İNSANLIK MERTEBELERİ – Cihan Okuyucu

A+
A-

İNSANLIK MERTEBELERİ

Cihan Okuyucu

Ger be-sûret âdemi insan budî

Ahmed ü Bu-Cehl heme yeksân budî(1/1060)

Eğer insan şeklinde olmak insan olmaya yetseydi Hz. Peygamber ile Ebu Cehil aynı değerde olurdu.

İNSANIM AMA NASIL?

Yukarıda da belirtmiştik. İnsan dışındaki her türün varlık merdivenindeki yeri ve değeri sabit. Buna mukabil insanların değeri insan sayısı kadar farklı ve çeşitli. Bu yüzden kendimi tarif için; “Ben insanım” demem yetmiyor; “Ben nasıl bir insanım?” diye sormam gerekiyor. Hz. Mevlânâ kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle özetler: Hamdım, piştim, yandım. Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak yükselir. Diğer taraftan insanlar birbirlerinden aşk, akıl ve can kapasiteleriyle de ayrılırlar. Mevlânâ aşağıdaki beyitlerde insan olmak için insan adı taşımanın yeterli olmadığını nefis benzetmelerle şöyle ifade ediyor:

    İştirâk-i lafz dâim rehzenest

    İştirâk-i gebr ü mümin der-tenest

    Cismihâ çün kûzehâ-yı beste-ser

    Tâ ki der-her kûze çi bud ân niger

    Kûze-i ân ten pür ez-âb-ı hayat

    Kûze-i în ten pür ez-zehr-i memât

    Lafzrâ mânende-i în hum dân

    Manieşrâ der-derûn mânend-i cân

    Dîde-i ten dâima ten-bîn buved

    Dîde-i cân cân-ı pür-fen-bîn büved (6/666vd)

İsim benzerliği daima aldatıcıdır. Kafir de mümin de insandır ama benzerlikleri sadece şekilde! Bu bedenler sanki ağzı kapalı testiler gibidir; önemli olan testinin şekli değil, içinde ne olup ne olmadığıdır. İkisi de testi ama o ten testisi âb-ı hayatla dolu, bu ise öldürücü zehirle. Sen kelimeleri de birer testi say, içindeki manaları ise onun canı kabul et. Ten gözü daima dışı görür, can gözü ise fen sahibi canı seyreder.

BENZERLİK GÖRÜNÜŞTEDİR

Demek ki olgun ve ham, gerçek ve taklit, değerli ve değersiz dışardan birbirine benzer ama içerden çok farklıdır. Yunus’un ifadesiyle bizi biz yapan elimiz, ayağımız, gözümüz, kaşımız değil; manamızdır ve mana bakımından insandan insana büyük farklar vardır:

    Bu insan dedikleri el ayakla baş değil

    İnsan manaya derler suret ile kaş değil

Mevlânâ da şekilce benzemekle birlikte Musa ve Firavun arasındaki büyük farka dikkat çekiyor:

    Per hemân u ser hemân heykel hemân

    Musiî ber-arş u Firavnî mehân (6/3032)

Kanat baş ve beden aynı ama Musa arşta, Firavn ise hor ve hakir.

Musa gibi mana erleri damla görünür ama gerçekte denizdir:

    Dürreçe deryâ nihan der-katreî

    Afitâbî mahfî ender-zerreî

Böylesi damlada gizlenmiş deniz, zerreye sığmış güneştir

Şeker başka, ekmek başkadır. Þekerin şekli ekmeğe benzetilse de, şüphesiz tadı, ekmek tadına benzemez! Kâmil insanlarla başkalarının farkı da ekmekle şeker farkı gibidir. Nebilerin ve büyük velilerin halk arasında bulunması, onlara benzemesi ve onlar gibi davranması bazılarını yanıltır. Mevlânâ bu bulunuşu aşağıdaki gibi yorumluyor:

“Eğer Hak erlerinden birisi, bir delil gösterirse maksadı avamın anlayabilmesi içindir. Baba kendisi fazilet ve hüner sahibi de olsa çocuğuna çocuk gibi hareketler yapar. Ey aptal! Çocuklara öğretirken ebced okumaktan üstadın fazlına bir noksan gelir mi? Halk da sanki şeyhe kendi çocukları gibidir. Zamanın pirinin onlara kendi dillerince nasihat etmesi lâzımdır. (2/121)

Kemiyet-Keyfiyet

Gerçi her devirde hamlar çok, seçkin insanlar azdır. Ama önemli olan sayı değil keyfiyettir. Mevlânâ şöyle örnekler veriyor: Yıldızlar çoksa da güneşin önünde hepsi kaybolur. Koyun çokluğundan kasaba ne gam. Aklın çokluğu uykuya mani olur mu hiç? On boynuzlu da olsa binlerce geyik aslanın saldırısında sanki yoka döner! (6/114)

HAMLIK VE OLGUNLUK ALÂMETLERİ

İnsanların birbirinden ne kadar farklı olabileceğini anlatan yukarıdaki alıntılardan sonra biz şimdi uzaktan seyrettiğimiz merdivenimize biraz daha yaklaşalım ve bu farklara yol açan temel özellikleri ve onları temsil eden ana tipleri sırayla tanımaya çalışalım. İlk sıradaki konumuz hamlık ve olgunluk özellikleri olsun.

Çocuklar ve Kocamış Çocuklar

İnsanları yaşlarına göre çocuk ve yetişkin diye tasnif ederiz. Acaba hamlık ve olgunluk da bir yaş meselesi midir? Üstada göre etrafında olup bitenden ibret almaz ve kendini olgunlaştırma gayretinde olmazsan, ne kadar yaşadığın hiç önemli değil, daima ham kalmaya mahkumsun. Onun bu konuyla ilgili bir nüktesi şöyle:

Arifin biri yolda rastladığı bir keşişe sordu:

– Sakalın mı yaşlı, sen mi daha yaşlısın? Keşiş dedi ki:

– Sakalımdan önce doğduğuma göre ben daha yaşlıyım.

Bunun üzerine ârif şöyle dedi:

– Sakalın ağarmış, eski karalığından geçmiş ama sen hâlâ kapkara cehalet üzeresin. Doğduğundan beri ileriye doğru bir adım bile atamamışsın… Musa”nın kavmi gibisin. Tih sahrasında 40 yıl kaldın ve nice mucizelere şahit oldun ama buzağıyı görür görmez o zamana kadarki bütün nimetler gönlünden siliniverdi. Sabahtan akşama kadar koştun ama hâlâ aynı yerdesin. (6/68)

Hevesine Mağlupsan Çocuksun

Demek ki -aşağıdaki beyitte de ifade edildiği gibi- ancak dünya heveslerinden geçen Hak sarhoşları, yetişkin diye adlandırılmaya lâyık! Çocuklar gibi anlamsız heveslerinin mağlubu olanlar ise manen çocuk hükmünde:

    Halk etfâlend cüz mest-i Hüdâ

    Nist bâliğ cüz rehide ez-hevâ (1/3536)

Bu kocamış çocuklar çocukça hevesler için savaşır, şekle aldanırlar. Meselâ çocuk ekmeğe nazlanır ama anası deve ve arslan şeklinde bir hamur pişirince onu hırsla yemeğe başlar. Ağızda o aslan da deve de ekmek olur ama çocuk bunu bilemez. Yediğimiz her şeyin aslı da topraktır ama Allah bu toprağa bir renk vermiştir de çocuk gibi onun üstüne savaşır dururuz… Hz. Mevlânâ’ya göre Cenâb-ı Hakk’ın arza beşik adını vermesi, halkın çocuk hükmünde oluşundan. O şöyle niyaz ediyor: “Bu beşikler yüzünden ev daraldıkça daraldı. Ey padişahım, sen bu çocukları kemale erdir ki ergenlere de yer kalsın!”(6/178)

Yetişkinsen Değerliyi İste

İnsanın ne olduğu, neye ilgi duyduğuyla da ölçülür. Aslında dünyada bir şeye ilgi duymayan ve ona âşık olmayan hiç kimse yoktur. Ne var ki ham ve olgun, çocuk ya da yetişkin her âşık yüzünü başka bir yöne çevirmiştir. Nitekim şeytanlar ve ona benzeyen insanlar aşağılık dünyanın âşığıdırlar. Peki bundan nasıl kurtulmalı? Mevlânâ bunun formülünü veriyor: “Daha büyük bir aşkla! Zira bir aşkı diğer bir aşktan başkası gidermez. Ten ehli, yılan gibi toprakta yaşar, toprak yer. Ağaç kurdu için ağaç; bok böceği için de gübre helva gibidir. O halde sen toprak yeme sevdasından geç de göz gibi nurla gıdalan! Melek gibi Hak tesbihini kendine gıda edin!

Şükret ki Gücün Yok

Bu anlatılanlara göre şu sonuç çıkıyor: Dünyada iki türlü çocuk var; gerçek çocuklar, kocamış çocuklar. Çocuklar daima tehlikeye açık olduğuna göre bunlardan hangisi daha tehlikeli olsa gerek? Mevlânâ bu iki tip çocukluğu kıyaslayarak şu neticeleri çıkarıyor:

Çocuğun yüzlerce inat ve şımarıklığı vardır, fırsat bulsa dünyayı harap eder, ama şükür ki güçleri yoktur. Fakat vay bu edepsiz koca bebeklere ki güç ve kuvvetleriyle hasımlarına bela olurlar. Silahla cehalet bir araya gelince Firavun zulümle cihanı yakar. A yoksul, şükret ki yoksulsun ve bu yüzden Firavunluktan uzaksın. Şükret ki mazlumsun, zalim değilsin. (6/177)

Nükte

Su Sığırı Gibi Olma: Ham aklın gözü bedene takılır; oysa insanı insan yapan can incisidir. Seçkin kişiler beden balçığına bulanmış bir inci gibidirler. Mesnevî’ye göre halkın gözü, bu balçığa bulanmış can incisini teşhiste aşağıdaki su sığırına benzer:

Su sığırı denizden bir cevher çıkarıp ışığında otluyordu. Onu gören bir tacir, sığırın bir miktar uzaklaşmasını fırsat bilip cevherin üzerini balçıkla kapladı. Çayır kararınca su sığırı, düşmanı aradı ama adam ağaca tırmanıp gizlenmişti. Sığır, taşı koyduğu yere gelince onu balçıkla kaplı gördü ve balçıktan ürküp kaçtı… Şeytan da Adem’in balçık ve çamurdan yaratılmış olması karşısında akıl körü olmuştu, sığır ne yapsın. Can incidir. “İnin!” emriyle o inci gelip beden balçığında gizlendi. Balçıktaki inciyi öküz bilmez, tacir bilir. (6/109)

Ne kadar doğru. Boşuna dememişler:

    Kadr-i zer zerger şinâsed kadr-i gevher gevherî.

Altının değerini kuyumcu, incininkini de inci taciri bilir.

Canın Kandil mi, Güneş mi?

Mevlânâ’ya göre insanlık merdivenindeki diğer bir sıralanış da taşıdığımız canın cinsine göredir. O, insanda bulunan iki tür candan bahsediyor: Bedenî can, insanî can. Hayvanî can da denilen bedenî can zayıf bir kandil ışığı gibidir. Maddî gıdalardan meydana gelen bu soluk ışığa karşılık, güneşe benzeyen insanî canın kaynağı madde ötesidir. Mesnevî’de bu iki canın kaynağı ve farkı konusunda şu benzetmeler yapılıyor:

Bu ten kandil gibidir, ışığı da can. Kandile fitil ve yağ lâzım. Altı his kandilin fitili, uyku ve yemekse yağı. Ama bu kandilin ışığı eğretidir. Hayvanî ruha ait her şey, ölümle söner. Ama senin kandilin sönse de komşununki devam eder. Çünkü her insanın kandili ancak kendi evini aydınlatır. Buna mukabil, peygamberlerin ve mürşitlerin ışığı ay ve güneş gibi halka umumi bir rahmettir. Güneş doğunca kandilin hükmü kalmaz. Demek ki; Peygamberlerin nuru güneş, bizimki ise kandil ve is hükmündedir; bunların biri söner öbürü parlar durur. Gece ay doğunca ışığı her cama vurur, o bir nurdan olduğu için ay kaybolunca bütün evler kararır. Güneş ışığı da bütün evlere misafir olur. Böyle olan can güneşi de batınca bütün ruhların nuru kaybolur. (4/18) Hz. Mevlânâ aşağıda da bu sefer akıl kapasiteleri bakımından insanları derecelendiriyor ve bu sınıflamadan ahlâkî sonuçlar çıkarıyor.

Üç Akıl ve Üç Gözden Hangisine Sahipsin?

Dünya hayatı dediğimiz bu uzun ve karanlık yolda, insanın önünü aydınlatacak ışık akıl ışığıdır. Akıllarsa sonsuz derecede farklı:

    İn tefâvüt aklihâra nik dân

    Der-merâtib ez-zemin tâ-âsüman (5/461)

İyi bil ki akıllar, kapasitelerine göre yerden göğe kadar derece derece sıralanır.

Bu sonsuz farklılığa rağmen Hz. Mevlânâ akıl ışığının derecelerine göre insanları üç ana gruba ayırıyor: Tam akıllılar, yarım akıllılar ve akılsızlar. Tam akıllının alâmeti kendi şulesiyle aydınlanmasıdır.

O, ışığıyla hem kendini aydınlatır hem de bir kafileye rehber olur. Bu akıl, içinde şüpheye yer olmayan kâmil müminin aklıdır. Kendi ışığı olmayan yarım akıllı ise başkasına uyacak kadar basiret gösteren ve onun gözünü göz edinendir. Böylesi kendi görmese bile başkasının görüşünden faydalanmasını bilmiştir. Üçüncü gruptakiler ise tam körlerdir ki bunların ne zerre kadar aklı vardır ne de aklı olana uymuşlardır. Bu yüzden zifiri karanlık içindedirler. Uzun sahralardan topallayarak geçmeye çalışır, beyhude dolaşır dururlar. (4/84) Bunların nasibi – Nahifi Efendi”nin manzum ifadesiyle- yorgunluktan ibarettir:

    Can-ı a’mâ vaz ider her sû kadem

    Mesleki bî-âkıbettir dembedem (4/2222)

Deve ile Deveci Bir mi?

Mevlânâ’ya göre akıl dereceleri bakımından avamla velilerin farkı, hayvanlarla insanlar arasındaki fark gibidir: “Aklın deveci, sen de bir deve gibisin. Akıl, ister istemez seni her tarafta hükmünce çeker. Velilerse aklın aklıdırlar. Diğer akıllar onların yanında âdeta deve gibidirler. (1/99)

Hakiki vuslata erecek olanlar da bunlardır. Nasıl ki gelinin cilvesini, dışarıda padişah da ondan başka birçokları da görür. Fakat vuslat zamanı gelinin yanında padişahtan başkası bulunmaz. (1/58)

Meşveret Nerde Biter?

Yukarıdaki tariflere göre akıllı olmanın bir ölçüsü de meşverettir. Madem ki aydın akıllar kandiller gibidir; yanyana gelen iki kandil elbette bir kandilden fazla ışık verir. Bu yüzden Peygamber dağlara çekilmeyi ve uzleti nehyetmiştir. İnsanların birbiriyle buluşması bir baht ve bir ebediyet iksiridir. O halde sen de meclislerde akıllar ara. Ama nass söz konusu olunca, akla da meşverete de yer yoktur:

    Kıblerâ çün kerd dest-i Hak ayân

    Pes taharri ba’d-ezin merdûd dân

Yani: Hakk’ın eli kıbleyi gösterdikten sonra hâlâ kıbleyi aramak edebsizliğin ta kendisi!

Körlüğün Çeşitleri

Şeriatte, kör kişi imam olamaz. O, hafız bile olsa gözü açık bir sefih, onun yerine tercih edilir. Zira kör, pisliklerden sakınamaz, zahirdeki pisliklere bulaşır, Kalp gözü kör olanların pislikliği ise içtedir:

    Kûr-ı zâhir der-necâset zâhirest

    Kûr-ı bâtın der-necâsât-ı sırest (3/2101)

Zahiri pislik suyla temizlenir, ya batıni günah? Onu da ancak gözyaşı temizler.

Mesnevî’ye göre akıl ve maneviyat körlüğü de, bir nevi maddi körlük gibidir. Gören kişinin kuyuya düşmesi tesadüfen ve nadiren mümkündür. Buna karşılık her an sürçmek ve düşmek, körün hayatının bir parçasıdır. O bir pisliğe düşse, kokunun kendisinden mi başkasından mı geldiğini bilemez. Bir kimse ona misk sürse, bunun da başkasından olduğunu fark etmez, kendinden sanır. O halde bu iki göz, insan için yüzlerce şefkatli ana-babadan daha iyidir. Tıpkı bunun gibi kendisini kötülüklerden koruyamayan mana körleri de, basiret sahibi müminlere nazaran bir nevi âmâ hükmündedirler. (4/15) Yukarıda Mevlânâ’nın görme ile iman arasında bir paralellik kurduğunu görmüştük. Zira iman nuru daha bu dünyada iken ahireti görür ve gösterir. İnsanlar, bu cihetle de çeşitli derecelere ayrılırlar. Aşağıda nakledeceğimiz sembolik hikâyede olduğu gibi:

HİKÂYE

Sultan Mahmut ve Hırsızlar

Sultan Mahmut bazı geceler tebdil-i kıyafetle şehrin sokaklarını dolaşır, asayişi kontrol ederdi. Yine bir gece yalnız dolaşırken bir grup hırsıza rastladı. Hırsızlar ona; “Sen kimsin, necisin?” diye sordular. Sultan; “Ben de sizdenim…” dedi. Bunun üzerine hırsızlar onu da aralarına aldılar ve bir köşeye çekilip o geceki planlarını yapmaya koyuldular. Biri diğerlerine:

– Herkes hırsızlıktaki hünerini söylesin ki ona göre bir iş paylaşımı yapalım, teklifinde bulundu. Bunun üzerine her biri sırayla kendi marifetini saymaya başladı. Biri:

– Ben bir köpek havlayınca, onun ne demek istediğini anlarım.

Diğeri:

– Benim de gözlerim öyle keskindir ki, gece birini görsem gündüz onu gördüğümde hemen tanırım. Öbürü:

– Benim özelliğim kolumun çok kuvvetli oluşudur. Daha ötekisi:

– Ben burnumla topraktaki madenin sırrını anlarım. Altın gümüş ne varsa kokusundan tanırım. Sonuncusu:

– Ben de kement atmakta öyle mahirim ki kemendimle göktekini yere indiririm, dedi. Nihayet hırsızlar aralarına yeni katılan sultana döndüler ve:

– Sen de hünerini söyle, dediler. O:

– Benim bütün hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları kurtarırım.

Cellat birini öldürürken sakalımı bir kez oynatmam onu kurtarmaya yeter, dedi. Hırsızlar bunun üzerine:

– Madem ki böyle büyük bir hünerin var, bizim reisimiz sensin. Tehlikeye düştüğümüzde bizi sen kurtaracaksın, dediler.

Daha sonra hazinesini soymak üzere hep birlikte padişahın sarayına doğru ilerlemeye başladılar. O sırada bir köpek havlayınca ilki:

– Bu köpek, yakınınızda bir padişah var, diyor, dedi. Kement ustası kementini fırlattı ve ona tutunarak dama çıktılar. Kokudan anlayan eğilip toprağı kokladı ve:

– Padişahın hazinesi buradadır dedi. Kolu güçlü olan hemen o duvarı deldi ve hazineye ulaştı. Oradan alabildiklerini aldılar ve hemen uzaklaştılar. Padişah her birinin adını ve şeklini iyice hafızasına aldıktan sonra karanlıkta gizlice onlardan ayrıldı ve sarayına vardı. Sabah olunca çavuşlarını arkalarından göndererek hırsızları yakalattı. Bunlar huzura getirilince gece gördüğünü gündüz tanıyan hırsız bir bakışta sultanı çıkardı ve arkadaşlarına:

– Bu sultan, gece aramıza katılan ve hüneri sakalında gizli olan kişiden başkası değil, dedi. Sonra sultana hem kendisi hem arkadaşları hakkında bağış dileyerek şöyle niyaz etti: “Ey kimsenin görmediğini gizlice seyreden padişah! Bunların her biri kendi hünerini gösterdi ama bu hünerler onların bedbahtlığını arttırmaktan ve mevkilerini alçaltmaktan başka işe yaramadı. Þimdi senin hünerinin vakit geldi, hayr ile bir sakalını oynat da bunları celladın elinden kurtar.” (6/105vd)

Benzerlikler

Efendim, hikâyemizin hikâye kısmı bu kadar. Bundan sonra Hz. Mevlânâ neyi neye benzettiğini açıklıyor. Buna göre Sultan Cenâb-ı Hakk’tır. “Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.” âyeti gereğince O, gece veya gündüz bir an bile bizden ayrılmaz ve bütün yaptıklarımızı görür, sırlarımızı işitir. Peki gece gördüğünü gündüz tanıyan kişi kim oluyor? Hikâyedeki görevine göre o da Peygamber! Tabiatıyla her benzetmede kusurlu bir taraf vardır. Bir peygamberin de hırsızlar arasında düşünülmesi elbette edebe aykırı. Ancak zarfa takılmayıp manaya ve maksada bakmak gerek. Peygamberler birkaç bakımdan böyle bir kişiye benzetilmiş. Birincisi onların da Allah huzurunda kendi ümmetlerinin şefaatçisi olmaları, diğeri ise daha dünya gecesinde ahiret gündüzünü bilip görmeleri. Nitekim Hz. Peygamber “Gözü ne kaydı, ne de haddini aştı.” sırrına mazhardır. O, bu dünya gecesinde başkalarına görünmeyeni görüyor, O’na dayanıyordu. Sultan, hüküm gününde geceleyin kendi yüzünü gören o kimseden utanır. Diğer taraftan Cenâb- ı Hak, her peygamberi kendi ümmetinin yapıp ettiklerine “şahid” tutmaktadır. Nasıl mahkemede binlerce davacı bulunsa bile hakimin kulağı sadece şahidi dinlerse ezel mahkemesinde de Allah’ın itibar edeceği ve dinleyeceği şahitler, resûllerdir. Zira davacı garazla görür; garazsa gönül gözüne perdedir. Cenâb-ı Hak ise bizim garazları terk ederek, şahid olmamızı ister. Nihayet her iki âlemde de şahidimiz Hakk’ın nazargâhı olan gönüldür. O padişah her an bu şahide bakar. O halde biz de Mevlânâ’nın duasına katılarak şöyle niyaz edelim: “İlahi! Sen nurumuzu artır. Gece seni gören dosta ayrılık gündüzü verme. Yakınlığa erişmiş canı uzaklaştırma! Senden ayrı olmak ölümlerin en acısı. Üstelik bu ayrılık kavuşmanın ardından gelirse. Bizi böyle bir ayrılığa duçar etme!”

İŞİN SONUNU GÖRMEK

Yukarıda büyük insanların bugünden yarını görme ve olacakları önceden haber verme bakımından diğerlerinden ayrıldıklarını ifade etmiştik. Ancak başkaları onların gördüklerini göremedikleri için istikbale dair verilen haberleri yadırgar, anlamsız sanırlar. Þimdi vereceğimiz nükte, bu durumu gülünç hâle sokarak anlatıyor:

Bir komşusu kuyumcuya:

– Komşu, altın tartacağım terazini ödünç verir misin, dedi. Kuyumcu:

– Üzgünüm ama benim kalburum yok cevabını verdi. Diğeri:

– Yanlış anladın, ben terazi istiyorum deyince, bu sefer de:

– Dükkanımda süpürgem yok, cevabını aldı. Terazi isteyen artık dayanamadı:

– Bu kadar alay yeter, ben terazi istiyorum sen ise anlamazlıktan gelip başka başka şeyler söylüyorsun. Vereceksen ver, vermeyeceksen verme, deyince kuyumcu şu cevabı verdi:

– Hayır komşu, sağır değilim, söylediklerini tamamen duydum. Ama cevaplarımı saçma sapan sanma. Baktım ki zayıfsın elin titriyor. Bu titrek elle altın tartarken, ihtimal ki altın parçalarını yere dökersin. Bunun sonunda bana:

– Komşu, süpürge nerede, altınları toplamak lâzım, diyeceksin. Onları toplayınca da bu sefer benden -çeri çöpü ayırmak üzere- kalburu soracaksın. Kısacası ben, işin sonunu önceden gördüm vesselam.” (3/62) Uzağı görmenin önemi için şu küçük nükteye de bir göz atalım:

Katır ve Deve

Bir katır, deveye:

– Ey arkadaş, iniş olsun yokuş olsun sen en dar yollarda bile hiç kapaklanmadan yürüyorsun. Ben niye böyle ikide bir düşüyorum. Bana sebebini anlat da ben de doğru dürüst yürüyeyim, dedi. Deve dedi ki:

– Bir kere benim gözüm seninkinden keskindir, daha uzağı görür. İkincisi ben senden daha yüksekten bakarım. Yüksekten bakınca yolun bütün iniş çıkışlarını görür ve aklımda tutarım. Böylece her adımımı basacağım yeri görerek atarım. Sense birkaç adım ötesini görmedesin. İnişi çıkışı olan yolda hiç görenle görmeyenin yürümesi bir olur mu? (3/67)

İnişli çıkışlı yol nedir? Tabiatıyla bu dünya.

Aklını Nereden Kazandın?

Yukarıda akılları, kapasitelerine göre derecelere ayıran Hz. Mevlânâ onları beslendiği kaynağa göre de ikiye ayırıyor. Bunlardan biri kesbi (kazanılmış) akıldır. Bu akıl, çocukken okulda kitaptan ve hocadan duyduklarımızla, hayat boyunca edindiğimiz tecrübelerle kazanılır. Gerçi öğrendikçe bu aklımız artar ama buna mukabil hıfzımız ağırlaşır ve böylece bir ezberleme tahtasına döneriz. Bu tür akıl sıradan insanların aklıdır. İkinci akıl ise Hakk’ın ihsanı olan vehbi akıldır ki kaynağı candadır. Böyle akıl sahiplerinin dışarıdaki kaynağı kesilse de ne gam; zira evin içindeki kaynakları coşmadadır. (4/76)

Dünyaya Hakim misin, Mahkum mu?

Ham ve olgunluk ölçülerinden biri de, insanın dünya karşısındaki tutumudur. Ham insanın temel özelliği; yüzünün tamamen dünyaya dönük olması, dalına sımsıkı yapışan ham meyve gibi dört elle dünyaya sarılmasıdır. Olgun insanın yüzü ise âhirete müteveccihdir:

“Ham meyve dalına sıkıca yapışır. Olgunlaşıp tatlılaşınca da dalda duramaz, düşer. Dünyaya sımsıkı sarılmak hamlıktır, olgunlar daha hayırlı olanla ağızları tatlılaştığı için dünyaya soğumuştur. (3/49) Meyvelerle ilgili diğer bir özellik de onların iç bakımından olgunlaştıkça kabuk olarak incelmeleridir. Tıpkı; ceviz, fıstık ve bademin iç bakımından olgunlaştıkça kabuk bakımından incelmesi gibi. (3/53) Buna uygun olarak kâmil insanlarda ruh zenginleştikçe beden zayıflar.

Dünyevi nimetlerden istifade bakımından çok zaman ham insanla olgun insanın farkı yoktur. Asıl fark, onların dünyaya karşı iç tutumlarındadır. Mevlânâ bu durumu şu örnekle açıklıyor: “Hz. Peygamberle Ebu Cehil puthaneye gitseler gidişleri bir değildir? Putlar Ahmed”e secde ederken, Ebu Cehil putlara secde eder. (4/33) Hasılı benzerlik görünüştedir, niyet ve sonuç tamamen farklıdır.

Hasta mısın, Doktor mu?

İnsanlar, beden sağlığı ile ilgili konumları bakımından hastalar ve doktorlar diye iki sınıfa ayrılırlar. Hz. Mevlânâ’ya göre aynı ayırım ruh sağlığı ve manevî olgunluk için de söz konusudur. Böylece iki tip doktorluk söz konusu oluyor; beden doktorluğu ve ruh doktorluğu. Þimdi bu iki tip doktorun birbiri karşısındaki durumunu Mesnevî beyitlerinden takip edelim:

    Ma tabibânim ü şâkirdan-ı Hak

    Bahr-ı kulzüm did mârâ fenfalak

    An tabibân-ı gıdâend ü sımâr-

    Cân-ı hayvâni bedişân üstüvâr

    An tabibânra buved bevli delil

    İn delil-i mâ buved vahy-i celil

    Dest-i müzde mi-nehâhim ez-kesî

    Dest-i müzd-i mâ resed ez-Hak besî

    Hin sala bimâri-i nâ-surrâ

    Dâru-yı mâ yek-be-yek rencurrâ

Biz ilmini kitaptan değil Hak’tan almış olan tabibleriz. Cerrahlar ameliyatla bedeni açarlar, bizim önümüzdeyse -Hz. Musa’nın önünde olduğu gibi- kanlı bir organa benzeyen koca Kızıldeniz açılmakta. O doktorlar meyve ve gıda doktorlarıdır; yani yiyeceklerle ilgili olan rahatsızlıkları bilirler ve ancak hayvani ruhu tedavi edebilirler. Onlar hastalığı anlamak için idrara bakmak zorundadırlar… Bize ise Hakk’ın gönle tecelli eden ilmi yol gösterir (Mesnevî’nin başka bir yerindeki ifadeyle: Beden tabipleri senin hastalığını senden iyi bilirler. Sen anlayamazken idrarından, kanından, yüz renginden hangi hastalık olduğunu anlarlar. O halde Hak tabibleri nasıl senin halini anlamaz, yüz rengine, gözüne, nabzına bakar da yüzlerce hastalık görmez. Üstelik onlar idrar gibi alamete de muhtaç değil.) Biz beden doktorları gibi kimseden bir tedavi ücreti de talep etmeyiz. Hak katında bizim ücretimiz fazla fazla verilmektedir. O halde gelin ey biçare hastalar, gelin. Tek tek bütün hastalıklarınızın devası bizim yanımızda. (4/70)

Bu beyitler, insan ilişkileriyle ilgili birçok prensibi de beraberinde taşımakta. Sözgelimi eşit insanlar arasında denklik esastır. İnsan verdiği kadar karşılık bekler. Aksi halde incinir, küser. Oysa doktor ve hasta ilişkisinin mantığı tamamen başkadır. Biri daima karşılıksız vermek, diğeri de almak durumundadır. Hastanın hastalık sebebi her ne olursa olsun doktorun görevi onu tedavi etmektir. Doktor için elbette bunun bir karşılığı ve ücreti olacaktır. Karşılık; beden doktoru için dünyada, mânâ doktoru için ise ahirettedir. En güzel ücret, şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Maddî hastalık gözle görülebildiği için doktorun işi kolaylaşıyor. Ancak insanların iç manzaralarını kestirmek o kadar kolay olmadığı için onlardan gelen davranış bozukluklarına bir doktor tahammülü göstermek her zaman kolay olmasa gerek. Bu şefkati ancak ilahi rahmete ayna olan büyük gönüller gösterebilir.

Hasta Ne Yapmalı?

İster maddî ister manevî olsun hastadan beklenecek asgari tavır, kendisini doktora teslim etmesidir. Doktordan kaçan veya ona düşman olan hasta neye benzer? Mevlânâ’ya göre kızdığı efendisini zarara uğratmak için kendisini öldüren Hintli köleye. Eğer bir hasta doktora düşman olsa, yahut talebe hocasına kin tutsa, gerçekte bunların her ikisi kendi kendilerine düşman olmuş kendi yollarını kesmişlerdir. Bez yıkayıcı güneşe kızsa, balık suyun düşmanı olsa bundan kime ziyan vardır! Netice-i kelam, hasta ve ham olan da en azından hastalığını bilmeli, eksikliğinin farkında olmalı. (2/30)

Koyun musun, Çoban mı?

Bu büyük gönüller, sürüsünü koruyan bir çoban gibi çevrelerine karşı şefkat ve merhametle doludurlar. Bununla ilgili olarak Hz. Mevlânâ şu hadiseyi örnek veriyor: Bir zaman Hz. Musa’nın sürüsünden bir koyun kaçmıştı. Musa, kurt kapar endişesiyle akşama kadar onun peşinden koştu ve nihayet yorulan koyunu yakalayınca okşayıp sevmeye başladı. Dedi ki: “Þu parçalanan üstüme başıma ve papuçlarıma bak. Beni böyle peşinde koşturmaya acımadın mı? Tut ki bana acımıyorsun niye kendi kendine acımaz da tehlikeye atarsın?” Bu manzara karşısında Cenâb-ı Hak meleklere: “Musa peygamberliğe lâyık oldu.” buyurdu. Hz. Peygamber de: “Gençlik veya çocukluğunda çobanlık yapmayan peygamber yoktur.” demiştir. Zira her idareci kendi halkını koruyup kollamada bir nevi çoban hükmündedir. (6/122)

Cennet Yolunda Zoraki Yolcu Olma Sakın!

Cennet yolunun yolcuları da grup gruptur. Gönüllüler ve taklitçiler yanında bazıları da oraya zorla sürüklenirler. Hz. Mevlânâ bu sonuncularla ilgili olarak şu örneği veriyor: Bir keresinde Hz. Peygamber, zincirlenmiş olarak çekilip götürülen esirlere bakıp gülümsemiş ve: “Þaşarım şu esirlere ki onları cennete zincirlerle sürükleyerek götürüyorlar.” demişti. Kendilerini bekleyen saadetten gafil olan esirlerse feryat ediyor ve:

– Bu dertler nereden başımıza geldi, diye sızlanıyorlardı… Esirlerden biri Hz. Peygamberin gülmesini görünce içinden:

– Şayet bu adam peygamberse niçin bizim bu halimize güldü ve zaferinden dolayı gururlandı, diye geçirdi. Resûlullah bunu hissetti ve ona şöyle dedi:

– Sanmayın ki gülüşüm sizin zincirlenmenize. Ben, sizin ateşten gül bahçelerine böyle zorla çekilerek götürülüşünüze güldüm.” Hz. Mevlânâ daha sonra bu hadiseye şu fikirlerini de ekliyor: Bu yolun gönüllü yolcuları ancak velilerdir; diğerleri ya taklit yoluyla ya da zorla çeke çeke götürülürler. Bu götürülüş çocukların zorla mektebe götürülmesine benzer. Ama çocuk faydasını anlayınca, artık mektebe kendi başına seve seve gitmeye başlar. İşte ameli korkuya veya bir menfaate bağlı olanlar, taklit defterine yazılanlardır. Gerçek âşıklar ise bütün başka kaygılardan sıyrılmış olarak Hakk’ı Hak için sever. Fakat ister öyle ister böyle olsun sonuçta her ikisi de iyidir ve kendisine doğru cezbeden yine Cenâb-ı Hak’tır. (3/171vd)

Eğiten misin, Eğitilen mi?

Madem ki insanlar arasında, gerek bilgi ve gerekse ahlâkî seviye bakımından sonsuz bir çeşitlilik ve farklılık söz konusudur, bunun tabiî sonucu olarak bazı insanların öğretmen diğer bazılarının da öğrenci konumunda bulunması kaçınılmazdır. Ama her öğretmenin üzerinde de başka öğretmenler, başka kılavuzlar olacaktır. İnsanlığın en büyük öğretmenleri peygamberlerdir. Çünkü peygamberlerin hocası bizzat Cenâb-ı Hak’tır. Bu sebeple onların bilgileri kâmil bilgilerdir ve kurtuluş da onların gösterdiği istikamettedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Ben ve ashabım Nuh’un (as) gemisi gibiyiz, biz kurtuluşun sığınağıyız.” buyurmuştur. (4/22) Ne var ki eğitilenler eğitilmekten çok zaman hoşnut değildirler; eğiticilerin tavsiyeleri nefislerine bir külfet ve eziyet olarak görünür. Þimdi de eğitmek durumunda olan insanların çok zaman yanlış anlaşıldıklarına örnek olmak üzere Mesnevî”de geçen şu hikâyeye yer verelim:

Yılan Yutan Adamın Hikâyesi

“At üzerinde giden bir emir, yolu üzerindeki ağacın altında uyuyan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Yılanı engellemek için koştu ama yetişemedi. Hemen adama birkaç topuz vurup uyandırdı. Adam can acısıyla uyanıp karşısında eli gürzlü yolcuyu görünce korkusundan bir elma ağacının altına sığındı. Ağacın altı çürük elma doluydu. Emir; bunları ye, diye zorladı ve ona kusuncaya kadar yedirdi. Beriki; benim ne suçum var ki bu zulmü reva görüyorsun, diye ağlayıp sızlanıyordu. Atlı ise bu sızlanmalara aldırmadan onu korkutup koşturmaya başladı…

Adam ayakları yara içinde düşe kalka akşama kadar koştu, bitkin düştü… Nihayet midesi kabardı ve köpürüp kusmaya başladı, içinde ne varsa çıkardı. Çıkardıkları arasında o zehirli simsiyah yılanı görünce dehşete kapıldı. Atlının kendisini niye bu kadar yorduğunu ancak o zaman anladı ve ayaklarına kapanarak dedi ki:

“Ben seni düşmanım sanıyordum, meğer benim için Cebrail gibiymişsin. Sana rastlamam benim için ne büyük rahmet ve ne büyük devletmiş. Hayret ki sen anne gibi ardımdan koşarken ben eşek gibi önünden kaçmadaymışım. Ama niye bana durumu ta işin başında anlatmadın; ta ki sana öyle suizanda bulunmayaydım.”

Atlı dedi ki:

“Eğer sana yuttuğun şeyi söyleseydim korkudan ödün patlardı ve zehirden önce korku seni öldürürdü. Tıpkı kedi pençesindeki fare, yahut kurt gören kuzu gibi şaşırır kalırdın, tedbire güç bulamazdın.” Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Sizde gizli olan düşmanı söylesem yiğitlerin ödü patlar, aklı mahvolur.” (3/68) Hikâyedekine uygun olarak gerçek hayatta da birçok insan dini vecibeleri birer angarya, kendilerine bu görevleri hatırlatan rehberleri de can sıkıcı birer vaiz olarak kabul eder. İnsan kendisini yoran dini görevlerin yine kendi hayrına olduğunu ancak işin sonunda kavrayabilir. Hikâyede bir yandan manevi rehberlerin yanlış anlaşılması örneklendirilirken diğer taraftan insanın kendi içinde taşıdığı düşmandan habersiz olduğu gösteriliyor.

CEVHER BEYİTLER

5

Har şekerden ne anlar:

Yok şekerden fâida gav u hara

Kût-ı can olmakda amma âhara 2/10120

Her nimet o nimete lâyık olanın elinde anlam ve kıymet kazanır. Nitekim insan için şeker, pek kıymetli bir gıdadır ama onun öküzle eşeğin yanında kılca kıymeti yoktur. Çünkü ne eşeğin ne de öküzün damağında şekerden tat alacak bir kabiliyet bulunmaz. Lâyık olmayana verilen nimet de eşeğe şeker sunmaya benzer. Demek ki herkesin zevki ve hoşnutluğu kendi kabınca kabiliyetincedir.

6

Kâmil ve hamın eli:

Kâmilî ger hâk gired zer şeved

Nâkıs er zer bürd hâkister şeved 1/1674

Hamla olgunun bir farkı, eldeki imkânı kullanış biçimidir. Olgun kişi toprağı ellese altın kesilir. O kötülükten bile iyilik çıkarır, imkânsızlığı imkâna çevirir. Leşin kokusunu duymaz da parlayan dişlerine hayran olur. Güneş gibi çiği pişirir, misk gibi yaklaşanı kokular. Nasipsiz hamın elindeyse altın bile küle döner. Kendi yumsuzluğunu çevresine de bulaştırır, düşerken başkalarını da düşürür. Değer bilmediği için altın değerindeki insanlar onun yanında geçmez mangıra döner, hor ve hakir duruma düşerler.

7

Şeker ekmek olur mu:

Ger şekerler olsa şekl-i kurs-ı nân

Nan değil ta’mı şekerdir bî-gümân 1/2980

Dış benzerliği iç benzerliği demek değil. Nasıl ki şekeri ekmek şekline de soksan tadı ekmek değil yine şekerdir. Yediğin şeyin şeker mi ekmek olduğunu bilmek için tatmak lazım. Gözün tatmadan yana nasibi yok çünkü. O halde kalıbı şekere benzeyen her adamı da şeker sanma. Bu dünya elbisesiz adamlar ve adamsız elbiselerle doludur.

8

Balık resmi su içer mi:

Nakş-ı mâhîra çi deryâ vü çi hâk

Reng-i Hindûra çi sabûn u çi zâk 1/2866

Canlı balık için deniz, haya,t kara ölümdür. Ama kağıda bir balık resmi yapsan onun ne denizden haberi olur, ne karadan. Bunların benzerliği sadece şekilden ibarettir. İnsanların kimisi de yalnız kalıp insanıdır. Dışardan bakınca onların gözü kulağı, dili dudağı var sanırsın. Gerçekteyse kalıbın burnu yoktur ki iyilikten bir koku alsın, kulağı ve gözü yoktur ki hayırlı sözleri işitsin, güzeli görsün. Yüzü kara zenciye sabun da bir kara boya da. Gerçek zenci ise gönül zencisidir. O gönlün terazisi kırıktır; bu yüzden iyilikle kötülüğün farkını tartamaz.

9

Işık kirlenir mi:

Düşse kazûrâta tâb-ı şems eğer

Nûruna gelmez habâsetten keder 2/3447

Güneş ışığı pisliğe düşse ışığa o kirden hiç zarar gelir mi? Güneş tabiatlı insanlar bu dünya mezbeleliğinde ısıtmak ve ışıtmak için adam seçmezler. Düşkün ve çirkin kişilerle oturup kalkmaktan, onlara bir zarar gelmez. Nasıl ışığı yerde olan güneşin kendisi pek yükseklerde ise halk arasında görünen Hak erlerinin makamı da yücelerdedir.

10

Gündüz mumu kim yakar:

Rûz-ı Rûşen her ki o cûyed çerâğ

Ayn cesten kûriyeş dâred belâğ

Kim çerağ isterse gündüzde ayan

Ol talep kör olduğun eyler beyan 3/2733

Güneş ortalığı aydınlatmışken mum yakmaya kalkmak ortalığa “ben körüm” diye bağırmaktan başka nedir. Güneşin parlaklığından yarasaya ne fayda. O körlüğü kendine değil güneşe hamletmeye kalkar. Ey vahiy güneşi doğmuşken akıl mumuyla aydınlanmaya kalkan yarasa tabiatlı! Güneşin ışığında kusur yok; kusur senin gözlerinde. Hz.Mevlânâ’nın ifadesiyle senin güneşten anladığın ısıdan ibaret.

11

Ger şu’â-ı âfitab pür zi-nûr

Gayr-ı germî mî-neyâbed çeşm-i kûr 3/4263

Güneşin par par parlayan ışığıyla bütün âlem dolup taşsa körün gözün bundan bir nasibi yok. Onun bütün kısmeti sırtına vuran ısıdan ibaret. Güneşin bin bir nimeti var, onu bir mangal mevkiine indirmek caiz mi? Akıl ve idrak körü de böyledir.O değerli bir şeyi kendi idrakine kendi seviyesine indirir de güneşi mangal, altını pul eder.

12

Bu nasıl körlük:

Ey dirîg ol dîde-i kûr u kebûd

Mihri görmez zerreyi eyler şuhûd 3/2770

Görmek ve körlük de çeşit çeşittir. Vah yazık o göze ki zerreyi görür de güneşi görmez. Uzaktakini tanır da yakındakini bilmez. Önemsizin farkındadır, önemli olandan gafil. Mahluk da halıka göre zerreden bile kemdir. Yaratılmışı görüp yaratanından gafil olmak! İşte gerçek körlük budur.