TRABZONLU KÖSEÇ AHMED DEDE VE ET-TUHFETÜ’L-BEHİYYE Fİ’T-TARİKATİ’L MEVLEVİYYE’Sİ ÜZERİNE
Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik
ULUSAL SEMPOZYUMU
14–16 Aralık 2006 KONYA
TRABZONLU KÖSEÇ AHMED DEDE VE ET-TUHFETÜ’L-BEHİYYE Fİ’T-TARİKATİ’L MEVLEVİYYE’Sİ ÜZERİNE
Ali ÜREMİŞ *
ÖZET
Bu bildirimizde öncelikle, tarihî şahsiyeti daha evvel ortaya çıkarılmış bulunan Trabzonlu Köseç Ahmed Dede (öl.1777)’nin hayatı kısaca ele alınmıştır. Daha sonra Mevlevî âdâb, usûl ve erkânı hususunda özgün kaynak olarak vasıflandırılabilecek eserler arasında önemli bir yer işgal eden “et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l- Mevleviyye” adlı te’lifi üzerinde durulmuştur.
Müellifin, Nakşî ve Halvetî iken Mevlevîliğe intisap ettikten sonra yazdığı bu eser; Arapça olmasının da tesiriyle kendisiyle aynı kaderi paylaşmıştır. Zira III. Selim’in Mevlevîliğe intisabına vesile olmaya varıncaya kadar yaşadığı asra damgasını vuran XVIII. yy’ın ünlü şâir ve mutasavvıfı Şeyh Gâlib’in yazdığı “es-Sohbetü’s-Sâfiyye” isimli tâlikâtla karıştırılmıştır. Bu yüzden Tuhfetü’l-Behiyye’nin Köseç Ahmed Dede’ye ait olduğu ortaya konulup nüshaları tanıtıldıktan sonra üzerinde yapılan çalışmalar ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Mevlevîliğin unutulmaya yüz tutan ve öğrenilmesi zorlaşan esaslarını meydana çıkarma bakımından ciddi katkılar sağlaması sebebiyle, ileri gelen Mevlevî büyüklerinin farklı seviyelerde ilgi gösterdiği risalenin; Mevlevîlik açısından yerinin ne kadar önemli olduğu, dolayısıyla bilim dünyasının daha titiz incelemelerine muhtaç bulunduğu vurgulanmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Köseç Ahmed Dede, Şeyh Gâlib, Ahmet Remzi Akyürek, Mevlevî, et-Tuhfetü’l-Behiyye, es-Sohbetü’s-Sâfiye
KOSECH AHMED DEDE FROM TRABZON AND ABOUT HIS ET-TUHFETU’L-BEHIYYE FI’T-TARIKATI’L-MEVLEVIYYE
ABSTRACT
In this announcement firstly, it is shortly dealth with the life of Köseç Ahmed Dede whose historical life has been revealed. (Death.1777). Afterwards it is stressed on the compilation named” “et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye” which has considirable place among studies which can be accepted authentic resource about the mevledi customs, prosedure and order.
The study whose author is turned to Mevlevi when he was Halveti and Nakşi, shared the same fate by himself becasue of the effect of being Arabic. It is also complicated with “es-Sohbetü’s-Safiyye” which is written by Sheik Galip, who was 18th century’s famous poet and sufist who sealed the the century that he lived up to causing the 3rd Selim’s turning into a Mevlevi. Because of that it is firstly revealed that Tuhfetü’l Behiye is belongs to Köseç Ahmed Dede and after that studies about it has been evaluated seperately.
It is tried to stress that science world needs more particular examination and how this trace has important place by the means of Sufism, because of assisting to reveal the Mevlevi customs that is begining to forgetten and becaming harder to learn; and gets notable Mevlevi Elders’ interests in different levels.
Key Words: Köseç Ahmed Dede, Şeyh Gâlib, Ahmet Remzi Akyürek, Mevlevî, et-Tuhfetü’l-Behiyye, es-Sohbetü’s-Sâfiye
Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin, bir başka araştırmamızda isim ve lâkap benzerliği gibi çeşitli sebepler yüzünden muasırlarının yanı sıra geçmiş asırdaki aynı ismi taşıyan kişilerle de karıştırıldığını, bu durumun da, adı geçenle ilgili hatalı bilgiler veren kaynaklardan ziyade araştırmacılardan kaynaklandığını ve yapılan yanlışlıkları detaylı şekilde ortaya koyarak, karanlıkta kalan hususları aydınlatmaya çalışmıştık.[1] Burada, bahsedilen araştırmadaki tartışmalara girilmeksizin, hayatının büyük bir safhası fazla bilinmeyen, söz konusu şahıs hakkında kaynaklarda verilen bilgiler, eserleri, özellikle de Tuhfe adlı telifi ve bunun üzerinde yapılan çalışmalar değerlendirilecektir. Bunun yanında Mevlevîlerce meşhur ve muteber eserlerden sayılan risalenin, Mevlevîlik tarihi ve terminolojisi içerisindeki yeri ile önemine dikkat çekilmeye çalışılacaktır.
A– HAYATI
Muasırlarından olan Müstakîmzâde (öl. 1202/1788) 1762’de bitirdiği eserinde ondan; “zamanımızın meşhur âlimlerinden Trabzonlu Şeyh Ahmed Köseç …” şeklinde bahsederken[2], bir başkası da “Derviş Ahmed Trabzonî diye tanındığını ve zarif bir kimse” olduğunu belirtmektedir.[3] Son dönem biyografi yazarlarından Bursalı Mehmed Tâhir de “Kûsec[4] Ahmed Efendi” başlığı altında: “Ârif ve fâzıl bir zat olup Trabzonludur. 1195 (1781) tarihinde Konya’da irtihâl ederek[5] Türbe-i Mevlâna yanındaki kütüphane arkasına defnedildi. Tarîkaten Nakşî ve Mevlevîdir. Tarikat-ı Halvetiye’yi[6] de Şeyh Mustafa el-Bekrî (öl.1162/1749)[7] hulefâsından Şeyh Muhammed Hafnâvî’den (öl.1181/1767)[8] ahz eylemiştir…” [9] tarzında bilgi vermektedir.
Trabzonlu Köseç Ahmed Dede ise “… girişten sonra bu fakir müellifin Mevlevî tarikatına nispetini bilmenizi istedim. Şeyhim ve mürşidim… Mevlevî hilâfetinin sahibi şeyh (II.) Ebu Bekir Çelebi efendimizdir. Tarikatı kendilerinden telâkki ettim. O, pederleri şeyh Mehmet Ârif Çelebi’den, … o da şeyh Ferruh Çelebi efendinin oğlu şeyh Ebu Bekir Çelebi, …onlar da Hz. Muhammed (S.A.V.)’den telâkki-i tarikat etmişlerdir” diye[10] nispetlerini teamül gereği Hz. Ali ve Hz. Peygamber’e kadar çıkarmaktadır. Bir başka ifadeyle müellif, silsilesini hâliyle, 1746-1785 (1159-1199) yılları arasında postnişinlik makamında bulunan II. Ebubekir Çelebi’den, yani şeyhinden başlatıp Ebubekir Çelebileri[11] ayrı ayrı zikrederek 108 yıl sonra göreve geçmiş olan ikincisi zamanında Konya’ya geldiğini belirtmektedir. Bu suretle kendisi hakkındaki en önemli bilgiyi vererek âdeta yapılabilecek yanlışlıkların da önüne geçmek istemektedir.
Şeyh Gâlib de Köseç Ahmed Dede hakkında: “Mevlevîliği telâkkî (yi ihtiyar) ettim diyen merhum müellifin telâkkun[12] ve intisap şekli, benim bilebildiğim kadarıyla tarikimizde pek ender rastlanan durumlardandır. Hâlen mevcut bulunan ihvandan birçoğu bana şöyle rivayet etti. Bir gün (Ebubekir) Çelebi Efendi Hazretleri halvethanesinden çıktı ve dervişlerden iki kişiyi huzuruna çağırtıp, Konya’nın İstanbul yolunda ‘Sille’ denilen köye gitmelerini ve bunu dergâhtaki fukaradan[13] gizli tutmalarını emrederek buyurdu ki; ‘orada tarikat fukarasından Şeyh Ahmed Kûsec Trabzon denilen bir kimse bulacaksınız. Hz. Hünkârı ziyaret etmek arzusu ile memleketimize gelmek üzeredir. Ona söyleyin doğru bizim eve gelsin. Matbaha girmek ve hizmette bulunmak niyetinden vazgeçsin. O kâmil ve mükemmel bir zattır. Hizmete ihtiyacı yoktur. Siz onu hemen bana getirin’. Hakikati anlaşılamayan terkine de imkân bulunmayan bu garip emir karşısında şaşırdılar. Kendilerini gönderen Çelebi Hazretlerinin hâl ve şânını bilip, kendisine gönderildikleri Köseç Ahmed Dede’nin ise hâlini bilmediklerinden bu emir keşf ve keramet kabilinden midir yahut bir remz ve işaret midir, anlayamadılar. Sille’ye vardıklarında o zatı buldular. Gördüler ki ağlıyor, bayılıyor, ah ile feryat ediyor. Bazen secde ediyor, bazen de kendini toparlayıp iyileşiyor. Kâh darlaşıyor, kâh geniş nefes alıyor. Hz. Hünkârın türbesini gördükçe Allah Allah deyüb kendini ve her şeyi kaybediyor. Çelebi Hazretlerinin gönderdiği o iki dervişten biri bana şöyle hikâye etti: ‘o zata kavuşup selâm verdiğimde bana öyle bir nazarla baktı ki, üzerime gelen hâlin şiddetinden helâk olacaktım. Bir müddet kendilerinden geçip daha sonra toparlandıklarında: ya Şeyh! Bizimle gelmeyi ve (daveti) kabul ediyor musunuz? Çelebi Hazretleri sizi istiyor, (yukarıda) bahsedilen hususları emretti’ dedik. Çelebi Hazretlerinin huzuruna getirdik. Bir gün yahut daha kısa bir süre halvet-i mahsûsasına aldı. Mevlevî kisvesiyle çıkarıp Fukarâ-i Mevleviyye’den kâmillere mahsus âdâb ve rüsûm ile hücreyi teşrifini dergâhın halifesine emretti. Köseç Ahmed Dede bu merasim icra edildikten sonra dervişlerle musâfaha ederken ağlıyor, ‘beni kabul edin’ diye şimdiki kabrinin yerini işaret ederek ‘buradan mezar yeri verin’ diyor ve âdeta altı ay sonraki irtihal edeceği tarihi tayin ediyordu. Nitekim dediği gibi oldu. Vasiyeti de yerini buldu” şeklinde eserinde[14] ayrıntılı bilgi vermektedir.
Köseç Ahmed Efendinin muasırı ve Şeyh Gâlib’in müridi olan Esrar Dede de ölmeden (öl. 1796) birkaç ay önce tamamladığı meşhur Tezkiresinde: “… pîrân u pişvâyân-ı tarîk-ı Nakş-bendiyyeden sâhibü’t-tesânîf Tırabzonî Kösec Ahmed Dede 1192 senesi hacc-ı şerif mülâbesesiyle Dârü’d-devleden Konya’ya varup Çelebi Seyyid Ebû Bekir Efendi hazretlerinin dest-i kerâmet-peyvestlerinden tarîkat-ı Mevleviyyeye irâdet-i tâmme getürüp ‘idâd-ı dervişân-ı hırka-püşân-ı hücre-nişînâne duhûl ve ilâ-âhiri’l- ömr ol âstâne-i mübarekede kufûlleri[15] esnâsında tarîkat-ı Mevleviyyeye dâir bir Risâle telif eylemişlerdi …” şeklindeki sözleriyle,[16] Şeyhinin rivayetini tamamıyla desteklemektedir.
Birkaç asırdır dergâh duvarına dayalı vaziyette duran ve tabiat şartlarından daha fazla etkilenmemesi için Mevlâna Müzesi Deposuna kaldırılan 974 nu. da kayıtlı: “Trabzon — Şeyh Ahmed — 1191 — sene — Yâ Hû ” ( – شيخ احمد طر بوزان ١١٩٠ – ستن – ياهو -)” yazan mezar mezar taşı kitabesi[17] ise lâkabı dışında, aktardığımız bilgileri teyit etmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse XVIII. yy.ın ikinci yarısının tanınmış, zarafetiyle dikkat çeken âlimlerinden birisi olarak temayüz eden, tasavvufî hayatının büyük bir bölümünü Nakşî ve Halvetî tarikatlarının müntesibi hâlinde geçiren Trabzonlu Köseç Ahmed Efendinin; H. 1192 senesi haccına[18] niyet ederek, 1191 (1777) haziran veya temmuzunda çıkmış bulunduğu mukaddes yolculuğu, son durağı olan Mevlevîliğin başkenti ve yönetim merkezi Konya’da noktalanmıştır. O’nun hacca gitmekten vazgeçerek ömrünün son altı ayını; “Dede” unvanını[19] da almış bir Mevlevî büyüğü olarak geçirmesi, bu esnada Mevleviliğe dair mühim eseri “Tuhfe”yi telif edip şeyhinin yakınına defnedilme arzusuna, hatta şerefine kavuşan bir mürit olması, bu yolun yolcuları, özellikle dergâh’ta bulunanlar arasında büyük yankı yapmıştır.[20] Yıllar sonra geldiği âsitanede; dervişlerden, uzun süre tesirinden kurtulamadıkları Ahmed Dede’yi, ilmini, hatıralarını, vefatını vb. dinleyen Şeyh Gâlib’i belki biraz da bu psikolojinin etkileri, onun eserine, hepsinin ölümsüzleşmesine sebep olacak bir tâlikât[21] yazmaya sevk etmiştir.
B- ESERLERİ
Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin tespit edilebilen eserleri şunlardır:
1- Şerhu Risaleti’n-Nakşibendiyye lil-Hâdimî 2- Silsile-i Hâcegân fi Âdâbi Ubûdiyyeti’l-A’yân 3- Aşratü Reşehât 4- et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t- Tarîkati’l-Mevleviyye 5- Adâbu’l-Ubûdiyyeti fi’s-Süneni’l-Muhammediyyeti li’s-Sâlikîne Tarîkati’l-Halvetiyye 6- Şeyh Murâd-ı Buhârî’nin “Silsiletü’z- Zeheb” adlı eserinin şerhi olan “Tuhfetü’l-Ahbâb fi’s-Sülûki ilâ Tarîki’l- Ashâb”.[22]
C- ET-TUHFETÜ’L-BEHİYYE Fİ’T-TARİKATİ’L-MEVLEVİYYE
- Eserin tanıtımı ve nüshaları:
Çalışmamızda, Mevlevîlik Âdâbı, Mevlevî Tarikatından Güzel Hediyeler / Hoş Armağanlar / Mütevazı Sunular / Hatıra Kesitleri / Bazı Küçük Anekdotlar şeklinde Türkçeye de çevrilebilecek olan eserin adının özgün hâlini kullanmayı tercih ettik. [23]
Müellifi Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin; …inkârcıları inkârlarından vazgeçirip ikrara yöneltmek gayesiyle Mevlâna’nın tarikatının âdâbını beyan için bir risale telif ettim ve et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l- Mevleviyye (اقحغة البهجة ق الزيتة المولوتة) diye isimlendirdim dediği[24] ve dergâhta altı ayda, 1777 yılı sonlarında tamamladığı[25] Arapça eserinin tespit edebildiğimiz nüshaları şuralardadır: 1– İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar nu. 3905. 2– Süleymaniye Ktp. Serez Bl., nu.1522. 3– Süleymaniye Ktp. Halet Efendi Bl., nu.289. 4– SÜMAM Ktp. nu.46. Çalışmada faydalanılan bu sonuncu yazma bordürlü, şirazeli, bordo renkli ve deri ciltlidir. 210×140-153x75mm. ebatlarındaki nüsha, 21 satır bulunan 32 varaktan ibarettir. İnce kremi ve aharlı kâğıdına kırmızı cetvel içerisine düzgün bir nesih hat ile siyah mürekkeple kaleme alınan eserde, yer yer bab ve fasıl başlıklarının haricinde de kırmızı mürekkep kullanılmıştır. Hâfız-ı kütüb-i sânî (kütüphane müdür başyardımcısı) Muhammed Sâlih tarafından istinsah edilmiştir.
2. Muhtevası:
Mevlevî tarikatını “ilâhi cezbe, âdâbı ubudiyye ve sünneti seniyyeye tâbi olma mesleği, riyazet ve azimet tariki” olarak tarif eden müellif,[26] Mevlâna’nın ahlâk, riyazet, mücahede ve kerâmetlerine dair bazı menkıbelerle de zenginleştirdiği Tuhfe’sini, üç bölüm ve bir hâtime şeklinde tertip etmiştir. Birinci Bölümde, zikir telkini, taç ve hırka giydirilmesi, semâ ile bu sayılanların keyfiyeti ve âdâbıyla birlikte Mevlevîlik âdâbı; İkinci Bölümde, Hz. Mevlâna’nın çocukluğundan itibaren ruh dünyasını şekillendiren Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî ve Şemsi Tebrizî ile münasebetleri ve Mevlâna’nın kutbiyeti, mükâşefe ve kerametleri ele alınmaktadır. Üçüncü Bölümde, Mevlâna’nın ahlâkı, mücahede ve riyazeti, fukaraya ve diğer insanlara nasihatleri, Hâtimede de nesebi, doğumu ve beka âlemine geçmesi konu edilmektedir.
Tarikatların, özellikle Mevlevîliğin sünnete aykırı bulunmadığından hareket eden müellifin, bu konuda bolca örnekler verdiği eserinin; Mevlevîliğin unutulmaya başlayan ve öğrenilmesi güçleşen âdâbını ortaya koymak açısından Mevlevîlerce meşhur ve güvenilir kaynaklardan sayılmasına rağmen günümüzde hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylemek mümkün değildir. Tabiatıyla bu durumun ortaya çıkmasında, Köseç Ahmed Dede’nin Tuhfe’sinin de gerçek kimliği gibi karanlık ve karışıklıklar içerisinde kalmış olmasının önemli etkisi vardır.
3. Tercümeleri ve Diğer Çalışmalar:
Tuhfe’nin tercümelerinden söz etmeden, belki de öncelikle yol açtığı yanlışlıklar bir tarafa bırakılıp bahse konu eseri daha önemli hâle getiren Şeyh Gâlib ve çalışması üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Osmanlılar zamanında, tasavvufa ait metin tercümelerinden ziyade şerhlere ağırlık verildiği, Mevlevîliğin XVII. asırdan itibaren padişahları da etkisi altına alıp öneminin daha çok artmaya başlamasıyla Mevlâna ve Mevlevîlikle ilgili eserlerin hâşiyelerinin de arttığı, muazzam şerhler yapılıp büyük ve meşhur şârihler yetiştiği,[27] bu kervana XVIII. yy.da ünlü şâir ve mutasavvıf Şeyh Gâlib’in de katıldığı görülmektedir.
1757-1758 (1171)’de bir Mevlevî muhitinde; İstanbul Yenikapı Mevlevîhanesi’nde dünyaya gelen Mehmed Es’ad Galib, Mevlevîliği ve Mevlâna sevgisini aile ortamında tanıyıp kazanarak, bu büyük aşkla dîni- tasavvufî terbiyesini tamamlamak ve çile çıkarmak üzere 1783’te anî bir kararla Konya’ya gitti. Ancak, şeyhlik yapmış bir zat olan babası Mustafa Reşit Efendinin müracaatı üzerine geriye döndü ve çilesini İstanbul’da ikmal etti. Yaşadığı zamana, III. Selim (1789-1807)’in Mevlevî oluşunu sağlamaya varıncaya kadar damgasını vurma ve “müteahhirîn-i şuarâ-yi Osmâniye’nin şerefrâzından ve Tarîkat-ı Mevleviyye Meşâyihinden”[28] olma vasfını kazanan Şeyh Gâlib; oldukça zarif, gururlu ve o denli de hassas bir yaratılışa sahip bulunmasının da etkisiyle genç yaşta 1799 (1213)’da arkasında pek çok eser bırakarak vefat etmiştir.[29]
Şeyh Gâlib’in eserleri arasında önemli olmasına rağmen belki de en az dikkat çekeni, kendisinin: “ ‘Köseç’ diye bilinen Şeyh Ahmed Trabzonî’nin; inkârcıların Mevlevî tarikatına ve bilhassa Mevlâ’l-Ârifîn Hazreti Hünkâr Mevlâna’nın kerametlerine karşı yönelttiği itirazlara cevap vermek ve susturmak maksadıyla yazmış olduğu et-Tuhfetü’l-Behiyye’ye bir risale ta’lîk edip ‘Hâlis Sohbetler anlamında es-Sohbetü’s-Sâfiye (العتحبة العتابة ) [30] diye isimlendirdim” ifadeleriyle[31] vurguladığı mensur Arapça haşiyesidir. Esrar Dede’nin “…fakr u fenâ ve makâmât-ı müntehâyı tavzîh u risâle-i merkûmı tahşiye tarzıyla merâtib-i menâhic-i Mevleviyyeyi beyan ve esrâr-ı mesai-lik-i Mevleviyyeyi‘ıyân buyuran” sözleriyle tavsif ettiği[32] Gâlib’in bu eseri, her ne kadar en az inceleneni de olsa, tercümeden ziyade tâlikât da olsa, Sohbe’nin; Tuhfe’yi ve müellifini ölümsüzleştirdiğinde şüphe yoktur.
Aradan geçen asırlar zarfında et-Tuhfetü’l-Behiyye’ye dair Şeyh Gâlib’den başka müstakil çalışma yapan kimsenin bulunduğu bilinmemekle birlikte XX. yy.ın ilk yarısında söz konusu esere ciddî mesai sarf eden Ahmet Remzi Akyürek üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Soy bakımından Mevlevî bir ailenin çocuğu olarak 1872 yılında Kayseri Mevlevîhanesi’nde dünyaya gelen Ahmet Remzi Efendi[33] tekkede Mevlevî terbiyesiyle büyümüş, başta babası Şeyh Ataullah Efendi olmak üzere diğer yakınlarından ve zamanın âlimlerinden dersler almıştı. Mevlevî potasında olgunlaşıp yanan, âlim, ârif, fâzıl ve şâir bir zat idi. Arapça, Farsça ve Türkçeye şiirler yazacak derecede hâkim bulunan Remzi Dede gerek Mevlevî tarikatının gerek Mevlevî edebiyatının mühim simalarından olup son devrin büyük âlimlerinden birisi denilmeyi her hâliyle fazlasıyla hak etmişti.[34] O, otuz altı yaşında Mevlevî şeyhi olacak seviyeye ulaşan, “Allah sevgisi ve sobanın harlı ateşinden bile gözleri buğulanacak derecede Allah korkusuyla yanan bir meşaleydi.”[35] Görev yaptığı her Mevlevîhaneyi kısa zamanda mamur birer cazibe merkezi hâline getiren,[36] güzel ahlâkı ve davranışlarıyla örnek olup etkileyen, zarif nükteleriyle sohbetlere renk katan, zekâsı ve çalışkanlığı; telif ve tercüme ettiği eserlerden[37] kolayca anlaşılabilen, kısacası ömrünü dolu dolu geçiren, ilmiyle âmil bir kimse idi.
Köseç Ahmet Dede’nin ele aldığımız bu eserini Türkçeye çevirmeyi âdeta görev kabul eden[38] son Mevlevî şeyhlerinden Ahmet Remzi Efendi buna bir türlü fırsat bulamamıştır. Hatta mütevazı ifadelerine bakılırsa kendisinde böyle bir salâhiyet ve iktidar görmeyip yirmi sene kadar bu işe girişememiştir. Ama Gâlib Dede’nin es-Sohbetü’s-Sâfiye’si ilginç bir rastlantı sonucunda[39] eline geçince tercüme etmiş ve onu “Şifa Verici Bir Nüsha ” anlamında “en-Nüshatü’s-Şâfiye (النسخة الشافية )” diye isimlendirmiştir.
Ne var ki Köseç Ahmet Efendi’nin, “Mevlevî Tarikatının usûl, erkân ve âdâbını anlatırken menâkıpnâmelerde yer alan kerâmetlerden bir kısmını eserine koyması, Şeyh Gâlib’in ise işin bu yönünü, Remzi Akyürek’in tabiriyle “onun kadr u kıymetine Mesnevi kâfi delildir”[40] diye Sipehsalar, Menâkıbülarifin ve Sevakıbül menâkıb gibi kitaplara havale edip hiç değinmemeyi, yine “müellif der ki (قال المؤلف)” diyerek asıl eserden bir iki cümle yazdıktan sonra “ben derim ki (اقول)” deyip kastedileni ve izahı gereken yerleri açıklamayı tercih etmesi, Köseç Ahmed Dedenin o konu hakkında ne söylediğinin meçhul kalmasına neden olmaktaydı. Bu sebeple, çevirisini tamamladığı Sohbe’nin, Tuhfe’yi tam yansıtamadığını gören ve Risale-i Behiyye’nin de mutlaka neşredilmesi gerektiğine karar veren Remzi Dede, aslına uygun bir şekilde aynen tercüme etmekte sakınca görmemiştir. Türkçeye çevirdiği bu eserini de Dervişlerin Bakış Açısı, Dervişlerin Zâviyesi ve Fakirlerin Tekkesi anlamında “Zâviye-i Fukarâ ( زادين فترا )”[41] diye isimlendirmiştir. Ancak, 4 Mayıs 1942’de Ankara’da tamamladığı eserini,[42] Kayseri’de Hakkın rahmetine kavuştuğu 6 Kasım 1944 tarihine[43] kadar, iki buçuk yıl geçmesine rağmen yayımlatamamıştır.
Remzi Dede, söz konusu eserlerinin tercümelerini bastıramaması hususunda başka tereddütlere de düşmüş müdür bilinmemekle birlikte zikredilen tarihte Ankara’da bulunan İbrahim Kutluk’a, “birçok yerleri açık bırakılmış ve rötuşları yapılmamış olan”[44] çalışmalarını göstermiş, O da bunları istinsah etmiştir. Kutluk’un ifadesiyle Şeyh Gâlib’in, “Es’ad” mahlâsı kullandığı, yani çok genç yaşta kaleme almış olduğu bu tâlikât; O’nun eser yazabilecek derecede Arapçaya vukufiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Aynı zamanda Gâlib, Köseç Ahmed Efendi’nin naklettiği keramet ve rivayetlere kesinlikle değinmemiş, onları susarak geçiştirmiş, sadece Mevlevîlikle ilgili yerlere temas etmiştir. Bu da onun ne kadar mükemmel bir şahsiyete sahip olduğunu, efsanelerden ne kadar uzak bulunduğunu göstermektedir. Hem de Gâlib Dede, şâirlik değerinin yanında mühim bir ilmî şahsiyet daha elde etmiştir. Yalnız Şeyh Gâlib, gençliğin verdiği bir ateş ve malûmat furuşlukla cerhlerde[45] veya ilâvelerde çok kesin konuşmuş, “müellif şöyle diyor: Ben derim ki..” gibi Mevlevîlik âdâbına aykırı düşen bir dil kullanmıştır.[46]
Kutluk, bu sözleriyle hafif yollu tenkit etse de büyük ölçüde takdir ettiği Şeyh Gâlib gibi davranmaktan kendisini alamamış ve yolunu izlemiştir. Oysa Gâlib, Şeyh Sâkıb-ül-Mevlevî’nin şu anlamlı sözünü aktararak: “Nakil ve rivayet edilen onaylandıktan sonra nakilcilerin tashihine hacet kalmaz. Tasdik edilmezse âdillerin şahitliği de fayda vermez” diye, Hazretin (Mevlâna’nın) kerametlerine ve menkıbelerine tahsis edilen üçüncü bölümü ele almaya ve bu kısma bir şey ilâve etmeye lüzum görmediğini belirtmektedir.[47] Buna rağmen Kutluk, Ahmet Remzi Dede’nin tam tercüme ettiği otuz iki varaklık Tuhfe’nin sadece birinci bölümünü biraz genişçe, ikinci ve üçüncü bölüm ile sonucu tamamen özetleyip sekiz sayfaya sıkıştırmıştır.
A. Remzi Akyürek’in son hâlini almamış tercümelerini tamamlamadığı gibi Tuhfe’yi de bahsedilen görüşleri yüzünden kısmî olarak ve bunu da pek açıkça belirtmeden 1948’de yayımlayan Kutluk’un yaptığı bu çalışma yeterli bulunmuş olmalı ki uzun yıllar kimse konuya el atmamıştır. Ancak bu eksikliği fark etmiş olacak ki Prof. Dr. İsmet Kayaoğlu 1994’te Tuhfe üzerine eğilme gereğini hissetmiştir. Yazarın, “Mevlevî tarihi ve literatürü için küçük bir kaynak sayılabilir” dediği ve “eserde anlatılan fantastik olayların ve kerametlerin Eflâki ve Sadreddin Konevî Menkıbeleri gibi kaynaklarla mukabelesi yerinde olur. O dönemin düşünce atmosferi konusunda da bilgi sahibi olmaktayız… Bu risalenin diğer bir özelliği de insanlara öğütler verecek ahlâkî kıssaların anlatılmış olmasıdır. Bir menakıbnâme türü olarak ele alınması ve bu açıdan değerlendirilmesi lâzım geldiği kanaatindeyiz”[48] şeklinde tespitlerde bulunduğu çevirisi otuz dört sayfadan meydana gelmektedir.
Kayaoğlu, Tuhfe’nin tamamını dilimize kazandırmış ise de hakkında çok kısa bir bilgi verdiği eserin müellifini, yüz yıldan fazla bir süre öncesinde yaşamış göstermektedir. Oysa kendi tercümesini, hatta İ. Kutluk’un bu konuda verdiği özlü bilgiyi dikkate alsaydı dahi bu garip hataya[49] düşmeyecekti. Bu hususla birlikte ufak tefek bazı özetlemeler, atlamalar[50] ve hatalar[51] bir tarafa bırakılsa, bulunduğu konum itibariyle kendisinden beklenen özeni gösterdiğini söylemek pek mümkün değildir.[52] Yine hem Arapçasıyla, hem de Kutluk’un kısmî neşriyle karşılaştırıldığında, eserin ruhunu ve üslûbunu çeviriye tam yansıtamadığını belirtmek yanlış olmasa gerektir.
SONUÇ
Tarihî şahsiyetini de kısaca ortaya koymaya çalıştığımız Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, Halvetî ve Nakşî iken hayatının son altı ayını Mevlevî olarak geçirmiştir. Bu esnada telifine başladığı Mevlevîliğe dair “Tuhfe”yi tamamlamasının akabinde Konya’da irtihal etmesi (1191/1777) üzerine arzusu istikametinde Mevlâna Dergâhı dâhilinde defnedilmiştir. Esasen, sadece bu hadise bile onun, Mevlevîler arasındaki seçkin mevkiini ortaya koyması bakımından büyük bir önem arz etmektedir. Yazıldığı dönemin özelliklerini aksettirmesine paralel olarak Mevlevî âdâb, usûl ve erkânı hususunda da kaynak vasfı taşıyan eserler arasında mühim bir yer işgal eden et-Tuhfetü’l-Behiyye’nin; müellifinin, Mevlevîlik tarihi içerisindeki ehemmiyetini büyük ölçüde arttırdığı bir gerçektir.
Şeyh Gâlib’in Tuhfe’ye yazmış olduğu es-Sohbetü’s-Sâfiye isimli “Tâlikât”ın ise hepsini birden ölümsüzleştirdiğinde şüphe yoktur. Gâlib’in yanı sıra Ali Nutkî Dede, Esrar Dede, Bahâeddîn Veled Çelebi, A. Remzi Akyürek ve F. Nafiz Uzluk[53] gibi ileri gelen Mevlevî büyüklerinin farklı derecelerde ilgi göstermiş olduğu eser üzerinde günümüze kadar çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki Tuhfe gibi önemli bir eserin; haşiyesinin de Arapça olması ve birbirleriyle karıştırılmaları, müellifi Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin kimliğinin de şimdiye kadar karanlıklar içerisinde, hatta Gâlib’in gölgesinde kalmış bulunması, umulan ilgiyi görmemesi, bir başka ifadeyle konuyla ilgili araştırmacılar tarafından yeni ve objektif çalışmaların yapılmaması hususunda geçerli bir mazeret sayılmasa gerektir.
KAYNAKLAR
ALPARSLAN, Ali, Şeyh Gâlib, Ankara 1988
BAĞDADLI İsmail Paşa, Îzâhu’l-Meknûn fî Zeyl-i alâ Keşfi’z-Zünûn I, II, (nşr. Kilisli Muallim Rıfat), İstanbul 1945, 1947
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, İstanbul 1971
BURSALI Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri I-II, İstanbul 1333
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2005
CINGILLI, Lütfiye, “Babam Ahmet Remzi Akyürek”, Erciyes Dergisi, Ahmet Remzi Akyürek Özel Sayısı; 68 (Ağustos 1983), s.4-5
ÇIPAN, Mustafa, “Mevlevîlik Terimleri”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya 2002, s.165-178
DENİZ, Rasim, “Dîvan-ı Remzi Dede”, Erciyes Dergisi, S.68, s.30-31
ERGUN, Sadeddin Nüzhet, Şeyh Galip, İstanbul 1932
———– , Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1935
ESRAR Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (nşr. İ. Genç), Ankara 2000
GÖLPINARLI, Abdülbâki, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983
———– , Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, İstanbul 1953
———– , “Şeyh Galib”, İA XI, s.462-467
GÜNDÜZ, İrfan, “Bekriyye”, DİA V, s.371
HADİMİOĞLU, Numan, Hadim ve Hadimliler Bibliyografyası I, Ankara 1983
HAKSEVER, Ahmet Cahid, Son Dönem Osmanlı Mevlevîlerinden Ahmet Remzi Akyürek, Ankara 2002
HARÎRÎZÂDE, Tıbyânu’l-Vesâil I/1, S.Ü. İlâhiyat Fak. Küt. nu.715249
HÜSEYİN Kâzım Kadri, Büyük Türk Lügati IV, İstanbul 1945
İBNÜLEMİN Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri VII, İstanbul 1969
KALLEK, Cengiz, “Hifnî”, DİA XVII, s.478
KARABULUT, Ali Rıza, İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi I, Kayseri ty.
——— , “Mevlevî Ahmed Remzi Dede (Akyürek)”, Erciyes Dergisi, S.68, s.24-29
KAYAOĞLU, İsmet, “Mevlevî Derviş Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l- Behiyye Adlı Eseri ve Çevirisi”, S.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.5 (1994), s.1-34
KIRBOĞA, Mehmet Ali, Kâmûs-ül-Kütüb ve Mevzûâti’l-Müellefât, Konya 1994
KONYA Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphanesi; 2138 nu.lı Mecmua
KUTLUK, İbrahim, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi II/3-4 (Mayıs 1948), s.289-300
——— , “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, İÜEFTDED III/1-2 (Kasım 1948), s.21-47
MAZIOĞLU, Hasibe, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987
MEHMET Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, İstanbul 1913 (1001 Temel Eser)
MENGİ, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2005
MUHAMMED Bahâüddin Veled Çelebi, Muhtasar Menâkıb-ı Hazreti Mevlâ- na, 1352/1933-1934, SÜMAM, nu.88
MÜSTAKÎM-ZÂDE Süleyman Sa’deddin Efendi, Mecelletü’n-Nisâb, (Tıpkıbasım), Ankara 2000
OKÇU, Naci, Şeyh Galib I (Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Divânın Tenkidli Metni), Ankara 1993
OLGUN, Tahir, Çilehâne Mektupları, (nşr. C. Kurnaz-G. Erişen), Ankara 1995
ÖZDAMARLAR, Kadir, “Ahmet Remzi Akyürek Üzerine Notlar”, Erciyes Dergisi, S.68 (Ağustos 1983), s.35-39
SÂDIK Vicdânî, Tarikatler ve Silsileleri (Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye), (nşr. İ. Gündüz), İstanbul 1995
SAHÎH Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye (Mevlevîlerin Tarihi), (nşr. C. Zorlu), İstanbul 2003
SATOĞLU, Abdullah, Kayseri Şairleri, Ankara 1970
SERİN, Rahmi, İslâm Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, İstanbul 1984
ŞEMSEDDİN Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1317 , Kâmûsu’l-A’lâm V, İstanbul 1314
ŞEYH Gâlib, es-Sohbetü’s-Sâfiye, SÜMAM, nu.49
TEZEREN, Ziver, “Üstad Ahmet Remzi Akyürek (Remzi Dede)”, Erciyes Dergisi, S.68 (Ağustos 1983), s.6-15
TRABZONLU Köseç Ahmed Dede, et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l- Mevleviyye, SÜMAM, nu.46
———– , Tühfetü’l-Ahbâb fi’s-Sülûki ilâ Tarîki’l-Ashâb, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Âşirefendi Koleksiyonu, nu.422/3
TÜRK Dünyası Edebiyatı Ansiklopedisi IV, VIII, İstanbul 1981
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995
———– , “Halvetiyye”, DİA XV, s.393-395
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1997
ÜREMİŞ, Ali, “Yeni Bilgiler Işığında Trabzonlu Köseç Ahmed Dede”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.19 (Bahar 2006), s.175-191
YÜKSEL, Sedit, Şeyh Galip, Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara 1980
ZAMANTILI, Abdülkadir, “Yine Remzi Dede”, Erciyes Dergisi, S.68, s.21- 23
ZÜLFİKAR, Hamza, “Tuhfe”, http://tdk.org.tr/turkdili/Aral%C4%B1k2005/dogruyazalim.htm
DİPNOTLAR
[1] Bkz. Ali Üremiş, “Yeni Bilgiler Işığında Trabzonlu Köseç Ahmed Dede”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.19 (Bahar 2006), s.175-191
[2] Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi, Mecelletü’n-Nisâb, (Tıpkıbasım), Ankara 2000, v.301b. Yine Konya Mevlâna Müzesinde bulunan 2138 nu.lı Mecmuanın; “zikr”in önemine, âdâbına, ruhu arındıracağına, kullar için gerekliliğine dair manzum ve mensur (Tuhfe’nin bazı yerlerine de benzeyen) ibarelerinin nihayetindeki “Şeyh Ahmed-i Trabzonî’nin Risâle- sinden” kaydı (v.156b) ile sonundaki (kimin yazdığı da meçhul olan) 1165 (1752) tarihi (v.247a) de bu bilgileri destekler mahiyettedir.
[3] Köseç Ahmed Efendi’nin öğrencisi ya da müridi olması muhtemel müstensih, Bursa’daki zamanın idarecisine sunmak üzere 1191 (1777) yılında tamamladığı eserin istinsah kayıtlarında bunları vurgulamıştır. Bkz. Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, Tühfetü’l-Ahbâb fi’s- Sülûki ilâ Tarîki’l-Ashâb, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Âşirefendi Koleksiyonu, nu.422/3, v.170b.
[4] Fasça “Kûseh” kelimesinden Kûsec (Kösec/Köseç) şeklinde Arapçalaştırılmış olan bu terim dilimizde seyrek ve köse sakallı anlamında kullanılmaktadır. Bkz. Şemseddin Sâmi, Kâ- mûs-ı Türkî, (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1317, s.1204; Hüseyin Kâzım Kadri, Büyük Türk Lügati IV, İstanbul 1945, s.182
[5] Bursalı Mehmed Tâhir’in (Osmanlı Müellifleri I, İstanbul 1333, s.154’te) verdiği bu hatalı vefat tarihinin yıllardan bu yana araştırmacıları da yanılttığı, bahsedilen makalede geniş bir şekilde izah edilmiştir.
[6] Ömer el-Halvetî (öl. 800/1397) tarafından Azerbaycan’da kurulup geliştirilen, oradan Anadolu’ya, buradan Balkanlar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Sudan, Habeşistan ve Güney Asya’ya yayılarak İslâm dünyasının en yaygın tarikatı haline gelen ve kendisinden pek çok şube ortaya çıkmış olan Halvetiyye hakkında fazla bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Halvetiyye”, DİA XV, s.393-395; Sâdık Vicdânî, Tarikatler ve Silsileleri (Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye), (nşr. İ. Gündüz), İstanbul 1995, s.163vd; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, İstanbul 1984, s.70 vd.
[7] Kutbuddin Mustafa b. Kemâleddin el-Bekrî; Halvetiyye tarîkatının Şâbâniyye kolunun kendisine nisbetle Bekriyye diye isimlendirilen şubesinin kurucusudur. Çeşitli kollara da ayrılmış olan tarikat hak. bkz. Sâdık Vicdânî, Age., s. 224-225; R. Serin, Age., s. 140; İrfan Gündüz, “Bekriyye”, DİA V, s. 371
[8] Mısır’ın Bilbîs şehrinin Hafnâ köyünden olduğu için Hafnâvî nisbesiyle anılan bu zat, el- Bekrî’den hilâfet alıp Halvetiyye – Şâbâniyye tarikatının Hifniyye kolunun kurucusu olmuştur. Meşhur Hanefî âlimi İbn Âbidîn’in de soyundan olduğu Muhammed b. Sâlim el- Hıfnî, Ezher şeyhliğinde bulunmuş, ilmî, tasavvufî ve siyasî çevrelerde büyük nüfuz sahibi olmuş, Kahire’de vefat etmiştir. Bkz. Sâdık Vicdânî, Age., s. 225-226; Cengiz Kallek, “Hifnî”, DİA XVII, s. 478
[9] B. Mehmed Tâhir, Age. I, s.155. Sadece burada verilen bilgilere dikkat edilseydi dahi bir- birleriyle karıştırılan Köseç Ahmed Efendiler hakkında yıllardır bu kadar çok hataya düşülmüş olmazdı.
[10] Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye, S.Ü. Mevlâna Araştırmaları Merkezi (Bundan böyle SÜMAM şeklinde kısaltılmıştır.), nu.46, v.2b-3a.
[11] Adı geçenlerin çelebilik makamındaki görev süreleri hakkında bkz. Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye (Mevlevîlerin Tarihi), (nşr. C. Zorlu), İstanbul 2003, s. 303,307,339; Muhammed Bahâüddin Veled Çelebi, Muhtasar Menâkıb-ı Hazreti Mevlâna, 1352/1933-1934, SÜMAM, nu.88, s.224; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 152vd.
[12] Telkîn-Telâkkun: Anlatmak, anlamak, öğretmek, öğrenmek, vermek, almak. Tarikate yeni giren bir müride şeyhin belli esaslar çerçevesinde zikir öğretmesine telkîn, müridin (şeyhin önüne diz çöküp …) bunu öğrenmesine telâkkun denir. Bkz. Harîrîzâde, Tıbyânu’l-Vesâil I/1, S.Ü. İlâhiyat Fak. Küt. nu.715249, v.3a.vd; S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995, s. 522-523
[13] Çoğulu Fukara olan Fakîr kelimesi, Tasavvuf ehlinin; manevî ihtiyaçlı, yoksul, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah’a veren, bir şeyhin bîati ve terbiyesi altında bulunan kişi, yani derviş anlamında ben yerine kullandığı bir tabir olup mânevî yokluğu bildirir. [Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2005, s. 160-161,204; S. Uludağ, Age., s.184] Nitekim burada da olduğu gibi Mevlevîlik terminolojisinde çok özel bir yerinin bulunduğu, A.R. Akyürek ile T. Olgun mektuplaşmasında, “ıstılâh-ı dervişândan bazısın pek hoş olduğu, meselâ ‘fakîr’in ‘bendeniz’e üstün tutulup tercih edildiği” , dolayısıyla kendilerinden bahsederken sürekli bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir. Bkz. Tahir Olgun, Çilehâne Mektupları, (nşr. C. Kurnaz-G. Erişen), Ankara 1995, s. 20, 33,89,177
[14] Şeyh Gâlib, es-Sohbetü’s-Sâfiye, SÜMAM, nu.49, v.5b-6a’dan İbrahim Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi II/3-4 (Mayıs 1948), s. 291292; A. Üremiş, a.g.m., s. 180
[15] Seferden, yolculuktan dönme, kilitler demek olan Kufûl kelimesi burada “Mevlevî tarikatına rabıtaları, intisapları, bağlanışları esnasında, bu tarikata girdikten sonra” şeklinde anlaşılmalıdır.
[16] Bkz. Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (nşr. İ. Genç), Ankara 2000, s. 382
[17] Adî Sille taşından yapılmış olan mezar taşında dört dilimli ve dolama destarlı bir sikke bulunmaktadır. [Bkz. A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.192 nu.8] Taşın yazıları silinmeye başladığı için Hadîkatü’l-Ervâh [: Mevlevî tabirlerinden olup Mevlâna’nın türbesi haricinde ve dergâh dâhilinde bulunan kabristana mevlevîlerce verilen isimdir. Bkz. Türk Dünyası Edebiyatı Ansiklopedisi IV, İstanbul 1981, s.5]’tan depoya nakledilmiştir. Mevlâna türbesinin niyaz penceresi yakınında bulunan ve “topraklık” mahallesine çıkan yolun tam üzerine rastlayan Müellifin mezarı, Hadîkatü’l-Ervâh’ın başka tarafına kaldırıldığı [Bkz. Numan Hadimioğlu, Hadim ve Hadimliler Bibliyografyası I, Ankara 1983, s.112] için kabrinin yerini tam olarak belirlemek mümkün değildir.
[18] 1191 (1777) yılının sonlarında başlayan hac mevsiminin tamamlanması 1192 senesinin ilk ayının ortalarına kadar sarktığından, hac görevini ifa için yola çıkacak kişinin o günün şartlarında, 1191’in ikinci yarısında yola koyulmuş, hatta son çeyreğinde kutsal topraklara ulaşmış olması gerekmektedir.
[19] Dede’lik; ikrar vererek (hizmete girmeye, şeyhe bağlanmaya söz verip biat eden) Mevlevîliğe intisap edip dergâhta (süre bu örnekte olduğu gibi duruma göre kısaltılabilmekte ise de genellikle) bin bir gün hizmetle çilesini dolduranlara (dünya endişelerinden kurtulma arzusunu izhar edip usul ve âdâba uygun olarak on sekiz değişik hizmeti görenlere) verilen unvandır. Bkz. Mustafa Çıpan, “Mevlevîlik Terimleri”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya 2002, s. 166vd.
[20] O yüzden de meselâ böylesi Mevlevî şâirler anlatılırken ayrıntılı olarak, zevk ve gurur duyarak anlatılır [Bkz. Esrar Dede, Age., s.LXXIVvd,CIX vd]. Ahmed Dede’nin ününün sadece Mevlâna Dergâhında kalmadığı, yörede de hatırı sayılır bir şöhrete kavuştuğu, adı geçenin; eserine de bir şerh yazmış olduğu Ebû Saîd Muhammed Hadimî (1113-1176/1697- 1760) Hazretlerini gaslettiği hususunda birtakım menkabevî rivayetlerin ortaya çıkmasından da anlaşılmaktadır. Konunun değerlendirilmesi hak. bkz. A. Üremiş, a.g.m., s.183,187- 188
[21] Bir eserin bazı yerlerini tashih, ikmal veya açıklamak amacıyla sayfa kenarlarına ya da ayrı bir risale hâlinde yazılan düşüncelere ve yorumlara tâlikât (ta’lîkat) denir. Bkz. TDEA VIII, s.215
[22] Osmanlı Müellifleri I, s.155’te bunların yanında es-Sohbetü’s-Safiye’nin de sayılıp Gâlib Dede tarafından tahşiye edildiğinin söylenmesi; hatta aynı kaynakta (II, s.351’de) Şeyh Gâlib’in eserleri sayılırken Tercüme-i Tuhfe-i Behiyye ve Sohbetü’s-Safiye şeklinde gayr-i matbu iki ayrı risale olarak kaydedilmesi, daha sonra pek çok kimsenin de yanılmasına yol açmıştır. Nitekim bugün internet sayfalarında olduğu gibi birçok araştırmada da aynı yanlışın sürdürüldüğü görülmektedir. [Örnek olmak üzere bkz. S.N. Ergun, Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1935, s. 31; A. Gölpınarlı, Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, İstanbul 1953, s.17; A. Gölpınarlı, “Şeyh Galib”, İA XI, s.467; Naci Okçu, Şeyh Galib I (Hayatı, Edebî Kişiliği, Divanın Tenkidli Metni), Ankara 1993, s.5; M. Ali Kırboğa, Kamûs-ül-Kütüb ve Mevzûati’l- Müellefat, Konya 1994, s.261,303; Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2005, s. 222]. Meseleyi doğru bir şekilde tespit edenler de yok değildir [Meselâ bkz. Esrar Dede, Age., s. 383; Bağdadlı İsmail Paşa, Îzahu’l-Meknûn fî Zeyl-i ala Keşfi’z-Zünûn I, II, (nşr. Kilisli Muallim Rıfat), İstanbul 1945, 1947, s.245, 64; İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs- Sâfiyye”, İÜEFTDED III/1-2 (Kasım 1948), s. 21vd; Sedit Yüksel, Şeyh Galip, Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara 1980, s.53; Ali Alparslan, Şeyh Galib, Ankara 1988, s.38-39; N. Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, s. 778; TDEA VIII, s. 146] Bu yanlışlığın ortaya çıkıp yaygınlaşmasında B. Mehmed Tâhir kadar, bir kısım eserlerinde de doğru bilgi veren S.Nüzhet Ergun (bkz. Şeyh Galip, İstanbul 1932, s.26-27) ve A. Gölpınarlı (bkz. Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, s.193)’nın da katkısının bulunduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. A. Rıza Karabulut (İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi I, Kayseri ty., s. 286’da; “… el-İ’lam bi-Mearifi Ehli’l-İlham ve Şerhu’l-Kafî ale’l- Maksadi’l-Vafî fî Beyani’t-Tarîkati’n-Nakşibendiyye” adlı iki eser daha kaydeder)’da olduğu gibi, TÜYATOK ve yazma eserlerin bulunduğu kütüphanelerin internet sitelerinde zikredilen eserlerinin yanında müellifimize mâl edilen Şerhu Emsile vb. pek çok eser daha görülebilmektedir. Bu da muhtemelen Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin diğerleriyle karıştırılmasından ve daha meşhur olduğu için de dikkatlerin onun üzerinde toplanmasından kaynaklanmaktadır.
[23] Köken itibariyle hediye, armağan, belek, atâ, ihsan ve bahşiş anlamlarına gelen, divan şairlerinin talebelere Arapça Farsça öğretmek için kullandıkları edebî bir tür olan, Osmanlıda daha ziyade şiir tarzında kaleme alınan sözlüklere isim olarak verilen “Tuhfe” hakkında daha fazla bilgi için bkz. Hamza Zülfikar, http://tdk.org.tr/turkdili/Aral%C4%B1k2005/ dogruyazalim.htm; 27.02.2006, 12:15
[24] et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye, v.2b; İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 292-293
[25] Buna rağmen, “Tuhfe’nin 1192/1778’de kaleme alındığını” söyleyen İ. Kutluk’un (bkz. “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s.33), müellifin vefatını 1195 (1781) yılı sanmasından ve özellikle de kısmî tercümesini neşretmiş bulunduğu bu eserin bilgilerine (bkz. “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s.291vd.) dikkat etmemesinden kaynaklandığını belirtmek hatalı olmasa gerektir.
[26] Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye, v.2a.
[27] H. Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1997, s. 311-313
[28] Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-A’lâm V, İstanbul 1314, s. 3246; B. Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri II, s. 351
[29] Bkz. Esrar Dede, Age., s. 372-389; Mehmet Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, İstanbul 1913 (Tercüman 1001 Temel Eser), s.158-159; S.N. Ergun, Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1935, s. 9vd; A. Gölpınarlı, Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, İstanbul 1953, s. 6-10; A. Gölpınarlı, “Şeyh Galib”, İA XI, s.462-467; S. Yüksel, Age., s.3-37; N. Okçu, Age., s. 1-10; N.S. Banarlı, Age. II, s.770vd; İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s. 22vd; S.N. Ergun, Şeyh Galip, İstanbul 1932, s. 11’de “1213/1798’de Recebin 26. Çarşamba günü vefat etti” demektedir. Oysa dikkate aldığı bu tarih de 02.01.1799’a tekabül etmektedir.
[30] Millî Kütüphane, 06 Ceb nu.173’te; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar nu.3408’de ve Türkçe Yazmalar 6335’te kayıtlı Şerh-i Cezîre-i Mesnevî yazmasının sonuna ekli (ve 1203/1788 tarihli) olan bu eserin bir nüshası da SÜMAM, nu. 49’da kayıtlıdır. 245×155-180x70mm. ebatlarındaki kullandığımız bu nüsha 13 yaprak olup ince kremî ve aharlı kâğıdının her bir sayfasında 27 satır bulunmaktadır. Ebrulu karton kapak cilde sahip olan eser, siyah mürekkep kullanılan düzgün bir nesih hatla kaleme alınmış olup ke- şîde ve hâşiyeleri kırmızıyladır. 29 Ekim 1819 (1235) tarihinde istinsahı tamamlayan müs- tensih el-Mekkinî / Mekinnî Ebu’l-İkbâl kendisinin Mevlevî olduğunu da belirtir. A.R. Dede’nin tercümede kullandığı nüsha bu olamaz. Zira Remzi Dede bu nüshanın 19 satırlı, 32 sayfalı ve 1203 recebinde yazılmış olduğunu belirtir. Bkz. İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as- Sohbet-üs-Sâfiyye”, s.37
[31] Bkz. Şeyh Gâlib, es-Sohbetü’s-Sâfiye, v.1b. Gâlib bu risalesini hilâfet aldığı Ali Nutkî De- de’nin izniyle kaleme aldığını da bildirir. Anlaşıldığına göre şâir, Mevlevîlik hakkında önemli bilgiler verdiği eserini çilesini tamamladıktan sonra ve meşîhatından önce (1788’lerde) yazmıştır. [Bkz. A. Alparslan, Age., s.38; A. Gölpınarlı, “Şeyh Galib”, İA XI, s.467; İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s.33] Bu cümleden olarak Gâlib’in, beş yıl kadar önce gelmiş bulunduğu Konya’da Tuhfe’yi görüp incelediğini ve dervişlerin Köseç Ahmed hakkında anlattıklarından da etkilenerek üzerinde bir çalışma yapmayı tasarladığını söylemek mümkündür. Ama Şeyhinin de Gâlib’e ta’lîki tavsiye etmesi, Tuhfe’nin Mevlevîlik tarihi içerisindeki yerini ve önemini tespit açısından oldukça dikkat çekicidir.
[32] Bkz. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, s. 383
[33] Bazı kaynaklarda A. Remzi Efendinin doğum tarihinin 1876-1877 (1293) olarak gösterilmesi veya bunun tartışılmaya kalkılması [Örnek olmak üzere bkz. Abdullah Satoğlu, Kayseri Şairleri, Ankara 1970, s. 95; A. Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevîlerinden Ahmet Remzi Akyürek, Ankara 2002, s. 42; Abdülkadir Zamantılı, “Yine Remzi Dede”, Erciyes Dergisi, Ahmet Remzi Akyürek Özel Sayısı; 68 (Ağustos 1983), s.21], adı geçenin yaşının küçültülerek medreseye kaydedilmesi hâdisesinin [Bkz. T. Olgun, Age., s. 10-11] hâlâ bilinmemesinden kaynaklansa gerektir.
[34] İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri VII, İstanbul 1969, s.1408-1411; Kadir Özdamarlar, “Ahmet Remzi Akyürek Üzerine Notlar”, Erciyes Dergisi, S .68, s. 35; Ziver Tezeren, “Üstad Ahmet Remzi Akyürek (Remzi Dede)”, Erciyes Dergisi, S. 68, s. 13; A.Rıza Karabulut, “Mevlevî Ahmed Remzi Dede (Akyürek)”, Erciyes Dergisi, S. 68, s. 2425; Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s. 1vd; A.C. Haksever, Age., s. 43vd.
[35] Lütfiye Cıngıllı, “Babam Ahmet Remzi Akyürek”, Erciyes Dergisi, S.68 (Ağustos 1983), s. 4-5
[36] Öyle ki 1913’te postnişinliğini yaptığı Haleb Mevlevîhanesi onun sayesinde sadece Müslümanların değil Mûsevî ve Ermenilerin de sürekli ziyarette bulundukları bir yer durumuna geldiğinden, tabiatıyla pek çok kimsenin de ihtidasına vesile olmuştu. Bkz. Bkz. Z. Tezeren, a.g.m., s. 7-8,14
[37] Bkz. H. Mazıoğlu, Age., s.7-11; A.C. Haksever, Age., s. 92vd; A. Satoğlu, Age., s. 97vd; K. Özdamarlar, a.g.m., s. 36-38; A.R. Karabulut, a.g.m., s. 26-27; Rasim Deniz, “Dîvan-ı Remzi Dede”, Erciyes Dergisi, S.68, s.30-31
[38] A. Remzi Dede, “Hz. Mevlâna (k.s.) efendimizin salâh ile âreste (bezenmiş) hâlis bendelerinden bir zat eseri tercüme iltimâsile fakire iâre etmişti” dediği [Bkz. İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 290] bu kişinin adını vermemektedir. Ancak bu şahsın, bir başka eseri; “Mevlevîlerin Tarihi”ni de aynı şekilde ve aynı ifadelerle kendisine veren Bahâeddîn Veled Çelebi [Bkz. Sahîh Ahmed Dede, Age., s. 32,344] olma ihtimali yüksektir. Remzi Dede, adı geçenin zikredilen teşvikinin yanı sıra “merd-i meydan-ı rızânın kârı eyvallahtır” diyerek bu hizmeti yüklendiğini belirtmektedir. Bkz. İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 290
[39] Remzi Dede bu olayı şöyle anlatır: “ .,.1909’da bir görev icabı Kilis Mevlevîhanesinde üç günlük misafirliğim esnasında, kütüphanede bulunan kitaplar arasında as-Sohbetü’s- Sâfiye’yi görüp istinsahına da vakit bulamamıştım. Otuz bir sene sonra Ankara Umumî Kütüphanesine müdür muavini olarak tayinimde, nakledilen Kilis Mevlevîhanesi kitapları içerisinde Sohbe’yi bulunca hemen istinsah ve şu garip ve güzel tesadüften cüret alarak tercüme. ettim.” Bkz. İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s. 37
[40] Bes boved Burhan-ı Kadreş Mesnevi ( <sy, y,^> –v- ^jy ^. )
[41] Z. Tezeren, a.g.m., s. 7’de, “ ‘Remzi Dede Hâdimü’l-fukara’ ibaresinin de merhum Akyürek’in Kastamonu Mevlevîhanesi’ne tayini olan 1327/1909 tarihini gösterdiğine” dikkat çekmektedir.
[42] İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 289-290
[43] Ahmed Remzi Dede’nin irtihalini 20 Kasım 1944 Pazartesi günü olarak gösterenler muhtemelen, eski Kayseri milletvekillerinden olan damadı Dr. Yüzbaşı Halit Mazhar Kaya’nın vefat tarihi ile karıştırmaktadırlar.
[44] İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s. 37. İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 290 nu.2’de “sonradan yapılmışsa da benim malûmatım yok” demektedir.
[45] Yaralama, yaralanma gibi anlamları da bulunan kelime burada birisinin fikrini çürütme, kabul etmeme manasında kullanılmaktadır.
[46] İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, s. 289
[47] İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, s. 39
[48] İ. Kayaoğlu, “Mevlevî Derviş Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l-Behiyye Adlı Eseri ve Çevirisi”, S.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.5 (1994), s. 1-2
[49] Bu yanlışlıkların geniş bir şekilde değerlendirilmesi hususunda bkz. A. Üremiş, a.g.m., s.183vd.
[50] Meselâ, Mevlevî tarikatının adabı ile ilgili olarak dervişlere yapılan tavsiyelerin önemli bir kısmı (Tuhfe, v.6b-7b) atlanmış ya da gözden kaçmıştır (s.8).
[51] Meselâ, Müellifin mukaddimesindeki (Tuhfe, v.1b), “hamdele”de geçen âmâl (Ju^ı ) yani emeller, boş arzu ve istekler gibi anlamlara gelen kelime, yanlışlıkla “… ameller..” ( J-ety ) şeklinde okunmuştur (s.3). Köseç Ahmed Dede; eseri telif gayesiyle birlikte Mevlevî olduğunu da açıkça belirttiği (v.2b) halde çeviride buna yer verilmemiştir. Üstelik müellifin, “Mevlevî tarikatına nispetimi bilmenizi istedim” deyip tarikatı telâkkun (öğrenip intisap) ettiği Şeyhini ve silsilesini uzun uzun zikretmesine (v.2b) rağmen “telâkkaytü” terimine dikkat edilmemiş; “. Mevlevî tarikatının kaynağını .’den naklettim” diye sanki dışarıdan birisiymiş gibi bilgi aktarılmıştır (s.4). Yine metinde Mevlevî dervişleri “.altı rekât evvâbîn, on iki rekât teheccüd, dört rekât işrâk ve sekiz rekât duhâ namazlarını kılmalıdır” [v.7b-8a] şeklinde tercüme edilmesi gereken yerler; “Teheccüd namazı on iki, işrâk namazı dört, kuşluk namazı da sekiz rekâttır” diye (s.8) çevrilmiştir.
[52] Meselâ Tuhfe’nin v.28a’da geçen “nefeslerinizin İsa (a.s.) gibi her derde şifa olmasını isteseydiniz” şeklindeki yerini, “… Peygamber (a.s.) gibi …” diye çevirmiştir (s.28). Oysa Hz. İsa’nın Mevlevîlikte çok özel bir yeri ve anlamı vardır. Zira Hz. İsa tasavvufta dünyadan, yani masivadan tecerrüdün (sıyrılma, soyutlanma) bir simgesidir. Bir başka deyişle O, maddeden mücerrettir. Unvanı Ruhullah olan Hz. İsa, nefesi ile ölüleri nasıl diriltmişse Mevlâna’nın Mesnevîsi de asırlar boyu nice ölü ruhlara hayat sunmuştur anlamına gelen “Mesnevîdir nefesi pür-meded-i ruhullah / Dil-i bîmâre devâ Hazreti Mevlâna’dır” sözleriyle Şeyh Gâlib bu hususa işaret etmiştir. Bkz. N. Okçu, Age. I, s. 76
[53] Meselâ F.N. Uzluk da çalışmada kullandığımız Tuhfe’nin cilt kapağının iç yüzüne, “… hususiyle Gâlip Dede’nin bu işlerdeki ehliyet ve iktidarını, hatta Mevlevîlik hakkında o devreyi göstermesi yönünden ziyadesiyle faydalı olacağı için bu mühim risalenin bastırılması gerekir” notunu düşmüştür.