‘İKİMİZİN KALBİ BİRDİR, SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”

A+
A-

MAHMUT EROL KILIÇ İLE İRFAN GELENEĞİMİZ VE HZ. MEVLÂNÂ ETRAFINDA

‘İKİMİZİN KALBİ BİRDİR,

SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”

MUSTAFA S. KÜÇÜKAŞCI

(Röportaj)

13. yüzyıl, hem İslam düşüncesi bakımından hem de özellikle biz Türklerin irfan hayatı bakımından fevkalâde önemli bir dönemdir. Bu dönemde Anadolu’ya çok önemli şahsiyetler gelmiştir. Konya özelinde, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi başta olmak üzere, Sadrettin Konevî, Şems-i Tebrîzî, Evhadüddîn-i Kirmânî, İbnü’l Arabi gibi önemli şahsiyetler hatıra gelir. Bu kimselerin, belki meşrepleri ve mezhepleri de birbirinden farklıdır. Bu âlim ve ariflerin, hem Anadolu’ya yönelmelerini hem de Anadolu’da, bilhassa Konya’da, mevkii kazanmalarını sağlayan sebepler nelerdir?

Göç, hicret, yer değiştirme konusunda farklı disiplinler kendilerine göre farklı yorumlar getirirler. Tarih boyunca insanların göç etmelerinin arkasında yatan sebeplerin en başında hiç şüphesiz savaşlar ve ekonomik sebepler gelir. İklim değişiklikleri, kuraklık, deprem v.b. gibi doğal afetler de diğer mühim etkenlerdendir. Bunların yanısıra doğup büyüdüğü yöreyi terk edip başka diyarlara hicret etmenin bazı mânevi, dinî, entelektüel sebepleri de olabilir ki bu daha çok ilim adamları, filozoflar, din adamları arasında görülür. Bu kimselerde inancım daha özgürce yaşama temel sâiktir. Ayrıca mânevi ilimler nokta-i nazarından bakıldığında yukarıdaki bütün bu sebeplerin yanısıra bir özel sâik daha vardır ki buna kaynaklarda “sevk-i İlâhî” denir. Yani bir mânevi işaret almanın, bir mânevi yönlendirmenin etken olduğu durumlar diyebiliriz.

Bu konu belki pozitif tarihçilik mesleğinde ciddiye alınmaz ama din ve mâneviyat tarihinde bu vakalar az değildir. Buna muhatap kimse “Kalk ve falanca yere git!” minvalinde aldığı manevi bir emirle hareket eder. Meselâ, rivâyete göre İbn Arabi Kâbe’de murakabe esnasında iken böylesi bir mânevi işaret almıştır. Daha önceden zihninde Anadolu’ya gelmek gibi bir niyeti var mıydı bilmiyoruz. Malum olduğu üzere kendisi aslen Benî Tayy kabilesinde bir Arap’tır. Anadolu ise bu kültürden farklı bir coğrafya. Üstelik Malatya, Konya oralara nisbetle soğuk bir iklim. Yani niye gelsin ki? diye sorabiliriz. Anavatanı olan Endülüs’ten kalkarak şarka doğru yaptığı seyahatlerde Mısır, Kudüs, Medine, Mekke gibi birçok yerden geçmişti. Mekke’ye yerleşmiş iken “Kum izheb ilâ bilâdi’r-rum” (Kalk ve Rum diyarına git!) diye bir manevî emir alır. Bunun üzerine kuzeye doğru yollara düşer. Bağdat ve Musul tariki üzerinden Anadolu’ya gelmesi böylesi bir sevk-i İlâhî ile olduğuna dair işaretler var.

Bundan yıllar sonra Mevlânâ ve ailesinin de doğup büyüdükleri Belh ve Vahş bölgesinden terk-i diyar etmelerinin arkasında yatan bazı sebepler sayılır. Zahirî sebeplerden ilki, bölgeye gelmekte olan Moğol istilâsının yaklaşmakta olan tehlikesini hisseden baba Bahaddin Veled’in ailesini daha güvenli bölgelere çekmek üzere “Kalkın gidiyoruz!” karan olduğu rivâyet edilir. Bir ikinci rivayette ise, bölgenin idarecisinin Fahreddin Râzî’nin sözleri ile hareket edip Bahaddin Veled gibi hem âlim hem arif bir Kübrevî şeyhinin bazı görüşlerinden dolayı onu tenkit etmesi üzerine tatsızlık çıkmaması için bölgeyi terk ettiği görüşüdür. Tabi, rivâyet edilen her sebep kendi içerisinde doğru olabilir. Ancak çıktıktan sonra doğrudan Konya’ya gelmemeleri, Nîşâbur üzerinden Bağdat’a gelmeleri, Bağdat’tan Mekke’ye gitmeleri gibi aynı İbn Arabi’nin seyahatinde gördüğümüz güzergâhı burada da gördüğümüzü unutmayalım. Haccı ifâ ettikten sonra ne olduysa bu kafilenin de kuzeye yöneldiklerini görüyoruz. Yine aynı tarikle Urfa, Malatya, Sivas, Kayseri ve Karaman üzerinden Konya’ya gelirler.

Bu manada, Mevlânâ’nın babasının, ailesini yanma alarak memleketini terk etmesinin arkasında yukarıda saydığımız maddî sebepler olabilir ama Anadolu’ya, Konya’ya gelmesinin ardında birinci sebebin maddî olmadığı kanaatindeyim. Sırf ilim ve irfan için müsait bir zeminin Anadolu’da bulunduğunu görmesi üzerine buraya hicret ettiklerini düşünüyorum. Yani ilim için hicret. Tıpkı ilk dönem muhaddislerin yaptıkları er- Rıhle gibi.

Daha pek çok örnek var. Evhadüddîn Kirmânî var mesela, İran Kirman’ından Elazığ – Konya hattına geliyor. Buhara’dan Mekke’ye gelip yine oradan kendisini Bursa’ya 40 kandilin getirdiği bir Emir Sultan var meselâ.

Bu manevî yönlendirmelerin maddî karşılıklarının bulunduğunu da unutmamak lazım. Yani hikmet ve irfan ehilleri, mâneviyat erbabı, genellikle hüsn-ü kabul gördükleri yerlere doğru meylederler. Zira, ele aldıkları konuların yüksek metafizik ve irfan içermesinden dolayı ancak sembolik bir dille anlatılabilmesi gerçeğinden hareketle, düz mantığın veyahut ham softalığın hakim olduğu yerlerde sıkıntı çekmekteydiler. Yunus Emre; “Yunus bir söz söylemiş hiç bir söze benzemez. Münafıklar elinden örttü mânâ yüzünü” derken ve yine “Ben bir acep ile vardım, benim dilim kuş dilidir. Kimse halim bilmez benim, benim ilim dost ilidir” derken tam da bu mânâyı kasdetmektedir. Onun sözüne nazire yapan Aşık Paşa da; “Âşıkî ile Tunus il bilmez yola gitti. Münkir olmasın diye saptırırım izimi” derken anlayışı kıt insanlardan nasıl kaçtıklarını anlatır.

Aynı çizgide Niyâzî-i Mısrî de; “Mantık-ı tayrın lügat-ı muğlakından söyleriz. Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz“ derken herkesin bu sözleri anlayamayacağım açıkça belirtmektedir.

Meselâ, İbn Arabi’nin Kahire’deki hayatında çok büyük zorluklarla karşılaştığım ve hatta kendisini zehirlemeye dahi teşebbüs edildiğini biliyoruz. Oradaki bazı müftülerin onun kitaplarının Nil nehrine atılarak tahrip edilmesi gerektiği yönünde fetvaları var. Hatta atarken eğer üzerine su sıçrarsa orayı da kesmelisin gibi trajikomik fetvaları var. Böylesi derinliksiz ve anlayışsız bir ortamda bir arifin daha fazla bulunması mümkün değildir. Orayı yavaşça terk etmesi gayet tabiidir. Kalanlar da artık; “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” türküsünü çağırırlar.

Gerek İbn Arabi’nin gerekse Mevlânâ’nın kendilerinin yanısıra bunların aileleri ve talebeleri düzeyinde de Anadolu’da çok ciddi bir muhalefet ile karşılaştıklarını görmüyoruz, İbn Arabi’nin talebesi Sadreddin Konevî’nin faaliyetlerinde ve Mevlânâ’nın babasının talebesi Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin faaliyetlerinde ciddi bir tepkiyle karşılaşmadıklarını görmekteyiz. Halbuki o dönemde buralarda da yaşayan büyük kadılar, müftüler, din âlimleri vardı. Kahire’deki din adamlarının tepkisi şeklinde bir tepki yok buralarda. Çünkü bizde fıkıh ilmi müstakil ve bağımsız değil. Hikmet ve irfanın bir alt dalı. Henüz sistem tepe taklak olmamış. İlimler hiyerarşisi var. Herkes yerini biliyor. Arif/ Hakîm/Fakîh’in cem olmuş hali var bizde. Tabii ki bu anlayış günümüzde değişti. Bizde de artık Mısır ulemâsı tipi öne çıktı. Bu durum Türkiye çağdaş Müslüman düşüncesinin geleneğinden ne kadar uzaklaştığım ve buna bağlı olarak da ne kadar sığ ve kökleri olmayan bir ideolojiye dönüştüğünü ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

Klasik dönem İslâm alimi tipimiz, İbn Arabi, Mevlânâ tipidir. Evet şaşırtıcı değil mi? Bu alim tipinin Osmanlı’daki karşılığında, Davud-ı Kayseri’yi, Molla Fenâri’yi, Aziz Mahmud Hüdâyi’yi görüyoruz. Yani, zülcenâheyn denilen, hem zahirî hem de bâtınî ilim sahibi olan alim tipini görmekteyiz ki biz çağdaş Müslümanlar olarak bu modelden çok uzaklaştık. Mevlânâ ‘Molla Hüdavendigâr’dır. Mevlânâ şiir söyleyen, sema eden bir zattır ama Hidâye isimli Fıkıh kitabını da okutan biridir.

Bir molladır aynı zamanda, sarf nahiv dersleri veren bir din alimidir. Mevlânâ’yı bu şeklin dışına çıkarmak isteyen iki grup vardır. Birtakım Müslüman “ehl-i zahir” ile bazı “oryantalistlerin” gayretleri burada örtüşmektedir. Oysa Mevlânâ din alimidir ve modern zamana kadarki en geçerli din alimi modelidir. Mevlânâ, katı olmayan, olayı sadece mantıksal hukuk kurallarına indirgemeyen, işin içinde aşkı-muhabbeti de olan din alimi tipidir.

İbn Arabi ve Mevlânâ örneğini verirken, geleneğimizde ikisinin bir bütün olarak alındığını da hatırlatmak isterim. Aralarında büyük bir farklılık görülmez. “Biz iki anneden süt emdik” derlerken İbn Arabi’yi ve Mevlânâ’yı kasdederler. Bu sebepten bu iki şahsiyet Osmanlı İslâm düşüncesinin adeta iki kurucu babası olarak görülürler. Şair Nâbî şu beyitlerinde ne güzel sentezliyor bu iki damarı: “Tâlib-i Hakk’a olur râh~nümâ, nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ. Dîde-i rûha çeker kuhl-i husus, Nûr-î esrâr-ı Fütûhât u Fusûs”. Bunlara daha sonraki süreçte yer yer Yunus Emre, Niyâzî’i Mısri v.b. gibi başka isimler eklenmişse de bunlar bu ilk iki ismin şarihleri mesabesinde olmuşlardır.

Mamafih, birisi Arapça diğeri Farsça yazmışsa da aralarındaki mânâ müttehid olarak görülmüş. Aynı manayı farklı dillerde ifade ettikleri için, aralarında bir farklılık görülmemiştir. Üstelik onları anlayan ve algılayan muhit bu iki dili değil bir başka dili yani Türkçeyi konuşan bir muhit olduğunu da gözden kaçırmayalım. Yani “Üzüm” diyenlerle “Engür” diyenler ve “İneb” diyenler bunun sadece bir lisan farkı olduğunun ama özün aynı olduğunun yani aynı meyveyi yemekte olduklarının bilincindeydiler. Sonraları bu “Aynı dili konuşmaktan aynı gönlü paylaşmak evladır” görüşünden, bu yüksek idrak seviyesinden yavaş yavaş uzaklaşılacaktır.

Yakın zamanda Kültür Bakanlığı Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Rami Kütüphanesinin açılışı münasebetiyle 13 Ocak 2023 tarihinde “Sultan Fatih’in Şahsî Kitaplığı” temasıyla bir yazma eser sergisi açtı. Çok güzel bir katalog kitabı da yayınlandı. (1) Sergiyi ziyaret etme veyahut kataloğa göz atma fırsatı bulanlar görürler ki, “Sultan Nüshası” denilen yani Sultan’ın kendi şahsî kitaplığında yer alan kitaplar içerisinde İbn Sînâ ve Şehabettin Sühreverdi gibi feylosofların yanısıra, İbn Arabi’nin Füsûsu’l- Hikem’i ve Müeyyedüddin el-Cendî tarafından yapılmış şerhi, Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı ve tercümesi, Mevlânâ’nın Mesnevi’si de yer almaktadır. Fatih savaşa giderken bile deri cep çantasında 5 adet küçük boy kitabı da yanında götürürdü ki bunlardan birisi de Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı idi. Kanûnî’nin, Yavuz’un, III. Murad’ın İbn Arabî mirası için yaptıklarına ise girmiyorum, hepsi ortadadır, tek tek belgeli olarak konuşacak olursak, bu röportaja sığmaz. Hasılı, Sultan Fatih’in zihniyet dünyasında, tasavvufî İslâm düşüncesi çok merkezi bir yerdedir. Maalesef günümüzde farklı yorumların ortaya çıkmasından dolayı, Tasavvufî İslâm tabirini kullanıyorum. Yoksa Osmanlı döneminde konuşuyor olsaydık, “tasavvufî” eki eklemeye gerek olmazdı. Osmanlı’da İslâm, zaten tasavvufî İslâm’dı. Osmanlı’da başka türlü bir İslâm yoktu. Bu sebeple, tasavvuf kelimesi çok kullanılmazdı. Zira, buna gerek yoktu. Günümüzde mecburen çoğu kere “Tasavvufî İslâm” diyoruz. Demek zorunda kalıyoruz. Çünkü başka İslâm nevileri öne çıkmıştır. Birini diğerinden tefrik etmek için bu vurguyu yapıyoruz. Sünnîlik dediğimiz zaman bile kaç çeşit Sünnîlik çıktı ortaya. Sık sık ‘Sünnî Omurga’ tabirine vurgu yapan arkadaşlar bununla ne kasdettiklerini açıkça ortaya koymalılar. Osmanlı bu tabiri de çok kullanmazdı. İbn Arabî, Mevlânâ, Yunus Emre hangi itikadı taşıyorsalar onlar da o itikadı izliyordular. Bu arkadaşların Mâtürîdîcilik vurgusunu da abartmalı buluyorum. Türkler Mâturîdîdirler önermesi de yanlış. Eş’arî Türkleri, Şâfiî Türkleri nereye koyacağız. Bunlar çağdaş bazı sloganlar, çok bilimsel değiller bence. İlmin önündeki perdeler diye ayrı bir bahis açmamız lazım ama yeri burası değil.

Tekrar Konya’ya geri dönecek olursak bütün bunlar o dönem Konya’sının yüksek ilmî seviyesini göstermektedir. O yüksek ilmî anlayış seviye olduğu içindir ki bu bilgeler akın akın buraya yönlendirilmişlerdir. İlim iltifata tabidir dedik ya, aynı zamanda siyâsî erkânın da onlara böyle bir zemin oluşturmaktaki iltifatlarını unutmamak lâzım. Meselâ Sultan İzzettin Keykavus’un, İbn Arabi’yi Konya’nın dışına kadar çıkarak karşılaması örneği muhteşemdir. Bir sultan, bir âlimi karşılıyor. Çağdaş protokolden farklı olarak Sultan atından iniyor ve “Gerçek sultan sîzsiniz, siz ata binin, ben zimâmından çekeceğim, öylece Konya’ya gireceğiz” diyor. Tabii ki vazifesini ve sahasını iyi bilen İbn Arabî bunu reddediyor ve Konya’ya yan yana yürüyerek giriyorlar. Din ve siyâset adamlarının ilişkisindeki bu insicam ve mükemmellik, doğal olarak bazı ariflerin/ ilim adamlarının Konya’ya doğru teveccühte bulunmasını sağlıyor. Bu, uzun yıllar devam etmiştir, Konya’da, İstanbul’da, Malatya’da, yani Anadolu’nun her bir bölgesinde. Fatih Sultan Mehmet’i İstanbul’u fetheden bir siyâsî lider olarak görüyoruz. Ama kırk dokuz senelik kısa bir ömür yaşamış bu Sultan’ın entelektüel tarafı çalışılmamıştır veya az çalışılmıştır (2). Max Weber’in zihniyet analizleri Osmanlı tarihi çalışanlarca çok uygulanmış değildir. Tarih sadece dokümanter tarih, yani belgeler tarihi değildir. Tarih, her şeyden evvel düşünceler tarihidir. Tin, yani ide, yani Zihniyet Dünyası olmadan vesikalar oluşamaz. Vesikalar sonuçtur. Tarih eylemlerden meydana gelir ama kişi o eyleme geçmeden evvel onun bir zihniyet dünyası vardır. Bu dünyadan hareket ederek eyleme geçer. Bizde Osmanlı tarihçiliği daha çok iktisat tarihçileri eliyle geliştirildiği için para vakıflarına verilen önem kadar arka plandaki tasavvufî dünya görüşüne önem verilmemiştir. Rahmetli Halil İnalcık hoca bu eksikliği âhir ömründe fark etmişti. “Ama artık benim için çok geç bu saatten sonra bu konuyu çalışamam” demişti.(3) Son 30 yıldır Tasavvuf Tarihçileri’nin devreye girmesi ile bu açık biraz olsun kapatılmaya çalışılmaktadır. Tabii ki Tasavvuf Tarihçileri’nin de analitik bakış açılarının zayıf olması onları Tekke Tarihçiliği’nin ötesine geçirememiştir ki bu da bir bahs-i diğerdir.

Netice olarak su mecrasına doğru aktığı gibi ilim de iltifat gördüğü yere doğru akar. Marifet, iltifata tabidir, iltifat görmeyen meta zayidir. Baş tacı edildikleri yere doğru gelirler ve burada bir sıkıntı olursa da yavaşça orayı terk ederler. İbn Arabi örneğinde bunu görüyoruz. Sultan, İbn Arabi’nin talebesi idi, onun tavsiyelerine kulak verirdi. Fakat daha sonralan iktidar sarhoşluğu gözleri bağladı. Eyyûbîlerle lüzumsuz bir çatışmaya girmek istedi. İbn Arabî, Eyyûbî Emiri Melik Zahir ile Sultan arasında, mümkün olduğunca ihtilaflara engel olmaya çalıştı. Diğer taraftan, Keykavus’un annesi Müslüman olmakla beraber aslen Konya Hristiyanlarından olduğu için dayıları üzerinden -dayıları Müslüman olmamıştır- Sultan’ı etkileyerek Konya ve civarında ihtiyaç yokken kiliseler inşa ettirmeye başladılar. İbn Arabi buna engel olmak istedi. Baktı ki sözleri eskisi gibi dinlenmiyor yavaş yavaş Şam’a geçti ve âhir ömründe orada yaşamaya başladı ve orada da vefat etti.

Hocam, burada iki husus hatırımıza geldi. ilki, 1040 Dandanakan Savaşı’ndan sonra Türklerin Batı’ya doğru hareket etmeleri ve bir anlamda Hz. Mevlânâ ile yollarının kesişmesi. İkincisi, Osmanlı’nın kuruluş yıllarındaki Tekke-Medrese bütünleşmesinin önemi. Bunun temeli de Anadolu’yu şenlendiren ulemâ ve urefâ tarafından atılmış gibi görünüyor.

Bu tekke medrese ayrımı başta çok keskin değildi. Makas sonraki yıllarda açıldı. Yani tekke, medrese idi medrese de tekke idi. Medresede de zikir yapılırdı. Meselâ düşünebiliyor musunuz, İznik Medreseleri Baş Müderrisi Davud el-Kayserî medresede Fusûsu’l-Hikem dersi yapıyor. Şimdi siz Afganistan’daki İslâm medreselerinde Mesnevi dersi okutulduğunu veya Afrika’daki şeriat fakültelerinde Fusûsu’l-Hikem okutulduğunu duydunuz mu hiç? Ne kadar uzaklaşıldı o gelenekten! Ama eskiden vardı. Konya’da mukim Afganlı bir arkadaşım 30 yıl evvele kadar medresede Mevlânâ, Hafız, Sa’dî okuduklarını söyledi bana. Osmanlı medreseleri de böyleydi. Bunun yanısıra, Osmanlı’da felsefe yoktur derler, bunu negatif anlamda, yani olumsuzlayarak söylerler: Osmanlı’da felsefe gelişmemiştir doğru, katılıyorum. Ama ben bunu olumlu olarak görüyorum. Çünkü Osmanlı’da felsefe yapılan yerler, yani Varlık ve Bilgi üzerine, yani ontoloji ve epistemoloji üzerine sohbetlerin yapıldığı yerler tekkelerdir. Osmanlı’da tabir caizse felsefe atölyeleri tekkelerdir. Ben kimim, nerden geldim, insan olarak ben neyim, burada ne arıyorum ve nereye doğru gidiyorum? Mebde ve mead konuları gibi metafizik konuların tartışıldığı yerler kâmil bir şeyhin sohbetleriydi. Ankaravî Rusûhî Dede’nin Galata Mevlevîhânesi meselâ, medrese değil, tekke. Ama burada Hikmetü’l-İşrak okutuluyor. Şehabeddin es-Sühreverdî’nin felsefî bir metnidir. İsmail Hakkı Bursevî’nin metinlerine, Kitabu’n-Neticesi’ne bak, bir felsefe kitabıdır adeta. Bahsettiğimiz Ankaravî’nin metinlerine, Mesnevi Şerhi’ne bak. Örnekleri çoğaltmamız mümkün. En son, Ahmet Avni Konuk, Birinci Dünya Harbi esnasında, bir yandan PTT’de müdürlük yapıyor ve hem Fusûsu’l Hikem’e hem de Mesnevî’ye şerh yazıyor. Bu seviyede bugün ne bir Diyanet İşleri Başkanına ve ne de bir ilahiyat hocasına sahibiz. Dahası 1950 lerde Diyanet bu eserleri basmayı bile reddediyor. Nereden nereye düştük.

Tekke’den kopan Medrese daha çok lisâniyata ve mantığa hapsoldu. Dil öğretim merkezi haline geldiler, lisân kursu oldular. Arap Filolojisi merkezi oldular. Allah’ı arama ilminden fersah fersah uzaklaştılar. Men Aref dersleri yok artık oralarda. Tefakkuh yani derinleşme ilmi yerini Hukuk Fakültesi müfredatına bıraktı. Oysaki hukukun arkasında esaslı bir dünya görüşü ve felsefe var. Tarihte her hukukçu önce bir filozoftur sonra hukuka dair görüşleri vardır. Bu ihmâl edildi ve dışlandı. Eğer, yeniden İslâm’ın ihyası olacaksa bu yaklaşım salt hukuk mevzuatından çıkmaz. Hukuk bir sonuçtur, sebep ve gaye değildir. Sizin bir gayeniz yoksa hukuk ne işe yarar. Daha ötesi gayesiz hukuk bazen sorunun bizatihi kendisi olur. Radikal Tekfirci hareketler bu açıdan hukuk kalkışlıdır. Hemde ceza hukuku. Gençliğimizde bize Abdülkadir Udeh’in İslâm Ceza Hukuku kitabını tavsiye ederlerdi. 17-18 yaşlarında bunu okumayan yok gibiydi adeta. Sanki Müslüman dünyanın ana problemi, nasıl ceza vereceğiz problemiydi. Oralardan çıktı bu radikal tekfirciler. 85’li yıllarda Mısır’da yaşarken oradaki müslüman gençlerin elinde fotokopi olarak çoğalttıkları bir metin görmüştüm. Nedir diye sorduğumda büyük Hanefi âlimi İmam Muhammed’in el-Mebsut isimli fıkıh kitabının Cihad Babı olduğunu söylemişlerdi. En mufassal “Cihad Fıkhı” Hanefî mezhebindedir derlerdi. Serahsî’nin Şerhü’s-Siyeri’l Kebîr’i de bu manada diğer bir mühim kaynak derlerdi. Biz bunu adeta ezberliyoruz demişlerdi. Zira onlara kimse Büyük Cihad nedir öğretmemişti. Kestiler, biçtiler, doğradılar ama sonunda kaybettiler. Metinleri de mahvettiler kendilerini de mahvettiler.

İnsanlığın hukuksal durumuna yönelik teklifleriniz her zaman değişkendir ve tartışmaya açıktır. Zaman değişir, ihtiyaçlar değişir, şartlar değişir, ahkâm değişir. Bu durumda sizin salt hukuk üzerinden saadet ve mutluluk öneriniz başka bir düzenleme tarafından yanlışlanabilir, eksik bulunabilir, hatta hükmü geçersiz kılınabilir. Şimdi eğer sizin dininiz sadece hukukunuzdan ibaret ise o zaman onun yetersizliğinde sizin dininiz de rafa kalkar. Meselâ instinca ve istibrâ ahkâmına artık günümüzde gerek var mı bilmiyorum. Roma hukukunun Juntianus kodifikasyonunda bir fıçı şaraba mukabil ne takas edebilirsin konusu gibi Hukuk Tarihi konusudur artık bunlar. Ama Afganistan’daki medreselerde artık Mesnevi okutulmuyor dedim ya onun yerine istinca ve istibrâ ahkâmı hâlâ okutulduğu için bizim TİKA’nın yaptığı taharet musluklarını kırıyorlar. Onun yerine kovalarla taş koyuyorlar. Kanalizasyonun tıkanması da cabası. Bugün olan budur. Demek istediğim şu ki hukukla özdeşleştirilmiş İslâm dini, günümüzdeki bazı gelişmeler karşısında, meselâ insan hakları, kadın hakları, ticaret hukuku, ceza hukuku, idari hukuk, ideal yönetim şekli v.b. gibi konularda eksik ve yetersiz kalma durumu ile karşı karşıyadır. Sorunu giderecek bir çözüm önermekte sığ kalıyor. Daha açık bir ifade ile yenilgiye uğruyor. Şimdi yenilen İslâm dini mi olmakta? Bu durum karşısında bazı yeni kuşak gençler dinlerinden soğumaya başladılar. Deizm tartışmalarına bir de bu gözle bakmakta fayda olduğu kanaatindeyim.

Oysa Allah “Biz Nuh için Din’den bir şeriat yaptık” (Şûra, 13) der. Yani esas olan Din’dir, şeriat değil. Din’in alt dalıdır Şeriat. Bizim Yunus ne güzel özetlemiş bunu: “Şeriat Tarikat Yoldur Varana (Ama) Marifet Hakikat Andan İçeru”. Yani şeriat da tarikat de gaye değildir, araçtır. Gaye onunla varacağın yerdir ki o da Hakîkat’tir. Bir şeriat ki, bir tarikat ki seni oraya taşımıyorsa gayesinden sapmış demektir.

Hasılı ihyâ süreci ontoloji, yani varlığa dair, kâinata dair, insana dair görüşünüzle başlar İnsan nedir? Allah diyor ki “Ben onu yarattım, kendi ruhumu üfledim”. Ne demek şimdi bu? Ey kadı, ey müftü bana açıklayınız! Allah, bana kendi ruhunu üflemiş, o zaman ben Allah’ın ruhunu taşıyor muyum? Şayet taşıyorsam, benim Allah ile irtibatım senin bana söylediğinin çok ötesinde, çok daha yakın bir irtibat. Ben Allah’a uzak değilim veya Allah bana o kadar uzak değil. Daha sıcak bir ilişki var. Ama sen bana mâni oldun: Şirke düşme tehlikesinden dolayı araya o kadar duvar ördün ki, benim Rabbimle aramı açtın ey molla. O zaman sen çık aradan, kalsın Yaradan! Aradaki bu duvarları kaldırmak gerekiyor.

Binaenaleyh, Türklerin, siyâsî olarak Dandanakan’dan sonra Batı’ya doğru yöneldikleri doğrudur. Ama hep söylediğimiz gibi arifler irfan tohumu ekebilecekleri toprak ararlar. Biliyorsunuz, her toprağa ekin ekilmez. Çünkü bazı topraklar ürün vermez.‘Ektiğim zaman buradan mahsul alırım’ dedikleri her yere giderler, oranın etnik yapısına çok bakmazlar.

Bu bölge, o dönemlerde Konya’dır ve çok da güzel ürün vermektedir. Tohumu alıyor ve yeşertiyor: Selçuklular, ardından Beylikler Dönemi ve son olarak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye olarak zirvesini bulmuştur. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin din felsefesi tasavvuftur. Bu tartışılmaz bir gerçektir. Sapla samanı birbirine katarak kadim Tasavvuf geleneğini toptan heretik bir harekete indirgeyen ve önceleri ’’İslâm tarihinde büyük kırılmayı yaratmış Tasavvuf ve Ekberî devrim İslâm’ı ve Müslümanları pasifize ederek eski yaratıcı dinamizmini kaybettirmiş” diyen bir hocamız, nihayet son yazdığı makalede biraz insafa gelerek Osmanlı bir Ekberi devletidir gerçeğini itiraf etmiştir.(4) Aynı bölgenin çocuğu olsalar da bu hoca gibiler Neşat Ertaş dinlemezler. Dinlemiş olsalar da onun; “Kalpten kalbe bir yol vardır, Gözünen görünmez sırdır, ikimizin kalbi birdir, Sen benimsin ben seninim” türküsünü dahi dinlemezler. ‘Bir şey ki gözle görünmez inceleme konusu olamaz ve Sen-ben biriz demek panteizmdir’ deyip kestirip atarlar. Anadolu irfanından bu kadar uzaktır bu cumhuriyet sonrası ilahiyatçı tipi. Tasavvuf karşıtlığı ile maruf bir edebiyat tarihçisi ise inceleme olarak Sultan Fatih’in şiirlerini seçiyor. Bâriz tasavvufi mazmunlar taşıyan bu şiirleri profanlaştırmak için özel çaba sarfediyor. Zorluyor kendini. Yahu kardeşim git kendine Behçet Necatigil’in şiirlerini seç meselâ. Daha iyi anlarsın belki. Bırakın sûfî şiiri şerhetmeyi. Bilmediğin ilmin peşine düşme.

Her şeyden evvel şurası bir gerçektir ki bir kere siz küllî olarak birisinin fikirlerine karşı iseniz onu karalamak için her şeyi göze alırsınız. Adalet, insaf, iz’an, ilim v.b. gibi değerler rafa kalkar. Yani, birileri Mevlânâ’yı veya İbn Arabi’yi idam etmeye karar vermişse, ona kılıflar bulur. Dolayısıyla burada bir art niyet vardır. Çağdaş Türk ilahiyatçılığı, çağdaş Türk tarihçiliği, istisnalar hariç pozitivist, rasyonalist ve neo-selefik bir formasyonun tesiri altındadır. Bu bazı akademisyenlerde çok bariz bir şekilde görülür. Yani siz bütününe zındıklık olarak baktığınız zaman, bunun iyisi- kötüsü, problemli-problemsiz alanı çorba olur. Tasavvuf doktrinini de bilmedikleri için meselâ vahdet-i vücûd onlarda panteizimdir. Osmanlının ana akidesi olan Vahdeti Vücûd’tan bahsediyorum. Yani Varlığın özde aynı cevherden gelip tezahürde farklılaştığı fikri. Bize göre siz bir kere Vahdeti Vücûd’un ne olduğunu bilmeden asla Selçuklu-Osmanlı tarihçiliği yapamazsınız! Bugün artık bazı Batılı tarihçiler bile Osmanlı’daki ‘Birlikte Çokluk’ siyâsî-içtimâî anlayışının arkasında bu fikrin olduğunu itiraf ederlerken bizdeki kasabalılar bunu görmüyorlar.

Hocam, şu da hemen hatırımıza geliyor. Moğol tehlikesi söz konusu. Hz. Mevlânâ gelip Konya’da kaldığı zamanlarda Moğollarla karşılaşıyor. Günümüzde, insanların Hz. Mevlânâ’yı iyi anlayamadıktan hususlardan bir tanesi, hatta Hacı Bektâş-ı Veli için de benzer bir durum söz konusudur, Moğollarla ilişkiler meselesi. Bu konuda insanların kafası ciddi manada karışık.

Üç beş kişinin kafası karıştı. Bütün insanların kafası karışmış gibi lütfen aktarmayınız. Mesela bizim kafamız hiçbir zaman karışmamıştır. Yukarıda örneklemeye çalıştıklarım gibi kafası karışıkların kafası hep karışıktı zaten. Yani sırf bu konuda değil tasavvufun her konusunda kafaları karışıktı bunların. Bu hocaların zihniyet dünyaları üzerinde çalışmak lazım. Yani hepsinin bir dünya görüşü var ve oradan bakıyorlar olaya. Şimdi bir insanın dünya görüşünün olması, bir dinî veyahut İlmî mezhebinin olması gayet doğaldır. Ama siz mezhepçilik yapıyorsunuz, ötekileştiriyorsunuz, İslâm dışına atıyorsunuz, tekfir ediyorsunuz vs. Bunu kabullenmek mümkün değil. Benim de ilmi mezhebim var. Hatamla sevabımla sûfî perspektiften bakmaya çalışan bîr akademisyenim. Ama aynı ilmi meşrepten ve mezhepten olmasam da İbn Teymiyye’yi tekfir etmiyorum. Büyük bir âlim olduğunu kabul ediyorum. Arkadaşlarım var o ekolden. Ben ise İbn Arabi/Mevlânâ ekolündenim meselâ. Ama sen kalkıp kafirdi, lgbt’ydi falan dersen o zaman işin rengi değişir. Biz ise İlmî açıdan katılmadığımız noktalan söylüyoruz. Meselâ detaylı analizlere girmeden çok kolay tekfir ediyor olması bir problem bizce. İbn Arabi’yi yirmi üç konuda tekfir etmiştir. Ben bu yirmi üç konuyu tek tek incelemişimdir. Bu konularda İbn Arabî öyle demiyor, o zaman ey İbn Teymiyye, biraz daha vicdanlı olsaydın da o cümlelerin o manada olmadığını görseydin diyorum. Ama sert dilli, dümdüz, kırdı yıktı geçti. Hayatına dair yazılanlara baktığınızda zaten, hiç evlenmediği, asabî olduğu, gençliğinde onunla bununla kavga eden bir tip olduğu çıkıyor karşımıza. Her iftira sahibine geri döneceğini de hatırlatırım. Peygamberimizin; ‘Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan bir kimseyi tekfir edersen o sana döner ve sen kafir olursun’ sözünü hiç mi duymadı bunlar?

Hasılı onlar külli bir inkardan hareket ediyorlar. Sağlıklı düşünemezler. Tasavvuf karşıtlığı taassubu öyle gözlerini bağlamış ki var oluşunu kabullenemiyorlar bile. Oysa böyle bir ilmin var olduğunu kabul etseler daha sonra bunun problemlerini tartışmakta onlarla yarışırım. Ben size Tasavvufun yol açabileceği problemler hakkında belki bir saat konuşabilirim. Ama ilimler mertebesindeki yerini ve hakkını da teslim ederek. Bunların durumu güneşin altında fazla kalınca oluşan cilt yanığının müsebbibi olarak güneşi görenlere benziyor. Böbrek mafyası için çalışan bir doktordan dolayı Tıp ilmine karşı çıkan, hastaneleri kapatmaya çalışanlara benziyor. Veyahut sahte peygamberden (mütenebbi) dolayı diğer peygamberleri (hak peygamber) de suçlayanlara benziyor. Hal böyleyken ana cadde ulemâsı yani cumhurı ulemâ ise bunda bir problem görmemiştir. Çünkü izahı vardır.

Bu ‘Aklı Karışıklara Bir Kılavuz’ da biz yazalım bari. Delâtül- hâirîn olur mu bu izahlar bilmem ama ben yine de bir şeyler söyleyeyim. Bu manada Moğol ajanlığı konusu bir hocamızın ortaya attığı bir çok fantaziden birisidir. Bu iddia olmasaydı, bu hocalarımız başka iddialarda bulunurdu. Bu Moğol olmaz, İngiliz olur, Fransız olur vs. Aslında bilimsel bir tavır değil, bir art niyet var. Açıkça ‘Ben bu ekolü sevmiyorum, ben bu ekolden hoşlanmıyorum ‘ deseler daha dürüst olacaklar. Zaten bu iddiayı ortaya atan hocamız yakınlarına, daha asistanken Erzurum’daki bir toplantıda zamanın Konya Müzesi Müdürü’nün kendisini herkesin içinde küçük düşüren sözler sarf etmesi üzerine Mevlevîliğe karşı müthiş bir şekilde kinlendiğini ve bir intikam duygusu ile hareket ettiğini, yakın dostlarına söylemiş. Allah selamet versin, şifalar versin kendisine. İlimde kin olmaz! Beğenmeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz. Benim meşrebim Mevlânâ ile çok örtüşmüyor, diyebilirsiniz. Ben İbn Teymiyye ekolünden hoşlanıyorum, diyebilirsiniz. Gayet tabi. Ancak iftira, hakaret, tekfir yapamazsın.

Bu arada bu Moğol ajanlığı ve buna benzer birçok iddiaları ortaya atan hocaya yakın zamanda değerli bir arkadaşımız, Prof. Dr. Hayri Kaplan mufassal bir kitap yazarak cevap verdiğini de hatırlatmak isterim. O iddiaları tek tek çürüttü. Detaylı merak edenler o kitaba müracaat etsinler.

Gelelim bizim yorumumuza. Şimdi her şeyden evvel sûfîlerin de yaklaşımlarında tıpkı zahir uleması gibi farklı farklı içtihadlarda bulunduklarını peşinen bilmek gerek. Şöyle ki, meselâ Necmettin-i Kübra Moğol’a karşı doğrudan cihad etme içtihadında bulunuyor ve direniş gösteriyor. ‘Hayır’ diyor ve çarpışa çarpışa, bir elinde kılıç bir elinde Moğol perçemi varken şehit oluyor. Mekânı cennet olsun. Necmettin Kübra, ki Mevlânâ’nın babasının geldiği tasavvuf silsilesidir. Fakat ne var ki Moğollar eze eze geliyorlar. Mevlânâ görüyor ki geliyorlar ve gerçekten her yeri yakıp yıkarak geliyorlar. Bir güç bu, sen bu güce direndiğin zaman, seni yok ediyor. Mevlânâ; -biraz serbest tercüme yapıyorum- diyor ki; “Durun, bırakın gelsinler ben bunlardan üç yüz Muhammed sancağı çıkaracağım”. Yoksa; ‘Bunlar çok iyi zulmediyorlar ne güzel, zulme devam etsinler mi diyor Mevlânâ?’ Hayır. Sadece, bir strateji izliyor.

Bu strateji bugün uluslararası ilişkilerde devletlerin uyguladığı yöntemlerdir. Bazı devletler zalimdir. Ama o zalimle sen muvakkaten, bazı maslahatlar icabı ittifaklar yapabiliyorsun. Bunlar olağan şeylerdir Bahçesaray’da Satranç oynamış olsaydınız bu oyunun nasıl bir oyun olduğunu anlardınız. Allah bile; “Onlar bir oyun kuruyorlar biz de bir oyun kuruyoruz, görelim bakalım kimin oyunu daha isabetli” diyor.

Mevlânâ’nın gerçekten izlediği yöntem bir içtihattır. Ben bunlara direnmeyeceğim, bunların içinden bize hizmet eden ajan çıkaracağım diyor adeta. Zaten biliyorsunuz ki Moğolların her komutanı yeknesak değil. Çok zalim olan olduğu gibi dine ve hususen ehl-i beyte çok hürmetkâr olanı da var. Meselâ Cengiz’in üç oğlundan Ödgey, çok merhametli bir insan. Yani diğerlerinden farklı. Timur’a geldiğin zaman, Timur’un Nakşî büyükleriyle Orta Asya’daki irtibatını unutmamak lazım… Nakşî büyükleri Timur’a karşı çıkabilirlerdi. Aslında Mevlâna, Anadolu’da Moğol şiddetini azaltma vazifesi görmüştür ve Mogollardan birçok komutan Mevlânâ’nın müridi olmuştur. Bu bir içtihattır. Peki diğer içtihada bakalım. Fetavâ-yı Mardinîye’sinde İbn-i Teymiyye, Moğol cihadını ilân eder. “Mogollar kafirdir savaşmak lazım der” der. Ama kaybeder. Şimdi İbn Teymiyye’nin Mogollara karşı cihat içtihadı mı yoksa Mevlânâ’nın içtihadı mı netice vermiştir, olaya bu gözle bakmamız lazım. Kendince bu müsamahakâr yaklaşımından dolayı hemen onu bir ajan yapmak gibi şeyler gayri ciddî iddialardır. Ben dünyevî zaferleri esas alan biri değilim ama dini gözle baktığımız zaman da sonuçta kim kazanmıştır? Onların içerisinden üç yüz Muhammed sancağı çıkaracağım diyen Mevlâna, pek çok kişinin ihtidâ etmesine vesile olmuştur. Netice olarak bazıları ben direneceğim demişler bazısı da direnmenin fayda sağlamayacağını hissederek, farklı bir içtihadı tercih etmişlerdir. Malum olduğu üzere bir âlim içtihadında isabet ederse iki sevap kazanır ama kaybederse de bir sevap kazanır. Meseleye böyle bakmak lazım.

Peki aslında Hacı Bektâş-ı Velî’nin de bu bağlamda Mevlâna benzeri bir yol izlediğini söyleyebilir miyiz?

Tıpkı mezheb imamları gibi sûfî büyüklerin de farklı içtihadları olabilmekte. Ancak genel olarak çatışmaktan ziyade suhuletle yaklaşmayı tercih ettikleri doğru. Meselâ aynı mantığı izleyecek olursak Emir Sultan da, Molla Fenârî de Moğol ajanıdır dememiz lazım. Hoca bunları gözden kaçırmış. Yıldırım Beyazıd Kütahya’ya kadar gelen Moğollarla savaşmaya hazırlanıyor. Hatta Molla Fenârî gibi âlimleri esir alıyorlar. Emir Sultan ben gider konuşurum sen acele etme diyor. Gidiyor, konuşuyor Molla Fenârî’yi de diğerlerini de kurtarıyor. Bunu nasıl yaptı? Mevlânâ nasıl yaptı ise öyle yaptı hoca. Ajan olmaya gerek yok. Şam’da Timur ile görüşen İbn Haldun da Moğol ajanı o zaman…

Ariflerin kapısı herkese açıktır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin de kapısı öyleydi. Kimlik sorulmaz dergâhtan girene, mezhebi, ırkı sorulmaz. Gelene niçin geldin, gidene niçin gidiyorsun denilmez. Bunlar çağdaş takıntılar. Bugün biz modern kirlenmişlikle tarih yapıyoruz aslında. Anakronizme düşüyoruz. Ajanlık iftirası da aynı türden. Hacı Bektâş-ı Velî’nin de yöneticilerle iyi geçinmek gibi bir içtihadı var. Sûfî siyaset felsefesinde, yöneticilerle aşırı samimi olma ama onların da kalplerini kazanmaya bak denerek çok adam kazanılmıştır. Onları doğru işler yapmaya teşvik et. Yanlış işlerinde de onlara nasihat et, denir. Bu manada çok fazla Nasihatnâme yazılmıştır. ‘Sultan ve Derviş’ irtibatı uzun bir konu. Çok güzel malzeme var bu konuda. Bu tavır bazılarına yalakalık gibi de gözükebilir. Yalakalıkla bunun arasında çok ince bir fark vardır ve bunu iyi tefrik etmek lazımdır. Meselâ Sultan, İbn Arabi’ye üç farklı kâşâne hediye ediyor. İbn Arabi’nin, o anahtarları geri teslim etmesi, sultanlardan bir şey beklemediğinin göstergesidir. Eyyûbî komutanlarından birini, Melik Zahir iftira sonucu hapsediyor ve hapiste süreç yavaş yavaş ilerliyor, kesin idam edilecek. İbn Arabi mektup yazıyor: “Bu çok değerli bir komutandır, lütfen yapma hata ediyorsun” deyince, komutanın idamını durduruyor. Şimdi, İbn Arabi’nin bundan ne menfaati var? Hatta, sultana öyle bir mektup yazmak cesaret ister, ters teperse seni de idam edebilir. Dolayısıyla, âriflerin bu yönteminin bir strateji olduğunu görüyorum.

Bu stratejiyi birileri beğenmeyebilir, ben cihat edeceğim, diyebilir. Bu, Yasir ile Ammar bin Yasir’in içtihadı gibidir. Ammar bin Yasir’in babası Yasir biliyorsunuz takiyye yolunu seçmedi, ben putlara söveceğim dedi. İşkence altında öldürülmeyi göze alarak şehâdet yolunu seçti ve şehit oldu. Ammar sonrasında vicdan azabı duydu ve Peygamber Efendimize dedi ki: ‘Annem ve babam böyle bir yolu seçti. Ama ben böyle imanımı korudum.” Peygamberimiz, “Hayır, müsterih ol”, dedi, “Kalben veya imanen böyle demedikten sonra, senin seçtiğin yol imanı korumak açısından caizdir”. Ezcümle, tasavvufta bunun gibi farklı yaklaşım modelleri vardır. İdeolojik veya imanî olarak bir şeyi benimsemekle bunu karıştırmamak lazım.

Bahsettikleriniz Ebu Hanife ile İmam Malik’i hatırımıza getirdi. Ebu Hanefi, Emevilere karşı ciddi bir muhalefetin içerisinde. Aslında Abbasilerin gelmesini umuyor, fakat umduğu gerçekleşmiyor ve tamamen muhalefet etmeyi seçiyor. İmam Malik de aslında Abbasilerle iyi ilişkiler kurmuş olan biri, fakat hem İmam Malik’in hem Ebu Hanife’nin yolu Muhammed en- Nefsüzzekiyye’nin Abbasilere karşı kalkışmasında kesişiyor ve her ikisi de onu destekliyorlar. Daha sonra Ebu Hanife’nin başına gelenler malum. İmam Malik’e soruyorlar: ‘Abbasilerle aran neden çok iyi?” Onun cevabı şöyle: “Bana gelip danıştıkları zaman onlara danışacak ortam bırakmam lazım”.

İşte bakınız! Yani Hz. Hasan Efendimizin içtihadıyla, Hz. Hüseyin Efendimizin içtihadı hep tartışılmıştır. Birinin şehadet yolunu, diğerinin ise daha farklı bir yolu tercih etmesi. Biri birinden üstün mü? İçtihat bu. Biri böyle içtihat eder, biri öyle içtihat eder. Bunlar pek ilmî şeyler değil. İndî ve hissî ve intikam duygusu ile hareket etmek…

Sûfîler şehir hayatı çerçevesinde bir anlamda insanlara cila çekmişler. O bakımdan, Hz. Mevlânâ ve İbn Arabi’nin Anadolu’nun şehirlileşmesinde ne gibi katkıları olmuştur?

Şehir kelimesinin Arapça karşılığı olan, medine, medeniyet ve medenî kelimelerinin zaten hem etimolojik hem de fikri açıdan bir irtibatı olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.

Yani bedevîleşmekten medenîleşmeye doğru bir geçiştir şehirleşme… Hamdım yandım piştim felsefesini söyleyen bir Mevlânâ gibi, insanı kamil olmayı eğitim felsefesinde ana eksene oturtan bir İbn Arabî gibi kişilerde, ham olan, kaba olan, yontulmamış olan, behimî hisleri ile hareket eden nefs-i emmaresi hakim insan tipinden, aşklı, dünyaya estetik bakan, kendisi, komşuları ve ailesiyle barışık bir insan modeli inşa etmeye doğru geçmek hedefleniyorsa, o tür insanlardan oluşan topluluk da medenî bir topluluk haline geliyor demektir. Kültürümüzde, “tekke terbiyesi görmüş olmak” diye bir tabir vardır. “İstanbul beyefendisi” tabiriyle özdeş. Yani bir bakıma İstanbul beyefendisi, tekke terbiyesi görmüşlere denir. Bu sizi inceltiyor, ince zevk sahibi yapıyor, çünkü tekkede şiir var, aşk-ı muhabbet var, ince sanat eserlerinin üretimi var. Özellikle Mevlevîhânelerde mûsikî de ona eşlik edince sizin oradan kaba bir insan tipi çıkarmanız mümkün mü? Bu tür insanların oluşturduğu kümeler medenî şehirler haline gelir. Meselâ Konya, Mevlânâ’nın Konya’sı, İbn Arabî’nin Konya’sı, bu manada çok güzel örneklerle dolu: İnsan-insan, insan-devlet, insan-din adamı ilişkisi, hatta gayrimüslimlerle ilişkiler… Mevlânâ gibi bir din âliminin cenazesine bir Ermeni ve bir Rum’un da iştirak ediyor olması, bililerinin de çıkıp defolun kafirler ne işiniz var sizin burada dememesi, bunların hepsi Konya’nın yüksek irfan seviyesine işaret ediyor. Yani “şeref-ül mekân, bi-şeref’il~mekin” o mekânın kalitesi oradaki, insanların kalitesi ile doğru orantılıdır. Bu manada bugün Osmanlı şehir modeli nerede, günümüz şehir modelleri nerede?

Hz. Mevlânâ aslında çağını aşan birisi. Konya’da her sene düzenlenen semâ törenleri var. Bu törenlerin Avrupa’da, Türkiye’ye kıyasla daha çok ilgi gördüğünü ve Allah’ı hatırlamak, bilmek konusunda onların daha çabuk cevap verdiğini görüyoruz. Bunun Mevlânâ felsefesindeki yeri için neler söylemek istersiniz?

Bu çok doğal bir süreç. Bir Rumeli tabiri vardın “Neka ekmek o ka köfte” derler. Senin ekmeğin ne kadar ise içine o kadar köfte koyarlar. Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Konya insanının kapasitesi neyse, Mevlânâ o ekmeğin içini o kadar köfteyle doldurmuştur. Ama çok özür diliyorum, özellikle son yüzyılın Müslümanları şehirleşmek, medenîleşmekten ziyade daha köylü-kasabalı kaldıklarından, düşünce tarzı itibariyle kasabalı din adamı modeli sebebiyle, Mevlânâ gibi üst perdeden konuşan adamını anlamama gibi bir problemle karşılaşmışlardır. Dolayısıyla Mevlânâyı anlamak-anlamamak aslında bir turnusol kâğıdıdır. İbn Arabi’yi anlayan toplumlar ve anlamayan toplumlar olarak İslâm tarihini ikiye ayırıyorum. Bir yerde İbn Adrabî, bir yerde Mevlânâ baş tacı edilmişse orada İslâm Medeniyeti yeşeriyor. Bir yerde bu iki kişi dışlanmışsa orada el-Kaide ve Işid benzeri yapılar ortaya çıkıyor. Bugün Afganistan modelinde arkadaşlarımızın ders müfredatlarının hiçbirinde Mevlânâ yer almaz, İbn Arabi yer almaz. Afrika’da petrol dolarlarla kurulan şeriat fakültelerinin herhangi birinin ders programında ne Mevlânâ ne de İbn Arabi yer alır. Peki ürün nedir, çıkan netice nedir? O üniversite ve medreselerden çıkan öğrenci tipi, Şebab, El-Kaide, Işid gibi hareketleri oluşturmuşlardır. Çok doğaldır bu süreç. Batılıların sosyoekonomik seviyeleri, Ortaçağlarda bizden geriydi. Ancak tersyüz oldu. Onlar belirli üst seviyelere geldiler. Bu manada, kendi dini kaynaklarında da tam karşılığını bulamadıklarını Mcvlânâ’da buluyorlar, Mevlânâ’nın tercümelerinde buluyorlar. Evrenselliği yakalamak çok önemli bir noktadır, öyle sözler söyleyeceksiniz ki bir Arjantinli de, bir Çinli de, bir Avustralyalı da, yani bir Müslüman da ve bir gayrimüslimde de karşılığını bulacaksa size evrensel düşünür denir. Meselâ Platon. Bütün dünya Platon’u okur, Japon’u da Çinlisi de okur.

Neden? Çünkü ele aldığı konular evrenseldir. Ama çok özür diliyorum, sizin bir hukukçunuzun istinca ve istibrâ ahkamına dair yaptığı açıklamalar, taşlar şu ölçüde olacak vs… Bunu hangi dile tercüme ederseniz ediniz, bu bir şeyi yakalayamaz. Ben dünyada hiçbir muhtedî tanımıyorum ki “İslâm’ı inceledim İslâm’ın bu tuvalet ahkamında istinca ve istibrâda taş kullanılması ne kadar mükemmel bir görüşmüş”, deyip Müslüman olmuş olsun. Ama “Mevlânâ/Rûmî diye biri var, onun bir şiiri var ve onu okudum, çarptı beni” veya “İbn Arabi’nin şu kitabını okudum, çarptı beni” diyen insanlar var. Diriliş Ertuğrul dizisinin ilk bölümlerinde, bir senaryo icabı İbn Arabi isimli bir karakter vardı biliyorsunuz. Bu İbn Arabi, gerçek İbn Arabi değil, kurgu malum. Bakınız, suyunun suyunun tesiri bile büyüktür. Dizinin yapımcısı, Şile taraflarındaki film platosunda beni gezdiriyordu. Dedim ki kendisine, “Gazetede okudum Finlandiyalı bir hanım Youtube’dan alt yazılı olarak bu diziyi izlemiş”. Dizideki İbn Arabî figüründen etkilenmiş ve onu araştırmaya başlamış, hayatını okumuş. Bakmış bazı kitapları var, İngilizce, Almanca neyse. Kitapları sipariş etmiş ve okumuş. Bir gece rüyasına İbn Arabi giriyor ve Müslüman oluyor. Kadının resmi vardı haberde. Gazeteye verdiği röportaj vardı. Sizin haberiniz oldu mu, duydunuz mu diye sordum arkadaşa. “Hocam”, dedi, “Bu sizin duyduğunuz bir tanesi, bize ulaşan şu an on iki kişi var”, dedi. Bakınız birinde tesir var, birinde tesir yok. Hepsine saygı duyuyorum ama ben bir kişi tanımıyorum ki “Büyük İslâm âlimi diye bilinen İbn Teymiyye’nin İngilizce’ye tercüme edilmiş kitaplarını aldım okudum, muhteşemdi, çarpıldım ve Müslüman oldum” demiş olsun.

Ama İspanyol, Portekizli, İtalyan, Rus vs. yetmiş iki milletten insan gördüm, “Ben Mevlânâ’yı tanıdıktan sonra Müslüman oldum” diyen. “Müslüman olmadım henüz ama Mevlânâ’yı çok seviyorum”, diyenleri de var. “Mum dibine ışık vermez” diye bir söz var. Mevlânâ bir zamanlar bizi aydınlatıyordu. Şimdi bizim alış kanallarımız kirlendiği ve tıkandığı için bizi değil diğerlerini aydınlatıyorlar, problem bizdedir, algımızdadır. Bazısı diyor ki Mevlânâ hep batılılara çalışıyor, bize niye çalışmıyor? Mevlânâ için Doğu-Batı, Kuzey-Güney fark etmez, senin bir kulak doktoruna gidip kulaklarını temizletmen lazım”Bişnev” sesini duyabilesin.

Hz. Mevlânâ’nın vuslatının 750 yılı vesilesiyle bu sene Mevlânâ Yılı ilân edildi. Hz, Mevlânâ yılını değerlendirmek için ne önerirdiniz Hocam?

Ben, Mahmut Erol Kılıç olarak, Mevlânâ’nın Moğollara yaklaşımı gibi bir yaklaşım sahibiyimdir. Bu ihtifallerle bir şey olmayacağını bilen biriyim ama bunlar hiçbir şey yapmamaktan evlâdır. Mevlânâ kendi hayatında bile iki veya üç kere semâ etmiş birisidir. Mevlevilik sadece semâ töreni değildir, Mevlevîliğin bir felsefesi, bir düşüncesi vardır. Mesnevi dersleri, Mesnevi şerhi vardır. Mûsiki vardır. Birçok konusu vardır Mevlevîliğin. Çile vardır, çilenin felsefesi vardır. Matbah eğitimi vardır, matbahtan geçiş vardır. Mevlevîlik ve Mevlânâ deyince anlatılacak çok şey vardır. Mevlânâ’nın düşünceleri üzerine uzun uzun şerhler yapmak lazımdır. Bugün kuantum fizikçileri, sicim teorisyenleri, Mevlânâ’nın “Evrende her nesne birbirine görünmez bir sicimle bağlıdır”, beytinin üzerinde çalışmalar yaparak bu görüşe vardıklarını söylüyorlar. Biz de Mevlânâ’nın görüşlerinden yola çıkarak bazı bilimsel gelişmeler gerçekleştirmemiz lazım. Ondan ziyade, biz Türkler olarak sema törenlerini çok öne çıkarmışız. Karşı değilim. Ancak çeşitlendirmek iyi olur derim. Meselâ İran’da bir müddet yaşamıştım. Orada duvar yazıları, grafiti ile bile Mevlânâ’dan sözler yazılır. İlkokul, anaokulu, ortaokul ve lise düzeyindeki ders kitaplarına Mevlânâ eklenir, kompozisyon yarışmaları yaptırılır, ondan seçilmiş beyitler verilir çocuklara, beyitler üzerine yorum yapmaları istenebilir. Mevlânâ felsefesini daha da içselleştirmeliyiz ki toplumsal barışı sağlayalım. Bugün Mevlânâ Türkiye’de, üç beş kişinin evinde bir biblodan ibarettir. Mevlânâ’nın felsefesi toplumumuza intikal etmiş değildir: Hala kırıcıyız! Hala birbirimizle kavga ediyoruz. Gûya en hoşgörülü olması gereken insanlar bile birbirinin kuyusunu kazıyor. Ama Mevlânâ’yı okusaydık, ne diyordu; “Ma-bera-yı vasl kerden amedim/Ne bera-yı fasl kerden amedim”: Birleştirmeye geldik, ayırmaya değil. Bu görüşleri eğitim programımıza almamız lazımdır. Yunus Emre’yi İlahiyat eğitim formatına dahil etmemiz lazımdır. Bugün, Hz. Mevlânâ mezarından kalksa gelse, Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığından içeri alınmaz! Bu, çok ama çok önemli bir noktadır. Birçok yerde söyledim, yazdım, tekrarlıyorum. Her sene 17 Aralık geldiğinde Mevlânâ’yı anlatan bir cuma hutbemiz bile yoktur.

Konya’da bile okunmuyordur.

Hiçbir yerde yoktur. Olmaz! O zaman Mevlânâ’yı turistik bir metaa olarak kullanmaya devam ediyoruz demektir. Tekrar söylüyorum, ben ona da razıyım, hiç yoktan iyidir. Suyunun suyu bile bir şeyler getirir. Ama gönül isterdi ki en idealini, en güzelini yapalım. Mecelle kaidesidir: “Eğer bir şey in tamamını elde edemiyorsan onun parçasını reddetme”. Hz. Mevlânâ, “Şems’ten bana haber getirene şu kadar altın vereceğim” diye haber salıyor. Bunu duyan bazı suiistimalciler, “Biz Şems’i gördük”, diyorlar. “Nerede gördünüz?”, “Meram’da gidiyordu”, al sana bir altın. Sonra başka biri geliyor, “Ben Şems’i gördüm”, diyor, “Nerede gördün?”, “Karaman’a doğru gidiyordu”. Yalan söylüyorlar, Mevlânâ yine de altın veriyor. Perişan bir halde Mevlânâ, etrafındakiler de üzülüyorlar. Diyorlar ki; “Efendim yapmayın, kendinizi bu kadar perişan etmeyin, bunlar yalan söylüyorlar”. O da diyor ki, gülerek; “Benim bilmediğimi mi zannediyorsunuz, o sevgilinin yalan haberine altın veriyorum, eğer gerçeği söyleselerdi canımı verirdim”.

Hz. Mevlânâ’nm isminin Celâl olduğunu söylemiştiniz. Bununla ilgili de birkaç cümle lütfederseniz, en azından tarihe not düşmüş oluruz.

Estağfirullah! Tasavvufta, cemal ve celâl tecellisi diye iki tecelli farkı vardır. Buna dair şu güzel ve nükteli menkıbe anlatılır: Derler ki, bir devirde, zamanın kutbu dedikleri bir kumaş satıcısı bulunmakta. Teyze, köyde bunu işitir. “Ben kasabaya indiğimde o zaman kutbu olan zatı bir ziyaret edeyim”, der. Gider kapısını çalar, bakar ki bu mübarek bir zata benziyor. “Ben onu test edeyim”, der ve “Bana şu kumaşı indirir misin”, der. Kumaşçı, “Olur hanımefendi” der, indirir. Onu beğenmez, bir diğerini indirtir. Sonra “Onu da beğenmedim” der diğerini indirtir. Bir saat boyunca dükkânda en üst en zor yerlerdeki kumaşları dahi indirtir, ‘‘Hiçbirini beğenmedim, almıyorum”, der. Dükkân sahibi der ki; “Siz bilirsiniz hanımefendi, nasıl arzu ederseniz”. Kadın der ki, “Gerçekten bu zat zamanın kutbu olmalı, o kadar eziyet ettim kızmadı bile”. Geri döner ve köyde herkese anlatır. Onu dinleyen arkadaşlarından bazısı da yaklaşık iki ay sonra aynı dükkâna gider. Biri, “Ben de onu deneyeyim”, der. “Bana bu kumaşı indirir misin?” der, indirir, “Beğenmedim ben bunu”, der, “Şunu indir”. “Olur hanımefendi” der İkinciyi indirtir. “Bunu da beğenmedim şu üçüncüyü indir”. “Son hakkın hanım!”, der kumaşçı. Üçüncüyü de indirir. “Bunu da beğenmedim der” kadın. “Şunu da indir”, deyince; “Hanım hanım! O zat gitti, onun yerine ben geldim, o cemal kutbu idi, ben celâl kutbuyum. Hakkın üçtür. Alıyorsan al, almıyorsan çık dışarı!” der.

Bazen bir zatın kendi hayatında da dönemleri vardın Bazen cemalli bazen ise celallidir. Hz. Mevlânâ’mn sözlerinden ve şiirlerinden birileri öyle bir Mevlânâ tipi inşa ediyorlar ki şaşırmamak elde değil. Gel ne olursan ol yine gel, gel ama öyle gel, geldiğin gibi de kal şeklinde, böyle laylaylom, new age tarzı, papatya çocuklarının Mevlânâ’sı var. Demek istediğim şudur bugün New York’ta bir Mevlânâ var. Tahran’da bir Mevlânâ var. İstanbul’da bir Mevlânâ var. Konya’da başka bir Mevlânâ var. Arap dünyasında ise Mevlânâ maalesef hiç yok! Yani herkesin bir Mevlânâ’sı var. Dolayısıyla, Mevlânâ’yı doğru anlamamız gerekiyor. Mevlânâ’nm öyle sözleri, öyle beyitleri de vardır ki celallenir. Orada buna hiddetlenme, gadaplanma, kızma denmez. Celallenme ile kızma farklıdır. Birinin kaynağı psikolojiktir, diğerinin kaynağı ise farklıdır. Meselâ, Hz. Ali Efendimizin savaşta kafiri yere çaldığında, kılıcı kaldırıp tam kellesini uçuracakken, kafirin onun mübareğin yüzüne tükürmesi neticesinde Hz. Ali’nin kılıcını indirmesi ve adamın “Ne oldu, niye beni öldürmedin” diye sorması üzerine, Hz, Ali’nin “Ben az evvel seni aslına rücu ettirecektim, bunu Allah için yapacaktım. Çünkü ben sana düşman falan değilim. Sen bizim dinimize Allah’ın dinine karşı geldiğin ve engel olduğun için bunu yapacaktım ama sen benim yüzüme tükürdün ve bana hakaret ettin, nefsim köpürdü, devreye nefs girdi. Daha evvel niyetim başkaydı. O zaman o hiddetle kılıcımı sana indirecek olursam, Allah için değil nefsim için indirmiş olacağım”, Yerdeki kafir “Bu ne büyük bir anlayış, bu nasıl bir kavrayış” deyip Müslüman olur, rivayete göre. O açıdan celallenme; hiddetlenme, sinirlenme, gadaplanma demek değildir. Mevlânâ’nın adı Celâleddin’dir, Mevlânâ ile uğraşanların başlarına pek hayırlı şeyler gelmemiştir. Evliyaullah’m bazısı böyledir. Meselâ Anadolu’muzda “Yol Veren Dede” vardır “Yol Vermez Dede” vardır. Bir tanesinin üstünden yol geçirebilirsin, sana izin verir. Kabrinin üzerinden yol geçireceğim dersin, izin verir, “Buyur geç”, der. Böyle pek çok ismi meçhul kabirler üzerinden yollar geçmiştir. Bazısı ise; “Hayır olmaz, gidin başka yer bulun, beni rahatsız etmeyin”, der. Greyderi kırar, devirir. Bazısının tecellisi böyledir. Bunların hepsi haktandır. Çünkü Hakk’ın esması muhteliftir. Cemal de, Celâl de Allah’tandır. Yani Allah’ın cemali ve celali vardır. Ama “ve rahmeti vesiat külle şey’in”, yani “Cemal’im celâlimi geçmiştir”, diyor. Baskın olanı Allah’ın cemalidir. Dolayısıyla celâlin içindeki cemal ile, cemalin içindeki celâl arasında fark vardır. Tasavvuf cemaldeki celâli daha çok sever.

Çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

(Röportaj) MUSTAFA S. KÜÇÜKAŞCI (Allah Rahmet Eylesin)

DARÜLMÜLK DERGİSİ 2023/2

 


(1) Benzer bir sergi de Anadolu Arifleri ve Âlimleri adıyla 7-18 Aralık 2022 tarihleri arasında Konya’da gerçekleştirildi. İki sergide yer alan eserler arasında muhteşem benzerlik dikkat çekiciydi. Bu serginin de katalogu yayınlandı. Bu vesile ile başta Bekir Şahin bey olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim.

(2) Bir nebze Samiha Ayverdi’nin Edebî ve Mânevi Dünyası içinde Fatih isimli eseri ile İsmail Ertünsal hocanın Fatih’in Entelektüel Portresi çalışmalarına bakılabilir.

(3) Osmanlı’da İbn Arabi Tesiri konusunda çalışmasını istediği bir öğrencisinin benimle görüşmeye geldiğindeki nakline göre.

(4) Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti ve İbn ‘Arabîcilik, Osmanlı Araştırmaları / The Journal of Ottoman Studtes, LJX (2022), 1-29.