“Hiç”

A+
A-

Tasavvufî bir kavram olarak “Hiç”

Bugünlerde pek gündemimizde olmayan, iltifat etmediğimiz gibi unutmaya yüz tuttuğumuz hiç ve hiçlik tasavvufun önemli kavramlarındandır. Tasavvufun klasikleri olarak kabul edilen birçok eserde hiçlik mertebesinin öneminden bahsedilir.

Hiç, kulluğun diğer adıdır. Kusur, acziyet ve hizmet makamıdır ve yolun başıdır. Mevlana, Divan-ı Kebîr‘inde bize “Kendini hiçe saymazsan hiçlikten kurtulamazsın” (C. V. s. 98) diye seslenirken bizim acziyetimizi ve eksikliğimizi kabul etmeden hiçbir şeye vasıl olamayacağımızı söyler. Mesnevî‘de “Evvel de sensin âhir de sen. Bizse arada ismi zikredilmeyecek kadar değersiz, hiçin hiçiyiz.” der. Yine Mesnevi‘de “Bunların hepsini söyledik ama Tanrı’nın inayeti olmadıkça Tanrı yolunda bir hiçiz, hiç” diyerek tek başına acziyetimizi ifade etmenin ve anlamanın yetmediğini, Allah’ın da yardımı olması gerektiğini ekler.

Varlığı olmayan ve hesaba katılmayacak kadar değersiz olan kimse olmak halk arasında arzu edilmeyen bir durum iken Melâmî dervişleri için varılmak istenen makam, olmak istenen şeydir. Oysa kemalât, yani kâmil bir insan olmak, mutlak iyilik ile mutlak kulluk ile mümkündür. Mutlak iyilik büyük nokta, mutlak kulluk ise küçük noktadır. Dervişliğin başı hiçlik olduğu gibi kemalâtın sonu da hiçliktir, yok olmaktır. O yüzden dervişler bu hâli hatırlamak için evlerinin odalarına hiç yazılı levhalar asarlar.

Hiçlik Zirvesi

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin (ö. 1914) meşhur eseri Amâk-ı Hayâl’de Râci birinci gün Nirvana’ya ulaşmak için Buddha ile birlikte “Zirve-i Hîçye yani hiçlik zirvesine bir yolculuk yapar. Ancak Râci arzularını yok edemediği için zirveye ulaşamadan geri döner. Çünkü hiçlik zirvesine sadece nefsini dizginleyebilen, arzularına hâkim olabilenler çıkabilirler. Râci için o tepeye çıkmak yani hiç olmak bir hedefti ve ilk gün o hedefe ulaşamadı ancak hedefinin ne olduğunu gayet iyi öğrenmişti.

‘Ben’ diyerek kendine varlık atfetmek tevhid ehli nazarında şirk gibidir. Derviş, şirkten kurtulabilmek için kendini kendinde, yani mürşidinde uluhiyet aynasında görebilmesi lazımdır. Bunun yolu ise hiç olmaktır. Mesnevî’de anlatılan Türk ve Çin Ressamları hikayesi bu durumu anlatmak için anlatılan bir hikayedir.

Hikâyede taraflar birbirine bakan iki duvara resim yapacaktır. Güzel yapan kazanacaktır. Birbirlerini görmemeleri için de aralarına perde çekilir. Çinli ressamlar kendilerine ayrılan duvarı o kadar güzel süslerler ki Anadolu ressamlarından daha güzel yaptıklarından emindirler. Ancak Anadolu ressamları duvarlarına hiçbir şekil çizmezler. Sadece silerler, parlatırlar. Duvarda nokta kadar leke bırakmazlar, duvar âdeta ayna gibi olur. Yarışma için verilen süre sona erer ve aradaki perde kaldırılmadan önce Çinli ressamların boyadıkları duvar görülür ve herkes hayran olur. Daha sonra Türk ressamların tarafına geçilir. Duvar bomboştur. Aradaki perdenin kaldırılması istenir ve Çinli ressamların resmi Türk ressamlarının parlattığı duvarda yansır ve ortaya çıkan görüntü görenleri mest eder ve yarışı duvarını parlatanlar yani Türk ressamları kazanır.

Kâinattan daha güzel bir resim var mı? Dervişe düşen bu kâinatı gönlünde aksettirmesidir. Onun yolu ise gönlü temizlemek, benliğe dair küçük bir toz parçası bile bırakmamaktır. Yani hiç olmaktır. Mevlâna bizden dünya imtihanını kazanmamız için hiç olmamızı ister.

Son devir kâmil mürşitlerinden Lütfi Filiz (ö. 2007) ise Mevlana’nın yedi asır önce söylediklerini farklı bir şekilde ifade ederek insanın, hiçliğinin idrakine varmadan Hep’e, yani Akl-ı Küll’e ulaşamayacağını söyler. Türk ressamların duvarı hiçliği ifade eder. Hep ile hiç arasındaki perde insanın bedenidir. Bu perde açılıp, yokluk gerçekleşince, Hep’te ne varsa, aynen aynaya yansıyıverir ki, bu da dünyanın ahirete dönüşmesi demektir.

Hiçim

Son devrin bir diğer kâmil mürşidi Merhum Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre (ö. 2008) de Merâtib-i Tevhîd Risâlesi (haz. Necmeddin Şahinler, İstanbul: İnsan Yayınları, 2011) isimli kitabında Tevhid-i Zât mertebesini zevk eden dervişin hallerini anlattığı şiirinde kullandığı redif ‘hiçim’dir.

Nasıl hiçtir bu, hayret âlem meknûz fakirde
Kanma parıltısına! Varlığım yok, ben hiçim

Hiçliğim de hamdım da müsellemdir Tekbîr’de
İdrâl et mürid! Farki kenzi mahfî’de hiçim

Özemre’nin eserlerini hazırlayan Necmeddin Şahinler bu iki beyti şöyle şerh eder:

Tevhîd-i Zât’ı zevk etmiş ve Fenâfillâh’a ulaşmış bir inşanı baş döndürücü hayretini dile getirmekte ve yanmış bu hâli kelime kalıplarına Ganiyy-i Muhtefî ancak bu kadar sığdırabilmekte/dökebilmektedir. Öyle bir hiçlik ki, hem bütün Mükevvenât’ın içinde dürüldüğünü hissedeceksin, hem de varlığının olmadığını idrâk edeceksin. İşte bu hiçlik, Kenz-i Mahfî’de yâni “Ahadiyyet mertebesinde gizli bir hazîne olarak bulunan Cenâb-ı Hakk’ın ebediyyen bilinemeyecek Zât’ında (Amâ’ hâlinde) olan bir hiçliktir.” Böyle bir makâmı idrâk eden kişinin söyleyecek tek sözü vardır: O da; Allâh’ın yüceliğini, büyüklüğünü, eşsizliğini dile getirmeyi ifâde eden Tekbîr yâni “Allah en büyüktür” sözüdür. Çünkü insanoğlunun bilgi dağarcığında Yaratıcı Kudret’i hakkıyla vasfedecek başka bir kelime mevcûd değildir. Hz. Peygamber (SAV) bile bir yakarışında şunu itiraf etmiştir: “Sen ancak kendini senâ ettiğin gibisin”.

Ganiy-yi Muhtefî mahlasıyla şiirler yazan Ahmet Yüksek Özemre, hiçim redifli nefesinde tevhid-i zat mertebesini zevk etmiş bir kâmil insan olarak yaşadıklarını ve hissettiklerini açık bir şekilde anlatmakta, hiçbir davasının kalmadığını, hiçlik makamında yani fakr makamında olduğunu ve bu hiçlik ve fakrın da kendisini bir yandan gözlerden uzaklaştırıp gizlerken öte yandan zenginleştirdiğini söyleyerek adetâ Ganiy-yi Muhtefî mahlasını almasının nedenini açıklar.

Hiç olunmadan hepe varılmaz

Şu ana kadar ifade edilmeye çalışıldığı gibi kendini bilen, acziyetini ve hiçliğini idrak eder ve böylece nefsini arif olup yani bilip Rabb’ini de bilmiş olur. Allah, muhtelif esmalarıyla kâinatı bezemiş, insanlar da esmalardan oluşmuş birer huzme gibi, bu tezyinatın birer tecellisi olmuşlardır. Bu sebeple, aslında birer hiç oldukları halde, bir uçları Allah’a dayandığı için, hiçliklerini verdikleri anda hep olurlar. Hiç, Hep’in aynası olduğu için, hiçlik insana yerleşirse, Allah’ın tüm nurları onun kalbine doluverir. Kemâl makamıdır ve bu durumun kıymetini çok çok iyi bilmek gerekir.

Lâ ilâhe’nin başındaki lâ hiçliğe işaret eder. Lâ yani yok demeden var olanı bilmek mümkün değildir. Kişinin hiç olduğunu ve hiçlik aynasından Hep’in göründüğünü söylemek Lâ ilâhe illallah’ın yani kelime-i tevhidin farklı bir yorumudur. İnsanın tevhidi anlayabilmesi, ancak onun içinde yaşamasıyla mümkündür ki, bunun yolu da Lâ’yı yani hiçliği tam anlamıyla idrak etmekten geçer.

Hiç olduğumuzu hatırlamak

Bu kadar önemli bir kavram ve makam olan hiçin sanatımıza yansımaması düşünülemezdi.

Geçen asrın büyük hattatlarından Mustafa Halim Özyazıcı’nın (ö. 1964) 1949 yılında yazdığı şu hattı kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir.

Devrimizin önemli hattatlarından Fuat Başer’in şu celi sülüs bir hattı Özyazıcı hattının benzeridir.

Devrimizin önemli hattatlarından Hilmi Karasakal’ın 1996 ve 1999 tarihli tarihli hiç yazılı iki levhası:

Hattat Yüksel Yaşar’ın hiç yazılı şu levhası aynalı hattın güzel bir örneğidir.

Şu levha ise Hüseyin Hüsnü Türkmen’nin talik hatla kaleme aldığı hiçtir.

Emetullah Aktaş’ın şu Hiç levhası divani celi formunda yazılmıştır.

Hiç olduğumuzu idrak edebilmek niyazıyla…

İsmail Güleç

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ismail-gulec/2024/01/14/tasavvufi-bir-kavram-olarak-hic