Adab ve Erkân Tarikatı

A+
A-

Adab ve Erkân Tarikatı

Nuri Şimşekler

Hz. Mevlânâ’nın döneminde kendi ve medresesi etrafında toplanan müritler vardı. Bunlar herhangi bir tarikat usulüne bağlı olmadan derslere ve sohbetlere dâhil oluyorlardı. Peki, bunların tekkeye kabulü nasıl gerçekleşiyordu ve sonradan bir değişiklik olmuş muydu? İşte usuller, âdetler, kaideler ve terimlerdeki gizli cevaplar…

Hz. Mevlânâ’ya gelip intisap etmek isteyenlerin ilk dönemde “çehâr darp” tabir edilen saç, bıyık, sakal ve kaşlarından küçük bir miktarda kılları kesiliyor, böylece intisapları gerçekleşmiş oluyordu. Bu olayın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmasından (1244) öncesi olduğu kaydedilmektedir (Gölpınarlı s. 164). Ayrıca Hz. Mevlânâ’nın bazı yetişmiş müritlerine şecere yazıp bazı bölgelere göndermesi, o dönemde Mevlevî­lik Tarîkatı’nın temellerinin atıldığına dair işaretler olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yaygın olmayıp istisnaî ola­rak gerçekleşen bir usuldü ve aslında Hz. Mevlânâ’nın teşkilâtlanma gibi bir düşüncesi de hiç yoktu (Lewis: s. 469).

Gölpınarlı’nın çehâr darb usulünün Kalenderi bir gelenek olduğunu vurgulayıp Mevlevîliğin temellerinin bu tarikata dayanabileceğini söylemesi veya bu tarikatın Melamî-meşrep usulünü de benimsemiş olduğunu vurgulaması herhal­de tartışmaya açık olsa gerektir (Mevlânâ’dan Sonra; 178- 180). Mevlevi tarihçisi Sâkıb Dede’nin (ö. 1735); “Mevlevîlik, Semâ, sefa, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanın­da Nakşibendî tarikatının esasları ve Şems’in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur” tespiti ise (Sefine: 1, 134) bu tarikatın en güzel tariflerinden biri olmuştur. Ayrıca Mev­levîlik yolunun bir tarikat olmaktan çok aşk yolu, cezbe yo­lu, bir kültür hareketi ve dünyayı terk etme değil, irfana ulaştıran bir hayat biçimi olduğu vurgulanmakta; hattâ sil­silesinin bile başta Hz. Muhammed (sas) olmak üzere, Hz. Ali’ye (ra) (Ankaravî: 3″). Cüneyd-i Bağdâdi’ye, Ahmed Gazzâli’ye, Necmeddin-i Kübrâ’ya kadar farklı yürütülmesiy­le diğer klasik tariklerden ayrıldığı belirtilmektedir (Mev­lânâ’dan Sonra: 186; Mevleviyye Silsilesi: muh. syf; Top: 29).

İlk dönemlerde bu yola girenlere Hz. Mevlânâ’ya izafeten Mevlevî ya da Mevlânâî denilmekteydi. İlk yüzyılında me­şihatta bulunan Hz. Mevlânâ ahfadına binaen Veledi, Arifi, Âbidî. Âlimî ve Âdilî olarak adlandırılsa da, tarih boyunca Mevlevî sıfatıyla vasıflandırılmışlardı. İbn Battuta (ö. 1369) Konya’yı ziyareti sırasında (1332 sıraları) bu tarikin mensuplarının “Celâliyye” olarak anıldıklarını kaydetse de (Lewis’den naklen: s. 491), aynı dönemlerde yazılmaya başlanan Eflâkî Menâkıb’ında ve bazı yazma eserlerdeki imzalarda “Mevlevî” veya “el-Mevlevî” ibareleri sıkça geçer.

Hz. Mevlânâ’nın 1273 yılındaki vefatının ardından Mesnevinin kâtibi Çelebi Hüsameddin onun yerine geçmeye uygun bulunmuştu. Çünkü Hz. Mevlânâ vuslatının yaklaştığı dönemlerde etrafındakilerin “Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek” sorularına “Çelebi Hüsameddin halifemiz olur” diyerek cevap vermiş ve ma­kamın kime geçeceğini bildirmiş­ti (Eflâkî: II, 162). Vefatına kadar Hz. Mevlânâ’nın yanından ayrılmayan oğlu Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen ba­basından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve o da Çelebi Hüsâmeddin’i uygun görmüştü (İbtidânâme: b. 2668 vd.). Çelebi’nin bu vazifeyi devralması Mevlevîlik tarihi içinde bir ilk ve son olmuş, bu makama Hz. Mevlânâ soyundan gelmeyen bir ki­şi oturmuştu. Bu aynı zamanda Çe­lebi Hüsameddin’in bir Ahî şeyhi ve Şafî mezhebine mensup biri olarak Mevlevîliğin ilk şeyhinin ileriki yıl­larda bir daha eşine rastlanmayacak özelliklere sahip olması demekti. Kendisinden sonra bu makama hep Hz. Mevlânâ soyundan sonra gelen­ler oturacak ve Ulu Ârif Çelebi’den itibaren (1312) meşihatta bulunanlar hep “Çelebi” diye anılacaklardır.

Mevlevîliğin eğitim merkezi mevlevîhâneler

Hz. Mevlânâ’nın vefatından he­men sonra (1274) Hz. Mevlânâ’nın kabri üzerine Vezir Muîneddin Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun’un büyük maddî destekleriyle yapılan Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Türbe) ile ilk te­melleri atılan Hz. Mevlânâ Dergâhı zaman içerisinde eklemeler, tadilat­lar ve onarımlar görmüş ve bugünkü halini almıştır. Selçuklular zamanın­da Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in, vezir Sâhib-Ata Fahreddin’in, II. Gıyaseddin Mes’ud’un, Emir Bedreddin Gevhertaş’ın, Emir Mehmed Söğürcü’nün; Beylikler döneminde Germiyanoğlu Yakub Beyin, Karamanoğlu Alâeddin, Mehmed ve İbrahim Beylerin; Osmanlılar Döneminde Fa­tih Sultan Mehmed’in, II. Bâyezid’in, I. Selim’in, Haşan ve İbrahim Paşa­ların, Yavuz Sultan Selim’in, Kanu­ni Sultan Süleyman’ın, III. Murad’ın, III. Mehmed’in, IV. Murad’ın, III. Mus­tafa’nın, III. Selim’in, Abdülaziz’in, Abdülhamid’in maddî-manevî des­tekleriyle mâmûr olmuştur. “Âşıklar Kâbesi” olarak da adlandırılan der­gâh, Osmanlı coğrafyası dâhilinde 140’a yakın mevlevîhânenin merke­zi konumunda “Âsitâne-i Âliyye” vas­fıyla Mevlevîlik Tarîkatı’nın merkezi olmuştur.

Mevlevîhâneler 1001 günlük Mev­levi çilesinin çıkarıldığı “Âsitâne”-ler ve “Zâviye”ler olmak üzere iki kısma ayrılmakta ve genel olarak “Mevlevîhâne” adıyla anılmaktay­dı. Âsitâneler, Hz. Mevlânâ Dergâ­hının ardından derecelerine göre Karâhisâr-ı Sâhip (Afyon), Manisa, Kütahya, Halep, Galata, Yenikapı’ Kasımpaşa, Beşiktaş, Bursa, Kahire’ Kastamonu, Eskişehir, Gelibolu, Ru­meli Yenişehri olarak sıralanmak­taydı (Tanrıkorur: s. 471). 100’ü aşkın zaviye ise günümüzdeki coğrafik konumla Kırım, Macaristan, Yuna­nistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Arabis­tan ve Anadolu’nun tamamı olmak üzere yüzyıllar boyu Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgelere yayılmıştı. Bu zâviyeler arasında Karaman, To­kat, Antep, Kayseri, İzmir, Muğla, Üsküdar, Filibe, Atina, Hanya, Lefkoşa, Şam, Kudüs, Bağdat, Mekke ve Medine coğrafik konumu veya işle­vi bakımından en önemlileri idi. Bunların haricinde de özellikle 16. yüzyılda Hz. Mevlânâ torunu Afyon Çelebilerinden Divâne Mehmed Çelebi’nin seyahatleri neticesinde olu­şan Ege, batı Akdeniz ve Marmara Bölgesi’nin güney kısmını içine alan coğrafya içinde resmî kayıtta yer al­mayan onlarca “Mevlevi Köyü” vardı (Şimşekler 2007: s. 145).

Mevlevîhâneler ilk dönemlerde Mevlevi halifeleri tarafından kuru­lurken 16. yüzyıldan itibaren genel­likle devlet ileri gelenlerinin him­met ve destekleriyle inşa edilmeye başlanmıştı. Konya Piri Mehmed Pa­şa, Eskişehir, Kilis, Halep, Peçoy, An­kara, Şam, Kudüs, Kayseri, Selanik, Beşiktaş, Üsküdar Mevlevîhâneleri paşa ve beyler tarafından inşâ edil­mişti (Hz. Mevlânâ’dan Sonra: s. 229- 230; Tanrıkorur: 469).

Âsitâneler genellikle geniş bir arazi içerisinde yer alır, semâhâne, türbe, mescit, matbah-ı şerif, meydân-ı şerif, dede-derviş hücreleri, selamlık ve harem dairelerinden oluşurdu (Tanrıkorur: s. 472). Hakk’a yürüyen ve o mevlevîhânede vazife yapmış Mevlevi büyükleri, semahanenin hemen yanı başında bulunan türbe içine defnedilmekteydi. Zaman içerisinde türbe içerisin yer kalmayınca orta bölümde yer alan meydân-ı şerifin yakın bir kısmında veya daha arka bölümde mezarlık oluşturup “hazîre” veya “hamuşân” adıyla sırlanmaya (defnedilmeye) başlandı. Zaviyelerde de oluşturulan bu hâmuşânlar yüzyıllar boyunca mevlevîhânelerin mimarî bölümü haline geldi. Ayrıca Hz. Mevlânâ Dergâhı’ndaki Said Hemdem Çelebi (ö. 1859)  olduğu gibi zaman içinde kitapların çoğalmasıyla asitâneler başta olmak üzere mevlevîhânelerde kütüphaneler de oluşmaya başladı.

1001 günlük Mevlevî eğitimi

Tarikin bütün işlerinde ilk so­rumlu Makam Çelebisi idi. Makâm Çelebisi ilk dönemlerde Çelebiler arasındaki yetkin kişilerden baba­dan oğula geçmek suretiyle, zaman içerisinde Konya ve diğer şehirlere yayılmış Çelebiler arasından Dergâh Zâbitânı tarafından, 1700’lü yılların sonlarında Osmanlı Sarayı’nın yön­lendirmesi, 1866 yılından itibaren ise Meclis-i Meşâyıh’ın önermesi ile Şeyhülislâm tarafından seçilmektey­di. Makam Çelebisi Konya’da ikamet eder ve tüm Mevlevîhânelerin işle­rini takip için kendi başkanlığında Sertarîk, Sertabbâh, Türbedâr, Neyzenbaşı, Hazret-i Şems Türbedârı, zükûr ve inâs Çelebilerinden seçilen dört kişi ile bir komisyon kurardı.

Âsitânelerde, Hz. Mevlânâ Dergâhı’na has olmak üzere Makam Çelebisi, onun tarafından meşihat verilen ve sırasıyla Şems-i Tebrizî, Selâhaddin-i Zerkûb ve Çelebi Hüsâmeddin’i temsil eden halife konu­mundaki “Şeyh Efendi” veya “Ser­tarîk”, Şems Dedesi (Şems-i Tebrizî Zâviyesinden sorumlu Dede), diğer âsitânelerde ise Ser-Tabbâh (Âteş- bâz-ı Velî makâmı), Türbedâr, Mesnevîhân, Kudümzenbaşı ve Neyzenbaşı Dergâh Zâbitânı’nı oluştururdu (Arpaguş: s. 103-117; Şimşekler 2011: s. 36-38). Mevlevî geleneğindeki pro­tokolü de gösteren bu sıralamanın ardından 1001 günlük çilesini dol­durup “Dede” unvanı almış olan, çilesini çekmekte olan Canlar (nev-niyâzlar) ve çileye soyunmayıp bir merasimin ardından sikke-i şerif giyerek Semâ çıkarmış “Muhib”ler gelirdi (Aşçı Dede: s. 29).

Mevlevîhânelerde Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Mesnevi, Mevlevî Evrâdı, Hz. Mevlânâ menâkıbı okunması, Mevlevi âdâb ve erkânı dersleri (Nablusî: s.17,19, 30), çile çıkarmakta olan canlara Semâ meşki, dergâhta­ki günlük işlerin yerine getirildiği 18 hizmeti icra etme ve becerisi daire­sinde bir sanat veya zanaat öğrenme mecburi idi. 1001 günlük çile eğitim­den sorumlu olanlar sırasıyla, Aşçı veya Ser-Tabbâh Dede, Kazancı De­de, Meydancı Dede ve Bulaşıkçı Dede idi (Demirci: s. 127). Ayrıca diğer De­deler de yetiştirildikleri alanda ders­ler ve eğitimler verirdi.

Mevlevi âdâb ve erkânının teme­lini 1001 günlük Mevlevi eğitiminde alınan Mesnevî-i Şerif in ilk 18 beytine istinaden 18 hizmetin yerine getiril­mesi esasına dayanan usuller çerçe­vesinde hayat boyu devam ettirilme­si gereken “edeb” oluşturmaktaydı. Bu zaman içinde seyr ü sülük gereği Semâ öğrenmek (et-Tuhfetü’l-Behiyye: s. 41) mecbur idi.

Genel anlamda Muhammedi bir yol olarak tesis edilip devam eden bu kültürde hayat boyunca Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Mesnevi, Hz. Mev­lânâ menâkıbı ve Evrâd-ı Kebîr-i Hz. Mevlânâ okumak zorunluluğu var­dı. Şeriata sıkı sıkıya sarılmak, farz­ları geciktirmeden zamanında ye­rine getirmek, sünnete tabi olmak, gece gündüz istiğfara devam etmek, her isteği ve yardımı Allah’tan di­lemek, nefsin sürekli muhasebesi­ni yapıp onu riyazete alıştırmak gi­bi hususlar en başta gelen âdâb ve erkân idi (et-Tuhfetü’l-Behiyye: s. 24 vd.). Yine her Mevlevi -özellikle Der­gâh dışında yaşayanlar- dünyalık ha­yatını devam ettirmek için bir mes­lek öğrenmek, bulunduğu her alanda insanlara saygı ve sevgi duymak, işini halkın rızası için değil Hakk’ın rızâsını gözetmek için yap­ması gerekirdi. Mevlevîhânelerde mutâd günlerde ya­pılan mukâbelelere geçerli bir mazereti olmadığı müd­detçe katılması zorunlu idi.

Âdâb ve erkânın temelini oluştu­ran Mukâbele-i Şerif (Semâ) ve Mes­nevi dersleri de belli usullere göre yapılırdı. Semâ meşki mutlaka bir Semâ Dedesinden öğrenilir, Mes­nevi dersi Mesnevîhân olan Dededen dinlenir, Matbah-ı Şerifte bulunan meşk tahtası üzerinde bulunan çev­resine tuz dökülmüş çiviye, direk tabir edilen sol ayağın baş ve ikinci parmağının yerleştirilmesiyle çark olarak adlandırılan sağ ayağın ha­reketiyle önceleri yarım, bir müddet sonra ise tam çark atmayla başla­nırdı. İlk yarım çarkta “Al” İkinci­sinde ise “lah” hecelerinin belli bir ahenkle telaffuz edilmesiyle “Al­lah” yani zikr-i celâl çekilir. Tah­ta üzerinde meşki tamamlayan Cânlar daha sonra Semâhânede kollarını açma tâlimine başlar ve bu aşamayı da tamamladık­tan sonra kendileri için Mukâbe­le-i Şeriften daha kısa olan Mübtedî Mukâbelesi’ne davet edilirdi. Bu mukâbeleye dışarıdan ziyaretçi kabul edilmez mıtrıb Âyîn-i Şerif yerine sadece dört bölüm halinde peşrev çalar ve Cân bu icrâdan sonra Mukâbele-i Şerife katılma hakkı kazanır.

Mukâbele-i Şerif ya da Âyîn-i Şerif (Hakâyık-ı Semâ: s. 13) belli bir ritüele bağlı olarak yapılır. Öncesinde ce­maatle vakit namazı kılınır (Nablusî- s. 6: Çilehâne Mektupları: s. 80), son­ra Semâhâneye geçilerek bütün yet­kililer, dervişler ve semâzenler otu­rur halde yerlerini alır, görevli dede tarafından Kur’an-ı Kerim okunur, ardından Mesnevîhân Mesnevi okur veya Kaarî-i Mesnevi’ye Farsçasını okutur, kendisi de şerh ederdi. Daha sonra kudüm-ü şerif darbesi, Ney üflenmesinin ardından Na’t-ı Hz. Mevlânâ okunur ve postnişîn ile birlikte ayağa kalkan semâzenler üç selam Devr-i Veledî icrâ eder ve ardından dört selamdan oluşan Semâ icrâ edi­lirdi. Semâ’ın tamamlanmasının ar­dından mıtrıptan bir görevli Kur’an-ı Kerim okur, ardından semâzenbaşı ya da nadiren postnişîn tarafından çekilen gülbank ve okunan dua ile Mukâbele tamamlanmış olur, ardın­dan tüm Mevlevîler lokma ederlerdi. Bu Semâ’ın en belirgin özelliklerin­den biri genellikle Cuma namazla­rının ardından yapılması ve seyret­mek isteyen herkese açık olması idi (Veled Çelebi: s. 62)

Semâ’ın üçüncü bir çeşidi olan Garibler Semâ’ı ise özel gecelerde yapı­lan Mukâbele-i Şeriften sonra Semâ’a devam etmek isteyen Mevlevîler ta­rafından 18 çark atılmak suretiyle mûsikî olmaksızın yapılan Semâ idi. Bir diğer Semâ çeşidi ise Âyîn-i Cem idi. Genellikle Meydân-ı Şerifte ve yatsı namazından sonra yapılan bu Semâ’a Mevlevîler ve muhibler katı­labilirdi. Âyîn-i Cem bir dost meclisi Şeklinde geçen ve kahve veya şerbet gibi içecekler içildikten sonra Devr-i Veledî olmaksızın ve hırkalar çıkarılmadan yapılan Semâ veya içten gelen cezbe ile ayakta oluşturulan zikir halkası idi (Çilehâne Mektupları: s. 80 vd.). Bu Semâ’da genellikle kollar açılmaz, sadece meclisteki is­teyenler kalkardı (Gölpınarlı 2006: s. 117)- Selâm aralarında Mukâbelede ki gibi durak verilmez, hatta genellikle geceleri yapıldığı için sabah namazına kadar devam ederdi. Sema tamamlandıktan sonra Kur’an-ı Ke­rim okunur ve namaz kılınarak lok­ma edilir ve hücrelere istirahata çe­kilirdi (Asaf Hâlet: s. 121 vd.).

Yine bütün tarîklerde olduğu gi­bi Mevlevîlikte de evrâd okuma ge­leneği vardı. Bazı Âyet-i Kerimeler, Hadis-i Şerifler, Esmâ-i Hüsnâ ve Hz. Mevlânâ’ya dua ve senâlardan olu­şan Mevlevi evrâdı hem çile döne­minde, hem de tüm hayatı boyunca şeyhinin belirlediği ölçü ve vakit­te bir Mevlevînin okuması gereken vird idi. Yine İsm-i Celâl çekmek, ya­ni belli bir ahenkle “Allah, Allah…” demek Hz. Mevlânâ’ya göre en güzel zikirlerden biri olarak değerlendiril­diği için Mevlevîler hem zikir mec­lislerinde, hem de günün her ânında bu zikri yaparlardı. Hz. Mevlânâ’nın bu zikir şeklini babası Bahâeddin Veled’den aldığı, onun Kübrevîliğe il­gisinden dolayı Mevlevîliğin bu tarî­kin etkisi altında gelişen bir yol ol­duğu tespitlerinin doğru olmadığı da belirtilmektedir (Lewis: s. 64-65).

Estetik ve sanatın timsali Mevlevîler

Mevlevîliği diğer tarîklerden ay­rı tutan en önemli özelliklerinden biri de güzel sanatlara gösterilen il­gi idi. Her Mevlevi çilesi döneminde mutlaka bir sanat öğrenir, dinî ilim­lere, şiire veya mûsikîye yatkın olan­lar da bu eğitimle meşgul olurlardı. Mevlevîlerin tarih süreci içerisinde en çok ilgi gösterdikleri sanat hattâtlık, hakkâklık, ebrûzenlik, fildi­şi ve kâğıt oymacılığı ve saatçilik idi (Derman: s. 208-212). Son yüzyılda ise keçecilik ve terzilik de Mevlevî­lerin ilgi gösterdiği bir meslek-sanat olmuştu. Bu ilgi sonucu yüzyıllar bo­yunca Mevlevîler arasında sanat, şi­ir ve mûsikî alanında değerli isim­ler yetişmiş, Türk kültür ve sanatına yön vermişlerdir. Galata ve Yenikapı Mevlevîhânelerinin önde olduğu bu alanda şiirde, Şeyh Gâlib (ö. 1799), mûsikîde Buhûrîzâde Itrî (ö. 1712) ve Hammâmî İsmail Dede Efendi (ö. 1846), sanatta Ahmet Eflâkî Dede (19. yy.) önde gelen isimlerdendir (da­ha geniş bilgi için bkz. Küçük: s. 377- 423; Uzluk: s. 47-110).

Mevlevîlik her kuralı belli olan, giyiminden yeme-içme âdâbına ka­dar her usûlünde estetik, nezaket, nezahet, ağırbaşlılık ve aşırıya git­meme gibi bir zarafeti olan yoldu. Mevlevîlik içinde Makam Çelebisin­den Matbah Canı’na (Mevlevi olmak için çileye soyunan nev-niyâz) ka­dar manâ olarak bir hiyerarşi olsa da zâhirde hepsi eşitti. Makam Çe­lebisi, Şeyh Efendiler, Mesnevîhânlar ve Dedeler başlarındaki Sikkenin çevresine sarılan destâr harici diğer tüm Mevlevi ya da Mevlevi adayla­rı ile benzer kıyafet giyerlerdi. Yani kıyafetlerde bir hiyerarşi yoktu. Di­ğer bazı tariklerde olduğu gibi, Mevlevîlikte değil diz-etek öptürme, el öptürme bile yoktu. “Görüşme” de­nilen niyâzlaşmada hangi konumda olursa olsun, hangi yaşta bulunursa bulunsun her iki kişi de sağ ellerini baş parmaklarından kavrayıp birbir­lerinin elini öperdi.

Mevlevî kullanacağı her şeyi, baş­kasına vereceği her şeyi önce öper, sonra kullanır, kullandıktan son­ra yine öperdi. İster kaşık olsun, is­ter kitap… Verdiği kişi de aldığı şeyi öper, öyle alırdı. Eve girmenin, ev­den çıkmanın, konuşmanın, selam­laşmanın, yatmanın, kalkmanın, yemek yemenin, hâl hatır sorma­nın… hep bir usulü vardı. Mevlevîli­ğin zikri semâda bile aşırılık yoktu; zikirde aşırılık, bağırma-çağırma, diz dövme, yaka yırtma gibi aşırılıklar yoktu. Mesela zikir ya da se­ma esmasında bir Mevlevî cezbe ile kendinden geçip böyle bir şey yapar­sa hemen sorumlu dedesi yanına ge­lir, “kanını içine akıt” diyerek cezbe hâlini içinde yaşaması ve dışarıya aksettirmemesi istenirdi. Bu usûlle­rin çoğu da yazılmamış, gelenekten uygulama yöntemi ile gelmişti. İşte bütün bu zarafet ve halîm durum Mevlevîlerin en belirgin özellikle­ri olmuş, Osmanlı tarihi içerisinde de dikkat ve ilgi çekip onların sıfatı haline gelmişti. Bu tarz davranışlar­da bulunanlara da Mevlevî olmadığı halde “Çelebi gibi adam” ya da “tam bir Çelebi” gibi sıfatlar söylenmiştir. Belki de bu estetik ve halîm-selîm olma durumu Mevlevîlerin “örnek bir insan ya da vatandaş” tiplemesi ile sultanların dikkatini çekmiş ola­bilir.

Yolun esası disiplin

Mevlevîlik edeb ve âdâbının öğre­nildiği ilk yer olan Matbah-ı Şerife izafeten çile boyunca bu yolda uyul­ması gereken kurallar tam bir disip­lin içerisinde yürütülür (Özönder: s. 179), uymayanlara Kazancı Dede tarafından aşırıya kaçmayacak ba­zı cezalar verilirdi. Bu cezalar çelik adı verilen ve Matbah-ı Şerifte asılı bulunan bir sopa ile 9 veya 18 adet olmak üzere hafif şekilde vurulan değnek cezası, 18 gün boyunca sikke-i şerif ve hırka-i şerifin alınma­sı, başka bir Mevlevîhâneye gönde­rilmeyi simgeleyen “seyahat” cezası tarzında idi. Cezaların en ağırı ise Mevlevî adayının bu işi yapamayacağına kani getirildiğinde çilenin her­hangi bir döneminde ayakkabıları­nın ters çevrilmesi (serpâ etmek) idi. Bunun anlamı ise o kişinin Mevlevî olamayacağı, başka bir mevlevîhâ­neye de Çile Cânı olarak kabul edi­lemeyeceği idi.

Yeni Mevlevî olanların diğer tarîk­lerin tekkelerine gitmeleri hoş kar­şılanmaz, Mevlevî ileri gelenleri ise Mirâc, Mevlid gibi kandillerde diğer tekkelere gider, kıyâm zikri yapılırsa zikirlere katılmaz, ayakta seyreder, eğer isterse Semâ ederlerdi. Diğer tekkelerden Mevlevîhâneye gelen farklı tarikat büyükleri de Semâ ya­pılacağı zaman Devr-i Veledi’ye işti­rak eder, sonra ayakta seyrederlerdi. Yine Mevlevî büyükleri kendi bulun­dukları şehirlerde resmî ve dinî bay­ramlara protokol üyesi olarak katı­lırlar, özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında şehrin devlet erkâ­nını makamda ziyaret ederler, on­lar da Mevlevîhâneye gelerek iâde-i ziyârette bulunurlardı. Bu davetler­de Mevlevîler ve muhibler de hazır bulunur, misafirlere hizmet eder­lerdi (Aşçı Dede, s. 35). Hz. Mevlânâ Dergâhı’nda da özellikle arefe gecesi şehir protokolü Dergâh’a davet edi­lir, Makâm Çelebisinin özel misafi­ri olurlardı. Birlikte kılınan yatsı na­mazının ardından, Mukâbele-i Şerif icrâ edilir, ardından yemek yenerek kahve veya şerbet içilirdi (Mevlevî Matbah-ı Şerif Terbiyesi: s. 18 vd.).

Kaynakça:

Ankarayî, İsmail Rüsûhî: Risâle-i Usûl-i Tarikat ve Bi’at, Süleymaniye Küt. Nâfiz Paşa Böl., no: 352, lb-7b

Arpaguş,  Sâfi, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, Vefa Yay. İstanbul 2009

Halet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece yay, Ankara 2002

Aşçı Dedenin Hatıraları, Haz. Reşat Ekrem Koçu. İstanbul 1960

Banoğlu, Niyazi Ahmed, “Atatürk ve Hz. Mev­lânâ’’, Tarih ve Coğrafya Dünyası, Hz. Mevlânâ özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 415-416

Çelebi, Esin, “Cumhuriyet Döneminde Mev­levîlik”, Yüzyıllar Boyu Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Ulus­lararası Mevlânâ Vakfı Yay, İstanbul 2008,

Demirci, Mehmet. Mevlânâ ve Mevlevî Kültürü, H yay, İstanbul 2008

Derman, M. Uğur, “Mevlevîlik ve Sanat”. Kon­ya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik, Karatay Bel. Yay, İstanbul 2002, ss. 203-212

Eflâkî, Şemseddin Ahmed, Menâkıbü’l-ârifîn, Çev. Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, I-II İstanbul 1986-1987                             •

Gölpınarlı, Abdülbaki, “Mevlevîlik”, MEB İs­lâm Ansiklopedisi, VIII. c.. İstanbul 1993, ss. 164-171

Gölpınarlı, Abdülbaki: 2006, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp Yay. İstanbul 2006

Hakâyık-ı Semâ, Hacı Feyzullah Efendi, çev. Mahmûd Celâleddîn, İstanbul 1334-1336

İbtidânâme, Sultan Veled, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara 1976

Köstüklü, Nuri, Vatan Savunmasında Mevlevihaneler. Çizgi Kitabevi. Konya 2005

Küçük, Sezai, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yay, İstanbul 2003

Lewis, Franklin, Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı. Kabalcı Yay, İstanbul 2010

Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılâp Yay, İstanbul 1983

Mevlevî Matbah-ı Şerif Terbiyesi, Ser-tabbah-ı Dergâh-ı Mevlânâ Mustafa Nızameddın, SÜ Hz. Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü İhtisas Küt., Yazma no: 305

Mevleviyye Silsilesi, Seyyid Fâzıl Mehmed Paşa, Haz Tahir Hafızalioğlu. insan Yay. İstanbul 2010

Nablusî, Abdülganî. el-‘Ukûdü’l-lu’luiyye fî tarî-ki’l-sâdat’i-Mevleviyye. Şam 1329 H.

Olgun, Tahir, Çilehâne Mektupları, Haz. Cemâl Kurnaz, Gülgün Erişen. Akçağ Yay., Ankara 1995

Önder, Mehmet, “Mevlevîliğin Sistemleşmesi. Sultan Veled ve Diğer Postnişînler”, Konya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik. Karatay Bel. Yay. İstanbul 2002, ss. 131-150

Özönder, Haşan, “Mevlevi Dergâhlarında Mutfağın Önemi ve Âteş-Bâz Makâmı”, Konya’dan Dünya’ya Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik. Karatay Bel. Yay.. İstanbul 2002, ss. 179-184

Sayar Ahmet Güner. Osmanlı’dan Cumhuriyete Portre Denemeleri. Ötüken Yay., İstanbul

Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyyân, Sâkıb Dede, I-II-III C. Mısır H. 1283

Sipehsâlar. Ferîdûn b. Ahmed. Risâle-i Sİpehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr çev. Tahsin Yazıcı, Hz. Mevlânâ ve Etrafındakiler, İstanbul 1977

Şafak, Yakup. Mevlevi Gülbangleri. Konya İl Kültür ve Turizm Müd. Yay, Konya 2010

Şimşekler, Nuri: 2004, “Mevlevîliğin Tarihi Seyri”, Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî-İnsanlığın Aynası, Editör: Ahmet Efe, Konya B. Şehir Belediyesi Yay, 313 s„ Konya 2004, ss. 145-165

Şimşekler. Nuri: 2007, “The Spread of The Mawlawiyya and The Reasons for Its Spre­ad in The Aegean Region in The XVI Century”, Hz. Mevlânâ Araştırmaları Dergisi-The Journal of Rumi Studies, Selçuk Üniversitesi Hz. Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Mer­kezi Yay, Yıl: 1. Sayı: 1, Mayıs 2007, ss. 143- 158

Şimşekler, Nuri: 2009. “Sipehsâlâr, Ferîdun”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009. C. XXXVII. s. 260

Şimşekler, Nuri: 2011, Mutfakta Pişen Canlar, Yüzyılların Birikimi Mevlevî Kültürü, Life Pro. Yay, Konya 2011

Tanrıkorur, Barihüda, “Mevleviyye”, TDV İs­lâm Ansiklopedisi, Ankara 2004, C. XXIX, ss. 468-475

Top, H. Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken Yay, İstanbul 2001

et-Tuhfetü’l behiyye f’it-tarikati’l-Mevleviyye, Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, Haz. Ali Üremiş, Serander Yay, Ankara 2007

Uzluk, Şahabettin, Mevlevilikte Resim Resimde Mevleviler, İş Bankası Yay, Ankara 1957

Veled Çelebi İzbudak, Hatıralarım. Türkiye Ya­yınevi, İstanbul 1946

 

Nuri Şimşekler

Mevleviliğe Kimler Girebilir, Nasıl Mevlevi Olunurdu?
Derin Tarih – Hz. Mevlâna ve Mevlevilik – Özel Sayı 16, 2019
ETİKETLER: