DİN PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN TASAVVUF ŞİİRİ

A+
A-

DİN PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN TASAVVUF ŞİİRİ

“Din Psikolojisi yüksek düzeyde tasavvuf anlamına gelir!”’

Muhammed İkbal

Psikoloji, insan, çevre ve davranışları inceleyen bir bilim dalıdır. Günümüzde bu, daha çok davranış bozuklukları üzerine inşa edilen bir bilim haline getirilmiş ve buradan, ruhsal hastalıkları tedavi yöntemleri geliştirilmiştir. Panikatak, şizofreni, çeşitli deprasif olaylar gibi hastalıklara çözümü son birkaç asırdır hep psikologlar araştırmışlardır. Psikologların genelde ruh ve sinir hastalarıyla uğraşmasında ki amaçları, davranış bozukluklarını duygunun iticiliğinden alarak aklın ve ruhun kontrolüne vermek içindir. Bu, hayat dokusunun belki bir gereğiydi. Bir ilim dalı, müspetin seyrini bozmaz, ama menfiyi düzeltebilmek için çareler üretir. Psikolojinin de ana hareket noktası bu olmuştur ve doğal bir sonuçtur. Böyle bir oluşumun içerisinde dindarlığın psikolojik sebepleri üzerinde duran Batılı bilim adamları, iman ve akıl gelgitlerinde belirleyici faktör olarak Din Psikolojisini geliştirmişlerdir. Bu alanın öncülerinden Amerikalı Psikolog ve Filozof William James (1842-1910) Din Psikolojisinin temellerini attı. William James, ‘Dini Tecrübenin Tenevvürleri’ adıyla yayımlanan eserinde dini edebiyat, şiirler, biyografiler, vaazlar ve dua kitapları, mistikler üzerine anketler ve incelemeler yaptı. Ancak onun bu alandaki çalışmaları Hıristiyan teolojisine göredir. Bu bakımdan bu çalışmaları yürüttüğü dönemde ciddi eleştiriler de aldı. Hıristiyanlığın manastır hayatı, onun çalışmalarını besleyen malzemeler verse de, nihayetinde beşerileşiş bir dinin uhrevi geleneği bu konuya ne kadar izin verecekse o kadarla sınırlı kalacaktır. Bu meselenin Batı’daki mazisinin yeni olmasına rağmen, İslam düşünce tarihinde, felsefenin içinde kümelenen Din Psikolojisi, ‘Kelam İlmi’ yoluyla sürekli hayatın seyrini ‘itikat esasları’ çerçevesinde yorumlamayı ihmal etmemiştir. Bu, tevhit anlayışının ve insanlardaki kabul tarzının incelenmesini esas alan bir çalışma alanıdır.

Tevhit nedir? Tevhit, insanda varlığın birliğine yani Yüce Yaratıcıya yönelişi işaret eder. Tevhit’e varışta Mevlana bilgiyi, Yunus ise İrfanı kullanır. Psikoloji son asırda felsefeden ayrılarak müstakil bir ilim haline gelmeye başlayınca, onun hareket noktasını oluşturacak tecrübenin dinlerin var olduğundan buyana sosyal hayatın seyri içinde devam ettiği bilinmektedir. Pozitivist düşünce dini hayatı dışlayarak tabiat kanunlarıyla hayatın yorumunu ve yönlendirmesini yapmak istemiştir. Din adamları (ki bunların tamamına yakını Yahudilik, Hıristiyanlık Budizm) dinleri kendi kutsalı içerisinde dokunulmaz hale getirerek tartışma dışında tutmuşlardır. İslam’da bu öyle değildir, Kur’an’ın sık sık ‘aklınıza danışın’ buyurması, akıl yoluyla dini tecrübenin kazanılabileceğini göstermiştir.

Biz, meselenin detayına girmeden, Din Psikolojisi’nin Tasavvuf Şiirini nasıl etkilediğini, ya da oluşturduğunu tartışacağız. Muhammed İkbal, ‘Din Psikolojisi’nin yüksek düzeyde tasavvuf anlamına geldiğine’ (1) işaret eder. Bu yaklaşım, psikolojinin dini cephesiyle doğrudan tasavvufla ilgili oluş gerçeğini gösterir.  Bu anlama nasıl kavuşur? Eğer bir davranış biçimi insanın ruhunda hassasiyet pınarlarını kanatıyorsa, doğal olarak insan, kurtuluşu isyanda değil, teslimiyette arayacaktır. ‘Din psikolojisi, tekâmülcü ve genetik (oluşumlu) bir yol takip eder. Din şuurunun hangi şartlar ve amillerle geliştiğini, yaşayıp zayıfladığını ve yayıldığını inceler. Psikolojide ideal duyguların (din, ahlâk, sanat gibi) tekâmül şartları ile din şuurunun şartlarını karşılaştırarak aynı sonuca varmaya çalışır.’ (2)  Bu aynı sonuç, doğal olarak insanı tasavvufa götürecektir. Çünkü tasavvufun gayesi de tekâmül esasına dayanır. ‘Nefsin Mertebeleri’nin, ‘Nefsi Emmâre’den ‘Nefsi Kâmile’ye giden basamaklarında hep bu kaygılar yok mudur?  Bunlardan anlaşılan odur ki, Psikolojide Kutsal’ın varlığını dini tecrübe ile kavrayan insan, vahyin kendisine bahşettiği ilahi uyarılarla, çok daha sağlıklı bir kapıya yönelmiş olacaktır bu kapı da tasavvuftur!

Tasavvuf, İlahi buyrukları şartsız kabul eden ve onun disiplinine kendisini teslim eden insanların oluşturduğu bir dini hayat anlayışıdır. Görünen bir dünyada Görünmez’in idrak ve kabulünde tasavvuf yol açıcıdır. Bilginin, akıldan ziyade imanın şuuruyla oluşmasını esas alırlar. Bu, din psikolojisi açısından, Şeyh-Mürit ilişkisinde bir sistemin oluşmasını sağlar. İnsanlar burada davranışlarını kontrollü bir şekilde oluştururlar.

Dini Tecrübenin Dışa Vurum Problemi’nden söz eden Dr. Ahmet Bayraktar, meseleyi şöyle anlatır:

“Felsefî bir kavram olan dışa vurum, ruhî olayların belli işaret veya tasvirlerle yansıtılmasını, bir başka ifadeyle, insan ruhunun algılanabilecek biçimde kendini dışa yansıtmasını ifade eder. Bu kavramdan hareketle kuramını oluşturan ekspresyonizm yani dışa vurumculuk, olayların, varlıkların gerçekten olduğu gibi değil de sanatçının iç dünyasına göre anlatılması anlayışına dayanan bir sanat akımıdır. Din Psikolojisi’nin ana konularından biri olan, hatta Din Psikolojisi’nin bilimsel sınırlarını zorlayan ‘dinî tecrübe’nin dışa vurumu problemi, ekspresyonizmden farklı olarak, tecrübe edilen varlığın ontolojik gerçekliğinden kaynaklanır. Sanatçı, karşılaştığı fizikî gerçekliğe kendi ruhundan hareketle fizikötesi bir anlam verme çabası içerisinde olurken, dinî tecrübeyi yaşayan dindar, varoluş açısından hem içkin hem de aşkın olan Hakikat’i ifade etmek üzere kendi fizikî gerçekliği ile yüz yüze gelmek zorundadır. Çünkü “algılar, kişiler tarafından anlamlı bütünler haline getirilmektedirler.”(3)

Algıların anlamlı bütünlüğe taşınırken insanın gönlü burada bir laboratuara dönüşür ve rahmani özellik kazanın ilhamın pınarlarından bu defa duyguların şekillenmiş, hatta teganniye müsait hale gelmiş mısraları peş peşe sıralanır. Bunu “Aslında bir manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir”, diyen Mahmut Erol Kılıç, ‘Sûfî ve Şiir’ isimli eserinde şöyle anlatır:

‘Bilineceği üzere ‘Sûfîlik” veyahut “Tasavvuf” adı verilen bu düşünce mektebi İslam dininin derûnî yönünü esas alıp onun dışa vuran yönlerine bu deruni yöne mutabakatı oranında önem atfeden bir irfan mektebidir. Bakış açısı içten dışa doğru ve yukarıdan aşağıya doğrudur. Her konuya bakışları böyle olduğundan bu bakış açısına sahip olanlar ‘ edebiyat’ ve ‘şiir’ olgusuyla da sadece varlık planında zuhur edişlerinden itibaren ilgilenmezler. Bilakis şiirin daha şairin iç âlemindeki zuhur etmemiş halinden ilk inficarla (suyun yerden fışkırması gibi) doğarak dışa vurmasına kadar geçen evresiyle birinci elden ve doğumdan sonraki aşamalarıyla ikinci elden ilgilenmek suretiyle tabir caizse konunun bütün dikey tarihiyle yakından ilgilenirler. Aslında bir manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir; dine coşku, anlam, ritim katmak suretiyle onu şiirsel kılar.’ (4)

Tasavvuf, bu dini tecrübeyi, sadece inanma çerçevesinde tutmayarak, davranış ve amellerinin bütünlüğüne dönüştürür. Beden ve ruh gibi iki ana cevherden oluşan insanın, ruhu bedenin emrine vermek yerine, bedeni ruhun kontrolünde kullanmayı esas alan bu anlayışın, yaygınlaşması, yerleşmesi ve ciddi bir iman disiplini haline gelebilmesi için çoğu mutasavvıflar şiiri önemli ve hatta vazgeçilmez bir telkin vasıtası yapmışlardır. Bu konuyu irdeleyen, Muhammed İkbal,  ‘insan’ın, her şeyden önce bir kimlik ve bir kişilik olduğuna işaret eder ve onu ‘ene (benlik)’  haliyle yorumlarken şunları söyler:

“Ene (insan) karışık bir muhitti yaşamak zorundadır. Hâlbuki kendisini kuşatan eşyanın davranışına bakarak ona bir nevi garanti teşkil edecek bir sisteme bağlanmadan hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Bu bakımdan muhiti bir sebep engelleyici sistem olarak görmek ene için zarurettir.  Hakikati Mutlak’ın(Allah’ın) nihai ifadesi değildir. Gerçek, tabiat âlemini böyle izah etmek suretiyle ene, kendi muhitini anlayıp tasarrufu altında alır ve bu şekilde hürriyetini elde eder ve genişletir. Bu şuurlu davranışın hürriyeti Kuranı Kerimin beyanında teyit edildiği gibi, ene faaliyeti nazariyesine göredir. Bu noktaya kesin ve açıklıkla işaret eden ayeti kerimeler vardır:

De ki, ‘o’ Kuran Rabbinden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (5)

İyilik ederseniz o iyiliği kendinize etmiş olursunuz, kötülük de ederseniz o kötülüğü yine kendinize etmiş olursunuz.” (6)

Hakikati halde İslamiyet insan psikolojisinin çok mühim bir keyfiyetini kabul etmektedir. Yani, hareket serbestîsinin artıp eksilmesini muhafaza endişesi, enenin hayatında daimi ve eksilmeyen bir amildir.” (7)

Burada Yaratıcı ve İnsan ilişkisi, ortaya çıkıyor. Yüce Yaratıcı insanı yaratmış ve ona hareket serbestîsi vermiştir. İkbal’in insan psikolojisine dayandırarak işaret ettiği de budur. Ancak, o serbestliği Yaratıcının çizdiği sınırlar içerisinde kullanmasını da öğütlemiştir.  Yukarıdaki ayetler buna işaret etmektedir. Eğer kul, buna uymaz da ilahi sınırların dışına çıkarsa, bedelini ödeyecektir.

Biz burada İslam Tasavvufunun iki önemli isminin ‘Allah-Kul’ ilişkisi açısından insana bakışını konu edineceğiz. Bunlardan birisi belki de en önemlisi Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Eserlerinin önemli bir kısmını şiir diliyle oluşturan Mevlana, Mesnevisi’nde Allah-Kul ilişkisinden söz ederken, “Ben bende değil, Sende de hem Sen, hem ben, / Ben hem benim, hem Sensin, Sen de benim / Bir öyle garip hale bugün geldim ki, / Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi Senim’, der. Bu, mısralar Mevlana’nın davranış psikolojisini en iyi yansıtan bir ana malzeme durumundadır. İbni Arabi’nin (muakkibi) takipçisi olan Hazret, Hallacı Mansur’un ‘Entel Hak (ben hakkım)’ düşüncesini bu şekilde dillendirirken ‘Vahdet-i Vücut’ anlayışına bağlı olduğunu ifadelendirmektedir. Tabii, Mevlana’nın psikolojik analizini yapabilmek için sadece bu mısralarıyla ona bakmak doğru değildir. Bunlar bir ipucu vermek bakımından önemlidir. Yeri gelmişken, onun beşeri davranışının yansıtılmasında mutlaka ‘Sema’nın da bir yeri olmalıdır.  Çünkü sema, aşkın vect halini alması ve hatta fenafillah (Allah’ta yok oluş) mertebesine çıkacak kamil insana, kendi ekseninde dönerken ‘bir’lik fikrini benimsetmesi esasına dayanır. Günümüzde gösteri sanatına dönüştürülen Sema, aslında bir ortak zikir halidir. Postnişin ve Müritler ‘Hak’tan aldıklarını ‘halka’ verirken bir teslimiyetin deruniliği içerisinde Allah’la bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Bundan söz ederken biraz daha ilerilere giderek meseleye bakmak gerektiğine inanıyorum. Çünkü Rabbiyle kontak halinde olan insan, Sadece Müslüman olduğu için değil, insan olduğu için bunu yapmaktadır. Dinler, bu tür disiplinleri kendi sistemleri içerisinde şekillendirirler. Mesela beşeri bir din olan Budizm’de insanın kurtuluşu sıkı bir riyazet ve züht halinde arar. Onlar yoga dediğimiz toplu trans halini bunun için uygularlar. T. S. Eliot; ‘Yunan tiyatrosu dinî ayinlerden doğmuştur’, der. (8) Bu, psikolojik bir yaklaşım olarak irdelenebilir. Çünkü bu tiyatrodaki tiratlar hep manzumdur, yani kendi şartlardı içerisinde şiirdir. Aktörler, karşılarındaki insanların kabul anlayışlarına göre konuşmak zorundadırlar. Tanrıya sığınma duygusuyla gelen bir insana, sen kalkar ilahi yerine, şarkı söylersen, bu tepki alır. O, sosyal ortam bir ayinse, daha sükûnetli, daha duyarlı, daha teslimiyetçi bir dil kullanacaksın. Burada Tiyatro yazarı toplumun sosyal psikolojisini dikkate almak zorundadır. Bu dikkate alış da insan ‘psikoloji’nin şiirle oluşturulan sükûnet ve kendini verişin nirengi noktasında yer alması gerektiğini gösterir. Daha da önemlisi, ayin için tiyatro’nun seçilmiş olması, bir kişi ya da bir grubun sahnedeki gösterisine, bu temsili izleyenlerin aynı duygu bütünlüğü içine çekilmesine ve böylece bir aynı ritüelinin bir cemaat şeklini almasına zemin hazırlayacaktır. Burada bir yakıştırma ya da benzerlik işgüzarlığı yapmadan, günümüzde Sema’yı böyle bir davranış biçimiyle mukayese edebilir miyiz? Her ikisinde de vect arayışı bir hareketin ritmine bağlı değil midir? Burada sosyal psikoloji devreye girmekte ve insanlara topluca bir anlayışta birleşmeleri yolu açılmak istenmektedir. Bu davranışların altındaki ana maksat, ruhun terbiyesi ve hidayete doğru yönlendirilmesidir. Çünkü din sadece sosyal bir yöneliş ve oluşumu oluşturmaktan önce, ferdi bir hayatı Allah’ın rızasına uygun hale yönlendirmektir. Bu yönlendirme biçiminde dinlerin telkin ve tebliğ metotlarında bu tür farklılıklar olacaktır. Bu, sosyal şuurun şekillenmesi için her toplumun algılama kabiliyetiyle ilgili bir zarurettir.

Biz şimdi burada Mevlana’nın çağdaşı Yunus Emre’ye bakalım biraz da:

Söz karadan aktan değil yazıp okumaktan değil, / bu yürüyen halktan değil Halik âvâzından gelir”, diyen Yunus, şiirinin kaynağının nereye dayandığını göstermesi bakımından bu beyitin özel bir önemi vardır. Yani şiirinin zıtlıklardan, okuyup yazmaktan, halkın söylediklerinden, hatta kendisinin yazdıklarından değil, Allah-u Teâlâ’nın nidasından geldiğini söyler. O, ‘Yaratılanı severim Yaratandan ötürü’ derken de İnsanların renk, dil, din ayrılıklarını bir kenara iterek bütün insanlığa bir gözle bakmayı öğütlemektedir. Onda, insanın kendinde yaratılış hikmetini idrak etmesi esastır; “Dövene elsiz gerek, / sövene dilsiz gerek, / deriş gönülsüz gerek, / sen derviş olamazsın”, diyen şair, talip olmanın sınırlarını çok net bir şekilde çizer. Bu davranış psikolojisi aslında enaniyetiyle hayatı kucaklayan insanlar için çok zor bir fedakârlık talebidir. Şair böyle bir şablonla da yetinmez; “Söz ola kese savaşı, / söz ola kestire başı, / söz ola ağulu aşı, / yağ ile bal ede bir söz”, diyerek beden diliyle kalbin dilini birleştirmek istemiştir. Bunların davranışlarımıza oturtulması için daha önemli bir gerçeğe işaret eder: “Mal sahibi, mülk sahibi, / hani bunun ilk sahibi, / mal da yalan, mülk de yalan, / var biraz da sen oyalan.” Yunus demek istiyor ki; eğer bir insan hayatın oyalanmadan ibaret’ bir temelsiz macera olduğunu fark edebilirse ve geçmişten mal-mülk peşinde koşanların onun ilk sahibi olamadıkları gibi son sahibi de olamayacaklarına hatırlatır ve ‘dikkat et, bu dünyevi tuzağa düşme’ uyarısında bulunur.

Şimdi burada, dikkate alınması gereken bir noktayı işaret etmek isteyeceğim: Mevlana;

Men bende-i Kur’anem, eger can dârem, / Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem, / Eger nakl kuned cüz’in kes az güftârem / Bizârem ez u vez an suhan bîzârem

Yani, “Bu canım var oldukça ben Kuranın kölesiyim,/ Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum, / Benden bundan başka bir söz nakleden olursa, / Onu söyleyenden de şikayetçiyim, o sözden de şikayetçiyim.”

Yunus Emre de; “Yunusun sözü şiirden amma aslı kitaptan, /Hadis ile denene key bil sadık olmak gerek.” Yani “Yunusun şiir olan sözünün aslı kitaptan ve hadistendir ve ona da sadakatle bağlıdır.”

Bu ifadeler, şairlerin söylediği sözlerin vahdaniyet şuuruna bağlı olduğunu, bunların o çizginin dışına taşırılmaması gerektiğini işaret etmektedirler. Aslında eşyanın tahakküme dönüşen kuşatmasından kurtulmak isteyenler için bu sözler, birer uyarıcı işaret taşlarıdır. Burada şunu da unutmamak lazım; tasavvufa intisap etmiş bir insan hangi dergâha bağlı olursa olsun, mutlak bir ruh disiplini içindedir ve kendisini, bu kuşatıcı ilahi otoritenin dışına taşıyamaz. Onları manevi huzura götüren ve hayatın zikzakları içinde şükretmeyi öğreten de budur.

Din psikolojisi bu meseleleri irdelerken; beden-ruh, akıl-iman, nefis-rıza, kul-Rab ilişkisinin artıları ve eksileri üzerinde durabilir, ama burada galip gelen birinciler değil, ikincilerdir. Kulu, bedenin tutsaklığından kurtulmuş ruh, aklın tuzağından çıkmış iman, nefsin ihtiraslarını yenmiş rıza ve Rabbinin emrine vermiş bir teslimiyet hidayet kapısına götürecektir.

Sonuç itibariyle, şiir duyguyu inşa edici bir malzeme ise, şairin söylediği, insana fıtratının beslendiği kaynağı hatırlatmalıdır. Günümüzün insanı çözülmüş bir kültürün mahsulü durumundadır. Modern insanın psikolojik çıkmazları onu parçalanmış hale taşımıştır. Kendi iç bütünlüğünden uzaklaşarak ve hatta eşyalaşma durumuna sürükleyecek bir yapıya taşımıştır. Böyle bir tehditten kurtulmanın yolu, şiiri dinî muhtevası içerisinde düşünüp, şiirin dinini değil, dinin şiirini yazacak dikkati yakalamaya bağlıdır. Bu, sağlıklı dini kural ve kaideler içindir. Bu bakımdan Müslüman şairler her zaman şanslı olmuşlardır. Çünkü Batı şiiri, böyle bir dini muhtevaya sahip olmadığı için şiiri şahsileşmiştir. Buna rağmen, Eliot, “Hıristiyanlık olmaksızın Avrupa’nın gelişmesini düşünmek mümkün değildir”, (9) der. Çözülmüş, dolayısıyla ulûhiyetini kaybetmiş bir dinin esaslarına bağlanmayı bir medeniyet ve hatta bir kültürel değer algısı olarak gören bu anlayışın karşısında, Müslüman şairin daha duyarlı ve daha tavırlı olması gerekmez mi?

Mevlana’yı ve Yunus’u var eden işte bu duyarlılıktır. Tasavvuf kendi sınırlarını çizerken kapılarını bütün insanlar için açık tutmuştur. Hani Mevlana’ya ait olmadığını düşündüğümüz, ama onun öğretisine ve temsil ettiği tasavvufi düşünceye uygun düşen, ‘Ne olursan ol, yine gel, ister putperest, ister Mecusi, istersen tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir”, görüşü bu açık kapının bir davetiyesi gibidir.

Burada bir noktanın da altını çizmek istiyorum: Tasavvuf hayatında şiire atfedilen misyon elbette bu iki isimle sınırlı değildir. Tasavvuf Edebiyatı’nda temayüz etmiş, etkileri İslam dünyasının hemen her tarafına ulaşmış, yani bir anlamda İslam coğrafyasında ortak duygunun temsilcisi olmuş bu iki isimle yetinmemiz, çalışma alanımızın darlığından kaynaklanmaktadır. Aslında bu, müstakil bir kitap olacak kadar önemli ve yaygın malzemeyi ihtiva etmektedir. Umarız, Din Sosyolojisi üzerinde çalışanlar, günümüzün şiirini de bu işin içine katarak böyle bir değerlendirme yapabilirler. Bugün elimizde Hz. Ali’den başlayarak günümüze kadar divanlarıyla gelen çok sayıda Sûfî Şair vardır. Bunların insanlığın yönelişine sağlayacağı birikimleri ihmal edilmemelidir. İnsanları bir ortak nokta etrafında toplayarak bir kurtuluş kapısı açacaksak buna ihtiyaç var diye düşünüyorum…

 

_________________________________

1-Âsif İkbâl Han, James ve İkbâl (Din Psikolojisi’ne Yeni Bir Yaklaşım), çev. Ahmet Albayrak, İkbâl’in Düşünce Dünyası içinde, İstanbul 2004, s. 216.

2 Osman Pazarlı Din Pskolojisi Remzi Kitabevi, İstanbul 1968 s.67.

3- Milel ve Nihal Dergisi, Haziran 2005, c.2, s.2. Sayfa 69.

4- Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, İnsan Yayınları İstanbul 2011, s. 11.

5- Kehf, 18/29

6- İsra; 17/5

7 -(Muhammed İkbal, İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Doğuşu, Çev. Sofi Huri), Türkiye Pakistan Kültür Cemiyeti Yayanı, İstanbul 1964, s.126.

8- T.S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev. Sevim Kantarcıoğlu) Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara 1983, s. 1120.

9- age. S.71.