüre hizmet etmek, bu kültüre hizmet edenlere hizmet etmektir. Ömür boyu hayat arkadaşı olacak, sevgili zevcesi Erişal İnançer ile de Üsküdar Musiki cemiyetinde tanışır, 30 nisan 1976 da evlenirler. Bu Evliliklerinden Eren Hanım ve Emrecan bey dünyaya gelir.
Kültürümüzün derinliklerine indikçe ulaştığı her noktada Tasavvuf neşesini görür. Aradığı da budur zaten. Böylece yolu Konya’ya çıkar. 1971 yılında ihtifaller için geldiği Konya’da devrin son Mevlevi mürşidlerinden olan Süleyman Hayati Dede Efendi ile tanışır ve ona intisap edip tasavvuf neşesini tahsile başlar. Bu yolda her tür meşakkate katlanır. Buna haftasonları İstanbul’dan Konya’ya 12/13 saatlik yol kat etmek de dahildir. Tuğrul Efendi, bazen bir iki saat dahi olsa, Dede’yi ziyaret etmek için bu çilelere göğüs gerer. Ondaki aşk istidadı, bu mihnetleri kendine zevk edinmesini sağlar. Bu aşk ile geçen yılların ardından Süleyman Hayati Dede, Tuğrul Efendi’yi İstanbul Sahhaflar Çarşısı’nda Sahhaflar Şeyhi olarak da bilinen, o yıllarda Karagümrük’teki Asitane’de irşadla vazifeli olan Muhammed Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri’ne yönlendirir.
Muzaffer Efendi ile karşılaşmaları oldukça ilginçtir. Muzaffer Efendi, huzuruna gelen bu uzun boylu, nazik bünyeli, gözlüklü genci görür görmez; “Oo Hoş geldin Hz. Mevlana” deyivermiştir. Bu andan itibaren fiziki sahada 11 sene, mana-i hakikatte ebediyete kadar sürecek bir yakınlık başlar. Onun Muzaffer Efendi’ye olan muhabbeti kadar, Muzaffer Efendi’nin de ona karşı ilgi ve sevgisi vardır. Vakarı ve olgun duruşu sebebi ile Muzaffer Efendi, ona “Ertuğrul Bey” diye hitap etmişlerdir.
Tuğrul beyin 21 yaşında iken cemiyette tanıştığı daha henüz 17 yaşında olan genç bir dostu vardır; Ahmet Özhan. Tuğrul Efendi Hazretleri kendisi gibi tasavvuf neşesini ilk olarak ailesinden alarak büyüyen ve zamanla meşhur bir ses sanatkarı da olan dostu Ahmet Özhan’ı Muzaffer Efendi ile tanıştırmış, böylelikle onun da tasavvuf kültürüne ve bu neşeye hizmet etmesine rehberlik etmiştir.
Muzaffer Efendi, tasavvuf neşesiyle yoğrulmuş kültürümüzü dünyanın dört bir yanında, özellikle Amerika’da yaymakta iken bu seyahatlerinde Tuğrul Bey de yanındaydı. Tuğrul Efendi Hazretleri, bu yıllardan itibaren kendi iş hayatından, aile yaşantısından hasılı her şeyinden feragat ederek mürşidine ve bu kutlu yola hizmetle meşgul oldu.
Tekke ve Zaviyelerin sırlanması ile birlikte Karagümrük’te bulunan Cerrahi Asitanesi de bir kültür ocağı olarak yaşamaya devam etmiş “Tasavvuf Musikisi” sahasında hizmet eden bir dernek vasfını almıştı. Muzaffer Efendi, bu derneği bir vakıf haline getirerek bu hizmetleri ölümsüz hale getirmek muradındaydı. Bu hususta da hizmet edecek olan yine erTuğrul Bey oldu. “Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorünü Araştırma ve Yaşatma Vakfı”nın kuruluş muamelelerini Tuğrul bey gerçekleştirdi.
Tuğrul Efendi, kudüm bendir ve halile gibi ritim sazlarına ilgi duymuş, musikimizin en temel unsuru olan bu ritim sazlarında maharet kesbetmiş, TRT’de misafir sanatçı olarak görev almıştır. Hatta Alaeddin Yavaşça Aynalıkavak Kasrı Konseri’ne saz heyeti oluştururken; “Tuğrul Bey’i de davet edelim, o ritim vurmuyor, eseri çalıyor” diyerek bu maharetini takdir etmiştir.
Tuğrul Efendi 1971’den beri gittiği fakat mutrıba çıkmadığı şeb-i arus ihtifallerinde Muzaffer Efendinin izni ve neyzenbaşı Doğan Ergin’in davetiyle ilk defa 1980 senesinde mutrıpta bendirzen olarak yer aldı. Bu törenlere Ahmet Özhan da ayinhan olarak katıldı. O tarihe kadar ayinlerden önce saz semailerinin ve peşrevlerin çalınması adeti söz konusuydu. İlk defa 1982 senesinde Ahmed Özhan, ayinden önce ilahiler okuyarak, bu musikinin kamusal alana taşınmasında ciddi bir adım atmış oluyordu.
Şeb-i Arus merasimlerine olan hizmetleri bu yıldan başlayarak aralıksız olarak 42 sene sürmüş ve yine uzun yıllar burada Ahmed Özhan’ın İTTMT topluluğunun refakatinde gerçekleştirdiği konserlerden sonra, Konya Türk Tasavvuf Musikisi topluluğun icra ettiği Mevlevi mukabelesi öncesinde Mesnevi dersleri vermiş, geleneğimizde olduğu üzere mukabele öncesi Mesnevi şerhi adetini ihya etmiştir.
Sevgi, muhabbet ve hizmet dolu 11 yılın ardından Muzaffer Efendinin 1985 yılında Hakk’a yürümesiyle geride bıraktığı hizmetleri sürdürme vazifesi Safer Dal Efendi’dedir. Tuğrul bey “Safer Baba” olduğu yıllardan itibaren yakın olduğu, daima evinde sabahlara kadar süren manevi sohbetlerinden istifade ettiği Safer Efendi’nin dervişi ve ona en ziyade hizmet edenlerdendir artık.
1992 yılının kasım ayında tanışmaları yıllar öncesine uzanan Celaleddin Çelebi’nin Mekke’de görmüş olduğu manevi bir işaret neticesinde destar sarmaya icazet vermesiyle postnişin olur. 1971 de Süleyman hayati dedeye intisabı ile başlayan mevlevi seyri süluku, Ahmet Bican dededen 1979 da tamamlanan sema meşki, 1992 yılında Çelebinin verdiği icazetle taçlanmış olur. 29 Aralık 1992 de Galata Mevlevihanesinde icra edilen mukabelede Celaleddin Çelebinin emri ve izniyle ilk defa postnişin olarak yer alır.
Cüneyd Kosal başta olmak üzere muhtelif müzisyenler tarafından, Safer Dal Efendi’nin kaydettiği ilahiler zamanla notaya alınmış, tüm bu eserler “Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorünü Araştırma ve Yaşatma Vakfı”nın gayretleri ve Ahmed Özhan’ın icraları ile Türkiye ve dünyaya yayılmıştır. Tuğrul Efendi ise tabiri caizse bu sürecin görünmez kahramanı olmuştur. Nitekim onun hem hukuki bilgisi hem de musikiye olan vukufiyeti sebebiyle, sevgili dostu Ahmed Özhan’ın teklifi ile 1991 senesinde Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulan İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nun kurucu sanatçı müdürü olmuştur. Bu topluluk vasıtası ile Tuğrul Efendi, kayıp mehter marşlarımızın, kahramanlık destanlarımızın, dini musiki külliyatımızın derlenmesi ve neşredilmesinde büyük gayretler göstermiştir. Bu suretle kaybolmakta olan ilahilerin, durakların, nefeslerin, ayinlerin, mehter marşlarının halka ulaşmasını sağlamıştır. Müdürü olduğu bu toplulukla, Ahmet Özhan’ın sanat yönetmenliği ve solistliği ile Uzak Asya’dan Güney Amerika’ya, Afrika’dan Orta Asya’ya dünyanın dört bir köşesine kültürümüzü ve tasavvuf neşesini taşımış ve tanıtmıştır. Kendi ifadeleri ile işten değil yaştan emekli olduğu 2011 senesine kadar bu vazifesini sürdürmüştür.
1999 senesinde Safer Efendi’nin ahirete irtihali ile vakfın hizmetleri, dervişlerin irşadıyla ilgilenme vazifesi kendisine tevdi edilir. Bu tarihten itibaren 23 sene bilfiil insanlığa ve islama hizmetle, insanların doğru yola sevk edilmesi, tasavvufun inceliklerine vakıf olmasıyla meşgul olur. Gerek kamuya açık konuşmalarında gerek hususi sohbetlerinde daima Efendimiz Aleyhisselam’a olan muhabbeti vurgulayan Efendi hazretleri’nin irşad vazifesi ile geçirdiği vaktin, tıpkı Efendimiz gibi 23 sene olması da gören gözler için yeterli bir delildir.
Hizmetleri sadece vakıfla sınırlı kalmaz. 1974 yılında başladığı Mesnevi sohbetleri zamanla konferanslara, televizyon konuşmalarına, sempozyumlara dönüşür. Harward, Oxford Yale, Colombia, Toronto, Bosna, Roma, Bercamo gibi Üniversitelerdeki konferanslardan, sahur ve iftar programlarına kadar her yerde Hz.Peygamber’e ve ehli beyte olan sevgiyi nakşeder.
Efendi Hazretleri’nin konuk olduğu televizyon ve radyo programlarının yanında “Dinle neyden” “Ateş-i Aşk” ve “Ömer Tuğrul İnançer ile Türk Musikisi Tarihi” adlı tv program serisi ile İttmt nin kadim eserleri icra ettiği ve Ahmet özhanın solisti ve sunucusu olduğu İttmt Klasik musiki programı ve yine Ahmet Özhan ile birlikte gerçekleştirdikleri “Şarkılar Seni Söyler” ismindeki tv programları bulunmaktadır.
İlk gençliğinden son günlerine kadar bütün ömrü hizmet ve gayretle geçmiş olan Efendi Hazretleri Özellikle Balkanlar’da tasavvuf kültürünü yaşatan ocakların ıslahı, yeni ocakların uyandırılması hususunda yoğun bir gayret sarf etmişlerdir. Balkanlar’da hiçbir ocak yoktur ki Efendi Hazretleri’nin eli değmemiş, Efendi Hazretleri o ocağı geleneğe uygun bir şekilde ihya etmemiş olsun. Balkanlar’daki hizmetler bununla sınırlı kalmaz, ecdad eserlerinin ihyası ile iştigal eden kendi ifadesi ile “TİKA’mız”a rehberlik etmiş, özellikle Balkanlar’da ve dünyanın dört bir yanında bulunan ecdad yadigarlarının ihyasında büyük hizmetleri olmuştur. Hatta bu özellikleri ile kendisinden “Asrımızın Sarı Saltuk’u” olarak bahsedilmiştir.
Efendi Hazretleri doğru bildiklerini söylemekten çekinmez, bunu da kesin bir dille ifade ederdi. Bu nedenle dışarıdan bakıldığında celalli görünürdü. Bu durumu kendisi de sık sık “Benim Adım Ömer” diyerek ifade buyurmuşlardır.
Hz.Pir Muhammed Nureddin Cerrahi’nin bir duası vardır ki bu kendisine mensup olanların vefatlarını bilmeleri ve bildirmeleri niyazıdır. Bu duanın tecellisi olarak Efendi Hazretleri, vakıfta insanlara ikram etmek üzere pişirilecek ekmekler için un beklendiğinin söylenmesi üzerine “biz o ekmeği göremeyiz”, vakfın restorasyonu sırasında karşılaşılan aksaklıklar karşısında da “bunları bizden sonra gelenler tamamlasın” buyurmuştur.
3 Eylül’ü 4 Eylül’e bağlayan gece, sevenleri her şeyden habersiz, kendisini bir daha görmek ümidi ile beklemekte iken o, gözlerini bu dünyaya kapamış, edebi olan ahiret yurduna göç etmeyi tercih etmiş; geride gözü yaşlı sevenlerini, Türkiye ve Dünya’nın dört bir yanında onun hizmetleri sayesinde hakikat-i diniye ve Tasavvuf neşesiyle tanışan binlerce insanı, çoğunluğu kendi okumuş olduğu kitaplardan oluşan Ömer Tuğrul İnançer Kütüphanesi’ni, akıcı ve aşıkane bir üslupla kaleme aldığı kitaplarını ve nasihatlerini bizlere bırakarak yine kendi ifadesi ile “ahirete doğmuştur”. Devlet ricalinin ve sevenlerinin de iştirakiyle Fatih Camiinde kılınan cenaze namazının ardından ebedi hizmet kapısı olarak gördüğü Karagümrük’teki Asitane-i Hazret-i Pir’in türbesindeki manevi istirahatgahına sırlanmıştır.
Efendi Hazretleri’nin de sık sık ifade buyurdukları üzere “Allah dostları ölmezler, olurlar“. Beden kafesinden azad olan yüce ruhlar, ebedî bir hayat bulmuş, taze can bulmuştur. Bu hakikat, Efendi Hazretleri’nin ardından yazılan bir mersiyede şu şekilde ifadesini bulmuştur;
Medhiyâ hâke düşüp de ver kulak şeyhin ne der;
“Kından ayrıldım da cânâ Zülfikâr oldum bugün”
Bizlerden hoşnut ve razı olsun…
Cumhur Enes Ergür
Hakan Alvan: MUTASAVVIF, MÜZİSYEN, YAZAR, ÂRİF: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Rahmetli Ömer Tuğrul İnançer ile 30 yılı aşkın bir yolculuğunuz oldu. Kendisiyle tanışma hikâyenizi ve bugüne kadar gelen muhabbetinizi merak ediyoruz.
Tuğrul İnançer Beyefendi ile 18’li yaşlarımda tanıştım. Bendeniz konservatuvarı bitirmiş, profesyonel müzisyen olarak çalıştığım bir dönemde Fatih Karagümrük’teki Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı’nın programlarına katılıyordum. Kendisi de vakfın başkan yardımcısı idi. Donanımları itibarıyla Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde uzun yılları geçmiş, Bursa’daki gençlik hayatında musiki çalışmaları yapmış, daha sonra İstanbul’a geldiğinde üniversite hayatının bilhassa dini musiki çevrelerine girmiş çıkmış, Osmanlı’dan kalma birçok zevatla tanışmış, onlardan eski tekke ve musiki kültürü hakkında bilgiler almış, notlar tutmuş bir insandı. Osmanlı dönemi dergâh musikisi konusunda kendini genç yaşta yetiştirmiş, canlı kaynaklara ulaşabilmiş bir insandı.
Biz de kendisini vakıfta tanıdık, donanımlarının farkına vardık, ona yakın olmaya başladık. Bütün bilgi ve becerisini merak ve talep edenlere aktarırdı. 20’li yaşlara geldiğimde ise Ahmet Özhan beyle kuruculuğunu yaptığı Tarihî Türk Müziği Topluluğu’na profesyonel ney sanatçısı olarak girdim. Gençliğindeki birikimlerini yeni kurulan toplulukta bizlere talim etti, uzun sohbetlerimiz olurdu, bize anlatırdı. Bütün birikimini genç jenerasyona aktarmaktan yorulmazdı. Dini musiki icra ederken, bilhassa Mevlevi ayinleri konusunda incelikleri anlatırdı. Biz gençlerin gevezeliklerine tahammül ederek hatta. Kendisiyle bugüne kadar beraber olduk.
Dini musiki sahasının çok önemli sahası olan Tasavvuf Edebiyatı konusunda da birikimlerini anlatırdı. Malumunuz, tasavvuf musikisi repertuvarı, büyük mutasavvıfların şiirlerinin bestelenmiş hâlidir. Bunlarla ilgili bütün birikimini bizlerle paylaşırdı. Hem musiki tecrübesini hem de musikiyi oluşturan edebi ve irfanî geleneği çok iyi bildiği için bize aktarırdı.
Çocukluğu ve yetiştiği ortam hakkında ne anlatmak istersiniz?
Tuğrul İnançer beyefendinin hem anne hem de baba tarafı tasavvuf kültürüyle tanışık bir muhit. Baba tarafının soyu, İsmail Hakkı Bursevî hazretlerine kadar gidiyor. Anne tarafı da İstanbullu bir aile. Onların da Bakırköy tarafında İstanbul kültürünü yaşatan bir evi var, büyük nesillerinde büyük mutasavvıflar çıkmış. Bursa’dan sık sık İstanbul’a geldiğini ve İstanbul kültürüyle yakın temasta olduğunu anlatırdı. Büyük dedesinin Tekirdağ’da bir tekkenin şeyliğini yaptığı biliniyor. Kendisiyle dergâhın bulunduğu yeri ziyaret etmiştik, bir cami şekline dönüştürülmüş eski dergâh.
Tuğrul Efendi’nin dedesi hayatında çok önemli. Bursa Ulu Camii yanındaki havlucu esnafı. Kuran-ı Kerim öğrenmesini teşvik etmiş küçükken. Öğrendiğinde ona hediyeler vermiş. Hayatın inceliklerini, Anadolu irfanını temsil eden bir figür olarak hayatında var. Ondan öğrendiklerini de bize aktarırdı. Mesela 50’li, 60’lı yıllarda Türk kimliğinde batılı anlamda değişiklikler yaşandığı günler. İnsanlar yılbaşında hindi pişiriyor. “Dedem yılbaşından bir hafta önce bize çarşıdan gider bir hindi alırdı, pişirirdi, evde yerdik. Niye yapıyordu? “Yılbaşı günü başka aileler hindi yerken sizin aklınızda, acaba hindi eti nasıl bir şeydir diye kalmasın” diye torunlarına batı kültürüne özenmemeleri için böyle birtakım çözümler üretirdi” şeklinde anlatmıştı.
Şöyle anlatırdı dedesini: “Evimizin iki ayrı sokağa açılan kapısı vardı. Sabah kalkar, bir yolu temizler kül döker ki insanlar camiye veya işlerine rahatça gidebilsinler. Öbür sokağa da su döker, kar donsun da mahallenin çocukları orada kızakla kayıp oynayabilsin diye. İçinde bulunduğu topluma faydalı bir insan, ailesine numune örnek olan biriydi benim dedem.” İlkokul çağlarında da çok okuyan, çok soru soran bir insan olduğundan bahsederdi. Hatta lisedeyken çok okuduğu için ve kalın camlı gözlük kullandığından kendisine doktor denilirmiş.
İntisabı üniversite yıllarında sanırım, o günleri de dinlemek isteriz.
Kendisi küçük yaşlardan itibaren tasavvuf kültürüne aşina. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geldiğinde hem okuyor hem de maişet için çalışıyor. Buradaki muhitlere de gidip gelmeye başlamış. Zaten Türk kültürü, Osmanlı dönemi, edebiyat konusunda meraklıdır. Mesela “Yeraltı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi’nin kıraatini dinlemeye giderdim Karaköy’deki camiye” derdi. Yıllarca bir kenarda takip etmiş kendisini. “Aynı zamanda Osmanlı döneminden kalmış dergâh mensuplarının toplantılarına gider hem sohbeti hem de icra edilen musikiyi not eder, anlamaya çalışırdım” derdi. Aynı dönemde Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne başlıyor. Bu şekilde bir üniversite hayatı yaşarken Konya’da Hz. Mevlana Dergâhı’nın son dedegânından Süleyman Hayati Dede ile tanışıyor.
Mevleviliği öğrenmek için kendisine bağlanıyor. Anlatırdı: “Üniversitede okurken belki 20 saatlik bir yolculuk sonrası Konya’ya giderdim, Süleyman Hayati Dede’nin kerpiçten bir Konya evi vardı. Yarım saat kadar meclisinde bulunurdum. Bazen bir şey anlatırdı bazen de anlatmazdı. Ben sessizce otururdum ve 20 saatlik yolu geri dönerdim.” Bir gün yine Konya’ya gidiyor. Süleyman Hayati Dede onunla İstanbul’a geliyor. Tuğrul Efendi’nin elinden tutup onu Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda dükkânı bulunan Muzaffer Ozak Efendi’nin yanına götürüyor. Tuğrul Efendi’nin ise bundan haberi yok.
Safer Efendi döneminde zâkirbaşı olarak bulunduğunu hatırlıyoruz. Bu ne anlama geliyor?
Muzaffer Ozak Efendi’yle 70’li yıllarda başlayan tanışıklığı devam ediyor. Onun hizmetinde, yanında bulunuyor. Hukuki birtakım işleriyle ilgileniyor. O dönemde Muzaffer Ozak Efendi’nin sağ kolu olarak kabul edilen Safer Dal Efendi var, kendisiyle abi-kardeş ilişkisi içerisinde. Muzaffer Efendi 1985’te göçünce vakfın başına Safer Dal Efendi hazretleri geçiyor. Malumunuz orada musiki çalışmaları yapılıyor. İlahi okuyanların reisliğini yapan kişiye de zâkirbaşı denir. Safer Dal Efendi, Tuğrul Efendi’yi zâkirbaşı ilan ediyor, musiki konusundaki birikimine dayanarak. Ve bir müddet bu görevi yapıyor.
O yıllarda Tuğrul Efendi bize şöyle söylerdi: “Türk dini musikisinin en temel, kaynak eserlerinden olan Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Musiki Antolojisi adlı kitabı vardır. Ben o kitabı okumak ve anlamak için fotokopi yapmadım, iki ciltlik kitabı oturdum daktiloda baştan sona yazdım.” Belki aylarca süren bir yazı işini yaptığını bize söylerdi. Yaptığı işe çok ciddi olarak yaklaşan bir insandı. Zâkirbaşılığı döneminde de dini musikinin hem kültürel hem de müzikal kısmına büyük emek sarf etmiş birisiydi. Aynı zamanda bendir, kudüm gibi ritim sazları da çok iyi icra ederdi. Ahmet Özhan Bey’in 1980’li yıllardan itibaren başladığı tasavvuf musikisi konserlerinde de uzun yıllar ritim enstrümanlarını çalarak kendisine sahnede eşlik etmiştir. Bizler kendisinden çok şeyler öğrendik.
İlahilerin gelecek nesillere aktarımı için ne düşünüyordu?
Dini musiki alanındaki birikimini, İstanbul Ansiklopedisi maddeleri kendisinden istendiğinde, bir kitap hacminde “İstanbul usulü tarikatlarda usul ve musiki” diye henüz basılmamış ama ilgili camialarda çok iyi bilinen yazılarını 120’lı yıllarda yazmıştı. Dediğim gibi kitap olarak basılmadı ama PDF olarak ilgili bütün ilim insanlarının elinin altında bulunmaktadır. Yani dini musiki alanındaki birikimini de yazılı hale getirmiş, bütün camianın istifadesine sunmuştur.
Tuğrul Efendi’nin Mevlâna Celaleddin-i Rumi’ye ayrı bir ilgisi vardı. Bu ilgi hakkında ne söylemek istersiniz?
Hz. Mevlana kültürüyle ilişkisi Konya günlerine dayanıyor. Süleyman Hayati Dede’yle başlayan tasavvufi birlikteliği sırasında Mesnevi okumaları yoğunlaşıyor. 1980’lerin ortasından sonra İstanbul’da Prof. Baha Tanman’ın evinde dostlarıyla birlikte Mesnevi okumaları da yapardı. Kendisi okurdu, bazı izahlarda bulunurdu. Bendeniz de birkaç tanesine katılmıştım. Mesnevi, Hz. Mevlâna’nın hayatı ve kültürü konusunda büyük bir uzmanlığı vardı. Bütün kaynakları tetkik etmiş, bunları aşk ile sevmiş, insanlarla paylaşmış biriydi. Yine Muzaffer Ozak Efendi’yle birlikte olduğu 70’li yıllarda da Galata Mevlevihane’sinde yetişmiş Ahmet Bican Dede vardı. Delikanlılığında da onun evinde sema dersleri almış, sema meşk etmiştir. Mevlevi ayinlerinde oradan aldığı dersle, bugünkü semazenleri ikaz ederdi. Bildiklerini yeni nesillerle paylaşırdı.
120’lı yıllarda, Hz. Mevlâna’nın bugüne kadar devam eden ailesi, Çelebi Ailesi’nin o zaman başında olan Celaleddin Çelebi bir Hac ziyareti yapıyor. Dönüşte Tuğrul Efendi’ye destarlı Mevlevi sikkesi giyme yetkisi veriyor. Yani bir Mevlevi mukabelesini yönetme yetkisi anlamına geliyor. Bu yetkiyi de Çelebi Ailesi’nden almış birisiydi. Ömrü boyunca sadece Mevlevilik değil, tasavvufun bütün şubeleri konusundaki hassasiyetini, korumacı tavrını devam ettirmiştir. Onun gözünde tasavvuf, Resulullah Efendimizin yoluna giden ara caddelerdir. “Hepsi, Tarik-i Muhammediye’de birleşir. O yüzden tasavvufun hiçbir yolunun hiçbir yolundan üstünlüğü yoktur”, derdi. Meşguliyetleri gereği, Mevlevilik yolunun incelikleri konusunda ayrıca bir uzmanlığı vardı.
İnançer’in hayatına baktığımızda müzik alanında çeşitli vazifeler aldığını görüyoruz. Müzik onun için ne ifade ediyordu, bu alana nasıl katkılarda bulunmuştur?
Tasavvuf kültüründe insanların musikiye meyletmesi, şu şekilde izah edilir: Kuran-ı Kerim’de ayette de bunlar açıkça söylenmiştir zaten. “Cenab-ı Hakk ruhları yarattığında ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabında bulundu. Kullar, ‘Evet sen bizim Rabbimizsin’ dediler, yani ‘Kalû Bela’ dediler. İnsanoğlunun musikiye meyletmesi, dünya hayatında musikinin peşinden gitmesinin sebebi, ruhlar âlemindeki o sonsuz güzellikteki sedayı duyması, o sedaya hayran olmasının yansımasıdır. Dünya hayatında da o güzelliğin peşinde koşmasının bir sonucudur” diye izah ederdi, ki bu tasavvuf literatüründe yegâne kabul edilen izahtır. Tuğrul Efendi de musikiye böyle bakardı. Musikinin seviyesiz halde icra edilmesine hiç tahammül etmezdi. Gerek dini musiki gerekse klasik musiki formlarını dinlerken hep ulvi bir sedayı dinler gibi davranırdı. Onun duyduğu gönül ve kulak musikiyi böyle anlardı.
İnançer’in kaybı Türk kültürü için ne anlama geliyor?
Tuğrul Efendi, Türk milletini, bin küsur yıldır İslam’a hizmet etmiş şerefli bir millet olarak tarifederdi. Onun Türklük anlayışı ırkî, kafatasçı, kandan gelen bir Türklükten öte Türk milletinin temsil ettiği yüksek değerlere mensubiyet hissiyle bağlı herkesi bu kültürden kabul eder. Mesela Balkanlar’da Arnavut kökenli, Makedon kökenli insanlar veya Ortadoğu’da Arap kökenli insanlar arasında hiçbir ayrım yapmazdı. Türk milletinin İslam’a hizmetini paylaşan, bundan onur duyan herkes Türk kültürüne mensup insandır, diye bakardı. Kültürümüzü bir bütüncül bakışla tarif ederdi. Yani mimarisinden, şehirciliğinden, günlük pratiklerinden, giyiminden kuşamından, yemek kültüründen, insani ilişkilerinden hepsine bütüncül bir gözle bakardı. Ve bunların bir bütün olarak yaşanması gerektiğini düşünürdü. Çünkü birinin eksiği diğerinin zor yaşanmasını beraberinde getirir, diye bakardı. Dolayısıyla biz onun hayatında mimari konusunda, kılık kıyafet konusunda çok hassas olduğunu gördük. Yemek kültürü konusunda da derin bilgileri olduğunu hayatı boyunca hep gördük. İslam’la beslenmiş milletimizin oluşturduğu bin küsur yıllık kültürü iftiharla sahiplenir, genç nesillere anlatır, kendi hayatında da bu birikimini yaşardı.