Adab ve Erkân Tarikatı
Adab ve Erkân Tarikatı
Nuri Şimşekler
Hz. Mevlânâ’nın döneminde kendi ve medresesi etrafında toplanan müritler vardı. Bunlar herhangi bir tarikat usulüne bağlı olmadan derslere ve sohbetlere dâhil oluyorlardı. Peki, bunların tekkeye kabulü nasıl gerçekleşiyordu ve sonradan bir değişiklik olmuş muydu? İşte usuller, âdetler, kaideler ve terimlerdeki gizli cevaplar…
Hz. Mevlânâ’ya gelip intisap etmek isteyenlerin ilk dönemde “çehâr darp” tabir edilen saç, bıyık, sakal ve kaşlarından küçük bir miktarda kılları kesiliyor, böylece intisapları gerçekleşmiş oluyordu. Bu olayın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmasından (1244) öncesi olduğu kaydedilmektedir (Gölpınarlı s. 164). Ayrıca Hz. Mevlânâ’nın bazı yetişmiş müritlerine şecere yazıp bazı bölgelere göndermesi, o dönemde Mevlevîlik Tarîkatı’nın temellerinin atıldığına dair işaretler olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yaygın olmayıp istisnaî olarak gerçekleşen bir usuldü ve aslında Hz. Mevlânâ’nın teşkilâtlanma gibi bir düşüncesi de hiç yoktu (Lewis: s. 469).
Gölpınarlı’nın çehâr darb usulünün Kalenderi bir gelenek olduğunu vurgulayıp Mevlevîliğin temellerinin bu tarikata dayanabileceğini söylemesi veya bu tarikatın Melamî-meşrep usulünü de benimsemiş olduğunu vurgulaması herhalde tartışmaya açık olsa gerektir (Mevlânâ’dan Sonra; 178- 180). Mevlevi tarihçisi Sâkıb Dede’nin (ö. 1735); “Mevlevîlik, Semâ, sefa, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanında Nakşibendî tarikatının esasları ve Şems’in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur” tespiti ise (Sefine: 1, 134) bu tarikatın en güzel tariflerinden biri olmuştur. Ayrıca Mevlevîlik yolunun bir tarikat olmaktan çok aşk yolu, cezbe yolu, bir kültür hareketi ve dünyayı terk etme değil, irfana ulaştıran bir hayat biçimi olduğu vurgulanmakta; hattâ silsilesinin bile başta Hz. Muhammed (sas) olmak üzere, Hz. Ali’ye (ra) (Ankaravî: 3″). Cüneyd-i Bağdâdi’ye, Ahmed Gazzâli’ye, Necmeddin-i Kübrâ’ya kadar farklı yürütülmesiyle diğer klasik tariklerden ayrıldığı belirtilmektedir (Mevlânâ’dan Sonra: 186; Mevleviyye Silsilesi: muh. syf; Top: 29).
İlk dönemlerde bu yola girenlere Hz. Mevlânâ’ya izafeten Mevlevî ya da Mevlânâî denilmekteydi. İlk yüzyılında meşihatta bulunan Hz. Mevlânâ ahfadına binaen Veledi, Arifi, Âbidî. Âlimî ve Âdilî olarak adlandırılsa da, tarih boyunca Mevlevî sıfatıyla vasıflandırılmışlardı. İbn Battuta (ö. 1369) Konya’yı ziyareti sırasında (1332 sıraları) bu tarikin mensuplarının “Celâliyye” olarak anıldıklarını kaydetse de (Lewis’den naklen: s. 491), aynı dönemlerde yazılmaya başlanan Eflâkî Menâkıb’ında ve bazı yazma eserlerdeki imzalarda “Mevlevî” veya “el-Mevlevî” ibareleri sıkça geçer.
Hz. Mevlânâ’nın 1273 yılındaki vefatının ardından Mesnevinin kâtibi Çelebi Hüsameddin onun yerine geçmeye uygun bulunmuştu. Çünkü Hz. Mevlânâ vuslatının yaklaştığı dönemlerde etrafındakilerin “Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek” sorularına “Çelebi Hüsameddin halifemiz olur” diyerek cevap vermiş ve makamın kime geçeceğini bildirmişti (Eflâkî: II, 162). Vefatına kadar Hz. Mevlânâ’nın yanından ayrılmayan oğlu Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen babasından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve o da Çelebi Hüsâmeddin’i uygun görmüştü (İbtidânâme: b. 2668 vd.). Çelebi’nin bu vazifeyi devralması Mevlevîlik tarihi içinde bir ilk ve son olmuş, bu makama Hz. Mevlânâ soyundan gelmeyen bir kişi oturmuştu. Bu aynı zamanda Çelebi Hüsameddin’in bir Ahî şeyhi ve Şafî mezhebine mensup biri olarak Mevlevîliğin ilk şeyhinin ileriki yıllarda bir daha eşine rastlanmayacak özelliklere sahip olması demekti. Kendisinden sonra bu makama hep Hz. Mevlânâ soyundan sonra gelenler oturacak ve Ulu Ârif Çelebi’den itibaren (1312) meşihatta bulunanlar hep “Çelebi” diye anılacaklardır.
Mevlevîliğin eğitim merkezi mevlevîhâneler
Hz. Mevlânâ’nın vefatından hemen sonra (1274) Hz. Mevlânâ’nın kabri üzerine Vezir Muîneddin Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun’un büyük maddî destekleriyle yapılan Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Türbe) ile ilk temelleri atılan Hz. Mevlânâ Dergâhı zaman içerisinde eklemeler, tadilatlar ve onarımlar görmüş ve bugünkü halini almıştır. Selçuklular zamanında Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in, vezir Sâhib-Ata Fahreddin’in, II. Gıyaseddin Mes’ud’un, Emir Bedreddin Gevhertaş’ın, Emir Mehmed Söğürcü’nün; Beylikler döneminde Germiyanoğlu Yakub Beyin, Karamanoğlu Alâeddin, Mehmed ve İbrahim Beylerin; Osmanlılar Döneminde Fatih Sultan Mehmed’in, II. Bâyezid’in, I. Selim’in, Haşan ve İbrahim Paşaların, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, III. Murad’ın, III. Mehmed’in, IV. Murad’ın, III. Mustafa’nın, III. Selim’in, Abdülaziz’in, Abdülhamid’in maddî-manevî destekleriyle mâmûr olmuştur. “Âşıklar Kâbesi” olarak da adlandırılan dergâh, Osmanlı coğrafyası dâhilinde 140’a yakın mevlevîhânenin merkezi konumunda “Âsitâne-i Âliyye” vasfıyla Mevlevîlik Tarîkatı’nın merkezi olmuştur.
Mevlevîhâneler 1001 günlük Mevlevi çilesinin çıkarıldığı “Âsitâne”-ler ve “Zâviye”ler olmak üzere iki kısma ayrılmakta ve genel olarak “Mevlevîhâne” adıyla anılmaktaydı. Âsitâneler, Hz. Mevlânâ Dergâhının ardından derecelerine göre Karâhisâr-ı Sâhip (Afyon), Manisa, Kütahya, Halep, Galata, Yenikapı’ Kasımpaşa, Beşiktaş, Bursa, Kahire’ Kastamonu, Eskişehir, Gelibolu, Rumeli Yenişehri olarak sıralanmaktaydı (Tanrıkorur: s. 471). 100’ü aşkın zaviye ise günümüzdeki coğrafik konumla Kırım, Macaristan, Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Arabistan ve Anadolu’nun tamamı olmak üzere yüzyıllar boyu Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgelere yayılmıştı. Bu zâviyeler arasında Karaman, Tokat, Antep, Kayseri, İzmir, Muğla, Üsküdar, Filibe, Atina, Hanya, Lefkoşa, Şam, Kudüs, Bağdat, Mekke ve Medine coğrafik konumu veya işlevi bakımından en önemlileri idi. Bunların haricinde de özellikle 16. yüzyılda Hz. Mevlânâ torunu Afyon Çelebilerinden Divâne Mehmed Çelebi’nin seyahatleri neticesinde oluşan Ege, batı Akdeniz ve Marmara Bölgesi’nin güney kısmını içine alan coğrafya içinde resmî kayıtta yer almayan onlarca “Mevlevi Köyü” vardı (Şimşekler 2007: s. 145).
Mevlevîhâneler ilk dönemlerde Mevlevi halifeleri tarafından kurulurken 16. yüzyıldan itibaren genellikle devlet ileri gelenlerinin himmet ve destekleriyle inşa edilmeye başlanmıştı. Konya Piri Mehmed Paşa, Eskişehir, Kilis, Halep, Peçoy, Ankara, Şam, Kudüs, Kayseri, Selanik, Beşiktaş, Üsküdar Mevlevîhâneleri paşa ve beyler tarafından inşâ edilmişti (Hz. Mevlânâ’dan Sonra: s. 229- 230; Tanrıkorur: 469).
Âsitâneler genellikle geniş bir arazi içerisinde yer alır, semâhâne, türbe, mescit, matbah-ı şerif, meydân-ı şerif, dede-derviş hücreleri, selamlık ve harem dairelerinden oluşurdu (Tanrıkorur: s. 472). Hakk’a yürüyen ve o mevlevîhânede vazife yapmış Mevlevi büyükleri, semahanenin hemen yanı başında bulunan türbe içine defnedilmekteydi. Zaman içerisinde türbe içerisin yer kalmayınca orta bölümde yer alan meydân-ı şerifin yakın bir kısmında veya daha arka bölümde mezarlık oluşturup “hazîre” veya “hamuşân” adıyla sırlanmaya (defnedilmeye) başlandı. Zaviyelerde de oluşturulan bu hâmuşânlar yüzyıllar boyunca mevlevîhânelerin mimarî bölümü haline geldi. Ayrıca Hz. Mevlânâ Dergâhı’ndaki Said Hemdem Çelebi (ö. 1859) olduğu gibi zaman içinde kitapların çoğalmasıyla asitâneler başta olmak üzere mevlevîhânelerde kütüphaneler de oluşmaya başladı.
1001 günlük Mevlevî eğitimi
Tarikin bütün işlerinde ilk sorumlu Makam Çelebisi idi. Makâm Çelebisi ilk dönemlerde Çelebiler arasındaki yetkin kişilerden babadan oğula geçmek suretiyle, zaman içerisinde Konya ve diğer şehirlere yayılmış Çelebiler arasından Dergâh Zâbitânı tarafından, 1700’lü yılların sonlarında Osmanlı Sarayı’nın yönlendirmesi, 1866 yılından itibaren ise Meclis-i Meşâyıh’ın önermesi ile Şeyhülislâm tarafından seçilmekteydi. Makam Çelebisi Konya’da ikamet eder ve tüm Mevlevîhânelerin işlerini takip için kendi başkanlığında Sertarîk, Sertabbâh, Türbedâr, Neyzenbaşı, Hazret-i Şems Türbedârı, zükûr ve inâs Çelebilerinden seçilen dört kişi ile bir komisyon kurardı.
Âsitânelerde, Hz. Mevlânâ Dergâhı’na has olmak üzere Makam Çelebisi, onun tarafından meşihat verilen ve sırasıyla Şems-i Tebrizî, Selâhaddin-i Zerkûb ve Çelebi Hüsâmeddin’i temsil eden halife konumundaki “Şeyh Efendi” veya “Sertarîk”, Şems Dedesi (Şems-i Tebrizî Zâviyesinden sorumlu Dede), diğer âsitânelerde ise Ser-Tabbâh (Âteş- bâz-ı Velî makâmı), Türbedâr, Mesnevîhân, Kudümzenbaşı ve Neyzenbaşı Dergâh Zâbitânı’nı oluştururdu (Arpaguş: s. 103-117; Şimşekler 2011: s. 36-38). Mevlevî geleneğindeki protokolü de gösteren bu sıralamanın ardından 1001 günlük çilesini doldurup “Dede” unvanı almış olan, çilesini çekmekte olan Canlar (nev-niyâzlar) ve çileye soyunmayıp bir merasimin ardından sikke-i şerif giyerek Semâ çıkarmış “Muhib”ler gelirdi (Aşçı Dede: s. 29).
Mevlevîhânelerde Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Mesnevi, Mevlevî Evrâdı, Hz. Mevlânâ menâkıbı okunması, Mevlevi âdâb ve erkânı dersleri (Nablusî: s.17,19, 30), çile çıkarmakta olan canlara Semâ meşki, dergâhtaki günlük işlerin yerine getirildiği 18 hizmeti icra etme ve becerisi dairesinde bir sanat veya zanaat öğrenme mecburi idi. 1001 günlük çile eğitimden sorumlu olanlar sırasıyla, Aşçı veya Ser-Tabbâh Dede, Kazancı Dede, Meydancı Dede ve Bulaşıkçı Dede idi (Demirci: s. 127). Ayrıca diğer Dedeler de yetiştirildikleri alanda dersler ve eğitimler verirdi.
Mevlevi âdâb ve erkânının temelini 1001 günlük Mevlevi eğitiminde alınan Mesnevî-i Şerif in ilk 18 beytine istinaden 18 hizmetin yerine getirilmesi esasına dayanan usuller çerçevesinde hayat boyu devam ettirilmesi gereken “edeb” oluşturmaktaydı. Bu zaman içinde seyr ü sülük gereği Semâ öğrenmek (et-Tuhfetü’l-Behiyye: s. 41) mecbur idi.
Genel anlamda Muhammedi bir yol olarak tesis edilip devam eden bu kültürde hayat boyunca Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Mesnevi, Hz. Mevlânâ menâkıbı ve Evrâd-ı Kebîr-i Hz. Mevlânâ okumak zorunluluğu vardı. Şeriata sıkı sıkıya sarılmak, farzları geciktirmeden zamanında yerine getirmek, sünnete tabi olmak, gece gündüz istiğfara devam etmek, her isteği ve yardımı Allah’tan dilemek, nefsin sürekli muhasebesini yapıp onu riyazete alıştırmak gibi hususlar en başta gelen âdâb ve erkân idi (et-Tuhfetü’l-Behiyye: s. 24 vd.). Yine her Mevlevi -özellikle Dergâh dışında yaşayanlar- dünyalık hayatını devam ettirmek için bir meslek öğrenmek, bulunduğu her alanda insanlara saygı ve sevgi duymak, işini halkın rızası için değil Hakk’ın rızâsını gözetmek için yapması gerekirdi. Mevlevîhânelerde mutâd günlerde yapılan mukâbelelere geçerli bir mazereti olmadığı müddetçe katılması zorunlu idi.
Âdâb ve erkânın temelini oluşturan Mukâbele-i Şerif (Semâ) ve Mesnevi dersleri de belli usullere göre yapılırdı. Semâ meşki mutlaka bir Semâ Dedesinden öğrenilir, Mesnevi dersi Mesnevîhân olan Dededen dinlenir, Matbah-ı Şerifte bulunan meşk tahtası üzerinde bulunan çevresine tuz dökülmüş çiviye, direk tabir edilen sol ayağın baş ve ikinci parmağının yerleştirilmesiyle çark olarak adlandırılan sağ ayağın hareketiyle önceleri yarım, bir müddet sonra ise tam çark atmayla başlanırdı. İlk yarım çarkta “Al” İkincisinde ise “lah” hecelerinin belli bir ahenkle telaffuz edilmesiyle “Allah” yani zikr-i celâl çekilir. Tahta üzerinde meşki tamamlayan Cânlar daha sonra Semâhânede kollarını açma tâlimine başlar ve bu aşamayı da tamamladıktan sonra kendileri için Mukâbele-i Şeriften daha kısa olan Mübtedî Mukâbelesi’ne davet edilirdi. Bu mukâbeleye dışarıdan ziyaretçi kabul edilmez mıtrıb Âyîn-i Şerif yerine sadece dört bölüm halinde peşrev çalar ve Cân bu icrâdan sonra Mukâbele-i Şerife katılma hakkı kazanır.
Mukâbele-i Şerif ya da Âyîn-i Şerif (Hakâyık-ı Semâ: s. 13) belli bir ritüele bağlı olarak yapılır. Öncesinde cemaatle vakit namazı kılınır (Nablusî- s. 6: Çilehâne Mektupları: s. 80), sonra Semâhâneye geçilerek bütün yetkililer, dervişler ve semâzenler oturur halde yerlerini alır, görevli dede tarafından Kur’an-ı Kerim okunur, ardından Mesnevîhân Mesnevi okur veya Kaarî-i Mesnevi’ye Farsçasını okutur, kendisi de şerh ederdi. Daha sonra kudüm-ü şerif darbesi, Ney üflenmesinin ardından Na’t-ı Hz. Mevlânâ okunur ve postnişîn ile birlikte ayağa kalkan semâzenler üç selam Devr-i Veledî icrâ eder ve ardından dört selamdan oluşan Semâ icrâ edilirdi. Semâ’ın tamamlanmasının ardından mıtrıptan bir görevli Kur’an-ı Kerim okur, ardından semâzenbaşı ya da nadiren postnişîn tarafından çekilen gülbank ve okunan dua ile Mukâbele tamamlanmış olur, ardından tüm Mevlevîler lokma ederlerdi. Bu Semâ’ın en belirgin özelliklerinden biri genellikle Cuma namazlarının ardından yapılması ve seyretmek isteyen herkese açık olması idi (Veled Çelebi: s. 62)
Semâ’ın üçüncü bir çeşidi olan Garibler Semâ’ı ise özel gecelerde yapılan Mukâbele-i Şeriften sonra Semâ’a devam etmek isteyen Mevlevîler tarafından 18 çark atılmak suretiyle mûsikî olmaksızın yapılan Semâ idi. Bir diğer Semâ çeşidi ise Âyîn-i Cem idi. Genellikle Meydân-ı Şerifte ve yatsı namazından sonra yapılan bu Semâ’a Mevlevîler ve muhibler katılabilirdi. Âyîn-i Cem bir dost meclisi Şeklinde geçen ve kahve veya şerbet gibi içecekler içildikten sonra Devr-i Veledî olmaksızın ve hırkalar çıkarılmadan yapılan Semâ veya içten gelen cezbe ile ayakta oluşturulan zikir halkası idi (Çilehâne Mektupları: s. 80 vd.). Bu Semâ’da genellikle kollar açılmaz, sadece meclisteki isteyenler kalkardı (Gölpınarlı 2006: s. 117)- Selâm aralarında Mukâbelede ki gibi durak verilmez, hatta genellikle geceleri yapıldığı için sabah namazına kadar devam ederdi. Sema tamamlandıktan sonra Kur’an-ı Kerim okunur ve namaz kılınarak lokma edilir ve hücrelere istirahata çekilirdi (Asaf Hâlet: s. 121 vd.).
Yine bütün tarîklerde olduğu gibi Mevlevîlikte de evrâd okuma geleneği vardı. Bazı Âyet-i Kerimeler, Hadis-i Şerifler, Esmâ-i Hüsnâ ve Hz. Mevlânâ’ya dua ve senâlardan oluşan Mevlevi evrâdı hem çile döneminde, hem de tüm hayatı boyunca şeyhinin belirlediği ölçü ve vakitte bir Mevlevînin okuması gereken vird idi. Yine İsm-i Celâl çekmek, yani belli bir ahenkle “Allah, Allah…” demek Hz. Mevlânâ’ya göre en güzel zikirlerden biri olarak değerlendirildiği için Mevlevîler hem zikir meclislerinde, hem de günün her ânında bu zikri yaparlardı. Hz. Mevlânâ’nın bu zikir şeklini babası Bahâeddin Veled’den aldığı, onun Kübrevîliğe ilgisinden dolayı Mevlevîliğin bu tarîkin etkisi altında gelişen bir yol olduğu tespitlerinin doğru olmadığı da belirtilmektedir (Lewis: s. 64-65).
Estetik ve sanatın timsali Mevlevîler
Mevlevîliği diğer tarîklerden ayrı tutan en önemli özelliklerinden biri de güzel sanatlara gösterilen ilgi idi. Her Mevlevi çilesi döneminde mutlaka bir sanat öğrenir, dinî ilimlere, şiire veya mûsikîye yatkın olanlar da bu eğitimle meşgul olurlardı. Mevlevîlerin tarih süreci içerisinde en çok ilgi gösterdikleri sanat hattâtlık, hakkâklık, ebrûzenlik, fildişi ve kâğıt oymacılığı ve saatçilik idi (Derman: s. 208-212). Son yüzyılda ise keçecilik ve terzilik de Mevlevîlerin ilgi gösterdiği bir meslek-sanat olmuştu. Bu ilgi sonucu yüzyıllar boyunca Mevlevîler arasında sanat, şiir ve mûsikî alanında değerli isimler yetişmiş, Türk kültür ve sanatına yön vermişlerdir. Galata ve Yenikapı Mevlevîhânelerinin önde olduğu bu alanda şiirde, Şeyh Gâlib (ö. 1799), mûsikîde Buhûrîzâde Itrî (ö. 1712) ve Hammâmî İsmail Dede Efendi (ö. 1846), sanatta Ahmet Eflâkî Dede (19. yy.) önde gelen isimlerdendir (daha geniş bilgi için bkz. Küçük: s. 377- 423; Uzluk: s. 47-110).
Mevlevîlik her kuralı belli olan, giyiminden yeme-içme âdâbına kadar her usûlünde estetik, nezaket, nezahet, ağırbaşlılık ve aşırıya gitmeme gibi bir zarafeti olan yoldu. Mevlevîlik içinde Makam Çelebisinden Matbah Canı’na (Mevlevi olmak için çileye soyunan nev-niyâz) kadar manâ olarak bir hiyerarşi olsa da zâhirde hepsi eşitti. Makam Çelebisi, Şeyh Efendiler, Mesnevîhânlar ve Dedeler başlarındaki Sikkenin çevresine sarılan destâr harici diğer tüm Mevlevi ya da Mevlevi adayları ile benzer kıyafet giyerlerdi. Yani kıyafetlerde bir hiyerarşi yoktu. Diğer bazı tariklerde olduğu gibi, Mevlevîlikte değil diz-etek öptürme, el öptürme bile yoktu. “Görüşme” denilen niyâzlaşmada hangi konumda olursa olsun, hangi yaşta bulunursa bulunsun her iki kişi de sağ ellerini baş parmaklarından kavrayıp birbirlerinin elini öperdi.
Mevlevî kullanacağı her şeyi, başkasına vereceği her şeyi önce öper, sonra kullanır, kullandıktan sonra yine öperdi. İster kaşık olsun, ister kitap… Verdiği kişi de aldığı şeyi öper, öyle alırdı. Eve girmenin, evden çıkmanın, konuşmanın, selamlaşmanın, yatmanın, kalkmanın, yemek yemenin, hâl hatır sormanın… hep bir usulü vardı. Mevlevîliğin zikri semâda bile aşırılık yoktu; zikirde aşırılık, bağırma-çağırma, diz dövme, yaka yırtma gibi aşırılıklar yoktu. Mesela zikir ya da sema esmasında bir Mevlevî cezbe ile kendinden geçip böyle bir şey yaparsa hemen sorumlu dedesi yanına gelir, “kanını içine akıt” diyerek cezbe hâlini içinde yaşaması ve dışarıya aksettirmemesi istenirdi. Bu usûllerin çoğu da yazılmamış, gelenekten uygulama yöntemi ile gelmişti. İşte bütün bu zarafet ve halîm durum Mevlevîlerin en belirgin özellikleri olmuş, Osmanlı tarihi içerisinde de dikkat ve ilgi çekip onların sıfatı haline gelmişti. Bu tarz davranışlarda bulunanlara da Mevlevî olmadığı halde “Çelebi gibi adam” ya da “tam bir Çelebi” gibi sıfatlar söylenmiştir. Belki de bu estetik ve halîm-selîm olma durumu Mevlevîlerin “örnek bir insan ya da vatandaş” tiplemesi ile sultanların dikkatini çekmiş olabilir.
Yolun esası disiplin
Mevlevîlik edeb ve âdâbının öğrenildiği ilk yer olan Matbah-ı Şerife izafeten çile boyunca bu yolda uyulması gereken kurallar tam bir disiplin içerisinde yürütülür (Özönder: s. 179), uymayanlara Kazancı Dede tarafından aşırıya kaçmayacak bazı cezalar verilirdi. Bu cezalar çelik adı verilen ve Matbah-ı Şerifte asılı bulunan bir sopa ile 9 veya 18 adet olmak üzere hafif şekilde vurulan değnek cezası, 18 gün boyunca sikke-i şerif ve hırka-i şerifin alınması, başka bir Mevlevîhâneye gönderilmeyi simgeleyen “seyahat” cezası tarzında idi. Cezaların en ağırı ise Mevlevî adayının bu işi yapamayacağına kani getirildiğinde çilenin herhangi bir döneminde ayakkabılarının ters çevrilmesi (serpâ etmek) idi. Bunun anlamı ise o kişinin Mevlevî olamayacağı, başka bir mevlevîhâneye de Çile Cânı olarak kabul edilemeyeceği idi.
Yeni Mevlevî olanların diğer tarîklerin tekkelerine gitmeleri hoş karşılanmaz, Mevlevî ileri gelenleri ise Mirâc, Mevlid gibi kandillerde diğer tekkelere gider, kıyâm zikri yapılırsa zikirlere katılmaz, ayakta seyreder, eğer isterse Semâ ederlerdi. Diğer tekkelerden Mevlevîhâneye gelen farklı tarikat büyükleri de Semâ yapılacağı zaman Devr-i Veledi’ye iştirak eder, sonra ayakta seyrederlerdi. Yine Mevlevî büyükleri kendi bulundukları şehirlerde resmî ve dinî bayramlara protokol üyesi olarak katılırlar, özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında şehrin devlet erkânını makamda ziyaret ederler, onlar da Mevlevîhâneye gelerek iâde-i ziyârette bulunurlardı. Bu davetlerde Mevlevîler ve muhibler de hazır bulunur, misafirlere hizmet ederlerdi (Aşçı Dede, s. 35). Hz. Mevlânâ Dergâhı’nda da özellikle arefe gecesi şehir protokolü Dergâh’a davet edilir, Makâm Çelebisinin özel misafiri olurlardı. Birlikte kılınan yatsı namazının ardından, Mukâbele-i Şerif icrâ edilir, ardından yemek yenerek kahve veya şerbet içilirdi (Mevlevî Matbah-ı Şerif Terbiyesi: s. 18 vd.).
Kaynakça:
Ankarayî, İsmail Rüsûhî: Risâle-i Usûl-i Tarikat ve Bi’at, Süleymaniye Küt. Nâfiz Paşa Böl., no: 352, lb-7b
Arpaguş, Sâfi, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, Vefa Yay. İstanbul 2009
Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece yay, Ankara 2002
Aşçı Dedenin Hatıraları, Haz. Reşat Ekrem Koçu. İstanbul 1960
Banoğlu, Niyazi Ahmed, “Atatürk ve Hz. Mevlânâ’’, Tarih ve Coğrafya Dünyası, Hz. Mevlânâ özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 415-416
Çelebi, Esin, “Cumhuriyet Döneminde Mevlevîlik”, Yüzyıllar Boyu Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Uluslararası Mevlânâ Vakfı Yay, İstanbul 2008,
Demirci, Mehmet. Mevlânâ ve Mevlevî Kültürü, H yay, İstanbul 2008
Derman, M. Uğur, “Mevlevîlik ve Sanat”. Konya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik, Karatay Bel. Yay, İstanbul 2002, ss. 203-212
Eflâkî, Şemseddin Ahmed, Menâkıbü’l-ârifîn, Çev. Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, I-II İstanbul 1986-1987 •
Gölpınarlı, Abdülbaki, “Mevlevîlik”, MEB İslâm Ansiklopedisi, VIII. c.. İstanbul 1993, ss. 164-171
Gölpınarlı, Abdülbaki: 2006, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp Yay. İstanbul 2006
Hakâyık-ı Semâ, Hacı Feyzullah Efendi, çev. Mahmûd Celâleddîn, İstanbul 1334-1336
İbtidânâme, Sultan Veled, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara 1976
Köstüklü, Nuri, Vatan Savunmasında Mevlevihaneler. Çizgi Kitabevi. Konya 2005
Küçük, Sezai, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yay, İstanbul 2003
Lewis, Franklin, Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı. Kabalcı Yay, İstanbul 2010
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılâp Yay, İstanbul 1983
Mevlevî Matbah-ı Şerif Terbiyesi, Ser-tabbah-ı Dergâh-ı Mevlânâ Mustafa Nızameddın, SÜ Hz. Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü İhtisas Küt., Yazma no: 305
Mevleviyye Silsilesi, Seyyid Fâzıl Mehmed Paşa, Haz Tahir Hafızalioğlu. insan Yay. İstanbul 2010
Nablusî, Abdülganî. el-‘Ukûdü’l-lu’luiyye fî tarî-ki’l-sâdat’i-Mevleviyye. Şam 1329 H.
Olgun, Tahir, Çilehâne Mektupları, Haz. Cemâl Kurnaz, Gülgün Erişen. Akçağ Yay., Ankara 1995
Önder, Mehmet, “Mevlevîliğin Sistemleşmesi. Sultan Veled ve Diğer Postnişînler”, Konya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik. Karatay Bel. Yay. İstanbul 2002, ss. 131-150
Özönder, Haşan, “Mevlevi Dergâhlarında Mutfağın Önemi ve Âteş-Bâz Makâmı”, Konya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik. Karatay Bel. Yay.. İstanbul 2002, ss. 179-184
Sayar Ahmet Güner. Osmanlı’dan Cumhuriyete Portre Denemeleri. Ötüken Yay., İstanbul
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyyân, Sâkıb Dede, I-II-III C. Mısır H. 1283
Sipehsâlar. Ferîdûn b. Ahmed. Risâle-i Sİpehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr çev. Tahsin Yazıcı, Hz. Mevlânâ ve Etrafındakiler, İstanbul 1977
Şafak, Yakup. Mevlevi Gülbangleri. Konya İl Kültür ve Turizm Müd. Yay, Konya 2010
Şimşekler, Nuri: 2004, “Mevlevîliğin Tarihi Seyri”, Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî-İnsanlığın Aynası, Editör: Ahmet Efe, Konya B. Şehir Belediyesi Yay, 313 s„ Konya 2004, ss. 145-165
Şimşekler. Nuri: 2007, “The Spread of The Mawlawiyya and The Reasons for Its Spread in The Aegean Region in The XVI Century”, Hz. Mevlânâ Araştırmaları Dergisi-The Journal of Rumi Studies, Selçuk Üniversitesi Hz. Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi Yay, Yıl: 1. Sayı: 1, Mayıs 2007, ss. 143- 158
Şimşekler, Nuri: 2009. “Sipehsâlâr, Ferîdun”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009. C. XXXVII. s. 260
Şimşekler, Nuri: 2011, Mutfakta Pişen Canlar, Yüzyılların Birikimi Mevlevî Kültürü, Life Pro. Yay, Konya 2011
Tanrıkorur, Barihüda, “Mevleviyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2004, C. XXIX, ss. 468-475
Top, H. Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken Yay, İstanbul 2001
et-Tuhfetü’l behiyye f’it-tarikati’l-Mevleviyye, Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, Haz. Ali Üremiş, Serander Yay, Ankara 2007
Uzluk, Şahabettin, Mevlevilikte Resim Resimde Mevleviler, İş Bankası Yay, Ankara 1957
Veled Çelebi İzbudak, Hatıralarım. Türkiye Yayınevi, İstanbul 1946
Nuri Şimşekler