New York’ta Beş Minare’de Mevlana

A+
A-

New York’ta Beş Minare’de Mevlana

Mahsun Kırmızıgül’ün çok konuşulan filmi New York’ta Beş Minare’de üç yerde Mevlana ve Mevlevilik ile ilgili konuşmalar ve sahneler var. Bunların birinde Hacı Gümüş’ün (Haluk Bilginer) kendisini öldürmelerinden korkan arkadaşı Marcus’a (Danny Glover) ölümden bahsederken Mevlana’nın meşhur gazelinin ilk bir kaç beytini okuduğu sahne:

Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma

Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme
Asıl şeytanın tuzağına düşersen vah vah o zamandır

Yazık yazık diye o zaman söylenir
Cenazemi gördüğün zaman el-firâk el-firâk deme

Çünkü o benim buluşma zamanımdır.
Beni mezara koyunca elvedâ elvedâ demeğe kalkışma

Mezar bir perdedir beni cennet topluluğuyla kavuşturacak

İkinci kez, Hacı Gümüş’le tanıştıktan sonra müslüman olan eski bir boksör olan arkadaşı Marcus’un Türkiye’den gelen polislerden Acar’a (Mustafa Sandal) Hacı Gümüş’ü anlatırken Mevlana’nın ismi geçer. Hacı Gümüş, kendisine yardım eden arkadaşına İslam’ı anlatırken ve öğretirken Mevlana’dan ve Yunus Emre’den bahseder. Böylece örtük bir şekilde Batılıların İslam’la tanıştırmanın yolunu bizlere gösterir.

Üçüncü sahne ise İstanbul’da geçiyor. Hacı Gümüş’le birlikte İstanbul’a gelen Marcus’a İstanbul gezdirilirken Galata Mevlevihanesi’nde bir sema mukabelesi izlettirildiği sahne. Marcus’un hayranlıkla seyretmesinden ve sema mukabelesine kalkan dervişlerin uyumu ve sahnenin çok adeta bir resim gibi çekilmesi oldukça başarılı.

İçinizden bize bunları niye anlatıyorsun, diye soracaklar çıkacaktır. İki sebepten. Birincisi filmdeki olayların akışına kaptıran izleyicinin dikkatini çekmek. İkincisi ise Mevlana’nın ve Mevlevilerin Batılılara ulaşmada, onlara İslam’la tanıştırmada ve kabul etmelerini sağlamadaki önemi. Ben böyle Müslüman olan iki kişiyi şahsen tanıdım. Biri önce Mevlevi olmuş, sonra Müslüman olmuştu. Ben tanıştığımda karısı Mevlevi gibi yaşıyordu ancak henüz Müslüman olmamıştı. Kocası ise benden daha sabırlı idi. Kendi tecrübesine de güvenerek onun da Müslüman olacağını söylüyordu. İkincisi ise bir papazdı. Aynı zamanda kilise korosunda tenor olan bu arkadaşım Müslüman olduktan sonra Sıddık ismini almış idi. Ben senelerden beri ayin-i şerif dinlemişimdir ama bir kere onun gibi dinlememiştim. Bir Allah dostunun huzurunda idik. Kendisinin müzisyen yönünden de bahsedince kendisine hiç ilahi veya bir başka vird-zikr gibi bir şey bilip bilmediği soruldu. Bunun üzerine oturmakta olduğu koltuktan yere dizlerinin üzerine çöktü. Gözündeki gözlüğü önündeki sehbanın üzerine koydu. Gözlerini kapadı ve bir müddet bekledikten sonra derin bir nefes aldı ve sonra ‘Ya Hazret-i Mevlana dost’ diyerek naat-ı Mevlana’yı okumaya başladı. Salondakilerin çoğu göz yaşlarını tutamadı. Ben ise oturduğum yerde kendimden utanmıştım.

Bu filmin amacı Mevlana ve onun öğretisinin İslam’ı tebliğdeki önemini göstermek değil elbette. Bunu biliyorum. Ancak ben filmi seyrederken dikkatimi çektiği için siz Mevlana dostlarıyla paylaşmak istedim.

Filmden bahsetmişken kısaca görüşlerimi de sizinle paylaşayım. Yönetmenin bu kadar mesaj verme merakı olmasaydı hiç şüphesiz daha iyi olurdu. Propaganda ve komleksli davranış filme bir şey katmadığı gibi izleyiciyi de sıkıyor. Nedense Mahsun Kırmızıgül sinemayı düşüncelerini aktarmada bir araç olarak görüyor. Bunu dolaylı yoldan yapabilir. Ancak aleni bir şekilde yapması filmlerinin bir sorunu. Bununla birlikte filmin son sahnesi filmin bütün aksak yönlerini unutturdu. Sadece o son sahneyi seyretmek için bile film seyredilir.

Fırat’ın (Mahsun Kırmızıgül) dedesini Hacı Gümüş’ün katil olmadığına ikna etmediği sahne dikkatimi çekmişti. Hatta beraber seyrettiği sevgili arkadaşım Engin Yılmaz’la dedenin nasıl bu kadar çabuk ikna olduğuna şaşırmıştık. Ancak daha sonra dedenin niyetinin farklı olduğunu görünce o sahnenin de oldukça başarılı olduğunu düşündüm.

Filmden aklımda kalan bir söz daha var. Hacı Gümüş’ün, Said Nursi’nin naklettiği sözü:

Bizim üç düşmanımız var: Ayrımcılık (ihtilaf), fakirlik (zaruret?) ve cehalet. Gerçekten bugün ülkemizin içinde bulunduğu üç temel sorun da bunlar değil mi?

Hacı Gümüş’ün arkadaşı Marcus’u uğurlarken Marcus’a ¨İstanbul’a ezanla geldin, ezanla gidiyorsun¨ demesi üzerine Marcus’un verdiği cevap çok güzeldi: İnsan bu dünyaya geldiğinde kulağına ezan okunur. Öldüğünde ise namazı kılınır. Dünya bu kadar kısadır işte. Ezan ile namaz arası kadar.

Filmde on yıllarda Türk sinemasında üzerinde özel olarak durulan adeta bir resim tablosu gibi sahneler de vardı. Bazı İstanbul ve New York sahneleri adeta usta bir fotoğraf sanatçının kadrajından çıkmış gibiydi.

Filmin olumsuz yönlerine rağmen ben beğendim ve etkilendim.

ETİKETLER: