Nasır Abdülbaki Baykara.
Yenikapı Mevlevihanesi ve Mevlevi kültürü denince anılacak ilk isimler arasında Ebubekir Dede ailesi geliyor. Art arda 7 şeyh efendi çıkaran ailenin gelenekle iç içe yaşayan son fertlerinden biri Nasır Abdülbaki Baykara.
Tekke ve zaviyeleri kapatan yasakla birlikte halk, bu mekânlarla alakalı sıfat ve lakapları kullanmaktan da men ediliyor. Ne dergâh kalıyor geriye ne şeyh, ne derviş, ne ayin… Bugünden bakınca bu yaptırımın neye mal olduğu pek anlaşılmıyor da o günlere doğru gittikçe sıkıntı büyüyor. Torununun rehberliğinde Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi Abdülbaki Baykara’nın hayatı üzerinden iz sürdüğümüzde, her yasak asırlık bir çınarın gövdesine vurulan balta darbelerine dönüşüyor… Doç. Dr. Nasır Abdülbaki Baykara, Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi Abdülbaki Baykara’nın torunu. Bursa Mevlevihanesi son şeyhi Mehmet Şemseddin Efendi’nin büyük oğlu Mehmed Suheyb Bey’in kızı Ümmü Gülsüm Mutahhare ile Osman Selahaddin Resuhî Baykara’nın tek çocuğu. Teşvikiye’de; anneanneden miras, anne ve babasının vefatlarına kadar yaşadıkları evde, dedelerden kalan anılar ve eşya arasında bir hayat sürüyor. Çayımızı koyduğumuz sehpa Abdülbaki Dede’nin salonundan. Karşı duvarda onun babası Celaleddin Dede’nin yaşlılık günlerine ait sikkeli, cübbeli bir fotoğraf. Paralelinde Abdülbaki Dede’nin gençlik günlerinden bir kare. Marmara Üniversitesi’nde Matematik hocalığı yapan Nasır Abdülbaki Bey, mekân olarak uzak görünse de mana bakımından Yenikapı’ya çok yakın bir hayat sürüyor bu dairede. Elini nereye atsa dedelerden kalma bir parça çıkıyor karşısına. Bu ortamda geçmişi anmak, hatıralardan bahsetmek hiç de zor olmuyor…
-Çocukluğunuzda nasıl bir hayatınız vardı? Mevlevihane terbiyesi evde yaşanıyor muydu?
Hiçbir zaman Mevlevi meşayihinden olduğumuzu saklamadık. Bilakis söylerdik. 1956 senesinde, 8 yaşında Ahmed Bîcan Kasapoğlu nezaretinde sema çıkarttım. 1,5 ay kadar her sabah bizim eve gelirdi. Gayet disiplinli, eski usul, çiviyle falan. Sonra Ekrem Hakkı (Ayverdi) Bey’in Boğaz kıyısında tuttuğu bir yazlık evde Mevlevi tabiriyle mübtedi mukabelesi yaptılar bana.
-Büyükbabanız Abdülbaki Dede, Osmanlı ile birlikte ondan iz taşıyan müesseselerin de tarumar olduğu bir dönemde yaşamış. Tekkelerin kapatıldığı günlere dair neler nakledildi size?
Tekke kapatılıyor. Bir zaman harem kısmında oturmaya devam ediyorlar, orası şahsi mülk. Tapusu dedesi Osman Selahaddin Efendi’nin üzerine. Ancak kısa bir süre aileden bir takım hissedarlar satılsın istiyor. Kaç kuruş geçecekse ellerine… Yazık oluyor. Babam hatırlıyordu o günleri.
-Anlatır mıydı?
Sadece babam değil, babaannem de anlatırdı. 69’da vefat edene kadar bizimle oturdu. Çok sıkıntılı devirler yaşıyorlar. 25’te tekkeler kapatılıyor. Büyükbabamı Cumhuriyet Halk Partisi’ne sokuyorlar. Kısa süre çalışıyor. Oradan Türk Ocaklarına geçiyor. Sonra üvey kayınpederi ve İbnül Emin’in vasıtasıyla Farsça hocası olarak Darülfünun’a atanıyor. Darülfünun üniversiteye dönüşünce bir sene çalışabiliyor orada. Büyükbabam tekkede alışmış, misafire şeyh dairesinin yanındaki çay ocağından ikram yapılıyor. Belli ki üniversitede de aynı usulü sürdürmüş. Ziyareçisi bol, çaycıdan çay kahve istiyor. Dünyanın borcu birikmiş. İşten çıkarıldıktan sonra bile ödeyememiş. Vefatından sonra ablası Naciye hala kapatmış. ‘Baki Efendi’nin borcu yoktur, alınmıştır’ yazılı bir kâğıt duruyor evde.
-Çevresi değişmiş mi Mevlevihane kapandıktan sonra?
Biraz değişmiş herhâlde. Eskiden uğrayanlar, itibar gösterenler uğramaz olmuş. Eskiden bol miktarda gidip gelen var. Büyükbabamın şairliği var. O edebî çevre azalmış. Bir yere gittiği zaman büyük itibar görürken o da kalmamış. Anladığım kadarıyla milliyetçiliği olan bir adam. Türk Ocağı’nda çalışması da buna delalet ediyor. Ama bakıyorsunuz en son yaptığı iş Ermeni Mektebi’nde hocalık… Çok kısa sürüyor… 935 başında, 28 Şubat’ta da vefat ediyor. Kalp krizi geçiriyor. Aksaray’da çok yakın tanıdıkları birinin eczanesi var. Araba içinde oraya geliyor. Araba duruyor, inmek için hareketlenince yığılıp kalıyor. Eczacının kucağında ruhunu teslim ediyor.
-Hayatı altüst oluyor. Kılık kıyafetinden yaptığı işe, konuştuğu dile kadar her şey başka. Bu hal ağır geliyor belki…
Tabii… Cumhuriyetin ilk devirlerinde imam ve müezzinler cami kıyafetiyle dışarı çıkabiliyor. Birtakım meşayıh, özellikle yaşlılar bu imkâna istinaden sırf şapka takmamak için kendi tekkelerinin mescidinde müezzinlik yapmaya başlıyor. Kulekapısı Mevlevihanesi şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi, annemin büyükbabası Mehmed Şemseddin Efendi falan. Abdülbaki Dede’nin durumu biraz farklı. Tekkeler kapatıldığında 40 küsur yaşında. İlk eşinden olma Gavsi amcam var. Babaannem ikinci hanımı. O sıralarda babam 12 yaşında. Küçük halam 1921 doğumlu, 4 yaşında. Ev geçindirmesi lazım. 70’inde olanlar bu kadar sıkıntı çekmiyor.
-Evdeki düzenleri de değişmiş mi?
Mukabele-i şerifler kesintiye uğramış ama tasavvuf terbiyesi bir şekilde devam etmiş. Bir fotoğraf var; ortada Atatürk’ün cenaze namazını da kıldıran Şerafeddin Yaltkaya oturuyor. Sağında büyükbabam, solunda Hasan Âli Yücel. Bizimkilerin evinde çekilmiş. Haftada bir toplanıp Mesnevi şerhi yaparlarmış. Hasan Âli Bey’in yayımladığı Mesnevi şerhi daha ziyade o derslere dayanıyor.
-Aile itibarıyla Yenikapı Mevlevihanesi’ne bağlı olsa da Hasan Âli Yücel’le ilişkinin son dönemlerde çok iyi olmadığına dair rivayetler var. 1925’ten sonra görüşmeye devam etmişler mi Abdülbaki Dede ile?
Babamın anlattığına göre soğukluğun sebebi şu: Babam babasının vefatından sonra edebiyat fakültesinden mezun oluyor. Eskişehir’e tayin ediliyor. Halam ve babaannemle gidiyorlar. Kerra halam astım hastası. Eskişehir’in havası dokunuyor. Hasan Âli’ye ricada bulunuyorlar ‘aman ne olur başka bir yere aldır’ diye. Aldırmıyor. Devrin millî eğitim bakanı. Belki büyükbabanın son devirlerinde de bir mesafe girmiş olabilir araya. Hasan Âli Bey ile büyükbabamın bazı konulardaki tavrı aynı değil, aşikâr. Ama ‘millî eğitim bakanı olduğu hâlde sıkıntı çekmesine göz yumdu’ gibi yazılanlar doğru değil. Büyükbabam 1935’te ölüyor. O zaman Hasan Âli Bey bakan falan değil, yeni mebus olmuş.
-Osmanlı döneminde Yenikapı Mevlevihanesi’nin siyasetle ilişkisi biliniyor. Cumhuriyet döneminde böyle bir temas olmuş mu?
Bazı aile ilişkileri var. Büyükbabamın ablası Naciye halanın kızı Hümeyra Hanım, Kılıç Ali Bey’le evli. Altemur’un ve Gündüz Kılıç’ın annesi. Kılıç Ali Bey enişte.
-Altemur Kılıç’ın ve kardeşlerinin bu meşrebe yakınlıkları var mı?
Hayır, hiç yok. Hümeyra halanın babası mülkiyede hoca, Muhiddin Bey. O tarafta Mevlevilikle alakalı güçlü bir damar yok.
-Amcanız ve babanız hayattayken sizin nasıl bir çevreniz ve günlük hayatınız vardı?
Çocukluğumda Şeb-i Arus’ta trenle Konya’ya giderdik. Vagon tahsis edilirdi bize. Şeb-i Arus’ta vazife alacak ekiple beraber, kalabalık gidilirdi. Konya’ya girerken ayin ya da şem’i okunur, trenin koridorunda sema edilirdi. Ramazanlarda iftarlarda sahurlarda Rufai ayini, Sadi zikri yapılırdı. Çocukluğumda iştirak ettim. Sadi Şeyhi İzzi Efendi ve Raşit Efendi vardı, onlar idare ederdi zikri. Mevlevi ayini çok mufassaldır, küçük mekânlarda yapılamaz. Ama birden fazla zikir formu vardır Mevlevilikte. Bugün anma töreni denilen Mevlevi mukabelesi haftada bir ya da iki kere yapılırmış. İkincisi Ayin-i Cem. O daha informaldir. Toplanılır ilahi, ayin ya da şem’i okunur. Tennure giyilmeden post sema’ı yapılır. Ayin-i Cem’in icrası daha kolay. Evlerde yapılabiliyor. Bizim evde yapıldığını hatırlıyorum. Onun haricinde zikir de vardır. Şeyh efendi ya da zakirbaşı 3 kere çok ağır kelime-i tevhid getirip kısa bir dua okuduktan sonra 3 kere ism-i celal zikrediyor. Sonra herkes katılıp hızlanıyor. Oturarak yapılır. Seyirlik bir tarafı olduğu için Ayin-i Şerif daha çok biliniyor. Babamın hiç hoşuna gitmiyordu bu işler.
-Diğer usullerin unutulmasından mı rahatsızlık duyuyordu?
Kazanç kapısı hâline gelmesi rahatsız ediyordu onu. Teması kesti o çevrelerle. Babamın her yaptığı iş doğru değildi. Ama bazı şeylere karşı çıkmasını kabul ediyorum, haklıydı. Yine de teması bu derece kesmemeliydi bence. Gavsi amcam da, babam da bu işten para kazanılmasını kabul etmiyordu. Musikişinasların para almasını anlarım. Bir hafta işini gücünü bırakıp Konya’ya gidiyor. Tek geliri neyzenlik mesela. Ama semazenin para almasını onaylayamam. Tekkede iken semazenlere cep harçlığı gibi bir para veriliyor. Ama bunu her ayin karşılığında 150 dolar almak gibi bir hâle getirdiğinizde sevimli olmuyor. Birilerinin bundan rahatsızlık duyacağını biliyorum ama düşüncelerimi saklamam.
-Babanızın teması kestiği çevrelerle onun vefatından sonra ilişki kurdunuz mu?
Çok az. Başka bir işim ve çevrem olduğu için ister istemez sınırlı kalıyor temasım. Bu konuların dışında bir çalışma alanım var. Aslında kuantum kimyacıyım. Ama uzun zamandır Marmara Üniversitesi’nde uygulamalı matematik hocalığı yapıyorum.
-Sık gider miydiniz Yenikapı’ya?
Evet. Benim gittiğim senelerde harem dairesi yıkılmıştı. Çocukluğumda semahane ve türbe duruyordu ama kapı kilitliydi. Pek fazla içine girilmezdi. Zaten Mevlevilikte bir âdet vardır, içeri girilmez. Evliyaullah rahatsız edilmez. Hacet penceresinden ziyaret edilir. Çok istesek belki türbeyi açarlardı ama… O zamanlar selamlık kısmında yetiştirme yurdu vardı. Semahane ve türbe beraber yandı sonra. Bence yakıldı.
-Kasıt olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Oldukça eminim. Bize birkaç çocuğun kuş pişirmek isterken yangın çıkardığı söylenmişti. Sonra öğrendim ki dönemin müdürleri çocuklara oyun alanı açmak için yaktırmışlar. Babam perişan oldu duyunca. Sonra vakıflar depo hâline getirdi selamlık kısmını. 1997’de orası da yandı. Yine yakıldı aslında.
-Burada gördüğümüz, kullandığınız eşyalar dedelere ait herhâlde…
Karşı dairede yaşıyorum. Burayı misafir ağırlamak için kullanıyorum. Her şey duruyor, aklınıza geldik gelmedik her şey… Salonundaki ahşap cami maketi, Sultan Reşad’ın ihsan-ı şahanesi. Sultan Abdülhamid’in yaptığı söyleniyor. Karşı duvarında asılı, üzerinde ‘Ya Hazret-i Mevlana’ yazılı halı da Sultan Reşad’ın hediyesi. Dedelere takdim edilen hediyeler bunlar. Abdülbaki Dede’nin destarlı sikkesi de burada. Bunun gibi şeyler var.
-Size intikal eden evrak arasında neler var?
Defter-i Dervişan’ın ikinci defteri bende. Ali Nutki Dede başlıyor defteri tutmaya. Nasır Abdülbaki Dede devam ediyor. Sonra ikinci bir deftere geçiyor. Birinci defter Süleymaniye Kütüphanesi’nde. 3 tane el yazması ayin defteri var. Bir tanesini Ali Nutki Dede’nin emriyle şeyh Galip dervişken yazmaya başlıyor. Hammamizade tamir edip kendi notlarını, ayinlerini ilave ediyor. Diğer defterlerdeki Farsça doğru olmadığı için sonuncuyu Celaleddin Efendi’nin emriyle başka bir dervişyazıyor. Çocukluğumda bu ayin defterleri giderdi Konya’ya. Yenikapı da ayinlerde kudüm, ney ve halile dışında saz çalınmaz. Biz Yenikapılıların biraz softa olduğu söylenir. Abdülbaki Gölpınarlı zahid addediyor bizleri. Forma biraz fazla dikkat ediyoruz onlara göre. Belki de öyleyiz. Çok da fazla laubaliliğin âlemi yok. Amcam ve babam Konya’da bile mâni olurlardı başka saz çalınmasına. Celaleddin Dede çok iyi tambur çalıyor. Tanburi Cemil kendini ispat için ona dinletiyor sazını. Buna rağmen tamburu ayine sokmuyor. Eskiden mestle sema da edilmezdi. Çıplak ayakla. Direk tutacaksınız, ayağınız ahşap zemin üzerinde gacır gacır ses çıkaracak. Son selamda tiz, güzel bir ney taksimi yapılır. Ney sesi ve ayak gıcırtısı dışında ses duyulmaz. İşte orada oturup ağlarsınız.
-Mevlevihaneye restorasyondan sonra gittiniz muhtemelen, ne hissettiniz?
Çok, çok mutlu olduk. Belki Mevlevilikle çok alakası olmayan ama soyu oraya dayananlar vardı aramızda. Orada yaşamış insanların çocukları. Bir sürü hikâye dinlemişler büyüklerinden. Bizler Yenikapı’nın onurunu taşırdık. Tabiri caizse biraz mütekebbirdik bile. Hep düşünürdüm hepten yok ederlerse ne yaparım? Ecdad orada, kemik mi taşıyacağız? Kemik kalmış mıdır o da belli değil. Hafakanlar basardı. Şimdi tek mesele hamuşanın durumu. Orası çok kötü. Babam, babaannem, halam, büyükbabam orada aynı mezarda yatıyor. O mezar Kemali Ahmed Dede’nin çınar ağacının bulunduğu yerde. Büyükbabam türbede yer olduğu hâlde; ‘Giremezsiniz, ilk şeyh burada oturdu, son şeyh benim, beni de buraya gömün!’ demiş. Bir yere taşınması değil, toparlanması lazım.