Mevlânâ’nın Aşkının Kur’ânî Arka Planı Üzerine

A+
A-

Mevlânâ’nın Aşkının Kur’ânî Arka Planı Üzerine

Doç. Dr. Fatma Asiye ŞENAT

Bazı nesnelerin, kavramların, duygu­ların tanımlanması fazla çaba gerek­tirmez. Ekmeği, köleliği, öfkeyi tarif etmek gibi. Oysa bazı nesne, kavram ve duyguları tanımlamak ya çok zordur ya da bazen imkânsız. Herhangi bir şeyin tanımlanma zorluğunu tarif sayısının çokluğu ile ölçmek mümkündür, bu tariflerin üzerinde muta­bakat sağladığı hususlar azaldıkça zorluk daha da artıyor demektir. Hayatın en önemli dinamiklerinden biri olan aşk da birbiriyle uyumsuz onlarca, yüzlerce tarif ile tarif edilememiş kavramlardandır. Kimi için pişmanlığı, kimi için coşkuyu, kimi için mutluluğu, kimi için ölümüne acı çekmeyi, kimi için nefreti, kimi için de bütün bunlardan farklı oranlarda bir bileşimi ifade eden aşk, herkesin kendi yaşadığı/yaşamadığı tecrübe üzerinden anlatma gayreti içine girdiği bir kavramdır. Bu nedenle üzerinde ittifak edilen nihai karar şu olmuştur: “Aşk yaşanır, anlatılmaz.”

Odağına bir insanı aldığında bile bu kadar zor ifa­deye dökülen aşkın yöneldiği varlık Allah olduğunda tanımlamanın zorluğunu tanımlamak bile bir hayli zordur. Sınırlı olanın aşkın olana karşı beslediği de­rin his ancak birtakım tezahürleriyle anlaşılabilir. Bu­nunla birlikte bir insana âşık olan nasıl “Aşk yaşanır, anlatılmaz” demesine rağmen derununda olanı an­latmak için kırık-dökük de olsa kelimelere sığınıyor, “Aşk kâğıda yazılmıyor” keskin sınırına aldırmadan yolunu şiire, şarkıya düşürüyorsa, gönlünde Allah’a yönelen derin bir bağlılık hissedenler de susmayı tercih edememişlerdir. “Dert adamı söyletir” hükmü onları da can evlerinden vurmuş; bazen benzer ba­zen de birbirinden tamamen farklı duygular şiirlere, notalara, özlü deyişlere yansıtılmıştır. Bunun sonu­cunda her dilde en güzel sözler, En Güzel İsimler’i taşıyan Varlığa olan aşkı terennüm etmede istihdam edilmiştir.

Allah’a duyduğu aşkı ifade etmede mahir olanlar ara­sında Mevlana’nın apayrı bir yeri vardır. Tasavvufun meşhur metaforu aşk şarabını “Aslında biz şaraptan mest olmadık, şarap bizden mest oldu” (Mesnevi, 1999: I, 128.) şeklinde tanımlayacak, kendisine aşk nedir diye soranlara “Ben ol da bil” diyecek kadar varlığını aşkla özdeşleştiren Mevlana yine de, ken­disine kadar bu vadide ifade edilenlerin üzerine son derece özgün ve coşkun bir dille eşsiz eklemeler yapmaktan kendini alıkoyamamış ve bu suretle ken­disinden sonra gelecek olanların da hislerine tercü­man olmuştur. Tek gerçek sevgi olarak Allah’a du­yulan sevgiyi tanıyan Mevlana, diğer bütün sevgileri bu aşk ışığında anlamlandırır. Dolayısıyla kime, neye yönelirse yönelsin sevdanın bütün dereleri, çayları, ırmakları, ancak ve ancak Allah aşkının ummanına dökülürse dere, çay ve ırmak olmanın künhüne vakıf olabilirler. Aksi takdirde ummanı göremeden yolda kuruyup kalan, mecrasının dışına aktığı için mak­sadına eremeyen bir su birikintisi olmaktan öteye geçemezler.

Allah’a giden yegâne yolu aşk olarak tanımlayan Mevlana, bu yolun diğer bütün enstrümanlarını aşkın farklı yansımaları olarak değerlendirmiş, tevhid, sa­bır, itaat, ibadet, tevekkül vb. pek çok kavramı aşkla birlikte değerlendirmeyi tercih etmiştir. O ne “aşk varsa ibadete, mücadeleye, riyazete ihtiyaç yok” de­miştir ne de aşk olmadan bütün gayretlerin anlamsız olacağını iddia etmiştir. O, kulluk etmeden Allah’la iletişim kurma ya da Allah’la bütün iletişimi ritüellere indirgeme gibi şu an tedavülde olan iki uç yaklaşıma da prim vermeyen bir yol takip etmiş ve mezkûr iki yolun birbiriyle olan döngüsel sebep-sonuç ilişkisi üzerinde durmuştur.

Dini terminolojiye ait pek çok kavramı ısrarla aşkla birlikte anan Mevlana’nın bu yaklaşımının kaynağını doğru tespit etmek, onu doğru anlamak açısından da son derece önemlidir. Birikim havzasını pergel metaforuyla anlatan ve pergelin bir ayağını Kur’an’a sabitlediğini, diğer ayakla da bütün cihanı gezdiği­ni bildiren (Firuzanfer’den nakleden Altıntaş, 2009) Mevlana’nın Allah’la iletişimin bütün alanlarında aşkı şah değer olarak kabul etme hali, Kur’an’ın kullan­dığı dilden neşet etmiş gibi gözükmektedir. Kur’an’ı tefsir edecek kimsenin Kur’an’la gönderilmesindeki amaca sahip olması gerektiğini söyleyen, kendi­ni Kur’an bendesi olarak tanımlayan (Hidayetoğlu, 1995:41) müfessir Mevlana’nın özellikle Kur’an’ın satır aralarını okuma konusunda olağanüstü bir ma­harete sahip olduğu dikkat çekmektedir. Pergel me­taforuyla ifadesini bulan metodolojisini pratiğe büyük bir başarıyla taşırken onu Mevlana yapan değerlerin neredeyse tamamını Kur’an’ın satırlarında olanları sadrıyla okumak suretiyle devşirdiğini fark etmek gerekir. Bu çalışmada onun ilahi aşka dair söyledik­lerinin Kur’ani arka planına ana hatlar itibariyle dikkat çekilmesi amaçlanmıştır.

Kur’an’dan Sevgi Âyetleri

İnsani varoluşa raptedilmiş bir değer olarak sevgi, Kur’an’da farklı boyutlarıyla ifade edilmiştir. En de­rinlere ulaşan kodlamalardan biri olarak karşı cinse ve evlada duyulan sevginin insanlığın (3 Al-i İmran 14), dünya hayatının süsü olduğu (18 Kehf 46; 28 Kasas 60), insan için cazibe noktası teşkil ettiği, ayrıca mal-mülk edinmenin de insan tarafından çok sevildiği (3 Al-i İmran 14; 89 Fecr 20; 100 Adiyat 8) defaatle ifade edilmiştir. İnanan kullar mala duy­dukları bu sevgiye rağmen onu Allah’ın hoşnutlu­ğunu kazanmak için verebilmeleri ile övülmüşlerdir. (2 Bakara 177) İnsanın dünya hayatına düşkünlüğü de “dünyayı sevme” ibaresiyle anlatılmıştır. (75 Kı- yame 20; 76 İnsan 27) Özü itibariyle olumlu bir de­ğer olmakla birlikte iyi eğitilmediğinde sevgi sorun da oluşturur. Sevgiden dolayı başı beladan bir türlü kurtulmayan Yusuf Peygamber’in kuyuya atılmasına babasının onu diğer kardeşlerinden daha çok sev­mesi, (12 Yusuf 8) ilerleyen yıllarda hapse atılmasına ise Aziz’in karısının bağrını yakan sevdası (12 Yusuf 30) sebep olmuştur.

Allah’ın insanla iletişiminde iman, itaat, hoşnut olma, ödüllendirme/cezalandırma, bağlanma ve güvenme gibi kavramlar yanında sevginin de yeri vardır. Allah kullarıyla kurduğu ilişkinin bir rengi olarak sevme/sevmeme konusuna da yer vermiş, hangi evsafta olan kulları sevip hangilerini sevmediğini bildirmiştir. Buna göre Allah en çok muhsinleri (iyi davrananları, yaptığı işe güzellik katanları) sever (2 Bakara 195; 3 Âl-i İmrân 134,148; 5 Mâide 13, 93). Çok tövbe eden­ler (2 Bakara 222), çok temizlenenler (2 Bakara 222; 9 Tevbe 108), Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (3 Âl-i İmrân 76; 9 Tevbe 4,7), sabredenler (3 Âl-i İmrân 146), Allah’a güvenenler (3 Âl-i İmrân 159), adil dav­rananlar (5 Mâide 42, 49 Hucurât 9; 60 Mümtahine 8) da O’nun sevgisine mazhar olanlar arasındadır.

Kâfir ve günahkârlar (2 Bakara 276, 22 Hacc 38; 30 Rûm 45), zalimler (3 Âl-i İmrân 57, 140; 42 Şûrâ 40), haddi aşanlar (2 Bakara 190; 5 5 Mâide 87; 6 En’âm 141, 7 Arâf 31,55; 27 Kasas 77), kibirlenen ve övünmekten haz alanlar (4 Nis 36; 31 Lokman 18; 57 Hadid 23), büyüklük taslayanlar (16 Nahl 23) O’nun sevgisini koruyamazlar, sevginin hakiki menbaından (11 Hûd 90; 85 Burûc14) pek uzağa düşerler.

Allah’ın kuluyla iletişiminde iman, ihlas, tevhid, ita­at gibi bazı değerler tek yönlü olarak kuldan Allah’a yönelirken bağışlama, koruma, destek olma gibi bazı değerler de tabiatı itibarıyla Allah’tan kula doğru akar. Dostluk, hoşnutluk gibi kavramlar ise karşı­lıklılık esası üzerine inşa edilmişlerdir. Allah mümin kulların dostudur (2 Bakara 257), mümin kullar da O’nu dost bilirler (7 Araf 155). Allah imanlarını güzel eylemlerle perçinleyen kullardan hoşnuttur, onlar da Allah’tan (5 Mâide 119; 9 Tevbe 100; 58 Mücâde­le 22). Yeryüzünde yaşamaya devam eden insanlar hilafet görevini bihakkın yerine getirmekten imtina ederlerse Allah’ın bu sorumluluğu yüklemeyi tercih edeceği yeni bir grup insanın özelliklerinden biri Al­lah’ı seviyor, O’nun tarafından da seviliyor olmalarıdır (5 Mâide 54).

Kur’an’a göre insanın tabiatında var olan sevme ha­linin Rabbani bir terbiyeden geçirilmesi gerekmekte­dir. Allah’a ve Resulüne küstahlık ve düşmanlık ede­ne sevgi beslenmez (58 Mücâdele 22; 60 Mümtahine 1). Kalıcı sevgi gücünü Allah’tan, O’nun desteğinden alan sevgidir. Buna göre müminler birbirlerini sever ve desteklerler, ırk, kan, kavmiyet gibi saiklerle baş­ka gruplara sevgi gösterseler bile sevilmezler (3 Âl-i İmrân 119). Allah’ı sevdiğini iddia edenlerin Peygamber’e tâbî olmaları gerekir, bu sayede Allah da onları sever (3 Âl-i İmrân 31). Merkezine Allah’ı almayan her bir halin soysuz, sonsuz ve sonuçsuz olması prensibi ışığında Allah uğrunda beslenmeyen sev­giler sadece buraya ait göstermelik değerler olarak kalır (29 Ankebût 25). Bütün bu öğretiler doğrultu­sunda sevme ahlakına sahip olan inanan insan, farklı alanlarda zuhur eden sevgisinin en şiddetli halini yani aşkı Allah’a karşı besler:

“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp da O’na ortak ko­şanlar vardır. Onları Allah’ı severcesine severler. İna­nanlar ise en çok Allah’ı severler. …” (2 Bakara 165)

Kur’an’ın sevgi konusu etrafında söylediklerine bu şekilde son derece ana hatlar itibariyle bakmak bile sevginin eğitim gerektiren rafine bir değer olarak inanan için ne kadar önemli olduğunu ifade etmeye yeterlidir. Bu yönüyle Allah ile karşılıklı sevgi ilişkisi kurmak sadece mutasavvıflara, zühd ehline, pirlere, şeyhlere özgü bir ihtiyaç, hak ve sorumluluk değil­dir, bu hal genelde bütün insanlığa, özelde de buna paha biçebilecek evsafla donanmış olan inananlara bir genel davet ve hal tanımlamasıdır. Mevlana’nın da üzerinde ısrarla durduğu husus tam olarak burasıdır: Bütün insanlığı Allah’ı sevmeye ve bu sevginin gerek­lerini yerine getirmeye davet etmek.(Avşar, 2007:94)

Mevlana Düşüncesinde Allah Aşkı

Düşünce dünyasının en merkezi noktasına Allah aş­kını özenle yerleştiren ve diğer bütün kavramları aşka göre yeniden konumlandıran Mevlana’nın coşkun bir dille anlattığı ilahi aşk, Allah-kul irtibatına değinen ve yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz ayetlerin satır aralarının da okunmasıyla elde edilen veriler ışığında şöylece ifadesini bulur: İnanan ana babasını, eşini, evladını, evini barkını, sahip olduklarını sever ama gönlünün en güçlü sevgisi her zaman, her koşulda Allah’a akar gider. İçinde O’nun olduğu her şey son derece kıymetlidir:

Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgi yüzünden bakırlar al­tın olur.

Sevgi ile tortular durulur, arınır. Sevgiden dertler şifa bulur, sağlığa kavuşur.

Sevgiden ölü dirilir, sevgi yüzünden padişah kul olur… (Mesnevi, 1999:II, 380-381)

Mevlana mecazi aşkı yaşayana “Sen hiç sönmeyen nuru, ebedi olan güzelliği ara” öğüdünde bulunmak­tadır (Mesnevi, 1999: II, 310). Zira bazı âşıklarda bir hayat tarzı halini alan beşeri aşk, gerçek aşkın terbiyesi yolunda bir ara menzildir, amaç değildir. Soluklanılıp devam edilmesi gereken bu ara konum, makam halini alırsa o zaman asıl gayeye ancak per­de olur. Mecazi aşk, ancak amaca götüren bir araç olarak istihdamı durumunda asıl kıymetine ulaşabilir. Aslında bir insanı çok seven de bütün güzelliklerin asıl sahibi Allah’ı seviyor olmaktadır (Mesnevi, 1999: II, 310). Mevlana uyarılarıyla bu konuda farkındalık geliştirmek ister gibidir. Böyle bir anlatım, özellikle kadın ile erkek arasındaki karşılıklı meyli, aşk ve şefkati Allah’ın gücünün, hayata akıl sır almaz mü­dahalelerinin bir nişanesi sayan Rum suresi ayetiyle de (30 Rum 31) son derece uyumlu gözükmektedir. Bütün bunlarla birlikte Mevlana’ya göre insanın asıl gıdası ilahi aşktır (Mesnevi,1999: II,342).

Sevgiliyi anmak, onu çokça hatırlamak sevginin ni- şanelerindendir. Çünkü birini çok seven hep zihninde onu gezdirir, içinden hep O’na anlatır yaptığını ya­şadığını, zahiren de herkese ondan söz eder, içinde sevdiğinin adının ya da atfının bulunduğu cümleler kurar biteviye. Kuşeyri, bu sebeple Allah’ı çokça anmayı emreden Ahzab suresi 41. ayetinde “O’nu çok sevin” işareti olduğu kanaatindedir. Mevlana da çok sevmek ile çok anmak arasındaki bağa dikkat çekmektedir. Öte yandan canın kendini ifade etmesi için riyazet yoluyla tenin geriye çekilmesi gerektiği­ni bildiren (Mesnevi, 1999: II, 371), bütün ibadetle­ri kendi hayatı içinde ihya eden ya da daha doğru bir anlatımla ibâdât u taat ile öz varlığını ihya eden Mevlana için yine de bütün bunlar amaç olmaktan çok uzaktır. Hatta o ibadetlerine gösterdiği büyük ihtimama rağmen yine de bütün bunların araç oldu­ğunu, asıl amacın ise bunlardan elde edilecek hâsıla olduğunu ifade etmekten geri durmamış (Mesnevi, 1999: II, 327-328), böylece araç değerlerin amaç- sallaştırılmasına karşı çıkmıştır. Ona göre kusursuz bir ibadet hayatı, zikir, tesbih, riyazet ancak aşkla gerçek anlamını bulur. Bunun nişanesi ise hırstan, tamadan, cimrilikten, kinden kurtulmaktır, kulluğu böylece yaşayanlar için ibadetler gönlün cilalan- ması anlamına gelir (Mesnevi, 1999: I, 223). İçine riya karışan ibadet ise günahın, hatta affedilmez tek günah olan şirkin (4 Nisa 48) habercisidir (Mesnevi, 1999: I, 221). Bilinçsiz, tat alınmadan yapılan ama zahiri mükemmel ibadetler ise ancak içi boş ceviz kadar faydalıdır (Mesnevi, 1999: II, 515). Allah engin lütfuyla böyle ibadetleri de ödüllendirir, karşılıksız bırakmaz, tıpkı cenazelerde yalandan ağlayan pro­fesyonel yasçıların ölü gömüldükten sonra ücretlerini almaları gibi (Mesnevi, 1999: I, 293). Ancak nasıl ki böyle bir yas tutucu asla ölüyü gerçekten seven gibi üzülemez ise, takliden ibadet edenler de ibadet et­menin gerçek haline, mertebesine ulaşamazlar. Bu yaklaşım, münafıkları gösteriş yapmalarından dolayı kınayan, ibadetler zahirleriyle değil, sebep oldukları hayırlı tutum ve sonuçlar sayesine Allah katında bir değer kazanacağını bildiren ayetlerin (17 Hacc 37) tefsiri sayılabilir.

Öte yandan dinin önemli prensiplerinden bir diğeri olan itaat de ancak sevgiyle asıl kıvamını bulur. O’na boyun eğmek duyulan sevginin tabii neticesidir. Bü­tün güzelliğin kaynağı olarak Allah’ı kabul eden birinin yüreğinde oluşan sevgi, onu aynı zamanda itaate de yaklaştırır. Sevenin sevdiğine itaat etmesi gerekir. Bu itaat, sevginin gerçekliğinin kanıtı olacaktır (Bursavi, I, 318). Böylece sevgi müminin gönlündeki her bir duyguyu, hali, hayali kendi renkleriyle boyar. Aşk da zaten tam olarak böyle bir dönüştürücü gücün adıdır.

Allah’ı sevmek Mevlana’nın nazarında insanın kendi benliğinden, onu sınırlandıran kayıtlardan kurtula­rak özgürleşmesi anlamına da gelir (Cengil, 2007). Böylece insan görünen, işitilen zahiri değerlerden özgürleşerek gizli ama ayan Sevgilinin ardı sıra yol alır (Mesnevi, 1999: II, 309). Böyle bir anlatım Hz. Peygamber’in rehberliğini, insanı çepeçevre saran ağır yük ve zincirlerden kurtaran bir süreç olarak tanımlayan (9 Araf 157) Kur’an ile aynı paralelde ad­dedilebilir.

Hz. Mevlana’yı insanlığın ortak hafızasında ölümsüz kılan temel görüşlerinden biri ölümle ilgilidir. Ölümle dost, hatta ona hayran bir algı geliştiren Mevlana’nın coşkun anlatımıyla ölüm ayrılık ve acıyla özdeşleş­miş anlamından tamamen kopmuş, sevgiliye ka­vuşmanın adı olmuştur (Şenat, 2009:73 vd). Onun “düğün gecesi” metaforu Kur’an’ın yeniden dirilişi Allah’a kavuşma, O’na dönme/döndürülme ile açık­layan (En’âm, 6/154; Ra’d, 13/2; Kehf, 18/110; Ankebût, 29/5; Ahzâb, 33/44), Allah’ı sevmenin nişanesi olarak ölümü öne süren Kur’an ayetlerini (Bakara, 2/94; Cuma, 62/6) hatırlatmaktadır.

Görüldüğü üzere ilahi aşk, Mevlana anlatımında sa­dece gönle hitap eden duygusal cümlelerden ibaret değildir. Kur’an’ın imanla iç içe giren sabır, şükür, hikmet, itaat, takva gibi değerlerini aşkla yeniden yoğuran Mevlana, dini hayatın, kulluğun bütün bile­şenlerini aşk çatısı altında birleştirme gayretindedir. Aşağıdaki rubai, onun bu halini bihakkın anlatmak­tadır:

Aşk kendine layık olmayana olur mani,

Eğer aşk olmasaydı görünmezdi hiç Sani,

Aşk harflerinin anlamı nedir bilir misin?

Ayın âbid, şın şâkir ve kaf harfi de kâni. (Avşar, 2007:96)

Sonuç

Kur’an’dan devşirdiği değerleri etkileyici bir dille dile getiren müfessir Mevlana’nın öğretisinde mer­kez kavram olan Allah aşkı, özü itibariyle Kur’an’dan mülhemdir ve bu yönüyle ancak ehline gereken, ge­neli fazla ilgilendirmeyen bir mahiyete sahip değildir. Müteal aşk, bir yandan kul olmanın üzerinde neşv ü nema bulduğu zemini oluştururken öte yandan kullu­ğun bütün hallerinin oluşturduğu bir hâsıla vasfı da taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında bugün dini has­sasiyeti yüksek kesimlerin bile zaman zaman günlük hayatlarının sıradan bir parçası haline gelen düzenli ibadet alışkanlıklarının anlamının yeniden sorgulan­ması gerekir. “Kıl beşi, kurtar başı” mantığıyla ger­çek manada ibadet edilemeyeceği ya da bu ibadetten bir hayır elde edilemeyeceğini fark etmek zorunludur. Öte yandan Allah’la “eşit eşite” iletişim kurmuş gibi görünen namazsız, niyazsız, cehdsiz, muamelatsız dindarlık formunun Mevlana’yı referans gösteren “aşk” söylemlerinin de elden geçirilmesi zorunludur. Dini hayatın bütün değerleri aşksız kuru ve güdük, aşkın bütün renkleri de ibadat u taat olmadan soluk kalacaktır. Bu iki başlı değer sistemini hayatlarımıza davet etmeden Mevlana bağlılığı iddiası ise ancak komedya ya da tragedya tadında bir seyirlik hal ola­bilir.

Kaynakça

Abdülbaki, Muhammed Fuad, Mucemu’l-Müfehres li Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Hadis, Kahire, 1996.

Altıntaş, Ramazan, Mevlana’nın Teolojisinde İnsan Tasavvuru, http://akademik.semazen.net/, görüntü­lenme tarihi: 24.4.2015.

Avşar, Ziya, Mevlana’nın Rubailerinde Müteal Aşk, Marife, yıl:7, sayı:3, 2007, Konya, 91-103.

Bursavî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, I-IV, Matbaa-i Âmire, İstanbul, Trz.

Cengil, Muammer, Mevlana Düşüncesinde İnsanın Özgürleşmesi ve İlahi Aşk, http://akademik.semazen.net/, görüntülenme tarihi: 25.4.2015.

Hidayetoğlu, Ahmed Selahaddin, Hz. Mevlana, Haya­tı ve Şahsiyeti, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü Yayınları, Konya,1995,

Şenat, Fatma Asiye, Mevlana’nın Ölüm Algısının Kur’anî Arka Planı, Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi , (www.e-sarkiyat.com) s: II, 2009, 67-79.

Rûmî , Mevlânâ Celâleddîn, Mesnevî, I-VI, terc: Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005.

 

Mevlananin Askinin Kurani Arka Plani Uzerine

ETİKETLER: