KONYA MEVLÂNÂ MÜZESİ’NİN KURULUŞU
BELGELERLE KONYA MEVLÂNÂ MÜZESİ’NİN KURULUŞU *
Hüseyin KARADUMAN
Konya da bir müzenin varlığından ilk söz eden Fransız araştırmacı Clement Huart olmuştur. 1891 yılında Anadolu’ya yaptığı bir seyahatte Konya’ya da uğramış, harap, terkedilmiş ve yarı yarıya toprağa gömülmüş bir bedestende bulunan müzeden Konya Belediye Müzesi olarak söz etmiş ve burada gördüğü Selçuklu, Yunan ve Roma dönemine ait bazı taş eserlere dikkat çekmiştir[1]. Konuya ilişkin ifadelerden, bugün Konya İnce Minareli Medresesindeki Taş ve Ahşap Eserler Müzesi’nde yer alan Selçuklu taş eserlerinin bir kısmının burada bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Mevlânâ Tekkesi’ni de ziyaret eden yazar, her yerin titizlikle döşendiğini ve çok temiz olduğunu, avlunun çepeçevre camlı hücreler, Türk tarzı döşenmiş salonlar, sofalar ve çiçek saksılarıyla sarılı bulunduğunu tespit etmiştir[2].
Konya da 1891 yılında bugünkü anlamda bir müzenin bulunmadığı, ancak eski eserlerin toplanmaya başlandığı anlaşılmaktadır. O dönemde Konya Valisi Hacı Haşan Hilmi Paşa olmalıdır[3]. Osmanlı’da ilk müze, 1846 yılında Tophane-i Âmire Müşîri Fethi Ahmet Paşanın öncülüğünde Harbiye Ambarı olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi’nde kurulmuştur. Kuruluşun ardından valiliklere gönderilen genelgelerle eser toplanmaya çalışılmıştır. Bu genelgenin gereğini yerine getiren valilerin arasında Konya Valisi Abdurrahman Paşanın isminin ön safta yer aldığı belirtilir[4]. Bu çerçevede toplanan ve İstanbul’a gönderilemeyen eserlerin bedestende biriktirildiği düşünülmelidir[5]. Ancak Konya valilerinin isimlerini veren yayınlarda 1846 yılından sonraki tarihlerde Abdurrahman Paşa ismine rastlanmaz’.
Konya’da ilk müze binası, Hicrî 1317 tarihli salnameden öğrendiğimize göre, Mekteb-i idadi’nin bahçesine Müze-i Hümayun Şubesi olarak yapılmıştır5. 1923 yılında yayınlanan bir rehberde, müze binasının Ferit Paşanın valiliği zamanında Maarif Müdürü Azmi Beyin çabasıyla yapıldığı ve vilâyetin muhtelif yerlerinden eski eserler getirilerek burada toplandığı belirtilmiştir[6]. Bu müzenin kitabesi, bugün Konya Mevlânâ Müzesi’nin bahçesinde teşhir edilmektedir. 984 envanter numaralı kitabede kûfî yazı ile yazılmış “Müze-i Hümâyûn Şu’besi Seferü’l-hayr” yazısı ve 1317 tarihi mevcuttur’[10]. Bina dikdörtgen bir yapı olup, oldukça geniş olmakla birlikte yetersizdir”[11]. Rehberde yer alan ve binayı içten ve dıştan gösteren iki fotoğraf, müzenin bir depo niteliğinde olduğuna işaret eder. Hicrî 1332 tarihli salnamede müzenin eser cetveline yer verilmiştir[12]. Burada müzeye geliş tarihleri meçhul olarak belirtilen eserler, envanter kayıtlarına başlanmazdan önce müzeye intikal etmiş olmalıdırlar. Bunların bir kısmı, büyük bir olasılıkla 1891 yılında Clement Huart’ın gördüğü eserlerdir. Bu cetvelde ilk kaydın 8 Mayıs 1315 (20.5.1899) tarihli olduğu görülmektedir[13].
Müzenin kitabesinde yer alan “Seferü’l hayr” kelimesi kitabenin Hicrî takvime göre yazıldığını gösterir’[14]. Seferül’hayr 1317 tarihi, Milâdî 9.6- 8.7.1899 tarihine denk gelir ki, bu Rumî takvime göre tutulmuş cetvele de uygun düşer ve müzenin 1899 tarihinde Müze-i Hümayun Şubesi olarak kurulduğunu gösterir[15].
Osmanlı Arşivi’nde yer alan 4 RebîüTâhir 1317 (11.8.1899) tarihli bir genelge, kuruluşun ardından müzeye eser toplamak için faaliyete geçildiğinin bir kanıtıdır. Konya Valisi tarafından imzalanıp, bağlı birimlere gönderilen genelgede; merkezde mükemmel bir müze inşa edildiği ve bunun yalnız merkez vilâyete mahsus olmadığı belirtilerek; mahallî hükümetlerce bulunabilecek ve elde edilebilecek eserlerden nakil olunabilenlerin müzeye gönderilmesi, nakil olunamayanların iyi korunması için aşırı dikkat ve özenin gösterilmesi ve bu eserlerle ilgili yeterli bilgi ve açıklamanın derhal verilmesi, bundan başka kişi veya kişilere buldukları eserleri kendi rızalarıyla müzeye hediye etmeleri hâlinde memnuniyete sebep olmakla birlikte isimlerinin gerek gazetelerde, gerek müzede eserin üzerinde ilân edileceğinin tebliğ edilmesi, eski eserlere ilişkin nizamname hükümlerine uyulmasına, bu gibi eserlerin iyi korunmasına ve yurt dışına çıkarılmamasına veya yıkılmamasına ve tahrip edilmemesine özen gösterilmesi istenmiştir (Belge: 7)[16].
1538 yılında Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapıldığı anlaşılan ve Konya’da eski eserlerin toplandığı ilk bina olan bedesten Vali Ferit Paşa zamanında yıktırılmış ve yerine Hicrî 1319 (1901) tarihinde Mekteb-i Sanayi yaptırılmıştır[17]. Dolayısıyla, buradaki eserler, bedesten yıktırılmadan önce, yeni yapılan müze binasına taşınmış olmalıdır. Vilâyete bağlı birimlere gönderilen bir genelgeyle de halk da teşvik edilerek, müzeye eser toplanmasına çalışılmıştır.
Müzenin, 1916 yılında Konya Valisi Muammer Beyin gayretiyle faaliyet gösteren Konya Türk Ocağı’nın etnografik eserleri de eklenerek yeniden düzenlendiği ifade edilmiştir[18].
Cumhuriyet döneminde, müzelere daha fazla önem verilmiştir. 9.11.1338 (1922) tarihinde gönderilen “Müzeler ve Asar-ı Atika Hakkında Talimatname” adlı bir genelge ile eski eserlere ilişkin işlemlerin merkezde Hars Dairesi, illerde bu daireye bağlı olarak Maarif Müdürlüklerince yapılacağı, yerel müzelerin sorumluluğunun Maarif Müdürlüklerinde olduğu belirtilmiş ve millî, İslâmî ve güzel sanatlara ait eserlerin, ayrıca İslâm öncesi eserlerin toplanması, müzelere konması ve envanterlerinin yapılması istenmiştir[19]. Bu çerçevede, Konya’da 1923 yılında Vali ve Maarif Müdürünün gayretiyle asar-ı atika komisyonu kurularak müzenin ıslah edilmeye çalışıldığını görüyoruz[20]. Bu dönemde vali Kâzım Müfit Beydir[21]. 1924 yılında müze binasının kuzeyine ikinci bir oda daha ilâve edilmek suretiyle müze genişletilmiştir. İlâve edilen odanın kapısı üzerinde kûfî yazı ile yazılmış kitabede “Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi” yazısı ile 1317 ve 1 340 tarihleri vardır[22].
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, ilk hükümetin 9.5.1336 (1920) tarihli icra programında asar-ı tarihiyenin erbabına yazdırılması” ve asar-ı atika-i milliyenin tescil ve muhafaza edilmesi” hususlarına yer verilmesi[23], 15.7.1339 (1923) tarihinde Ankara’da toplanan Heyet-i İlmiye nin görüştüğü konular arasında Etnografya Müzesi, Millî Müze ve Asar-ı Atika Nizamnamesi gibi konuların yer alması24 ve 5.9.1339 (1923) tarihli hükümet programında da münasip mevkilerde millî müzeler kurulacağı ve millî eserlerin toplanarak bir araya getirilmesine çalışılacağının belirtilmesi[25], eski eserlerin korunmasına gerekli önemin verileceğinin ve bu konuda büyük bir atılım yapılacağının göstergesi olmuştur.
Osmanlı döneminde yavaş yavaş gelişen müzeciliğimiz, Cumhuriyetin ilânından sonra hız kazanmaya başlamıştır. Bir Halk Müzesi’nin kurulmasına hazırlık olmak üzere 2.7.1924 tarihinde İstanbul’da Celâl Esat (Arseven), daha sonra 21.5.1925 tarihinde Halil Ethem başkanlığında bir komisyon kurulmuş ve eser toplanmasına başlanmıştır. Komisyon, ancak 1250 eser toplayabilmiştir. 25.9.1341 (1925) tarihinde ise, Ankara’da Etnografya Müzesi’nin temelleri atılır[26]. Cumhuriyetin ilk müze binası, neo-klasik üslupta Türk mimarisinin esintilerini taşıyan bir tarzda inşa edilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, 3.3.1340(1924) tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu[27] ile eğitimde birliğin sağlanmasına çalışılır. Halk kitlelerini çevresine toplayan tekke ve zaviyeler sorun olmaya başlamıştır. Doğuda vuku bulan irtica olayı üzerine Şark istiklâl Mahkemesi, görev alanı içinde bulunan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verir. Ankara istiklâl Mahkemesi de bunların kapatılması hususunda hükümetin dikkatini çeker. Konu bir plân dahilinde çözülmeye çalışılır.
İcra Vekilleri Heyeti, 2.9.1341 (1925) tarih ve 2413 sayılı bir kararname ile tekke, zaviye ve türbeleri kapatarak, vaktiyle cami ve mescit olarak inşa edilenlerin cami ve mescit olarak kullanılmasına, kapatılan binalardan okul için elverişli olanların, okul yapılmasına, okul için elverişli olmayan binaların Evkaf Umum Müdürlüğünce nakit ile değiştirilerek, elde edilecek para ile köylerden başlayarak gerekli yerlere okul inşa edilmesine, türbelerden kıymeti haiz olanların muhafaza ve idaresinin Maarif Vekâletine verilmesine28, 16.9.1341 (1925) tarih ve 2509 sayılı kararnameyle de, bütçe durumu daha sonra hâlledilmek üzere, tekke ve türbelerde bulunan, sanat ve tarih açısından kıymetli olan taşınabilir eşyanın müze müdürlüklerince tetkik edilip deftere geçirilerek, müzelere nakledilmesine karar verilir[29]. Müzelere nakledilecek eşyanın tespiti için mahallî komisyonlar kurulur. Daha sonra TBMM’nde kabul edilen 30.11.1341 (1925) tarih ve 677 sayılı kanun ile tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına ilişkin İcra Vekilleri Heyeti’nin kararları desteklenir30.
Tekke, zaviye ve türbelerdeki eşyanın ayrımı ve tasnifi hususunda mahallî komisyonların bazı tereddütlere düşmesi üzerine gönderilen 8.12.1341 (1925) tarihli genelgede; sanat ve tarih açısından kıymetli olan eşya ile birlikte etnografyaya ilişkin eşyanın müzelere konmak üzere ayrılması, bu çerçevede ney, kudüm, saz, tel gibi müzik aletleri ile şiş, teber, keşkül, asa, kürsü, rahle, şamdan, kandil, Bektaşî nefeslerinden birkaç beyti veya resimleri ihtiva eden levhalar, topuz, kılıç, kalkan gibi eşyanın Etnografya Müzesi için, Acemkârî ve Anadolu işi nebatî boyalı eski kilim ve halılar ile bunların parçalarının Asâr-ı İslâmiyye ve Sanâyi’-i Nefîse Müzesi için önemli olduğu ve Darülfünun’un teklifi üzerine yakında kurulacak olan İnkılâp Müzesi’nde Bektaşî, Kadiri, Nakşibendî ve Mevlevî v.s. tarikatlara ait birer tekke numunesi oluşturulacağı bildirilerek, eşyanın iyi bir şekilde muhafazası ve iki adet fotoğraflarının Vekâlete gönderilmesi, ayrıca muhafazası gereken diğer müzelik eşyanın mektep müzeleri hariç tutularak müzesi bulunan illerde müzelerde, olmayan yerlerde Maarif idaresinin uygun bulacağı yerde korunmasının sağlanması istenmiştir. Kitaplar İstanbul’da Süleymaniye, Bursa’da müze, Kastamonu’da Darülkurrâ, Konya’da Yusuf Ağa kütüphanelerinde, diğerleri mahallî kütüphanelerde toplanacak, müteferrik eserler de Ankara’daki Kütüphane-i Umumî’ye gönderilecektir[31].
Bunu takip eden günlerde Maarif Vekâletince gönderilen 25.3.1926 tarihli genelgede; tekke ve türbelerde bulunan müzelik eşyanın, ayrımı yapıldıktan sonra, müzesi bulunan yerlerde müzede, müzesi bulunmayan yerlerde Maarif idarelerince korunması, listeleri ile civar vilâyet müzesine ve Ankara’ya nakli için ne kadar masrafa ihtiyaç olduğunun bildirilmesi istenmiş ve bu işlerin bitimine müteakip tekke ve türbe binalarının (Konya Mevlânâ Tekke ve Türbesi hariç olmak üzere) Evkaf Umum Müdürlüğüne bırakılacağı beyan edilmiştir[32].
Nihayet Mevlânâ Tekke ve Türbesi, İcra Vekilleri Heyeti’nin 6.4.1926 tarih ve 3426 sayılı kararıyla müzeye çevrilir. Bu kararın ardından yapılan çalışmalar sonucunda müze, 2.3.1927 tarihinde ziyarete açılır[33]. Müzenin kitabesi, yine kûfî harflerle yazılır. Bugün müzenin giriş kapısı üzerinde yer alan kitabede “Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi” yazısı ile 1345 ve 1926 tarihi ve sol alt köşede müzenin ilk müdürü Mehmet Yusuf’un imzası bulunmaktadır (Bk. Resim)[34]. Bu makalede Konya Mevlânâ Tekke ve Türbesi’nin müzeye dönüştürülmesini Cumhuriyet Arşivi’nde tespit ettiğim belgelerle anlatmaya çalışacağım.
Belgelerin İçeriği
Konuya ilişkin belgeler, Cumhuriyet Arşivi’nin 030.18.1.1.18.24.4 envanter numarasına kayıtlı 6 adet yazılı belge ile bir adet krokiden oluşmaktadır.
Tarih sırasına göre ilk belge, İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürü Halil Ethem Beyin, Hars Müdürlüğüne yazdığı 23 Teşrin-i Sani (1)341 (23.11.1925) tarih ve 587/10627 numaralı yazının Maarif Vekâletince çıkarılan suretidir. Bu yazı, İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürlüğüne yazılan 9 Teşrin-i Sani 1341 (9.11.1925) tarih ve 2071 numaralı yazının cevabıdır. Halil Bey, bu yazıda; yakınlarda Maarif Vekâletine devredilen Konya’daki Mevlânâ Tekkesi’nin müze yapılmasının uygun olduğunu bildirerek, yapının tarih ve mimarî kıymeti itibariyle hakikaten korunmaya lâyık bulunduğu, içerisinde hiçbir sebep ve suretle onarım yapılmaması, müzenin tanzimi esnasında binanın da teşhiri esas alınarak hareket edilmesi, içindeki eşya gayet önemli ve kıymetli olduğundan yazımında ve tespitinde fevkalâde özen gösterilmesi, tarih ve sanat açısından kıymetli olan eşyanın ve hatta tereddüt edilenlerin bile elden çıkarılmayarak iyi korunması gerektiği görüşlerine yer vermiştir (Belge: 1). Bu yazışmanın yapıldığı dönemde Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tannöver’dir35.
İkinci belge, 24 Kanun-ı Evvel 1341 (24.12.1925) tarih ve 10260/2393 numaralı bir yazıdır. Maarif Vekili Mustafa Necati Bey[36] tarafından imzalanıp, Baş Vekâlete gönderilen bu yazıda; Konya’daki Mevlânâ Tekkesi’nin mimarî tarzı nedeniyle kıymeti ve etnografyayla ilgili eserleri dolayısıyla müze yapılmasına elverişli olduğu ve bu çerçevede İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürlüğünün düşüncelerinin de alındığı bildirilerek, yazının bir sureti ekte sunulmuş ve tekkenin müze yapılması için İcra Vekilleri Heyeti’nce bir karar alınması istenmiştir (Belge: 2)
Baş Vekâlet tarafından, bu yazının gereğinin hemen yapılmadığı veya geciktiği, daha sonra yapılan işlemlerden anlaşılmaktadır. Bunun üzerine bir vesile ile Ankara’da bulunan Halil Beyden detaylı bir rapor istenir ve Hars Müdürü Hamit Zübeyir Beyle birlikte Konya’ya görevlendirilir.
Üçüncü belge, konuya ilişkin olarak Halil Beyin yazdığı 27 Şubat 1926 tarihli iki sayfalık rapordur (Belge: 3/1-2). Raporun giriş bölümünde; Konya daki Mevlânâ Dergâhı’nın bir müze hâline getirilmesinin arzu edildiği ve bu çerçevede incelemede bulunmak üzere aldığı emir gereği Hars Müdürü Hamit Zübeyir Beyle birlikte Konya’ya gittiklerinden bahsederek, dergâhın ve müştemilâtının gerek mimarî tarzı ve gerek içinde asırlardan beri toplanıp saklanan kıymetli tarihî eserleri toplu bir hâlde bulundurması dolayısıyla zaten bir müze etkisi yaptığını, bundan dolayı ileride yapılacak ufak bir onarımla tamamen müze hâline gelebileceğini, bu suretle memleketimizin güzel ve kıymetli bir müzecik daha kazanacağını belirtir.
Halil Bey, rapora 1/250 ölçekli bir kroki eklemiştir (Belge: 3/3). Kroki çok acele hazırlanmış, detaya fazla dikkat edilmemiş ve hatta kuzey güney işareti ters yapılmıştır[37]. Krokide dergâhın sınırı kırmızı hatla gösterilmiştir. Dergâh geniş bir avlunun ortasında yer alır.
Avlunun dört kapısı vardır. Bu avluda üzeri kubbeli dedelere ait hücreler, mutfaklar, dört türbe, şadırvan, güney ve doğu bölümünde mezarlık bulunmaktadır. Avlunun kuzey kapısından küçük bir avluya geçilir, burada ahşap ve harap bir bina olan ve müzeye gerekli olmadığı belirtilen Şeyh veya Çelebi dairesi yer alır. Raporda bu bölümlerin son durumları hakkında da bilgiler vardır. Türbelerden biri ambar, biri kiler, bir diğeri kütüphane, Çelebi dairesi de ana mektebi olarak kullanılmaktadır[38].
Plânda asıl dergâh mavi çizgiyle gösterilmiştir. Dergâhın güney kısmının Selçuklular ve Karamanoğulları zamanından kalma olduğunun zannedildiğini ve üzerinin sekiz kubbe ile örtüldüğünü belirtir. Bu binanın kuzey kısmı iki büyük kubbe ile örtülü olup, bunlardan biri semahane, diğeri mescittir. Gerek türbenin ve gerek ikinci kısmın kapıları dışarıdan ise de içeriden birbirlerine geçilebilir.
Bu binanın müze hâline dönüşümü ile ilgili olarak şu önerileri getirir:
Türbe kapısından girilince ufak bir mekân vardır. Burası kapıcıların bekleme odası olarak kullanılmalıdır. Bu mekândan 1008 Hicrî tarihli gümüş bir kapıyla türbe kısmına girilir. Sağ tarafta dört ve nihayetinde bir kubbenin altında Mevlânâ Celâlettin’in, babasının, çocuk ve torunlarının mezarları bulunur. Burası bir parmaklık ile geçit mahallinden ayrılmıştır. Bu kısım bir az karanlık olduğundan burada pek çok eşya teşhir olunamaz, fakat ileride elektrik ile aydınlatılabilir[39]. Mezarların bazısı adî sıvalı, bazıları gayet güzel çinilerle kaplı ve diğerleri adî tahtadandır. Sultanü’l Ulema namını taşıyan Mevlânâ’nın babasının mezar sandukası ağaçtan yapılmış olup, fevkalâde nakışlar ile bezelidir. Mevlânâ ile oğlu Veled’in mezarları mermerdir. Tamamı altmış yedi adet olan mezarların üstlerinde örtüler ve pûşîdeler vardır. Bu kumaşların çoğu kadim çatmalardan ve yazılı dokumalardan olup, pek büyük kıymeti haizdirler. Bu örtüler kısmen adî şekilde olan mezarların üzerlerinde bırakılabilir ve bir kısmının da vitrinlere konulması lâzımdır. Bezemeli olan lâhitlerin örtüleri kaldırılarak sergilenmelidir.
Kubbelere asılan yüzlerce kandillerden bir takımı adî Avrupa işi olduğundan bunların ve kubbelerden birisine son senelerde tespit olunan büyük Avrupa işi billûr avizenin kaldırılması lâzımdır.
Mezarların aralarındaki zemine orada bulunan halılardan parçalar yayılabilir. Yine bu kısımda bulunan, “Nisan Tası” olarak adlandırılan ve eski tarihlerde Hindistan’dan gelmiş olan tunç kazan[40], geçit yerinin ortasına konulmalıdır. Mevlânâ mezarının önündeki gümüş merdiven ve parmaklık ile tunç şamdanlar mahallinde muhafaza olunmalı, diğer şamdanlar da uygun yerlere yerleştirilmelidir. Mezarlardan sahipleri bilinenlere birer levha konulmalıdır.
Semahane dışarıdan kâfi miktarda aydınlık aldığından gerek duvarlara, gerek ortaya vitrinler konularak çeşitli eşyalar teşhir edilebilir. Bugün kasada korunan kıymetli bir seccade, Mısır işi olan mineli kandiller ve bazı nadide eşya bu gruptandır. Buraya bitişik olup, aynı büyüklükte bulunan ve aydınlığı da yeterli olan mescit, parmaklıkla türbeden ayrıldığından ve zaten namaz için türbenin hemen batısında Selimiye Camii bulunduğundan, buraya plânda kütüphane olarak işaret edilen binadaki kitaplar nakledilmelidir. Bugün kütüphane olan bina pek dar bir türbe olup, ne kitapların konulmasına ve ne de okuma mahalline uygundur. Bununla beraber ortaya konulacak vitrinlerde süslü ve nadir kitaplar teşhir olunur. Nitekim Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki eski Fatih Camii de kütüphaneye çevrilerek düzenlemenin aynı şekilde olmasına karar verilmiştir.
Eşyanın teşhiri için gerekli dolapların şekli rapor ekinde sunulmuş ve bu dolapların Konya Müzesi’ne verilen tahsisattan kalan bakiye ile derhâl yaptırılmasının gerektiği belirtilmiştir[41].
Türbenin üstünde görülen ve kubbe-i hadrâ denilen kasnak ve külahın çinileri ileride tamir edilebilir.
Konya Lisesi bahçesinde bulunan müzede bir hayli Türk ve İslam eseri toplanmış olup, bunların dergâhın müzeye çevrilmesine karar verildiği takdirde derhâl tamamı naklolunmalıdır. Bunlardan bir kısmı ayrılarak dergâh binasının içinde, ağır taştan olanlar da dergâhın avlusunda uygun mahallerde teşhir olunurlar. Hatta bir kısmı da dede hücrelerinin önündeki camekânlı mahallere konulabilir. Eski müzedeki İslâmî olmayan eserlerin, yine mahallinde kalması gerekir.
Dergâhın dört kapısından üçü kapatılmalı, yalnız Selimiye Camii tarafındaki kapı açık bulundurulmalı, bu kapının iki tarafındaki odalarda da bekçiler ikamet etmelidir.
Halil Bey, raporun sonunda dergâhın beş aya yakın kapalı bulunması nedeniyle içerisinin tozlandığını, bazı duvarlarda sıvaların kabarmış, kumaş ve halıların güveler tarafından istilâ edilmiş olduğunu bildirerek, acilen bir karar alınması, ve arz edilen düzenlemeye başlanması gerektiği hususunda bir görüş belirtir.
Dördüncü belge, Maarif Vekili Mustafa Necati tarafından imzalanıp Baş Vekâlete gönderilen 7 Mart 1926 tarih, 42/350 numaralı bir yazıdır. Burada Konya’daki Mevlânâ Tekkesi’nin gerek mimarî tarz, ve gerek kıymetli eserleri bulundurması nedeniyle müzeye dönüştürülmesi hususunda incelemede bulunmak üzere İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Umum Müdürü Halil Bey ile Hars Müdürü Hamit Zübeyir Beyin Konya’ya gönderildiği bildirilerek, yapının tamamen bir müze olabileceğini belirten Halil Beyin raporu ile binaların krokisi ekte sunulmuş ve müzeye dönüşümü için İcra Vekilleri Heyeti’nce bir karar alınması istemiştir (Belge: 4).
Beşinci belge, İcra Vekilleri Heyeti’nin, Konya’daki Mevlânâ Tekkesi’nin müzeye dönüştürülmesinin uygun bulunarak kabul edildiğini belirten 6 Nisan 1926 tarih ve 3426 numaralı kararnamesidir (Belge: 5). Bu kararnamenin müsveddesinden Maarif Vekâletine bir yazı hazırlandığı ve kararnamenin bir örneğinin bu bakanlığa gönderildiği anlaşılıyor.
Altıncı belge, Maarif Müsteşarı tarafından Baş Vekâlet Özel Kalem Müdürü Necmettin Beye yazılan tarihsiz bir yazıdır. Bu yazıyla Konya Müzesi’nin faaliyete geçeceği ve bu çerçevede Halil Beyin raporuna ihtiyaç hâsıl olduğu bildirilerek, raporun bir suretinin alınması için müsaade istenmiştir (Belge: 6). Bu izin alınmış ve rapor doğrultusunda Mevlânâ Tekkesi’nin müzeye dönüştürülmesi konusunda hazırlıklara başlanmıştır.
Değerlendirilme ve Sonuç
Tekke, zaviye ve türbelerin 2.9.1925 tarihinde kapatılması, buradaki Türk-İslâm eserlerini koruma ve gelecek kuşaklara aktarma çabalarını beraberinde getirmiştir. Heyet-i İlmiye’nin 15.7.1923 tarihinde gündeme getirdiği Etnografya Müzesi’nin, bu kapatma kararının ardından soruna çare, yani buradaki eserleri de koruma ve topluma sunmada gerekli bir kurum olarak gündeme taşındığını ve Ankara’da 25.9.1925 tarihinde temelinin atıldığını görüyoruz. Ancak yalnızca bu müze, tüm bu eserleri koruyacak ve teşhirini yapabilecek yeterlilikte değildir. Ayrıca tekke ve türbelerin kapatılması, eşyaların buralardan başka yerlere taşınması, eşyanın ait olduğu kültürel mekânından uzaklaşması ve bütünlüğünün bozulması anlamına da gelmektedir. Bu çerçevede, bu tekkelerden yalnızca biri, Türk kültüründe her açıdan özgün bir yer tutan ve hoşgörünün sembolü olan Mevlânâ’nın tekkesi ve türbesi, müze hâline getirilerek, hem eserlerin korunması, hem de bütünlüğünün bozulmaması sağlanmıştır.
Konya Mevlânâ Tekkesi’nin müzeye çevrilmesi kararının ardından 11.9.1926 tarihinde Maarif Müfettişlerinden Hamit Zübeyir Bey, Maarif, Evkaf ve Polis Müdürlüklerinin görevlendirdiği temsilciler ile Müze Müdürü ve muhafaza memurunun huzurunda dergâhın kapıları açılarak sayıma başlanmıştır. Havasızlıktan ve vaktiyle özen gösterilmemesinden ötürü bozulmaya yüz tutmuş eşya temizlenerek tamir olunmuş, uygun yerlere yerleştirilmiş, nitelikleri ile birlikte deftere kayıt edilerek teşhire konmuş ve müze, 2.3.1927 tarihinde ziyarete açılmıştır–. Dolayısıyla bu kadar kısa bir zaman diliminde esaslı bir onarım yapılması olası değildir. Yalnızca vitrinler ve çok küçük onarımlar yapılmıştır. Esas tamirat Evkaf Umum Müdürlüğünce 1929 yılında yapılmak istenmiş ve 7575 lira 98 kuruşluk keşif hazırlanmıştır. Ancak uygun müteahhit bulunamadığından, mahallinde teşkil edilecek komisyon ve mühendisin nezaretinde emanet usulü yapılması doğrultusunda İcra Vekilleri Heyeti, 12.9.1929 tarihinde 8319 sayılı bir karar almıştır[43].
Halil Beyin dergâhın müze hâline getirilmesinde dikkat ettiği noktalardan biri, dergâhın mimarî yapısının bozulmaması, diğeri de dergâhta bulunan eşyanın tamamının korunma altına alınmasıdır. Teşhirde Türk ve İslâm olmayan eserlerin yer almasını istememektedir. Değerli eserlerin vitrinlerde sergilenmesini isterken, diğerlerini boş olan yerlerde, özellikle örtüleri ve halıları tezyinatsız sandukaların üzerinde ve ara boşluklarda değerlendirmeyi düşünmüştür. Elektriğin henüz yaygınlaşmadığı bu dönemde, teşhir mekânın yeterli aydınlığa sahip olup olmadığına dikkat etmiştir.
Dergâh, müze hâline getirilirken, Halil Beyin raporundan büyük ölçüde yararlanılmıştır. Dergâhın dört kapısından üçü kapatılıp batı yönündeki kapı açık tutulmuştur[44]. Halil Beyin bahsettiği Nisan Tası ve mineli kandiller teşhire konmuştur[45]. Halil Bey, eski müzedeki İslâmî olmayan eserlerin buraya taşınmayarak, yerinde bırakılmasını istemişti. Bu öneri dikkate alınmamış, bu eserler de Mevlânâ Müzesi’ne taşınmış, hatta müze teşhirinde az da olsa yer verilmiş ve müze rehberine de alınmıştır[46]. Zaten müzenin ismi bu dönemde Konya Asar-ı Atika Müzesi’dir. Bu isim, tüm eserleri kapsamaktadır; ancak arkeolojik eserler 1953 yılında İplikçi Camii’ne taşınınca, müze 1954 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile Mevlânâ Müzesi adını almıştır[47].
Cumhuriyetin ilk yıllarında, kültürel yapılanmada öncelikle Türk eserlerinin korunmasına yönelik bir politika benimsenmiştir. Bu politikanın bir gereği olarak, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasından sonra, buradaki eserlerin müzelere alınması ve gelecek kuşaklara tanıtılması gündeme gelmiştir. Bu ise, yoğun bir çalışmayı ve bütçe imkânlarını gerekli kılmaktadır. Kapatılan tekke, zaviye ve türbelerin tamamının müze müdürlüklerince yeterince incelenmesi ve bunun malî giderinin karşılanması olası görülmemekle beraber, bu işe başlanması büyük bir düşüncenin ve cesaretin göstergesidir. Günün koşulları çerçevesinde, yapılabildiği ölçüde bu işlem tamamlanmaya çalışılmış ve 9362 adet eser müzelere alınmıştır[48]. Kitaplar da, kütüphanelerde toplanmıştır.
Tekke, zaviye ve türbelerde bulunan tarih ve sanat açısından önemli eserlerin ne kadarı toplanabilmiştir veya komisyonlarda yer alan kişiler ne kadar bu işin uzmanıdır? Bu soruya olumlu cevap vermek, her ne kadar mümkün değilse de, Konya Mevlânâ Tekkesi’nin bozulmadan tamamının müze hâline getirilmesi, Türk müzeciliği açısından bilinçli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Bütünlüğün bozulmamasında Halil Beyin yönlendirmesi önemli bir etken olmuştur. Aynı yıllarda kapatılan Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi için bu formül çok geç düşünülmüş ve kapatılmasının ardından belirlenen 979 adet müzelik eşya tarihî kazanla birlikte Ankara Etnografya Müzesi’ne, kitaplar da Ankara’da bulunan Kütüphane-i Umumî’ye nakledilmiştir[49]. Tekke binası, çok sonraları müzeye dönüştürülmüş ve Ankara Etnografya Müzesi’ne nakledilen eserleri iade edilerek, 1964 yılında ziyarete açılmıştır. Ancak eserlerin bütünlüğü artık bozulmuştur. Evkaf Umum Müdürlüğüne teslim edilen 461 adet eşya geri verilememiştir. Bunların büyük bir kısmı satılmış, diğerleri de dağıtılmıştır[50].
8.12.1341 (1925) tarih 8816/2290 sayılı genelgede Darülfünun’un teklifi üzerine yakında kurulacak olan İnkılâp Müzesi’nde Bektaşî, Kadiri, Nakşibendî ve Mevlevî v.s. tarikatlara ait birer tekke numunesi olacağından bahsedilmektedir. 1929 yılında bir komisyon oluşturularak, İnkılâp Müzesi’ni kurma çalışmalarına başlanılır[51]. Komisyonda Halil Ethem Bey de vardır. Ankara Etnografya ve daha sonra kurulan İstanbul İnkılâp Müzesi’nde tarikat eşyası önemli bir yer tutar[52]. Tekke eşyası diğer bazı müzelerimizde de azda olsa sergilenmektedir. Fakat Mevlânâ ve Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi’nin dışında da şimdiye kadar hiçbir tekkenin eşyası ait olduğu kültürel mekânda bir bütünlük içinde topluma sunulamamıştır.
Yusuf Akyurt, dergâhların kapatılmasının ardından Baş Vekil İsmet İnönü ile o vakit Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Beyin Mevlânâ Dergâhı’nın asar-ı atika müzesine dönüştürülmesini tasavvur buyurmuş olduklarını belirtir[53]. H. Zübeyir Koşay da Mevlânâ Dergâhı’nın müze olarak muhafazasını Atatürk’ün emrettiğini bildirir[54]. M. Önder ise, Atatürk’ün 21.2.1931 tarihinde Konya Mevlânâ Müzesi’ni ziyareti sırasında, “İsmet Paşaya Mevlânâ Dergâhı ve Türbesini kendi eşyası ile müze hâline getiriniz demiştim.” dediğini ifade eder[55]. Mevlânâ Tekkesi’nin müzeye çevrilmesini, genç Cumhuriyetin yapılanmasında amacın iyi belirlenmesine ve kültürel yapı kurulurken temel taşlarının doğru bir şekilde yerleştirilmesine bağlamak gerekir. Tabiî ki, bu yapıyı belirlemede en büyük etken, ulu önder Atatürk’tür.