Hz. Mevlâna’nın Dilinden Şems-i Tebrîz-i

A+
A-

Hz. Mevlâna’nın Dilinden Şems-i Tebrîz-i 

ŞEMS – Güneşle Aydınlananlar Sempozyumu

 

Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-kasas” olarak vasıflandırılan Hz.Yusuf ile Züleyha’nın aşkından sonra, insanlık âlemini en çok cezbeden öyle bir aşk var ki; o da Hz. Şems-î Tebriz-î ile Hz.Mevlâna’nın birbirlerine duymuş oldukları ilâhi muhabbettir.

Bu öyle bir aşktır ki; hâlâ dalında açılmamış gonca kadar taze, semadan yeryüzüne düşen Hây sırrı gibi canlı ve berrak, aldığımız nefes kadar bize bizden daha yakın.

Hz. Mevlâna bu ilâhi aşk için bir gazelinde şöyle der:

“Bu öyle bir nûrlu aşk ağacıdır ki; Gövdesi yoktur. Dalları ezelde, kökleri ebeddedir. Bu aşk ağacı ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne.”[1]

“Bu öyle bir aşktır ki, yeryüzüne böyle bir aşk hiç gelmedi. Bundan sonra bir daha da hiç gelmeyecektir.”[2]

Yüz yıllardan beri bu ilâhi dostluk için, âlimi de, câhili de, irfân sahibi kâmili de, herkes kendi hilkâtine ve ilmine uygun olarak birçok şey söyledi, yazdı çizdi. Asırlardır, doğru yanlış nice yorumlar yapıldı. Bunların tümünü, gayet tabii karşılamakla birlikte bendeniz, ısrarla üzerinde durulan bazı konuları, bi-zâtihi Hz. Mevlâna’nın, kendi beyitleri ve bakış açısıyla yüksek huzurlarınızda, bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bilindiği üzere; kimilerine göre Hz. Şems-î Tebriz-î ma’şûk,  Hz. Mevlâna da âşık. Kimilerine göre ise; Hz. Şems-î Tebriz-î şeyh, Hz. Mevlâna da mürit. Hz. Mevlâna’ya göre ise; gövdesi olmayan, dalları ezelde, kökleri ise ebedde bulunan bu ilâhi aşkta, bizlerin yüzeysel anlayışı ölçüsünde ne âşık vardır ne ma’şûk, ne şeyh vardır, ne mürit. Bu aşk üzerine söylenmiş bazı sözler sûretâ kabul edilebilir olsa da, bâtınını ancak; Şems-î Tebriz-î ile Hz. Mevlâna’nın batınında yok olanlar, o aşk ateşiyle yanıp yakılıp kül olanlar bilir.

Hiç şüphesiz; huzûr-u âlilerinde bulunduğumuz çok değerli hocalarımız da kabul ederler ki; ne yeryüzüne, ne de arşa dayanan, böylesine ulvî bir aşkın lahûti mânâsı üzerine mütmâin bir şekilde konuşmak için, ne doçent, doktor, profesör olmak, ne de mektep medrese bitirmek yeterli değildir. Hz. Mevlâna Divân-ı Kebirdeki bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

 “Yeryüzünde aşk medresesi açıldığından beri, sevenle sevilenin, âşıkla ma’şûkun arasındaki fark kadar zor bir mesele daha bu dünya’da ortaya çıkmadı. Hekimlerin başvurdukları kıyastan başka yollar var ama meseleyi çözmeye yarayan fıkıh bilgisi bilene de bu yol kapalı, hekime de kapalı, yıldızlarla uğraşan müneccimlere de bu yol kapalı.

O şekilde de, bu şekilde de, çeşitli zamanlarda nice derin bilgili kişiler, nice keskin zekâlı kişiler, âşıkla ma’şûk arasındaki fark konusunda bir hayli meşgul oldular. Çeşitli fikirler ortaya attılar. Çeşitli tartışmalara giriştiler ve birbirleriyle çeliştiler, fakat sonuç olarak hakikate hiçbir şekilde ulaşamadılar. Âşıkla ma’şûk arasında birçok farkların bulunduğundan bahsettiler, fakat hepsinin de yolları bağlandı. Hiç kimse âşıkla ma’şûk konusundaki gerçek bilgiye ulaşamadı.”[3]

Âşıklar sultanı Hz. Mevlâna; yüz yıllar önce hiç kimse âşıkla ma’şûk konusunda gerçek bilgiye ulaşamadı derken, günümüzde bu ilme ne derece ulaşıldı? Ne derece vâkıf olundu? Bu da ancak ehline malûm.

Niçin hiç kimse âşık ile ma’şûk arasındaki farkı bilemedi?

Neden bu gerçeğe kimse ulaşamadı?

Bunu da yine, Hz. Mevlana’nın bazı beyitleriyle arz etmek isterim:

”Her iki âlem de aşka yabancıdır. Aşkta yetmiş iki delilik, yetmiş iki divânelik vardır. Âşıkın mezhebi yetmiş iki dinden ayrıdır.”[4]

“En büyük imamlardan Ebu Hanife hazretleri, aşktan bahsetmedi, Şafiî hazretleri de, aşkı açıklamadı. Hiçbir mezhep imâmı, bu konuda hiçbir rivâyette bulunmadı. Din ilminde; Bu câizdir, bu câiz değildir münâkaşasının bir sonu vardır. Âşıkların ilmine son yoktur. Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeraiti de, mezhebi de Allah’tır.”[5]

“Ne yazık ki; halk bu konuda dedikoduya düşmüştür. Aşk; üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sayfalarında değildir”[6]

“AŞK çalışıp, okumakla öğrenilmez.”[7]

“Ben, âşık olmayan bir kişinin insanlığını inkâr ederim.”[8]

“Kimin nabzı aşk ile atmıyorsa, zamanın eflatunu bile olsa, sen onu eşek say.”[9]

“Aşktan haberi olmayan sürüyü de, köpek sürüsü say.”[10]

Hz. Mevlâna; başka bir beytinde; aşkı da, aşk hallerini de öğrenmek istiyorsan, git aşka sor ve aşkı, aşktan öğren diye bize yol gösterirken, tüm ömrünü Hz.Mevlâna ve eserlerine adayan Şefik Can dedemiz de: “Hz. Mevlâna’yı sağdan soldan değil, bi-zâtihi Mevlâna’dan öğrenin, Mevlâna kendi eserlerinde gizlidir” derdi. Mademki, aşk’ı aşktan öğreneceğiz; O nedenle, aşk nedir?

Âşık, ma’şûk, kimdir?

Şems-î Tebriz-î ile Hz. Mevlâna’nın, bu ilâhi muhabbetinin temeli, nereye dayanmaktadır? Tüm bu soruların cevabını da, Hz. Mevlâna’nın kendi eserleri içerisinde, sırlı bulunan çeşitli beyitlerde arayıp, bulmak gerektiğine inanıyorum.

“Bizim ders gördüğümüz yer aşktır. Bize mânen ders veren de, Celâl sahibi Allah’ tır.”[11] “Kimi âşık görürsen, bil ki O, maşûktur. Bu dünyada susamış kişiler su aradıkları gibi, su da dünyada susamışları arar”[12]

Ledün cevheri bu sözlerle gönüllerimizi aydınlatan Hz. Mevlâna’ya; O halde aşk nedir? Diye soracak olursak; Bu sorunun cevabını da bizlere Divân-ı Kebîr’deki çeşitli beyitlerle şöyle verir:

 “Aşk nedir? Diye sorarlarsa de ki:  AŞK dileği, isteği, yapıp yapmama arzusunu, irâdeyi terk etmektir.”[13]

“Aşk, Allah ile kul arasında ki peygamber gibidir.”[14]

“Aşk, harap oluştan yıkılıştan.”[15]

“Aşk,manevi devletten, Allah’ın lütfundan, yardımından, gönül ferahlığından başka hiç bir şey değildir.”[16]

“Aşk, Allah’ın evidir.”[17]

“Aşk, ilâhi bir aynadır.” [18]

“Aşk, ruh gibi ötelerden gelmiş bir gariptir.”[19]

“Aşkın bu fâni âlemle, hiçbir ilgisi yoktur.”[20] “Aşk, kadim olan, önüne ön olmayan Allah’ın sırrıdır.

Aşk, ucu kıyısı olmayan muallâkta duran bir denizdir.

O sonsuz denizin sadece bir damlası ümit Geriye kalan hepsi korkudur.”[21]

Sonuç olarak, yukarıda arz edilen beyitler ışığında Aşk’ı birkaç cümlede ifâde edecek olursak; “Aşk kelimesinin başındaki Arapça “Ayın” harfi, ibâdet ve kulluk, “Şın” harfi şükür, “Kaf”  harfi de kanâate işaret eder”[22]

Görüldüğü üzere, ilâhi aşk’ın fâni âlemle, dünyevi duygu ve düşünceyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Aşk, sadece Cenâb-ı Allah’ın kudret elinde bulunan ilâhi bir cevherdir onu da ancak ehline lütfeder.

Ayrıca kısaca değinmek istediğimiz bir başka konuda:  Hz. Şems-î Tebrîz-î Mürşit, Hz. Mevlâna da Mürit midir? Bu düşünce, ne derece doğrudur?

Bu soruya cevap olarak, yine Hz. Mevlâna’nın bir Rubaisini sizlere arz etmek isterim: “Aşkta ne aşağılık vardır, ne de üstünlük. Aşkta ne hâfızlık vardır, ne şeyhlik ne de müritlik”[23] Görüldüğü üzere; Hz. Mevlâna; Aşkta ne şeyhlik vardır ne de müritlik diyerek bu sorunun cevabını çok net olarak bi-zâtihi kendisi verdiği gibi, Şems-î Tebrîz-i Hazretleri de, Makalât adlı eserinde Hz.Mevlâna’dan, Mürşit -Mürit ilişkilerinden bahsederken şöyle demektedir:

“Bana yaraşan zahirde, bizim hayatımızda ki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise, onu korumaktır. Yoksa şeyhlik müritlik gibi ilişkiler hiç hoşuma gitmez.”[24]

Çok önemli konulardan biri de, genel olarak; hepimiz Hz. Mevlâna’nın, Şems-î Tebriz-î Hazretlerini tanıdıktan sonra, büyük bir aşka düştüğüne inanırız.

Elbette bu inanışın zâhirine, sûretine, şüphesiz eyvallah deyip doğru kabul etmek gerekir. Fakat bu ilâhi aşkın gerçek başlangıcı, mânâsı, özü, bâtını nereye dayanmaktadır?

Bu konuyla ilgili olarak da yine, Hz. Mevlâna’nın bazı beyitlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Ben ne sudan yaratıldım, ne de topraktan. Benim bu dünya ile hiç bir ilişkim yok.[25]

Hallâc-ı Mansur’un o nükteli Ene-l Hakk sözünün kavgası, gürültüsü, daha bu dünyada olmadan önce, biz rûh dünyası Bağdat’ında, Ene-l Hakk diyorduk.[26]

Eğer Hallaç şimdi sağ olsaydı, benim sözlerimin ve sırlarımın azametinden Hallâç beni darağacına çekerdi.[27]

Allah’ım, ezel âleminde;’’ Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim ?’’ dediğin günden beridir ki,  ben seninim, ben senin âşıkınım.[28] Allah’ım, beni ezelde yarattığın zaman, benim sana olan aşkım kemâl derecesine ermiş idi. O zamanlar ne yer vardı, ne de gökyüzü. Ne güneş vardı, ne de yaratılmış bir tek kişi.

Sen, beni kendi aşkın için seçip o aşk ile kemâle erdirdiğin zaman, hiçbir şey mevcut değildi. Ben, daha âlemler yaratılmadan, yerle gök mevcut değilken, senin nedimin, senin dostun, senin en büyük âşıkin idim.[29]

Az, çoğa delâlet eder diyerek arz ettiğimiz birkaç beyitten anlaşıldığı üzere, bu ilâhi aşkın bâtını çok farklı, bizlerin sûret-i zâhirinde görüp anladığımız gibi ne âşık var, ne ma’şûk, ne şeyh var, ne de mürit. Hz. Mevlâna’nın kendi deyişiyle, daha âlemler yaratılmadan, yerle gök mevcut değilken, Cenabı-ı Allah onu, kendi aşkı için seçmiş, o aşk ile de kemâl derecesine ulaşmıştı. Madem ki, hiçbir şey göründüğü gibi değil, o halde yüz yıllardır anlatılan ve bitirilemeyen,  dünya durdukça da bitmeyecek olan, Şems-î Tebrîz-î Hazretlerine karşı duyulan ilâhi aşkı nasıl anlamalı?

“Her nereye başımı koysam, secde edilen ancak O’dur. Altı cihette ve altı cihetten dışarı mabut ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, güzel, sevgili hepsi birer bahanedir. Bunların hepsinden maksat sadece O’dur.”[30]

“Ey sıfatları açıkta olan görünen, zâtı can içinde can gibi gizli olan ALLAH’ım, Ben, Senin bâki olan ilâhi zâtına yemin ederim ki;

Benim bütün dileğim, bütün arzum,  bütün isteğim ancak sensin

Ben sadece seni seviyorum, ben sadece seni istiyorum

Ben senden gayrısını hiç zikretmedim bu âlemde

Ben hep seni zikrettim, ben, hep seni istedim bir başkası değil.”[31]

Zaten, Tebrizli Şems’de bir bahanedir.

Seni zikretmekten başka, dilde ne varsa hepsi sapıklıktır hepsi boştur.

“Benim âşık olduğumu herkes anladı. Ne yazık ki, kime âşık olduğumu hiç kimse anlamadı. Hiç kimse bilemedi”[32]

“Ben Elest nurûna atılmış, elest nurû ile canını dağlamış, o ilk nur ile kanatları yanmış yakılmış âşık bir pervaneyim. Şimdi de, O elest nurû padişâhımın, bu âlemdeki bir mumuna hizmet etmekteyim.[33]

Sonuç itibariyle; gövdesi olmayan, dalları ezelde, kökleri ebetteki bu ilâhi aşkın, fani âlemdeki tecellisi olan, Hz Şems-î Tebrîz-î ile Hz. Mevlâna’nın aşk-ı muhabbetlerini, kendi idraksizlikleri içerisinde değerlendirip, şekle surete takılıp kalanlara, Hz.Mevlâna son söz olarak, bir rubaisinde şöyle der: “Bizim Sevgili dediğimiz varlık sadece bir bahanedir. Aslında gerçek sevgili, bir tek Allah’tır. Her kim ki, bu gerçeği anlamak istemez, görmez, bilmezse, bunları ayrı iki zannederse;  Ya yahûdidir, ya da kâfirdir.”[34]

Hz. Mevlâna; Sevgili dediğimiz bir bahanedir, maksat sadece Allah’tır. Bunu anlamak, görmek, bilmek istemeyen, ya Yahûdidir, ya da kâfirdir diyerek, çok net bir biçimde bu konuya açıklık getirmiştir.

Fakat burada sözü edilen Yahûdi veya kâfir sözlerini de doğru anlamak gerekir. Hz.Mevlâna hiç kimseyi dîni, imanı, inancı ile ne yargılar ne de aşağılar. Yahûdiden maksat gerçeği kabul etmekte zorlanan kimse, kâfir ise, ilâhi hakikati gizleyen manasına gelir. Malûm, tarih boyunca ilâhi gerçekleri kabul etmekte en çok zorlananların başında, Hz. Musa ümmeti gelir.

Mademki asıl maksat Allah’tır,  Şems-î Tebriz-î sadece bahanedir? Niçin böyle bir bahaneye gerek duyulmuştur, bundaki hayır hikmet nedir?

Bunun cevabını da, yine birkaç cümle ile Hz. Mevlâna’nın kendi beyitleriyle arz etmek isterim: “Bedenimde hiçbir kıl yok ki, senin gamınla ağlayıp inlemesin. Ey canımın rahatı olan sevgili, benim bu feryadımın, benim bu figanımın sebebi nedir?

Sen herkesi, cümle âlemi benim başıma mı toplamak istiyorsun?

Çünkü ben bu kadar ağlamazsam feryâd-u figan etmezsem, (yâni Şems, Şems, Şems demezsem) bu halk ta benim etrafıma toplanmaz.

Benim bu feryad-ı figanıma,  halkın etrafımda toplanması ve bir araya gelmesi ne demektir? Niçin bu halkı, benim başıma toplamak istiyorsun?

Gölge varlıkların arkasında bulunan canların, aynı gaye ile bir araya toplanması, insanların kendilerinden, kendilerine sefer etmesi demektir. Kendilerinde bulunan ilâhi emaneti hep birlikte bulmaları demektir.[35]

Görüldüğü üzere, hiçbir tevil’e, şerhe gerek olmayan, herkesin anlayabileceği ölçüde açık ve net beyitler. Hz.Mevlâna başka bir beytinde: “Şiir benim sözlerimin elbisesidir. Fakat elbisenin içerisinde kim var.[36] Diye açıkça soruyor. Ne yazık ki, herkes elbiseyle ilgilendi, içindeki güzelden hiç kimsenin haberi yok. Hz. Mevlâna’yı da, Şems-î Tebriz-î’yi de anlayabilmek için, önce ‘’Mümin müminin aynasıdır’’ hâdis-i şerifini, çok iyi anlamak gerekmektedir. Bu hâdis-i şerîf yeterince doğru bir şekilde anlaşılabilirse, Şems-î Tebriz-î’nin, Hz. Mevlâna’nın hayatındaki yeri de anlaşılmış olacaktır.

Divân-ı Kebîr’de: “Yusûf bahane, maksat Hakk idi. Hiçbir Peygamberin canı bir insana âşık olmaz. Yakup, Hz. İbrahim soyundandır, batıla meyletmez”[37] diye buyuran Hz.Mevlâna için de, Şems-î Tebriz-î sadece bir bahane idi. Peygamber vârisi ulu bir âşıklar sultanı olarak, onun da batıla meyletmeyeceği âşikâr. Şems-î Tebrîz-î Hazretlerinin sadece fâni varlığına, şekil ve suretine takılıp kalmak, puta tapmak olur ki, hiç kimse Hz. Mevlâna’nın puta taptığını iddia edemez.

 


[1] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.192

[2] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.579

[3] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt. 1. 345

[4] Can Şefik Mesnevî clt. 3. 4719

[5] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.199 6

[6] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.192

[7] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.751

[8] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.793

[9] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.552 10

[10] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.538

[11] Can Şefik Divan’ı Kebîr clt 1.162

[12] Can Şefik Mesnevî clt.1,1740

[13] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.210

[14] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.118

[15] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.286

[16] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.199

[17] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.3,1213

[18] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4,1196

[19] Can Şefik Divân-ı Kebîr c.3,1123

[20] Can Şefik Divân-ı Kebîr c.3,1193

[21] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4.770

[22]Can Şefik Rubailer No:1178.

[23] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4. no: 446

[24] Şems-î Tebrîz-î Maklât M. Nuri Gençosman 1974 basım clt.1- sayf. 151

[25] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.814.

[26] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1418

[27] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.694

[28] Can Şefik Divân-ı Kekbîr clt.4.741.

[29] Divân-ı Kebir Külliyât-ı Şems-î Tebrîz-î 3238

[30] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.4. 222

[31] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.78

[32] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.3. 977

[33] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.762

[34] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt. 4. 184

[35] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.1.431

[36] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.876

[37] Can Şefik Divân-ı Kebîr clt.2.503

 

ETİKETLER: