Tasavvuf İnanışında Ölüm

A+
A-

Tasavvuf İnanışında Ölüm

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

Ölüm bir gerçektir. Her nefis ölümü tadacak­tır. Ölüm herkes için mukadder bir âkıbettir. Şair “Ölmek kaderde var bize ürküntü vermi­yor” dese de ölümün yüzü soğuktur. Fakat ne gam! Biz ölümle barışık olan bir kültüre sahibiz. Bizim medeniyetimiz mezarlıkları “cennet bahçelerinden bir bahçe” yapmaya gayret ederek, onları sevimli hâle getirme­ye çalışmıştır. Seneler öncesine ait, fotoğraf yarışmasında derece almış siyah-beyaz bir resim hatırlıyorum. İsmi ilgi çekiciydi: “Ölü­ler Mahallesi”. Eyüp Sultan kabristanındaki mevzun, mütenâsip çok sayıda mezar taşla­rını gösteriyordu. Evet, onlar da bir mahalle teşkil ediyor. Sâkin, vakur, mütevekkil du­ruşlarıyla sanki canlıdırlar.

Bizim ölülerimiz mahallemizdeki kabris­tanda, camilerimizin avlusunda, evimizin yakınındaki bir türbenin hazîresinde sanki bizimle beraberdirler. Fethettiğimiz yerleri mezarlarımızla Türkleştirmişiz. Bu mezar­larla vatanımızı müslüman etmişizdir.

Yahya Kemal’in Madrid veya Varşova büyü­kelçiliği sırasında geçmiş bir olaydan söz edi­lir. Davetlilerin bulunduğu bir mecliste biraz da çakır keyif durumda Türkiye’nin nüfusu sorulur. Büyük şair 80 milyon olduğunu söy­ler. Bunu gerçekçi bulmayan misafirlere, “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız, onları da hesaba kattım” der.

Bu söylentiyi teyit eden bilgileri, Yahya Ke­mal’in sohbetlerinde tuttuğu notlarla bize Süheyl Ünver aktarmaktadır. 1944’te şair şunları söylemiştir: “Biz 18 milyon Türk de­ğiliz. Malazgirt’ten beri ölülerimizle birlik­te belki 200 milyondan fazla, belki de daha fazlayız. Biz ölülerimizle birlikte yaşıyoruz. Ölüler ölmemişlerdir.”1

Bu tür şifahî rivayetleri teyit eden yazılı belge ise şudur: Türkiye’nin nüfusunun 18 milyon olduğu yıllarda Süleymaniye’de Bayram Sabâhı dolayısıyla konuşan şair (Yahya Kemal) bu mevzuda bir de şunları söylemişti:

“Ben Malazird’den beri bütün ölenlerle beraber yaşıyorum. Bence biz, 18 milyonluk bir millet deği­liz. Malazgird’den beri bu vatan için ve bu vatan­da ölenler (hakikatte) biz yaşayanlarla birlikte ya­şamaktadır. Bizi, bizim milliyetimizi, bizim yalnız kendimize benzeyen varlığımızı, velhâsıl, dünkü, bugünkü Türkiye Türklüğünü vücuda getirenler onlardır. Demek ki biz 18 milyon değil, birkaç yüz milyonluk bir milletiz.” [2]

Meseleye bir başka açıdan bakan tasavvuf düşüncesi ise, ölümü metafizik boyutu iti­bariyle daha bir mûnis ve cana yakın olarak takdim eder. Onu bir “şeb-i arûs” (düğün ge­cesi / vuslat gecesi) sayar.

Hayat ve Ölüm

Ölümün ne olduğunu bilmek hayatın ne ol­duğunu bilmeye bağlıdır. Bunun için de in­sanı, insanın mahiyetini kısaca tanımamız gerekir.

Bilindiği gibi insanın bir maddî bir de mâ­nevi yönü vardır. Maddî yönümüz veya be­denimiz, eski tabirle anâsır-ı erbaadan, yeni tabirle tabiattaki elementlerden oluşur. Yani adı üstünde maddedir. Şüphesiz onun da bir değeri vardır. Manâya, rûha mekân olmakta, ona vâsıtalık etmektedir. O bakımdan vazi­fesi bitince alelâde bir nesne gibi görülme­mekte, yıkanmakta, kefenlenmekte, dualarla niyazlarla ve ihtiramla aslı olan toprağa tevdi edilmektedir.

Fakat insanı asıl değerli kılan rûhî-mânevî tarafıdır; beden de Allah’ın eseridir, ama rû- hun O’nunla daha bir yakın ilgisi vardır. Ruh nefha-i ilâhîdir. Netice itibariyle insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran özelli­ği, ruh taşıyor olmasıdır.

“Rûha dön ve onun isteklerini kemâle erdir, çünkü sen cisimle değil ruh ile insansın!”3

Tasavvufun başlıca gayesi, bedenin ve maddî isteklerin odaklandığı “nefs”in kemâle erme­sini, bir bakıma onun ruh seviyesine çıkma­sını sağlamaktır. Bu da sonuç olarak gaflet­ten uzak bulunmak, uyanık olmak, mânevî hayatla diri olmak demektir. Bir başka ifa­deyle Rab’le birlikte olmaktır. Tasavvuf düşüncesinin temelini teşkil eden “ihsan” de­recesini yakalamak, her an kendini Allah’ın huzurunda hissetmek “O’nu görüyormuş gibi” kullukta bulunmaktır.4

En meşhur tasavvuf tariflerinden biri şöy- ledir: “Tasavvuf, Hakk’ın seni senlikten öl­dürmesi kendisiyle diriltmesidir.”5 İşte bütün sır buradadır. Bu noktada çelişkiler yok ol­makta, ölümle hayat birleşmekte, bir bakıma ölüm gerçek hayatın sebebi olmaktadır.

Tabiî ve İrâdî Ölüm

İki türlü ölüm vardır; tabiî ölüm, irâdî ölüm. İlki bildiğimiz şekilde, rûhun bedenden çık­masıyla vuku bulan ölümdür. İkincisi ise “Ölmeden evvel ölünüz!”6 tavsiyesinde söz konusu olan ölümdür. Şemseddin Sivasî’nin dile getirdiği ölüm budur:

“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Gördü onlar haşr u neşri nefha-i sûr olmadan

Söylemeye hacet yoktur ki, burada söz konu­su olan ve Cüneyd’in tarifinde geçen “ölüm” ve “hayat” kavramlarının fizyolojik /maddî ölümle ve hayatla bir ilgisi yoktur. Buradaki ölüm kibrin, gururun, enâniyetin, hasedin yok edilmesi; kısacası nefsin hâkimiyet altına alınması, sanki ölüymüşcesine etkisiz hale getirilmesidir. Tasavvuf terimiyle söylersek bu zühddür, terktir, nihayet “fenâ fillâh”tır.

Gerçek hayat ondan sonra ulaşılacak hayattır. Çünkü Hak’la dirilmek; ağırlıklarını atmış ve hür olarak, adetâ ilâhî bir kişilikle hayata de­vam etmektir. Bunun adı “Beka billâh”tır.

Hayât-ı câvidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim
Ölmeden evvel ölmektir deyince intikal ettim  7

Bu yüksek seviyeyi yakalayabilmenin tasav­vuf kültüründeki bir adı da “büyük cihad”dır. Bu kavram kaynağı, hadiste geçen ve kısaca “Küçük cihaddan büyük cihâda dön­dük” şeklindeki ifâdedir. Rivâyetleri birleşti­rerek söylersek şu tablo karşımıza çıkar: Bir sefer (muhtemelen Tebük seferi) dönüşünde Hz. Peygamber: “Hayırla döndünüz, hoş geldiniz, safâlar getirdiniz. Artık küçük savaştan büyük savaşa dönmüş bulunuyo­ruz” buyurdular. “Büyük savaş nedir?” diye sorduklarında: “İnsanın nefsî arzularıyla savaşmasıdır” buyurdular.8

Cihad düşmanla savaşsa, gene bir hadîse göre: “Düşmanların arasında en azılı düş­manın, iki yanın arasında ve içinde bulu­nan nefsindir.”9 Bu anlamı teyid eden şu hadisler de vardır: “Gerçek mücâhid nefsiy­le cihad edendir.”10 “Mücâhid, Allah’a itaat husûsunda nefsi ile cihad eden kimsedir.”11

İnsanın olgunluğu, maddî ve beşerî içgüdü­lerin üzerine çıkıp, rûhî-mânevî alana yük­selmesiyle mümkündür. Bu mücâdele “bü­yük savaş” adını almaya lâyıktır. Gerçekten insanın kendi nefsiyle savaşı, dışarıdaki düş­manla savaşmasından daha zordur. Çünkü “nefs” içimizdedir, bizim bir parçamızdır. Bu savaştaki başarı nefsin ölmesi, yani etkisiz hâle gelmesiyle mümkündür.

Aslında nefsin ölmesi mecâzî bir ifadedir, bu­rada kasdedilen ona hâkim olabilmektir. Ya­bani atı ehlileştirmeye benzer. “Nefsin senin bineğindir, binebilirsen seni taşır; o senin üzerine binecek olursa seni öldürür.” denir. “Mûtû kable en temûtû” (Ölmeden evvel ölü­nüz!) ifadesiyle kasdedilen de budur. Hadiste “Kuvvetli pehlivan güreşte başkasını yenen değildir. Asıl pehlivan, öfke sırasında ken­dine hâkim olabilendir.” buyrulur.12

“İman edenler ve hicret edip Allah yolun­da cihad edenler var ya, işte bunlar Allah’ın rahmetini umabilirler.” (Bakara, 2/218) âyetinin açıklaması sırasında sûfî müfessir İs­mail Hakkı Bursevî (1652-1723) şu noktalara dikkati çeker:

Cihad ve mücâhede, bir şey uğruna var gü­cünü sarf etmek demektir. “Mutlak savaş” övülmüş değildir. Yani zannedildiği gibi İs­lâm “savaş dini” değil, “barış dini”dir. Evet, gerektiği zaman savaşmak bir mecbûriyettir. Ama önemli olan ne uğrunda savaşıldığıdır. Onun için “Fî sebîlillâh” (Allah yolunda) kay­dı getirilmiştir. Yani savaş Allah’ın adının yü­celtilmesi (i’lâ-yı kelimetullah) adına yapılır.

Bursevî küçük cihâdın, yâni dışımızdaki düşmanla savaşın zâhirî olduğuna, dünyâ işlerini düzene koymaya yaradığına; büyük cihâdın ise bâtını, insanın iç yapısını düzelt­meye yönelik bulunduğunu belirterek bu ikincisinin daha zor ve uzun olduğuna dik­kati çeker. Asıl bunun nihâyetindeki mutlu son önem taşır: Kişi büyük cihâddan, nefsiy­le savaştan başarılı çıkarsa, onu ıslah ederse, insanlara şefkat ve merhameti artar. Ondan kimse zarar görmez. Böyle insan birisine za­rar vermeyi hatırından bile geçirmez.13

Büyük cihadın amacı nefsin ölmesi idi. Ölmeksizin dirilmek, boşalmadan dolmak, terk etmeden bulmak yoktur. Hak’la bâkî olunan bu gerçek hayatta, nazm-ı kudsî ile Hak Taâlâ kulun “işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı..” olmaktadır.14

Sûfîlere Göre Ölüm

Tasavvuf düşüncesinde dünya hayatı olum­suz bir vasfa sahiptir; o geçicidir, hazırlanma yeridir. Ahiretin aksine dünya hayatı madde­nin ve bedenin hakimiyetinin geçerli olduğu âlemdir. O bakımdan dünya ruhun hapishanesidir.[15] Dünyaya karşı bu olumsuz bakış yanlış değerlendirilmemelidir. Sûfîlere göre dünya: “Seni Rabbinden alıkoyan şeydir”.[16] Dolayısıyla kötülenen dünya arz, yeryüzü, alış-veriş, karşı cins değildir.[17]

Bu konuda en güzel ifâdelerden biri: Mevlânâ Celâleddin’in Mesnevî’sinde yer alır. Mevlânâ’nın verdiği örnek gayet canlıdır: “Dünyâ nedir? Allah’tan gafil olmaktır (…) Suyun gemi ipinde olması geminin helâkidir. Geminin altındaki su ise gemiye, gemi­nin yüzmesine yardımcıdır.” Yani hayat ge­misinin yüzmesi için dünyâ ve madde suyu mutlaka lâzımdır. Fakat onu geminin içine (kalbe) sokmamak gerekir.[18]

Hak’tan gafil olan insan mânen ölü sayılır. “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uya­nırlar.”19 sözü hem maddi hem mânevî ölüm hakkında geçerlidir. Gaflet tuzağına düş­memek için: “Dünyada bir garip veya yolcu imişsin gibi ol.”20 tavsiyesine uymak gerekir.

Ölümün Renkleri / Ölüm Çeşitleri

Önce renklerin diliyle söyleyelim; muhakkıklara göre dört türlü ölüm vardır:

  1. Mevt-i ahmer (Kırmızı ölüm): Nefsine mu­halefet etmektir.
  2. Mevt-i ebyaz (Beyaz ölüm): Açlık ve oruç. Açlıkla bâtın aydınlanır ve kalbin yüzü be­yazlanır.
  3. Mevt-i ahdar (Yeşil ölüm): Kıymetsiz ve yamalı elbise giymektir; nefs bundan hoş­lanmaz, böylece onun gurur ve kibri kırılmış olur. [16] [17]
  4. Mevt-i esved (Siyah ölüm): Fâil-i hakîkînin Allah olduğunu bilerek, halktan gelecek eza ve cefaya tahammül etmektir. Nefs bu dört ölümle ölmeden hakikî matlup yüz göstermez.21

Bir başka ölüm tasnifi şöyledir:

  1. Teceddüd-i emsâl şeklindeki ölüm. Ta­savvuftaki “tecellî” inanışına göre, her şey Hakk’ın esmâ ve sıfâtının tecellisidir. Bütün âlem tecellinin vukuu ânında mevcud, aslına rücûu ile nâmevcuttur. Onun için bu âleme “kevn ü fesad” âlemi denir. Tecellide teker­rür yoktur, sadece “teceddüd-i emsâl” (ben­zer şeyler in yenilenmesi) söz konusudur. Bütün âlem göz açıp kapayıncaya kadar ölür ve dirilir. Bunun keyfiyetini ehl-i keşf anlar. Cenâb-ı Hak hep yeni bir yaratıştadır (halk-ı cedid). “O’nun işi bir şey yaratmak istediği vakit sadece “ol!” demektir ve o şey derhal var olur.” (Yasin 36/82)
  2. Mevt-i ıztırârî; mecburî yani bildiğimiz fizyolojik ölüm.
  3. Mevt-i ihtiyârî; irâdî ölüm, insana mah­sus olan nefsânî, cismânî yani tabîi istek ve arzulardan fânî olmak şeklindeki ölüm. İşte ölmeden evvel ölmekle kasdedilen budur. Tasavvuf inanışına göre bu türlü ölüm, bir insân-ı kâmilin eteğine yapışıp onun terbiye­si altında bulunmakla mümkündür. [22]

Gerçek Hayat Ölümdedir

Hz. Mevlânâ şöyle der: “Cemadlıktan öldüm ve nebat oldum. Nebatlıktan öldüm ve hayvan mer­tebesinde zahir oldum. Hayvanlıktan öldüm âdem oldum. Hal böyle olunca niçin korkayım, ne vakit ölmekten dolayı noksanlaştım ki?.. Diğer bir ham­lede de beşerlikten ölür ve melâike arasında yer alırım. Melek mertebesinde de kurban olur, o şey ki vehme gelmez o olurum.”23 Yani Hak’la bâkî olurum.

Gerçek anlamda ölü kimdir, diri kimdir; hür olan kimdir, köle olan kimdir? Hakiki hürri­yet ancak kalbin Allah hariç herşeyden (mâ- sivâ) kurtulmasıyla gerçekleşir. Bir başka ifa­deyle hakikî hürriyet ubûdiyettedir.[24]

Nefsine esir olma zincirini kıramayan asla hür değildir ve mânen ölüdür. Gerçek hayat bu esaretten kurtularak, rûhun istiklâl ka­zanması ve ilâhî nurlarla aydınlanmasıdır. Bir başka deyişle, gerçek hayat beşeriyetten ölmek ve Hak’la dirilmektir. Bu aynı zaman­da ilk hayatın, yani “elest bezmi”ndeki haya­tın seviyesine çıkmaktır. Hüseyin b. Mansur el- Hallac (309/922) şöyle seslenir:

“Beni öldürünüz dostlarım, benim hayâtım ölü- mümdedir. Benim ölümüm yaşamaktır, hayatım ölmektir.”[25]

Bu inanca sahip insan ölmeden evvel öldü­ğüne göre, daha doğrusu ölümle birlikte yok olmayan bir hayatı seçtiğine göre, o ebedîdir. Öyle diyor Yunus Emre:

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
Çünkim işe yararsın bu söz fâsid dâvâdır[26]

Böyle bir anlayışta fizikî ölüm dahi korku­lacak bir şey değildir. Çünkü olgun insan hayâtı boyunca seyahate hazırlanmaktadır. Zühd bu hazırlığın esasını teşkil eder. Böyle bir hazırlık tasavvufun temel taşıdır. Kur’an-ı Kerim’de “Eğer sâdıksanız ölümü temenni ediniz.” (Bakara 2/94) buyurulur.

İlâhî Aşk ve Ölüm

Tasavvuf düşüncesinde ölüm, sevgili ile kar­şılaşma (lika) ve vuslat ânıdır. O bakımdan korkulan değil belki arzu edilen bir şeydir. İlâhî aşk ne kadar kuvvetli olursa, karşılaşma arzusu o kadar şiddetlidir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Kim Allah’la karşılaşmayı ümid ediyorsa, bilin ki Allah’ın belirttiği vakit gelecektir.” (Ankebut 29/5)

Ayrıca “Herkes ölümü tadacaktır” buyrulur. Ayette zikredilen sadece ölüm değildir, son­rasında “Daha sonra bize döneceklerdir.” (Ankebut 29/ 57) denir. Demek ki ölüm sebe- b-i rücû, rücû ise sebeb-i mülâkat (kavuşma sebebi)dir. Ayette hem ölüm, hem de o çok özel kavuşmanın müjdesi vardır.27

Ölüm-hayat ayniyeti, en açık biçimde sûfî- lerin “aşk” konusunu işlemeleri sırasında kendisini gösterir. Allah aşkı tasavvuf inanışının odak noktası olduğuna göre, hangi türü olursa olsun ölüm, kavuşmanın yegâne vasıtasıdır. Ölümü “vuslat gecesi” sayan Hz. Mevlânâ öyle der: “Canı sen aldıktan sonra öl­mek şekere benzer. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan da tatlıdır[28] İlâhî aşk konusunu en güzel işleyen sûfi-şairlerden biri Yunus Emre’dir.[29] Konumuzla ilgili bazı beyitleri şöyledir:

Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkidir
Ölmek senin nen ola çün canın ilâhîdir

Yunus kendi şahsında çevresini ikaz eder; ona göre irâdî ölümle ölmeyenin aşkın diril­tici sırrından nasibi olmaz:

Âşıklara yoldaş olup sâdıklara yâr olmadın
Ölmezden öndin ölmedin aşk neylesin senin ile

Hak âşıkının ölümsüzlüğü yakaladığını be­lirtir:

Ben aşksızın olmazam aşk olıcak ben ölmezem
Aşktır hayâtın hâsılı aşktan gayrısın bilmezem

Ona göre ölümü tadacak olan, insanın be­denî yani hayvanî tarafıdır veya o seviyenin üstüne çıkamayanlardır:

Âşık öldü deyu salâ verirler
Ölen hayvandürür âşıklar ölmez

Yunus Emre’ye göre mâsivayı terk edenler, mânevî yönünü geliştirenler, bir başka deyiş­le diri iken mecâzen ölmesini bilenler, ebedî hayatta gerçek diriliğe nail olanlardır:

Hey Yûnus Emre ölünce var yürü doğru yolunca
Dünyasını terk edenler yarın hazrette ölmeye

Mânâ eri bu yolda melûl olası değil
Mânâ duyan gönüller hergiz ölesi değil

Kişi Hakk’ı bilmek gerek Hak haberin almak gerek
Zindeyiken ölmek gerek varıp anda ölmez ola

Al gider benden benliği doldur içime senliği
Bundayıken öldür beni varıp anda ölmeyeyin[30]

Kâmillerin Ölüm Ânı ve Sonrası

Tasavvuf düşüncesinde korku ve sevgi ilk dönemlerde yan yana bulunmuştur. Kor­kuya dayanan zahidliğin temsilcisi sayılan Hasan el-Basrî (110/728) ile sevgiye dayanan zühdün temsilcisi olan Râbiatü’l-Adeviy- ye’nin (185/806) dış görünüşleri birbirinden farklı değildi; ikisi de hüzünlü idi, ikisi de çok ağlardı. Burada çelişkili bir durum yok­tur. Allah hem sevilen hem de korkulan bir varlıktır. Zamanla sevginin terennümleri ağır basmışsa da, asıl olan iki duyguyu den­geli bir şekilde tutabilmektir. Korku ile ümit arasında (beyne’l-havfi ve’rrecâ) olmak hali ideal ölçüdür.

Sûfî, hayatı boyunca Allah’la münasebetleri­ni iyi bir çizgide devama gayret eder. Bunu uhrevî mükâfat için de yapmaz. Efendisine yakın olmasına fazla sevinmez ve buna güvenmez. Kifayetsizlik, Allah’a muhtaçlık (fakr) hali her zaman canlıdır. İşte ölümden sonrasına ait korku bundandır. Sû-i hâtime korkusu âriflerin kalbini parçalar.

Can çekişen Bişr Hâfî’ye (227/832): Hayatı se­viyor musun? demişler. O da: Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak cidden zor oluyor! demiş. Hz. Hasan ölümüne yakın ağlamaya başlar. Sebebi sorulunca: Görmediğim efendimin huzuruna çıkıyorum! der.31

Ölüm karşısında hissedilen, fakat sonunda ümîdin zaferiyle sonuçlanan korku duygusu Şiblî’nin (334/945) şu tasviriyle anlatılır. Ona:

-Güneş batarken neden sararır? diye sorul­muş. Şöyle cevap vermiş:

-Çünkü kemale erdiği mekândan uzaklaş­tırılmıştır. Makam korkusundan sararmak­tadır. Tıpkı bunun gibi, dünyadan ayrılması yaklaşan mü’minin de yüzü sararır. Çünkü o da makamından korkmaktadır. Güneş doğarken her tarafa ışıklar saçarak doğar. Mü’minin tekrar dirilişi de böyledir, yüzü çevresine ışıklar saçacaktır.32

Ölümü sevinçle karşılayan ve gülerek ölen­lere ait menkıbeler daha çoktur. Hz. Bilâl’in vefatı yaklaştığında karısı “vah vah, ne ka­dar mahzunum!” der. Bilâl ise: “Oh oh ne kadar neşeliyim, yarın dostlarıma, Hz. Muhammed (sas) ve arkadaşlarına kavuşaca­ğım!” der.

Vefat edeceği zaman Abdullah b. Mübarek gözlerini açıp gülmüş. Şamlı Mekhul hüzün­lü bir kimseydi, öleceğine yakın ise gülüyordu. Bunu, “ümidim ve emelim olan varlığa kavuşma zamanı geldi” diyerek açıkladı. 33

Ebu Said Harraz (277/890) vefatına yakın çok vecd ve coşku içinde idi. Cüneyd Bağdâdî bunun sebebini şöyle açıkladı: “Rûhu Allah’a iştiyakla uçan kimsenin bu hâline şaşmamalı![34]

Şiblî’nin vefat ettiği gece devamlı olarak “Bir ev ki içinde sen varsın, o evin lâmbaya ihtiyacı yoktur” sözleriyle başlayan beyitleri okuduğu nakledilir.

Hak âşıklarının ölüme gülerek gitmelerini anlamak kolaydır. Hadis-i şerifte şöyle denir:

Kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah’a kavuş­maktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.35 Gazâlî ilâve eder: Ârif devamlı olarak ölümü hatırlar. Çünkü ölüm sevgilisi ile buluşma zamanıdır. Seven sevgi­lisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarmaz. [36]

Sûfîlerden biri anlatıyor: Yere uzanmış, yü­zünde sinekler uçuşan ve can çekişen garip bir derviş görmüştüm. Yanına yaklaştım, si­neklerini kovmaya başladım. Derviş gözünü açtı ve: Sen de kimsin? Ben kaç senedir saf bir vakit elime geçirmek için çalışıyorum, muradıma şu anda vasıl oldum, sen de gel­miş kendini bu halin içine atmışsın, işimi ka­rıştırıyorsun! Allah aşkına çekil git!.. dedi.37

İbrahim b. Şeyban anlatır: Yanımıza gelen dervişlerden biri bir süre sonra hastalanıp vefat etti. Kabre koyarken, Allah’ın rahme­tine vesile olur düşüncesiyle yanağını açıp toprakla temas ettirmek istedim. Ölü yüzü­me güldü ve bana: “Beni zelil etmek mi isti­yorsun?” dedi. “Hayır böyle bir niyetim yok, fakat ne oluyor, öldükten sonra dirilmeyle mi karşılaşıyorum?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Sevenler ölmez, sadece bir yerden bir yere taşınır­lar. Bunu bilmiyor musunuz?[38]

Sehl b. Abdullah (283/896) vefat edince ce­nazesinde fazla izdiham olmuştu. O civarda yaşı yetmişi aşmış bir yahudi vardı. Gürültü­yü işitince, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cena­zeyi görünce bir sayha attı ve: “Benim gördü­ğümü siz de görebiliyor musunuz?” dedi. Ne gördüğü sorulunca: Semadan inen ve cena­zeyi okşayan kimseler görüyorum!.. dedi ve kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu, ondan sonra güzel bir islâmî hayat yaşadı.[39]

Bizi Kiminle Bilirdin?

Cüneyd-i Bağdâdî’ye (297/909): Lâilâhe illal­lah de, deyince: O’nu unutmadım ki hatırla­yayım! dedi ve sonra şu mânâdaki şiiri oku­du: “O kalbimde hazır haldedir, orayı imar eder. O’nu unutmuş değilim ki hatırlayayım! O benim Mevlâmdır, dayandığım varlıktır. Ondan ne kadar çok nasib almışımdır![40]

Ölüme bu türlü bakış, yüz akıyla ölüme ha­zırlanış, sadece sûfîlere mahsus değildir. “İhsan” derecesini, her nefes Hak’la birlikte olmayı başaran nice kimseler vardır! Bu an­layışın Yavuz Sultan Selim’de şöyle veciz bir örneğini görüyoruz. Vefâtına yakın kendisi­
ni son defa muayene eden nedîmi ve hekimi Hasan Can, son demlerini yaşadığını ima ederek:

Sultanım, artık Hak ile beraber olmak zamanıdır! deyince, koca Yavuz celâdetle doğrulmaya çalışarak şöyle sitem eder:

Hasan Can ya sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin?! Yâsîn-i şerif okunmasını ister. Sûre bitmeden rûhunu teslim eder.41

Sonuç olarak, gönül ehli nazarında ölüm kor­kulacak bir hadise değildir, aksine bir vuslat sebebidir. O bakımdan fizyolojik ölümden önce onu irâdî olarak gerçekleştirmek ister­ler. Bu, aynı zamanda kemâle ermenin yolu­dur. Böylece ölümsüzlüğün sırrı yakalanmış, ebedî dirilik demek olan “bekabillâh” ger­çekleştirilmiş olur.

 


 

[1]     A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, Ter­cüman yayını, İstanbul, 1980, s. 58,59

[2]     Nihad Sami Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1982, s. 165

[3] Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, X, Felak suresi tefsiri içinde.

[4]     “İhsan Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmen­dir; her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.” Bk. Müslim, iman, 1.

[5]     Cüneyd el-Bağdadî’nin bu tarifi için bk. Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 392, Dergâh Ya­yınları, İstanbul 1978.

[6]     Keşfü ’l-Hafâ’ da sûfilerin sözü olarak zikredilir ve anlamı şöyledir denir: “Maddî ölümle mecbu­ren ölmeden önce arzuları (şehevâtı) terk ederek kendi isteğinizle ölünüz!”

[7]     Bk, Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlü­ğü, İstanbul 1991, s. 332. Aynı beytin az farklı bir versiyonu şöyledir: “Hayât-ı câvidânî sırrın şeyh­ten suâl ettim / Oğul ölmezden evvel öl deyince intikal ettim” Bk. A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hi- kem Tercüme ve Şerhi, haz. M. Tahralı, S. Eray- dın, İstanbul, 1994, c. I, s. 74

[8]     Bk. Hatip Bağdâdî’den naklen Aclûnî, Keş- fü’l-Hafâ, I, 511. Farklı rivâyetler ve değerlendir­me için bk. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara, 2000, s. 227,

[9]     Bk. Ahmet Yıldırım, age, s. 228.

[10]   Tirmizî, cihad, 2.

[11]   Ahmed b. Hanbel, VI, 21.

[12]  Buhârî, edeb, 7; Müslim, birr, 107.

13 Bursevî, Rûhu’l-Beyan, çev. Komisyon, Erkam Yayınları, İstanbul, 2005, c. II, s. 313-316,

14 Hadis-i kudsî için bk. Buhârî, Rikak, 38.

15 Bk. Moqdad Mensia, “La mort chez les soufis”, IBLA, no. 146, Tunus, 1980. Türkçesi, Mehmet Demirci (Mutasavvıflara Göre Ölüm), İslâmi Araştırmalar Dergisi, sayı: 3, Ankara 1987.

16 İsmail Ankaravî, Minhacü’l-Fukara, İstanbul 1286, s. 164

17 Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, I, 79, İstanbul, 1960.

18 Bk. Mesnevî terc. I, 79. Mevlânâ Celâleddin müteakip beyitlerde konuyu şöyle devam ettirir:
“Ağzı kapalı testi, içi hava dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte fakr havası oldukça insan dünyâ denizine batmaz, denizin üstünde durur. Bütün dünya onun mülkü olsa, bu mülk gözünde hiçbir şey değildir. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla mühürle.”

19 Keşfü’l-Hafa müellifi bu sözün Hz. Ali’ye ait olduğunu belirtir. Şa’rânî’nin Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye ait şu sözünü de nakleder: “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar, uyandıkları zaman pişman olurlar, ne yazık ki o vakit pişmanlıkları fayda vermez.” Bk. Şa’ranî, et-Tabakatü’l- Kübra, Mısır 1373/1954, c. I, s. 77

20 Buhârî, Rikak, 3, Tirmizi, zühd, 25.

21 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, yayın koordinatörü, Mustafa Tahralı, Kitabevi Yayını, İstanbul, 2009, c. 5, s. 113; ayrıca bk. Kuşeyrî, Risâle terc. 96.

22 A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hîkem Tercüme ve Şerhi, I, 74.

23 Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 3901 vd.

24 Kuşeyrî, Risâle, Hürriyet bahsi.

25 Le Diwan d’al-Hallaj, neşr. L. Massignon, Paris, 1955, s. 33-34

26 Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ Yay. Ankara 1991, 61

27 A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, IV, 332.

28 Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul, 1959, s. 134; İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, İstanbul 1993, s. 107

29 Bu konuda bk. Mehmet Demirci, Yunus Hak ve Halk Sevgisi, h yayınları

30 Yûnus Emre’ye ait beyitler için 17 numaralı nottan başka ayrıca bk. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı (İnceleme) Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 180

31 Kuşeyrî, Risâle tec. 420

32 Kuşeyrî, age, 226

33 Kuşeyrî, age, 420

34 Serrac, el-Lüma’, çev. Hasan Kamil Yılmaz (İslâm Tasavvufu), İstanbul 1996, s. 215

35 Müslim, zikr, 14

36 Gazâlî, Ihyau Ulûm, çev. A. Serdaroğlu, İstanbul 1975, c. IV, s. 805

37 Kuşeyrî, age, 422

38 Kelâbâzi, et-Taarruf, çev. S. Uludağ (Doğuş Devrinde Tasavvuf ), İstanbul 1979, s. 218

39 Kuşeyrî, age, 426

40 Kuşeyrî, Risâle, Kahire 13286/1966, s. 238

41 Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 248

 

DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri takdim gecesi hâtıra kitabının 19. sayısı

Tasavvuf Inanisinda Olum

ETİKETLER:
YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR