MEVLÂNÂ VE SEMÂ’
MEVLÂNÂ VE SEMÂ’
Mevlânâ Celâleddin eserleri ve fikirleriyle Türk kültürü ve düşüncesini etkileyen ve besleyen en önemli kaynaklardan biridir.
Tasavvuf bizim inanç ve ahlâk hayatımızın dayanaklarındandır. Mevlânâ da her şeyden önce tasavvuf düşüncesini benimsemiş, yaşamış ve anlatmış olan bir büyük mutasavvıftır. Onun Mesnevi’si, çok okunan ve etkisi yaygın bir kitaptır. Mesnevi “Mağz-ı Kur’an” Kur’an’ın özü diye tavsif edilir. Tasavvuf da İslâm’ın özüdür. Bu kitap tasavvuf düşüncesini canlı örneklerle anlatan en önemli kaynaklardan biridir.
Mesnevi, her zümreyi etkilemiştir: Onu entelektüeller kendileri okudular. Ayrıca Mesnevihanlar vardı. Bunlar camilerde, dergâhlarda, bir vaiz gibi Mesnevi beyitlerini okuyup açıkladılar. Böylece Mesnevi ve tasavvuf kültürü geniş halk kitlelerine yayılma imkânı buldu.
Osmanlı coğrafyasında Mevlevihaneler yaygındı. Anadolu, İstanbul, Balkan şehirleri, Kırım, Halep, Şam, Kahire’de Mevlevihaneler vardır İmparatorluğun önemli merkezlerinde bu kurumlar birer irfan ve sanat merkezi olarak görev yaptı. Manisa Mevlevihânesi önemli merkezlerden biridir. Mevlevîliğin Manisada’ki yayılışı Saruhan Bey (ö. 1346) zamanından itibaren başlamış. İshak Bey 770/1368-69 yıllarında Mevlevîhâne’yi yaptırmış. Bu değerli yapının restorasyonuna önayak olan ve burayı Mevlevi kültürünün merkezi haline getiren Celal Bayar Üniversitesi’ne şükran duyuyoruz.
*
Mevlevilkikte insan eğitiminin çok özel bir yeri vardır. Buna “çile çıkarmak” denir. 1001 gün süren bir hizmet ve eğitim sürecidir.
Onun dışında Mevlevihaneler bir irfan, edep ve estetik ocağıydı. Şiir, edebiyat, musiki, sanat bu mekânlarda himaye gördü. “İlhamımı Mesnevi’den aldım / Çaldımsa da mîrî malı çaldım” diye Şeyh Galib örneklerden sadece biridir.
Mevlevihaneler birer musiki konservatuvarıydı: Dede Efendiler, Itrî’ler, Zekâyi Dede’ler hep bu ocaklarda yetişti. Bunlar ve benzerleri üst seviyede musiki icra eden şahsiyetlerdir.
*
Mevlânâ, bugün de kültürümüz beslemeye devam ediyor. Elif Şafak’ın Aşk adlı romanı, Ahmet Ümit’in Bâb-ı Esrar’ı çok satan kitaplar arasındadır. Bunlar bir şekilde Mevlânâ’yı konu alan eserlerdir. Haklarında bir takım eleştiriler yapıldı, eleştiri sahipleri haklı olabilir. Unutmamalı ki hiç kimse mükemmel değildir.
Devir reklâm, reyting devri. Bu kişilerr popülaritesi yüksek yazarlar ve bunlar Mevlânâ’yı konu edinmişler. Ben iyi niyetli olduklarını düşünüyorum ve bardağın dolu tarafına bakıyorum. Söz konusu kitaplar, çok farklı kesimlerden insanların Mevlânâ’ya ve eserlerine ilgiyi artırdıkları bir gerçektir.
*
Mevlânâ İslam Dünyası için bir köprü bir bağ görevi yapıyor. Şöyle ki: Mevlânâ Belh’te doğdu.Belh’i içinde barındıran Afganistan, eskilerde, 1200’lerde bir kültür ve irfan merkeziydi. Bugün maalesef büyük dünya güçlerinin mücadelesine sahne olmuş durumda ve zor günler yaşıyor. Oraya giden kültür heyetlerimiz Mevlânâ ve sema ile gidiyor. Yani ortak figürümüz Mevlânâ’dır
Mevlânâ Farsça yazdı. İran eski ve köklü bir kültüre sahip. Edebiyatımızda Farsça tesiri büyüktür Onlarla ortak değerlerimizin başında Mevlânâ gelir.
Mevlânâ Anadolu’da yaşadı burada eser verdi, insan yetiştirdi. Onun adına kurulan Mevlevilik önce bu topraklarda kökleşip yaygınlaştı.
Bazen Mevlânâ’yı paylaşamıyoruz: Doğduğu yer: Afganistan. Dili: Farsça. Yaşadığı yer: Anadolu. En çok burada etkili olmuş. Bizim kültürümüzün bir parçası.
Uluslararası planda ise insanlık camiasına sunacak malzememizin başında geliyor. Unesco, 2007 senesini Mevlânâ’nın 800. doğum yılı vesilesiyle “Mevlânâ yılı” olarak programına aldı. Bu sebeple bir çok ülkeye heyetlerimiz gitti. Mevlânâ ve fikirleri anlatıldı. Mevlevi musikisi ve sema gösterisi sunuldu. Amerika’da Mevlânâ’dan yapılan çeviriler çok revaç bulduğu hep söylenegelir
*
Mevlânâ insandan, insanın olgunlaşmasından bahsediyor. Şiirin, gösterinin ötesinde asıl Mevlânâ nedir, kimdir?
O, başka benzerleri gibi, insanı kendi kendinden haberli kılmaya çalışır. İnsanı aslıyla, kopup geldiği yerle temasa geçirmek ister.
Bedenin maddi ve fani, ruhunsa ebedi olduğunu hatırlatır. Manevi gelişmenin ve mutluluğun yollarını gösterir. Maddi bağlardan kurtularak kemale ermenin, olgunlaşmanın önemine değinir.
Böylece daha bu dünyada iken sonsuzluk âlemine adım atmanın imkânını gösterir. Bu bir yükselmedir, bir nevi miraçtır. Yaradan ile biliş tutmaktır. O’nda fani ve O’nunla baki olmaktır
Peki bu nasıl sağlanacaktır? Dünyadan, fani olandan geçmek, ebedi olana Baki olana yönelmekle olacaktır.
Acaba terk edilecek olan dünya hangisidir? Mevlânâ sorar: Dünya nedir?
Cevap verir: Dünya mal mülk, alış veriş, kadın, kumaş ve eşya değildir. Bunlar yaşamak için lüzumlu şeylerdir.
Peki nedir dünya? Cevap şöyle: Dünya seni Rabbinden alıkoyan şeydir!
Yani terk edilecek olan fiziki dünya değildir.
Ve şu şahane misali verir: Geminin yüzmesi su lazımdır. Ama su geminin içine girerse gemi helâk olur, gemi batar. (Mesnevi, çev. Veled İzbudak, I, 79)
Sudan murad bütün maddi şeylerdir. Gemi insandır, insanın kalbidir.
Esas olan geminin yüzmesidir, bunun için mutlaka su gereklidir. Yani maddesiz, parasız olmaz. Ama ona bir sınır gerekir. Onun yeri dışarısıdır. Para cebimizde duracak. Onu kalbimize kadar sokmayacağız. Bunu demek ister işte Mevlânâ.
Onun pergel misali de muhteşemdir: “Tıpkı bir pergel gibi”, bir ayağım şeraitte, öteki ayağımla bütün kâinatı dolaşırım.” Der.
Şeriati yorumlayabiliriz: En başta din, İslâm dini demek. Mevlânâ çok iyi bir müslümandı. “Ben Kur’an’ın bendesiyim, Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum” der.
Başka? Şeriat yol demek. Bundan şunu çıkarabiliriz:
Bir ayağım memleketimde, kendi kültürümde, yerli ve milli değerlerimde sabit olduğu halde, öteki ayağımla bütün kainatı dolaşırım; bütün insanlarla ilişki kurarım. İçime kapanmam. Dünyaya gözlerimi kapatmam. Onları tanırım, kendimi tanıtırım. Herkese saygı duyarım. Milli ve yerli kimliğimi kaybetmeden herkesle ilişki kurmaya çalışırım.
*
Küreselleşen dünyada her fikrin, her kurumun bir vitrini, tanıtım malzemesi, bir markası vardır gösteri panoları, Mevlevi semaı da sanki böyle oldu. Bu nitelemem inşallah Hz. Mevlânâ’yı ve Mevlevi ruhunu rencide etmez.
Evet sema Mevleviliğin dışa açılan unsurudur. Estetiği, asaleti, güzelliği var. Yüksek musikisi ile dinleyen ve gören herkesi hayran bırakan bir manzarası var. Aslında sema bir zikir şekli, bir tür ibadettir.
Çoğumuz haklı olarak şikâyet ediyoruz: Sema bu kadar ayağa düşmemeli, bu kadar ucuzlamamalı diyoruz. Bütün bunlar doğru. Ama ne yapalım ki, bir tüketim çağında yaşıyoruz. Her şey tüketiliyor. Sema da öyle oldu. İstismarı önlemek ve seviyeyi korumak için bir takım tedbirler alınmaya başlandı. İnşallah sonuç verir.
SEMA’IN İÇ ANLAMI
Peki sema nedir. Onun iç anlamında neler vardır?
Mevlevi âyînine semâ denir.
Hz. Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilirdi. Düzenli hale daha sonra sokulmuştur.
Semâ’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf Hz. Muhammed’i öven, Hz. Mevlânâ’nın bir şiiridir. “Itrî”nin bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur.
Na’t’i, kudüm vuruşları ve bir ney taksimi izler. Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dâirevî bir yürüyüşe başlarlar.
Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir. Sultan Veled devri devâmınca, herkes, sessizce Allah ismini (İsm-i Celâl) zikreder.
Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım dâireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, kutsal sayılır
Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizâsına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler, buna “Mukābele” denir.
Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır.
Devr-i Veledî’nin sona ermesi kudümzenbaşının îkâz eden vuruşları anlaşılır. Hemen ardından neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar.
Semâzenler üstlerindeki siyah hırkayı çıkarıp, tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve semâ’a başlarlar.
Önce semâzenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Aynı hareketi tekrarlayan her semâzen üç adım yürüyüp semâa girer.
Semâ’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir.
Dördüncü selâmın başlaması ile “postnişîn” yâni şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan semâ’a girer. Postundan semâ’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.
Dördüncü selâm bitince, son peşrev ve son yürük semâî çalınır, son taksim yapılır.
Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm okunur. Yapılan duâlar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile sona erer. Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler.
SEMBOLİK ANLAM
Mevlevilik bir tasavvuf kurumudur. Tasavvufun en meşhur tariflerinden biri şöyledir:
“Tasavvuf, Hakk’ın seni senlikten öldürmesi, kendisiyle diriltmesidir.”
Yani kişinin zaaflarından, bencilliğinden ve beşeriyetinden sıyrılarak, üstün bir yaşayışa, âdetâ ilâhî bir kişiliğe yükselmesi, kendisinden fânî ve Hak’la bakî olmasıdır.
“Ölmeden önce ölünüz” sözüyle kasdedilen fizîkî ölüm değildir. Kişinin rûhî bağımsızlığına engel olan ve yaradılışından getirdiği kötü huylarını öldürmesi, yani etkisiz hâle getirmesidir. Onların yerine ise iyi huylar konacaktır. Boşalmadan dolmak, mânen ölmeden mânen dirilmek yoktur.
Semâdaki kıyafetlere bu mânâyı çağrıştıran sembolik anlamalar yüklenir. Şöyle ki:
Böyle bir ölme ve olma, yani olgunlaşma yolcusu olan Mevlevî dervişinin,
* Başındaki sikkesi mezar taşı,
* Giydiği tennuresi kefeni,
* Sırtındaki hırkası kabridir.
Yani o, bu kıyafetle “ölmeden evvel ölmek” denen olgunlaşma yoluna tâlip olmuş demektir.
SEMÂ VE YARADILIŞ
Semâ naatle başlar. Na’t Hz. Peygamber’e övgü sözleridir. Tasavvufi telâkkîye göre Peygamber Efendimiz’in nûru, ilk yaratılan varlıktır ve kâinat onun yüzü suyu hürmetine var edilmiştir. O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Naat bunu hatırlatır.
Sema’, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini simgeler. İnsan, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçmiş ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” olmaya doğru yönelmiştir. Sema’da bu hilkat ve oluş sürecini temsil eder.
Na’t’i, kudüm vuruşları izler. Kudümün ilk vuruşu Cenab-ı Hakk’ın kâinata “ol” emridir. Kur’an’da şöyle denir: “Allah bir şeyi diledi mi ona “ol!” der ve hemen oluverir.” (Yâsîn sûresi 36/82) İşte kudümün sesi de sanki bunu çağrıştırır. Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi rûhundan üfleyerek diriltmiştir. Na’’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder.
Kâinâtın yaratılmasından asıl maksat “insan”ın var olmasıdır. Bu mâcerâ kısaca iniş (nüzûl) ve yükseliş (urûc) yarım dairelerinden (kavs) oluşur. İnişte asıldan ayrılma, maddî âleme inme söz konusudur. Çıkışta ise kemâle erme, tekrar asla dönme gerçekleşir.
Semâhâne kâinâtı temsil eder: Sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüşe(ulvîden süflîye) gidiştir. Hatt-ı istivânın sonundan posta doğru hareket düşüşten yüceliğe yükseliştir. Bu, “seyr ü sülûk” denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu da anlatır.
İşte bu oluşa katılan semâzen üstündeki siyah hırkayı çıkarır, sembolik olarak, hakîkate doğar kollarını bağlayarak bir rakamını temsil eder. Böylece Allah’ın birliğine şehâdet eder.
- Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.
- Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.
III. Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.
- Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. En yüce makam, kulluktur.
Sema’ ederken semâzen her bir dönüşte Allah ismini (ism-i celâl) söyler ve her selâmın anlamını düşünür. Amaç mekanik, gösteri niyetiyle ve bilinçsizce dönmek değildir. Sema’ ederken ibâdet vecdini ve Allah’ı anma hâlini yakalamaya çalışmak esastır.
MEKÂN VE HAREKETLERİN ANLAMI
Semâhane dâire şeklinde bir alandır ve kâinâtı sembolize eder. Şeyhin oturduğu kırmızı post Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin makāmı sayılır. Kırmızı renk ‘vuslat’ yâni Allah’a kavuşma rengidir. Hz. Mevlânâ güneş batarken Allah’a kavuşmuştur. Bilindiği gibi güneş batarken de doğarken de gökyüzü kırmızı bir renk alır. İşte şeyh postunun kırmızı rengi maddî dünyâdan batışı, mânevî dünyaya doğuşu temsil eder.
Semâzenin bâzı hareketlerine gelince:
Semâ hey’etindeki herkes oturur ve kalkarken secde eder gibi yeri öper. Aslında bu öpüş dervişlik âdâbında hayatın her safhasında uygulanan genel bir kuraldır.
Bu inanıştaki bir kimse, eline aldığı her şeyi: meselâ su içeceği vakit bardağı, kendisine sunulan kahve fincanını; yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını ve yorganını; giyer ve çıkarırken çamaşırının, gömleğinin, elbisesinin yakasını, sikkesinin kenarını; üflemeye başlarken neyini; otururken ve kalkarken yeri öper.
Bu öpüşe “görüşmek” denir. Bu suretle, her şeyin, tek ve mutlak varlığın tezâhürü olduğunu düşünür. Bu düşünce şükür ve zikir ( Hakk’ı anma ve hatırlama) duygusunu canlı tutar.
Semâzen kollarını iki yana açarak sağdan sola dönerken âdetâ kâinâtı bütün kalbiyle kucaklar gibidir.
Semâ’ ederken semâzenin sağ eli duâ durumunda, rahmete açılmış, gelen rahmet de sol el ile halka saçılmıştır. Bu “Hiçbir şeyi kendimize mal etmeyiz. Hak’tan alır halka veririz. Biz sâdece görünüşte var olan, bir vâsıtadan, bir sûretten başka bir şey değiliz.” demektir. Yine bu, “Göğe ağarız, yere yağarız, biz âleme rahmetiz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa’da yok oluruz. O’nun mübârek ayakları altında toz oluruz.” demektir.
Allah’ın kâinatı yaratışındaki “Ol” (kün) emrini sembolize eden kudüm sesinin ardından ilâhî nefes olan ney sesi duyulur. Kâinat oluşmuş ve can bulmuştur.
Şöyle bir îzah da vardır:
Ney, “İnsân-ı kâmil”dir. Ney’in üflenmesi, İsrafil’in “Sûr”u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem “olma”nın, hem Sûr’u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled Devrindeki üç tur, “İlm-el yakîn, ayne’l yakîn, hakka’l yakîn” denen bilme, görme ve olma, bir başka ifadeyle “biliş, buluş, oluş” mertebelerine işârettir.
Sûr’un üflenmesiyle canlanarak kabirlerinden kalkanlar şaşkın şaşkın nereye ve nasıl gideceklerini arayıp durmazlar. Onlar, insân-ı kâmili temsil eden Şeyh Efendinin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi atarak kurtuluşa eren yolu bulurlar. Sultan Veled Devrindeki yürüyüş bunu temsil eder. Dört selâm, şerîat, tarîkat, mârifet ve hakîkat kademelerini anlatmaktadır.
Dördüncü selâmda; Allah’ın tek ve gerçek varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır.
SEMÂ VE GÖK CİSİMLERİ
Semâ hareketi ile gökyüzü ve yıldızlar arasındada da paralellik kurulur:
Semâzenler, Devri-i Veledî’de sâbit yıldızlara, semâ ederken ise gezegenlere benzerler.
Yahya Kemal “Şevk” isimli rubâîsinde bir semâ âyinini tasvir eder:
Seyreylediğin semâ-ı Mevlânâ’dır
Devreyleyen ecrâm-ı cihân-ârâdır
Sağ elden uzattıkları peymânelere
Gülrenk sebûlardan akan sahbâdır
“Seyretmekte olduğun bir Mevlevî semâ’ıdır. Ortada hem kendi etraflarında, hem de semâhâne dâiresi boyunca vecd içinde sessizce dönmekte olan semâzenler, gökyüzünde ışık saçarak kâinâtı süsleyen yıldızlar gibidir. Onların sağ elleriyle uzattıkları kadehlere gül renkli testilerden ilâhi aşk şarâbı akmaktadır.”
*
Semâ sırasındaki hem kendi çevresinde hem de meydandaki dönüş hareketi bir takım çağrışımlara yol açar:
İnsanlar eskiden beri, bir şeyleri isterken yalvararak dönmüşler, istekleri olunca sevinip yine dönmüşler, ruhlarının coşkusunu dönerek, semâ ederek ifâde etmişlerdir. Târihe bakarsak, insanoğlu ilk gününden bu güne coşkulu duygularını bir şekilde dönereke raksla, dansla ifâde etmiştir denebilir.
Mevlevî mukābelesinin, dünyânın ve ayın, güneşin çevresindeki dönüşünü, vücuttaki kanın kalp etrafında dönüşünü, atomların içerisindeki elektronların dönüşünü hatırlattığı da söylenir.
İşte semâ, bu tabiî, beşerî ve evrensel hareketin daha estetik ölçülerle yapılmasıdır. Seviyeli bir mûsikî eşliğinde icra edilmesidir. Son derece ulvî duygularla ve ibâdet şevkıyle uygulanmasıdır denebilir.
(Manisa’da, “Balkanlarda Türk Varlığı” sempozyumu kapsamında 14.05.2010 tarihinde Celâl Bayar Üniversitesi S. Demirel Kültür Merkezi salonunda bir Semâ gösterisinde önce yapılan konuşma metni)