İnsan

A+
A-

İnsan

Sâmiha Ayverdi

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, 1400 sene evvel beşeriyete, tevhid anlayışına dayalı Kur’ân ahlâkını getirmiş olan Allah Resülü’nün peyâm ve merâmını, ilâhî ve lâhûtî bir vecd ve coşkunlukla, dünyânın kulağına akıtmak yolunda, aşkını, îmânını, bilgi ve sanatını seferber etmiş müstesnâlardan bir müstesnâdır.

Ne ki, zaman zaman, cemiyetlerin kulakları delik veya tıkalı olur. İşte mânânın maddeye esir düşmediği geçmiş asırlarda, nefislerinin pençesinden âzâd olup huzur ve hürriyete susamış uyanık kütleler vardı ki, kulakları da gönülleri de Mevlânâ’ların îkaz ve irşâdlarına açık bulunuyordu.

Gözü, gönlü ve kulağı madde katılığı ile körleşip sağırlaşmış bugünün insanı ise, kendisine dünya içinde dünya açacak uluların, seslerini duyup, îmânları ile âşinâlık kurabiliyorlar mı?

Kurmadıkları için de beşeriyete bir ilâhî armağan olan o uluların ikrâmını hayatlarına mâl edemiyor, böylece de mânevî nafakanın tadına yabancı kalmak bahtsızlığına uğramış bulunuyorlar.

Bir zamanlar cemiyetlerin kıl damarlarında dahi hüküm sürüp yaşayan ve insan oğlunu besleyip yaşatan, o hikmet ve irfan sermâyesi, ne çâre ki bugün, baharı bekleyen tohumlar gibi, gömülü bulundukları derinlerden baş çıkaramamakta netîcede de, kütleler, Mevlânâ ile gönül âşinâlığı kuramamaktadır. Kuramadığı için de, yaptığı iş, onu okumak ve onun şânında konuşmaktan ibâret kalıyor.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî mevzûunda, 700 senedir, develer yükü kitaplar, makāleler, tezler, şiirler yazılıp araştırmalar yapılmış bulunuyor. Acaba beşeriyet, bu kütüphâneler dolusu eserlerden ne kazanmıştır?

Şu gökkubbe altında yalan, riyâ, hîle, fesat ve şekāvet yollu hayvânî hırslar mı tükenmiş, dünya, güllük gülistanlık mı olmuştur?

Şu halde, O Ulu’nun şânında, birkaç söz daha söylenip yazılsa, gene insan oğlu ne kazanacak, hangi kötü huyunu terk edip, iyilik ve güzellik cennetlerinin hûri ve gılmanı olacaktır?

Mevlânâ’ları tanımak için yazıp çizmek değil, onların hayat görüşleri, Allah ve insanlık anlayışları ile aynîleşip, hikmet, irfan ve aşklarını gönüllerine akıtacak yolu açmaktan gayrı ne düşünülebilir?

Mevlânâ ile alış-veriş, kitâbî ve aklî basamağın üstüne çıkmadıkça, bu bir kuru ilmî muamele ve gösterişten öteye nasıl geçer?

Hikmet, irfan ve aşk, tohum gibidir. Onları sahifeler arasındaki zindandan çıkarıp, günlük hayatta yaşanır ve nafakalanır hâle getirmedikçe, Mevlânâlaşmak ne mümkün?

*

Zamân-ı Saâdet’deki İslâm’ın bâkir, samîmî ve coşkun heyecânı, elbetteki bir gün, kalıplı ve ölçülü bir kelâm, tefsir ve içtihâd devresinin ilim ve mantık anlayışı ile kitâbî ve aklî nizâmını bulacaktı. Ni-tekim buldu da.

Ne ki, Resülullah zamânının o sıcak ve heyecanlı havası, o şevk ve aşk dolu tadı, beşeriyetin damağında kalmıştı. Onu arayıp bulmak, ona dönmek bir ihtiyaçtı.

Zîra, Muhammedî ahlâk temelleri üstüne oturmuş bu ferâgatlı îmânı, bu kaynayıp köpüren hikmet ve irfânı yaşamak, ferdi ve kütleleri yükselten itici ve yapıcı kudretti ki, beşeriyet bir kere onun tadını tattıktan sonra vazgeçmesi düşünülemezdi.

Şu halde, îlâyı kelimetullah gibi üstün bir gāye ve vazîfe yük-lenmiş bulunan toplum, bu kudsî cihâdın kahramânı olabilmek için, evvelâ kendi nefsine cihâd açıp, hayvânî hırs ve kötülüklerini tasfiye ederek, Hak Resûlü’nün saâdetli devrindeki ateşli fedâkârlıkları, hizmet ve muhabbetleri, serdengeçticesine ihyâ etmesi lâzımdı.

İşte, Resûlullah’ın o saâdetli devrindeki bu muhteşem gāye, ferdin nefsanî tasfiyesinden sonra, uğruna kemer bağlanan îlâ-yı kelimetullah aşkı ile, günün birinde, tasavvuf adı ile müesseseleşerek bir mektep, bir irfan ocağı oluverdi.

Böylece de, Rifâî’lerin, Kādirî’lerin, Mevlânâ’ların, Hak’tan gelip Hakk’a giden ve bütün yaratılmışlarda Hakk’ı gören sesleri ile bünyeleşerek, şevk ve muhabbete susamış kütlelere, aradıkları o sıcak ve bâkir havayı getirmiş oldu.

Tâ Resûlullah zamânının mîrası olan bir temel kānun vardı. O da: “Küçük cihâddan büyük cihâda dönmek” demek olan, nefsinin kulu olmaktan kurtularak, îlâ-yı kelimetullah gāyesi ve Kur’ân ahlâkı ile aydınlandığı ölçüde, etrâfını da uyandırmak ve aydınlatmaktı.

*

Kütleler, Saâdetli Resûlullah asrının bâkir, samîmî ve coşkun havasını tasavvuf ulularından tadar tatmaz, arkalarında saf bağladılar. Böylece de, dünyânın ve kendi varlıklarının kirli ve karanlık yüzünden kopup, onların aydınlık ve sağlıklı dünyâsına geçiverdiler.

Tasavvuf için ne dört duvar lâzımdı ne bir dergâh.

Zîra asıl dergâh, insandı. Kütle emrinde menfaatsizce kemer kuşanmış her ulu, dergâhın tâ kendisi idi.

Zikirler, semâlar, tarablar, şekil ve âyinler ne kadar şatafatlı ve muhteşem olursa olsun, “insan”ı bulmadan, hiçbir şey bulunmuş sayılmazdı.

Bildirecek, öğretecek, arıtıp temizleyecek, şevk ve gāye verecek olan dergâh, “insan”dı, ulu kişinin kalbi mâbedi idi.

*

Şu muhakkak ki tasavvuf, İslâm’ın rûhuna en uygun kisve, o rûhun derûnî ihtiyaç ve talebi ile bünyelenip, cemiyetin bütününe hâkim olmuş bir ilâhî iksîr idi.

Bu yüzden de, âdeta bir tabiat kānunu kolaylığı ile, kütlenin iliğine kemiğine işleyerek, fikir olmaktan aksiyon hâline geçiverdi.

Zîra bir irfan ve irşad mektebi olan tasavvuf merkezlerinde, her ne öğrenilecekse, kitaplardan değil, “insan”dan öğreniliyor ve yaşanmak sûretiyle elde edilen fazîlet, edep ve terbiye gibi değerler, başkalarına da bir insanlık borcu olarak aktarılıyordu. Zîra bu ocağa başını bağlamış olanlar için hayat gāyesi, kendilerine hizmet etmek-ten çok, başkaları için yararlı olmak demekti. Öyle ki düşeni kaldırmak, avucunu açanın elini boş çevirmemek, hîle yapmamak, yalan söylememek, fesattan, şekāvetten, haksızlık, hıyânet, gıybet gibi insan oğlunu küçük düşüren ve iç karartan mânevî sefâletlerden kurtulmak, hep Hakk’ı insanda ve eşyâda gören tevhid anlayışından ileri geliyordu.

*

Zaman-ı Saâdet’te ne mezhep ayrılıkları vardı ne sünnîlik ve şiîlik ve ne de îtikatça bölük bölük olmuş çatışan zümreler…

O mübârek devir öyle bir devir idi ki, coşup taşan îman ordula-rı, “Mey bizim sarhoşluğumuzun sarhoşudur” kavli gereğince, ilâhî bir mestlik içinde, olmazları olduran mûcizeli demlerin feyz ve be-reketini, islâm ve imân târihine kanları ve canları ile yazıyorlardı.

İşte beşeriyetin, tadı damağında kalmış olan o tâze, saf ve bâkir heyecan gibi, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin toprak üstünde geçen dünya hayâtı, Zamân- Saâdet’ten çeşni veren bir ilâhî coşkunluk ve mestlik devrini açmıştı. Öyle ki, karşısına geleni arıtıyor, temizliyor, saçtığı aşk ve şevk ile pîr ü pâk eyliyordu.

Amma Mevlânâ denen o ilâhî armağan, mübârek yüzüne topraktan bir örtü çektikten sonra dağa taşa sığmayan başsız ayaksız aşkına, Sultan Veled denen ulu, bir nizam ve bir had çekti. İşte bu sûretle de Mevlevîlik bünyeleşerek, âyin, şekil ve merâsim çerçevesine alınmak sûretiyle, bu nizam ve terbiye ocağı, asırların îman ha-yâtına, ilim, irfan ve sanat izleri bırakan kervanlar hâlinde yürüyüp gitti.

Pâdişahtan, esnafa, irfan ve hikmete susamış her tâlibi, şahsî istîdât ve kābiliyetince feyizleyip bereketlendiren bu ocakta dirsek çürüten ve mürekkep yalayan nice kāfileler, Türk kültür târihine şeref sahîfeleri kazandırdılar.

Dergâh demek insan demektir.

Kâinatın göz bebeği olan “insan”ın ilâhî aşk ile kilitlenmiş gön-lüne ise, hak ve hakîkatten gayrı bir nesne sığmadığından, o kapıyı kim kaktı, kim içine girmek istedi ise, fakir zengin, hür esir, âlim câhil herkes, kendini oraya mâl edip kabını doldurmuş, böylece de mes’ûd olan ve mes’ûd bahtiyarlar zümresine dâhil olmuştur.

*

Tasavvuf, “insan”ı bulma hüneri, “insan”ı görmekle, ezel ikrârının bu dünya hayatında hatırlanıp o ahdin yenilenmesi demektir.

Onun için tasavvuf, dilde bir şey değil, gönülde her şeydir.

Dil söylese, el, yazıp çizse de, “insan”ı bulup, alış verişi onunla kurmadıkça, beşer, cansız bir kalıp olmaktan öte geçemez.

Tasavvufun, yâni “insan”ın hedef ve gāyesi, Kur’ân-ı da hadîsi de İslâm îmanı içine yayıp bünyeleştirerek beşerî, şeytânî ve hayvânî meyillere karşı zırhlandırıp emniyete almaktır.

Bir ahlâk ve îman nizâmı, insanın insanla ve insanın Allah’la olan münâsebetlerinde, adâlet, insaf, ihlas, ferâgat gibi üstün vasıfları karıp karıştırarak tek cevher hâlinde bütünleştirip; toplumda yaşanır hâle getirir.

Tasavvuf, bir felsefe midir? Buna, evet demek abes. Zîra felsefe, her devrin idrak ve görüş ayrılığına göre zikzaklar çizerek, sırasında kendi kendini inkâr edip bir yeni kalıba sokar.

Hakkın birliğine dayanan tasavvuf ise, kıyâmete dek, kütleleri dâvet ettiği nîrengî noktasından bir adım ileri geri götürmez.

Tevhid, her devirde olduğuna göre, velîlerin adı ve asrı ne olursa olsun, Allah’ı birlemek anlayışı, hareket noktasından vüsûl noktasına tereddütsüz yol alır.

Hak değişmediği gibi, Hakkın halîfesi olan “insan” için de değişmeklik yoktur.

*

Bugün dünyânın, bilhassa biz Türklerin, ne Mevlânâ’dan ne de aynı tevhid ve aksiyon çizgisi üstünde, topluma yol gösterip rehberlik etmiş müstesnâlardan söz etmeye hakkımız vardır.

Zîra ne dünya, kendi çapında da olsa, o ululara kulak vermekte, ne de biz Türkler, binlerce yıl, “insan” gerçeğinin etrâfında peteklenmiş bir millet olarak, o sıcak ve parlak devirlerin cemiyet içindeki seyrini ve târihini, hatırlamaktayız.

Sırasında kılıç eri olarak orduların arasına karışan, sırasında irşadcılıkları ile kütleyi mayalayan ve gene sırasında sanat ve zarâfetin öncülüğünü etmiş bulunan ve uluları bir kenara itmek gerektiğine inanmak gafleti içinde bulunmaktayız.

Böylece de asırlar boyu topluma maddî mânevî güç ve bir derû-nî kānun kazandırmış olan o terbiye ocaklarını söndürmüş ve bu ocakların rûhu olan “insan”ı da küstürmüş bulunuyoruz.

Onun için, başlıbaşına dergâh demek olan “insan”dan söz etmek onun şânında yazıp çizmek ne işe yara? Ve üstelik ne haddimiz?

İnsan oğlunu âbâd ve ihyâ eden, söz ve kitap değil, sözü de, yazıyı da, yaşanır canlı prensip hâline getiren “insan”dır.

Beşerin gafleti, dünyâyı çobansız ve başsız bırakmıştır. Bu yüzden de nefis kurtları, kütlelere saldırmakta ve kanını içip nesi var nesi yok, talan etmektedir.

*

İş, Mevlânâ’ları, Yûnus’ları, Rifâî ve Kādirî’leri anlatmakta değil, onları, yâni “insan”ı anlamakta ve onun gönlünün selâmet çizgisinden yürüyüp, dünyâya geliş ve gidişin mânâ ve gāyesini bulmaktadır.

Tevekkeli Koca Mevlânâ:

Kâbe bünyâd-ı Hâlîl-i Azerest
Dil be-bünyâd-ı Celîl-i ekberest

dememiştir. Evet, Kâbe, Azer’in oğlu Halil’in yapısıdır, “insan” ise, Celîl-i Ekber’in beyti ve binâsı olan Beytullahdır vesselâm.

Insan Samiha Ayverdi

 

ETİKETLER: