Mevlevî tarikatı müntesibi Sultan V. Mehmed Reşad döneminde Hey’et-î Mevleviyye’nin Konya ziyareti günlüğü
8-12 Mayıs 2007 tarihinde İstanbul ve Konya’da düzenlenen Uluslararası Mevlânâ Sempozyumu
Mevlevî tarikatı müntesibi Sultan V. Mehmed Reşad döneminde Hey’et-î Mevleviyye’nin Konya ziyareti günlüğü (4-12 Haziran 1912)
Mehmet Akkuş – Nesimi Yazıcı
Giriş
Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde çok sayıda tarikat var olmuştur. Bunların bir kısmı önceki dönemlerden intikâl ettiği gibi, diğer b azılan ise bu devrede hayat bulmuşlardır. Osmanlı toplum ve kültür tarihinde önemli roller oynamış tarikatlar içerisinde Rifaîlik, Kadirîlik, Nakşibendîlik, Halvetîlik, Bayramîlik, Bektaşîlik ve Mevlevîliğin sayılması mümkündür. Bunlar ve Osmanlı ülkesinde vücut bulmuş diğer tarikatlarla, halk yanında ülkenin değişik düzeylerdeki yöneticileri de ilgilenmişlerdir. Bu çerçevede Osmanlı sultanlarının da tarikatlar ve tarikat mensuplarıyla, en baştan itibaren ilişki içerisinde olduklarını tarih kaynakları nakletmektedirler. Padişahlardan bazıları bizzat tarikatlardan bazılarına mensup olmuşlar, birçoğu ise mutasavvıflara sevgi ve saygı göstermiş, ülke yönetiminde tarikat şeyhleri ve ileri gelenleriyle farklı düzeylerde münasebetlerde bulunmuşlardır. Bu zincirin halkalarını Ertuğrul Gazi’den başlatarak devletin varlığını koruduğu uzun yüzyıllar boyunca takip etmemiz mümkündür.[1]
Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde var olan tarikatlar içerisinde Mevlevîliğin önemli bir yeri bulunduğu bilinmektedir.2 Mevlânâ’nın hayatta bulunduğu sırada bir tarikat olarak kurulmamış olan Mevlevîlik, onun 1273’teki vefatından sonra Çelebi Hüsâmeddin (ö. 1283), Sultan Veled (ö. 1312) ve nihayet Ulu Ârif Çelebi (ö. 1320) zamanlarında teşkilâtlanmış, bilhassa da Ulu Ârif Çelebi’nin şahsî çabalan yanında, İlhanlı yöneticileri ve Anadolu’nun değişik yerlerindeki Türkmen beyliklerinin İdarî çevreleriyle kurduğu yakın ilişkiler sayesinde yayılmıştır. Özellikle XIV. yüzyılda büyük kültür merkezlerinde tekkeler açarak yerleşen ve mahallî otoritelerin, bu arada aydınların ilgisini çeken Mevlevîlik, zaman içerisinde bütün Anadolu’da yayılmayı başarmıştır.
Beylikler döneminde muhtelif bölgelerde zengin vakıflar elde eden Mevlevîlik, Osmanlı Devleti kurulduğu sırada Konya’daki dergâhtan başka beş tekkeye sahipti. Mevlevîlik Osmanlı topraklarında XV. yüzyılın ortalarına doğru gelişmeye başlamıştır. Bu sırada II. Murad (1421-1444; 1446-1451) tarafından Edirne’de büyük bir Mevlevîhâne (1426) açılması söz konusudur. Bunu II. Murad’ın ümerâsından Yahşi Bey’in Tire Mevlevîhânesi’ni kurması takip etmiştir. İlerleyen zaman içerisinde Osmanlı ülkesinde yeni Mevlevîhâneler kurulduğu gibi, genişleyen sınırlarla birlikte Anadolu Beyliklerindekilerin de ilavesiyle Mevlevîhânelerin sayısı daimi biçimde artmıştır.
Fâtih Sultan Mehmed (1444-1446; 1451-148 l)’in Mevlevîlerle ilişkisine dair, fetihten sonra kiliseden çevirttiği Kalenderhâne Camii’nin vakfiyelerinde; ‘burada bir şeyh, bir nazır ve Cuma günleri namazdan sonra semâ meclislerinde Mesnevi ve ardından Kur’ân-ı Kerîm’den cüzler okuyacak bir hafızın, semâzenlerle birlikte semâ yapacak dört mutribin’ bulunacağından bahsedilmesini, yani buranın hem bir imâret ve hem de Cuma günleri Mevlevî âyinleri yapılabilen bir zâviye hüviyetinde olmasını Nejat Göyünç,3 bu devirde Mevlevîlerin sosyal hayatta ve hükümdar nezdindeki etkilerine bağlamaktadır ki, bu değerlendirme bizce de isabetlidir. Bu dönem, Mevlevîliğin yönetim çevreleriyle başlayan ilişkilerinin, yavaş yavaş eyalet ve sancak merkezlerinde yoğunlaştığı bir zaman dilimidir. Nitekim İstanbul’un ilk Mevlevîhâne/Âsitanesi de 1491’de II. Bayezid (1481-1512) döneminde, Padişah’ın izniyle Kulekapı/Galata’da kurulmuş, Osmanlı kamu yönetiminde köklü değişikliklerin yapıldığı bu devrede, Mevlevîliğe bir devlet kurumu statüsü kazandırılmış ve sağlıklı bir maddî yapıya kavuşabilmesi için vergi muafiyeti getirilerek çeşitli imtiyazlar tanınmıştır. Bu arada Mevlevîlik köylerden kasabalara ve oradan da şehirlere intikâl etmiş, git gide yüksek zümreye mal olmaya başlamıştır. Nitekim bu durumun bir göstergesi olmak üzere XVI. yüzyıl başlarında Osmanlı ülkesinde küçük kasabalarda 76 kadar Mevlevi zaviyesi, büyük merkezlerde ise 14 civannda Mevlevi dergâhı bulunmakta idi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve takip eden Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) dönemlerinde çelebilik makamında bulunan Hüsrev Çelebî’nin çabalarıyla Mevlevîlik, büyük bir gelişme göstermiştir. Mevlevîliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun en saygın sûfî çevrelerinin başında yer alması ise XVII ve XVIII. yüzyıllardan itibaren mümkün olmuştur.[4]
Osmanlı padişahları içerisinde Mevlânâ muhibbi olanlar veya diğerleri yanında bu tarikata yakınlık gösterenler olduğu gibi, doğrudan Mevlevîliğe mensup olanlar da bulunmaktadır. Nitekim III. Selim (1789-1807), II. Mahmud (18081839) ve V. Mehmed (1909-1918) Mevlânâ muhibbi ve aynı zamanda da ona atfedilen tarikatın mensubudurlar.[5] III. Selim’in Îlhâmî mahlâsıyla ve Nabî, Nedim, Şeyh Gâlib yolunda yazmış olduğu şiirlerinde, Tasavvuf ve Mevlevîlik kavramlarının sıklıkla kullanıldığı görülür. Musikîye de bihakkın vâkıf olan bu padişah tarafından, kendi buluşu olan Sûz-i Dilârâ makamında Mevlevi Âyin-i Şerifi bestelenmiştir. İstanbul’daki Mevlevîhâneleri sıklıkla ziyaret eden, buralardaki şeyh ve dervişlere ihsanlarda bulunan ve hattâ Cuma Selâmlığı için bile Galata Mevlevîhânesi’ni tercih eden III. Selim, başkenttekiler yanında ülkenin değişik yerlerinde bulunan çok sayıda Mevlevîhâneyi de tamir ettirmiş veya genişlettirmiştir. Onun dönemi, Mevlevîliğin devlet adamları ve halk arasında geniş ölçüde yaygınlaştığı bir devredir.
Amcası III. Selim gibi Türk sanat musikisine beste yapabilecek derecede âşinâ, hat sanatında oldukça yüksek bir düzeye erişmiş olan,[6] aynı zamanda Adlî mahlasıyla şiirler yazmış bulunan II. Mahmud’un da Mevlevîliğe karşı muhabbeti bilinmektedir.[7] Padişah Mevlevîler ve Mevlevîlikle yakından ilgilenmiş, onları yanma almaya gayret göstermiştir. Bu meyanda II. Mahmud İstanbul’daki Mevlevîhâneleri sık sık ziyaret etmiş, çok sayıda Mevlevîhâneyi tamir ettirmiştir. Bu dönemde 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve buna bağlı olarak Bektâşîliğin yasaklanması da Mevlevîliğin gelişmesinde etkili olmuştur. Abdülmecid (1839-1861) de Mevlevîlere yakın ilgi göstermiş ve onun zamanında Mesnevi öğretim sisteminin yaygınlaştırılmasına katkıda bulunan Dâru’l-Mesnevîler (ilki 9 Muharrem 1260/30 Ocak 1844 Murad Molla Dergâhı’ında)[8] açılmıştır. Abdülaziz (1861-1876)’in ise Mevlevîliğe muhabbeti ve bu durumun bir göstergesi olmak üzere ney üfleme merakı bilinmektedir. Onun Mevlevîliğe olan ilgisinin bir diğer göstergesi olarak 15 Kasım 1866’da yeniden faaliyete geçen Meclis-i Meşâyih’in[9] başına Osman Selahaddin Dede’yi geçirmiş olmasını hatırlamak mümkündür. II. Abdülhamid (1876-1908)’e gelince, Padişah’ın tarikat mensuplarıyla genelde iyi geçinmek arzusu içerisinde bulunduğu ve bu yönde yoğun çaba saf ettiği bilinmektedir. Onun Mevlevîlerle olan ilişkilerinde ise, içinde bulunulan dönemin bazı gelişmelerine bağlı olarak, zaman zaman önemli sayılabilecek sıkıntılarla da karşılaşılmış olduğu ifade edilebilir. Hiç şüphesiz diğerleri yanında bu gelişmelerde, Padişah’ın durumu kadar, döneminin bazı Mevlevî ileri gelenlerinin tutumları ve şehzade Reşad Efendi’nin Mevlevî olmasının etkileri bulunmuş olmalıdır.[10]
Sultan Reşad ve Hey’et-i Mevleviyye’nin Konya ziyareti
İsminden de anlaşıldığı üzere bu tebliğde esas olarak, dönemin Konya Mevlânâ Dergâhı Şeyhi Abdülhalim Çelebi ile Konya mebuslarının, şehirlerini ziyaret etmeleri yönünde Sultan V. Mehmed Reşad’a yaptıkları ve Padişah’ın yerine getirmeye imkân bulamadığı davete karşılık olmak üzere, bir kısım Mevlevi şeyh, müntesip ve muhibbânı ile bazı Saray görevlilerinden oluşturulan kalabalık bir heyetin, 4-12 Haziran 1912 tarihleri arasında İstanbul’dan başlayan ve yine orada biten seyahatleri, bizzat içlerinde bulunan İsmail (Tuncu) Bey’in Konya Seyahati Hâtırâları11 adı altında kaleme aldığı notlara dayanılarak değerlendirilecektir. Bununla birlikte konumuza girmeden önce Sultan Reşad’ın dönemi, şahsiyeti ve Mevlevîlikle ilişkisi hakkında özlü bilgi vermemiz yerinde olacaktır.
Sultan Abdülmecid’in oğlu olan V. Mehmed Reşad (1909-1918), kardeşleri V. Murad (1876) ve II. Abdülhamid (1876-1909)’i müteakip 65 yaşında Osmanlı tahtına çıktı ve 9 yıl bu görevini sürdürdü. Otuz bir Mart isyanını bastıran Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinin, şehrin ikinci fethi şeklinde değerlendirilerek V. Mehmed unvanı verilmiş olan Padişah’a halk, çoğunlukla Sultan Reşad demeyi tercih etmişti. Bilindiği gibi onun saltanat dönemi, ülkenin büyük buhran ve sıkıntılar içerisinde bulunduğu bir devredir. Arnavutluk’tan Yemen’e uzanan çeşitli isyanlar yanında, İtalyanlar Afrika’daki son Osmanlı toprağı Trablusgarb’ı almışlar (Eylül-Ekim 1911), Balkan Savaşı (8 Ekim 1912’de başladı) büyük bir felâket olmuş, nihayet Birinci Cihan Savaşı (1914-1918)’yla, Çanakkale Zaferi gibi bazı önemli başarılara rağmen, devlet gerçek bir yıkılışa doğru hızla sürüklenmiştir. Şüphesiz Osmanlı ülkesinin bu sıradaki yönetim şekli, Padişah’ın olayları yönlendirmesini büyük çapta sınırlar mahiyette idi. Bununla birlikte Sultan Reşad’da da içinde bulunulan durumu tersine çevirecek bilgi ve tecrübe birikimi bulunmamaktaydı.[12]
Padişah’ın taht öncesi, özellikle de II. Abdülhamid’in saltanatta olduğu uzun yıllar boyunca Saray dışına çıkmadığını biliyoruz. Halbuki tahtta bulunduğu sırada Sultan Reşad, imkânlar elverdiği sürece ülkeyi ve halkını tanımak amacıyla İstanbul içinde geziler yaptığı gibi, İzmit, Şile, Hereke, Bursa, Seyitler, Edirne vb. başkentin yakın çevresinde ve bir de Rumeli Seyahati (5-26 Haziran 1911) olmak üzere bir kısım gezilere çıkmaktan geri durmamıştır.[13] Buralarda her din ve ırktan Osmanlı vatandaşlarıyla temaslarda bulunan Padişah, onlara ve çeşitli eğitim ve sosyal amaçlı kurumlara bağışlarda bulunmuştur.
Sultan Reşad’ın şahsiyeti hakkında, saltanatının belirli dönemlerinde de olsa, kendisinin çok yakınında bulunmuş olan Lütfı Simavi,[14] Halit Ziya Uşaklıgil[15] ve Ali Fuad Türk geldi[16] sayesinde oldukça yeterli bir kanaat sahibi olmaktayız. Bunlardan edindiğimiz bilgilere göre düzenli bir öğrenim görmemiş, dönemin geçerli Batı dili Fransızca’yı da öğrenmemiş bulunan Sultan Reşad, belki de Mevlevi olmasının da etkisiyle Farsça’yı çok iyi derecede, bu kadar olmamakla birlikte Arapça’yı da bilmekteydi. Tarih’e ve bilhassa da Osmanlı Tarihi’ne meraklı olan Sultan Reşad, günlük çalışmalarından arta kalan zamanlarında bu tür eserleri okuturdu. Oldukça zeki olan Sultan Reşad’ın, güçlü bir hafızaya sahip olduğu da muhakkaktı. Nitekim Lütfi Simavi Bey’in naklettiğine göre; Mefruşat İdaresi’nin depolarında bulunan ve temizlendikten sonra kendisine sunulan altın işlemeli, çok sanatkârâne hazırlanmış bir kafesi bir süre gözden geçirdikten sonra şunları söylemiştir; “Amcam Abdülaziz Han zamanında huzura kabul edilirken -içinde nadir cinsten iki kuş da bulunduğu hâlde bu kafesi – somaki odanın (elçilerin ve bazı önemli yabancıların özel olarak kabul olundukları daire) koridorunda görmüştüm”. Hazîne-i Hâssa görevlilerine yaptırılan inceleme sonrasında söz konusu kafesin kaydına ulaşılmış ve Padişah’ın sözlerinin doğruluğu anlaşılmıştı ki, bu durumda en azından kırk beş senelik bir geçmişi Padişah doğru biçimde hatırlamış olmaktaydı.
Mesnevî’yi defalarca okumuş olup Mevlevîliğe büyük sevgisi bulunan Sultan Reşad[17], diğer tarikatlara karşı da iyi duygular besleyen derviş meşrep bir kişiydi. Bununla birlikte şeyhlerin tesiri altında kalmış değildi. Şahsi harcamalarında tutumlu, dışarıya karşı ise cömert ve yardımseverdi, ibadetlerine düşkündü, namazlarını aksatmaksızın kılan muttaki bir kişiliğe sahipti. Nazik ve oldukça da yumuşak bir yapısı olan Sutan Reşad, kimseyi incitmek istemezdi. Sinirlendiğinde bu durum söz ve davranışlarına yansımaz, ancak yüzünün kızarmış olmasından anlaşılabilirdi. Ali Fuad Türkgeldi onun şu sözünü naklediyor; “Ben birine hiddet edersem kalbini kırmamak için derhal namaza dururum; o vakte kadar hiddetim geçer”. Tahta yeni oturduğu sıralarda Mimar Kemaleddin Bey’i Saray’a davet etmiş ve kendisi için hâlen metfun bulunduğu Eyüp’teki türbesini, yanına da bugün Eyüp Lisesi olarak hizmet vermekte olan okulu yapmasını istemişti. Padişah’ın bu tercihinde su ve çocuk sesini sevmesi etkili olmuş olmalıdır. Çünkü nakledildiğine göre o,“Ebedî uykumu su ve çocuk sesi duyarak uyumak isterim” demekteydi.
Mevlevîliği, bütün kaynaklar tarafından açıkça ifade edilen Sultan Mehmed Reşad, bu tarikata olan sevgi ve bağlılığını çeşitli şekillerde göstermiş bulunmaktadır. Nitekim daha önceden yanmış bulunan Yenikapı ve Bahariye Mevlevîhâneleri onun döneminde yeniden yapıldığı gibi,[18] 3 Kasım 1910’da Bahariye’de yapımı tamamlanan Mevlevi dergâhının açılışına katılmış, Rumeli seyahati sırasında Selanik Mevlevîhânesi’ni ziyaret etmiş,[19] onun döneminde Konya’daki Âsitâne başta olmak üzere çok sayıda diğer Mevlevi dergâhları tamir edilmişti.[20] Mevlevîler ve Mevlevîhâneler de Balkan ve Birinci Cihan Savaşı sırasında sosyal dayanışma ve yardımlaşma açısından önemli faaliyetler üstlenmişler, cihâd-ı mukaddesin ilan edilmesiyle Veled Çelebi’nin (Îzbudak) komutası altında Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı adını taşıyan bir gönüllü alayı oluşturulmuş ve bu alay Filistin cephesinde çarpışmıştır.
….