HÜCCETÜ’S-SEMÂ’
HÜCCETÜ’S-SEMÂ’
XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Mûsikî, Semâ’ ve Devran Hakkındaki Dinî Tartışmalar ve İsmâil Ankaravî’nin Semâ’ Müdâfaası
Sâfi ARPAGUŞ
Mûsikî ve semâ’ eski çağlardan beri bir öğreti, bir yorum, bir eylem aracı olarak vardır. Şüphesiz tasavvufun ilk zuhûrundan îtibâren mizaç ve dinî yaşantı itibâriyle hassas bir yapıya sahip olan sûfîlerin semâ’, mûsikî ve raks gibi doğrudan doğruya insan rûhuna tesir eden bir olguya yabancı kalmaları mümkün değildi. Sûfîler her türlü hareketlerini Kur’ân ve Sünnet’e dayandırmak zorunda idiler ve ancak bu sûretle başkalarının kendilerine yönelik tenkitlerinden ve dinin özünü bozmak gibi aşırı eleştirilere hedef olmaktan kurtulmaya çalıştılar. Câhiliye devrinde büyük bir rağbet gören şiir, mûsikî ve raksın İslâm dininin esasları ile bağdaşıp bağdaşmadığı meselesi uzun zaman münâkaşa mevzûu olmuştur. Bâzıları bunlardan bilhassa mûsikî ve raksı mekruh ve hatta haram kabul etmiş, bazıları ise, insanı mûsikîye ve raksa sevkeden sebepler ile bunların insanda uyandırdığı hislerin mâhiyetine göre mübâh saymışlardır.
Din âlimleri ve sûfîler arasında uzun zaman münâkaşa mevzûu olan bu mesele, nihâyet Gazzâlî (ö. 505/1111) tarafından geniş bir şekilde ele alınmış, meselenin ehemmiyetine binâen İhyâü Ulûmiddîn’in bir bölümü bu mevzûa tahsis edilmiştir. Gazzâlî’nin geniş îzahlardan sonra daha çok meşrûiyeti üzerinde durduğu semâ’ı n, hicrî Ö. asrın ilk yarısında büyük bir şöhrete nâil olmuş bulunan Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (357-440/967-1049) ve ondan yaklaşık iki asır sonra yaşamış olan Mevlânâ zamânında vecd hâlinde yapılan bir zikir meclisi şeklini aldığı görülmektedir. Hiç şüphe yok ki bunda sûfîlerin dinî bir vecd içinde mûsikînin de iştirâki ile yapmış, oldukları düzenli hareketlerinin muhitlerinde bıraktığı güzel intibâları n büyük rolü olmuştur.
Semâ’ zikrin insanı vecde getirmesine dâir en güzel misâllerden birisidir. İlk semâhâne mîlâdî 864 senesinde Bağdat’ta açılmıştır. Semâ’ın eski tasavvufta oynadığı rolün ne kadar önemli olduğu Ebû Nasr Serrâc’ın (ö. 378/988), Hucvirî’nin (ö. 465/1072), Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) eserlerindeki ilgili bölümlerden Gazzâlî’nin eski kaynaklara dayanan beyânâtından, Abdurrahman Sülemî (ö. 412/1021), Ensârî (ö. 481/1089) ve Câmî’nin (ö. 898/1493) mîlâdî IX. ve X. asırlarda yaşayan mutasavvıflara dâir haberlerinden anlaşılmaktadır. Böylece bütün sûfîler tarafından benimsenen semâ’ insanı Allah’a yaklaştıran ve vecd ile yücelten bir unsur olarak görülmeğe başlanmıştır.
Ancak yine de Osmanlı toplumunda Kadızâdeliler’in tutum ve davranışlarında da görüldüğü üzere başlangıçtan itibaren sûfîleri ve onların dinin pratiğine yönelik uygulamalarını eleştiren, sûfîlerin bid’at ve hurâfeye kapı aralayan yaklaşımlar içinde olduklarını beyanla bunlara karşı önlemler alınmasını isteyen zümreler olagelmiştir. Sûfîler ise bu yaklaşımları reddederek dinî kaynaklardan deliller getirmek sûretiyle kendilerini ve tenkid edildikleri semâ’, devrân ve mûsikî gibi uygulamalarını savunmuşlardır.
….