Menâkibu’l-Ârifîn’de ‘Rabia’ ve Râbîa timsâli

A+
A-

Menâkibu’l-Ârifîn’de ‘Rabia’ ve Râbîa timsâli

Doç. Dr. Hülya Küçük *

Ahmed Eflâkî’nin eseri Menâkibü’lÂrifîn, Mevleviliği çalışan hiç kimsenin bîgâne kalamayacağı bir eserdir. Eser, Eflâkî’nin otuz yıllık bir çalışma ve derlemesinin ürünüdür.169 Eflâkî, Ahî Nâtur’un oğlu Bedreddîn Tebrîzî’nin talebesidir. Konya’ya geldiği yıl olan 690/1291’de Sultân Veled’i ziyâret etmiş, daha sonra onun sohbetlerine devam etmiştir. Ulu Ârif Çelebi’ye bağlandığı için kendisine “Ârifî” denmiştir. Mezkûr eserini Ulu Ârif Çelebi’nin emriyle 718/1318 yılında bitirmiştir.170 Şahısları kronolojik olarak ele alır. Anlattığı olayların bir bölümü kendi müşâhedelerine dayanır; büyük bir bölümü ise derlemedir. MenâkıbulÂrifîn’de, Sultânu’lUlemâ Bahâeddîn Veled, Mevlânâ, Sultan Veled, Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlâr ve Şemsi Tebrîzî’nin eserlerinden kaynak olarak faydalanılmıştır.171 Meselâ, eserde geçen beyitlerin yüzde doksan beşinden fazlası Mesnevî’dendir.172 Sultan Veled’in eserleri olan İbtidânâme, Rebâbnâme, İntihânâme ve Maârif’ten doğrudan aldığı veya etkisinde kaldığı parçaların dökümü, T. Yazıcı tarafından yapılmış, bunlar arasında en çok Maârif’ten faydalanıldığı belirtilmiştir.173 Yalnız, T. Yazıcı’nın da vurguladığı gibi “şeyhini her şeyin üstünde tutan bir tarîkat mensûbunun”, şeyhi ve onun soyundan gelenler hakkında yazacağı şeylerin gerçeği olduğu gibi yansıtması beklenmemelidir.174

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin eşi Kira Hâtun, Usta Hâtun, Fahrunnisâ, Gumac Hâtun, Gürcü Hâtun, Tâvusı Çengi, Paşa Hâtun, Ârifei Hoşlikāyı Konevî gibi birçok hanım velîden söz eden175 Menâkibü’lÂrifîn, onların tavsîfinde bâzen “zamânın Râbiası” klişesini kullanırken, bir yerde de bizzat Râbia’dan söz etmiştir. Yaşamış birçok Râbia olmasına rağmen eserde îmâ edilen Râbia, ünlü Hanım Sûfî Râbi‘a elAdeviyye elKaysiyye (ö. 185/801)dir. Râbia 95/714 (veya 99/718)’de Basra’da doğmuştur. Kays bin Adiyy’in kabîlesinin (elAtîk’in) azadlı kölesi olduğu için “elAdeviyye” veya “elKaysiyye” nisbeleriyle bilinir. Hakkında en güvenilir bilgileri veren Sülemî’nin Zikru’nNisveti’lMüteabbidâti’sSûfiyyât’ı ise üç Râbia’dan (Adeviyye, Ezdiyye, Binti İsmâîl) bahsetmesine rağmen, Râbia ilgisi olan sûfî hanımları anlatırken hangi Râbia’dan bahsettiğini belirtmemektedir.176 İbnü’lCevzî, kitap adı vermeden Sülemî’nin, “iki Râbia’nın da Binti İsmâîl olarak anıldığını” kaydettiğini söyler.177 Sülemî’nin Zikru’nNisve’sinde böyle bir kayıda rastlamadık. Aslına bakılırsa, “Binti İsmâîl”, bütün evli olmayan müslüman kadınlar için kullanılabilen bir künyedir. Menâkıbı Râbi‘a adlı bir el yazması ve İbnü’lCevzî’nin Râbia’yla ilgili rivâyetleri ayrıca derlediğini söylediği kitabı dâhil,178 hayâtı ve öğretisinden söz eden bâzı kaynaklar henüz elimizde değildir. Mevcut bilgilere göre, muhtemelen fakir bir âilenin dördüncü kızı olarak dünyâya gelir ve bu sebeple Râbi‘a (Dördüncü) olarak adlandırılır. M. Zihni Efendi ise onu ‘ileri gelen’ bir âilenin çocuğu olarak tanıtır.179 Onu, küçük yaşta ebeveynini kaybetme acısının arkasından Basra’daki kıtlık sebebiyle kız kardeşlerinin dağılması ve kendisinin de dışarıda yürürken zâlim bir adam tarafından kaçırılıp köle olarak satılması felâketleri bekliyordu. O, kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden dolayı büyük acı hissediyor, bunun için geceleri Allah’dan göz yaşları içinde affını istiyordu. Böyle bir gecede, başının üzerindeki bütün evi aydınlatan ışığı gören efendisi onu serbest bıraktı. Rabia, bundan sonraki hayâtını Allah’a adayarak inzivâda geçirdi ve hiç evlenmedi. Bir rivâyete göre, önce köleliğinin devâmı olarak bir neyzenin çağrısına uydu. Attar’ın kelimeleriyle: “Bir tâife demiştir ki, Rabia mutriplikle uğraştı (Hânendelik, sâzendelik ve rakkâselik yaptı). Sonra tövbe etti, ıssız bir köşeye çekildi. Sonra bir savmaa yaptı; bir müddet burada ibâdet etti”180 Ancak bu, ilk dönem Hıristiyanlığından alınma meşhur “tövbekâr fâhişe” motifinden bir kalıntıya benzemektedir. Nitekim XII. asırdan beri, böyle bir hıristiyan azîzesi olan Pelagia’nın türbesinde Râbia’ya da hürmet gösterilir.181

Mûteber kaynaklarda, onun bir hocası veya şeyhi olduğu şeklinde bir bilgiye rastlamıyoruz (Bâzı Türkçe tercümelerde geçen “hocası” kelimesi, Farsçadaki “hovace: efendi” kelimesinin yanlış tercümesidir). Birçok kısa, fazla sanat içermeyen şiirleri ve içten münâcatları hâriç bilinen bir eseri de yoktur. Râbia, korkuya dayanan ilk dönem zühd hayâtını, hâlis Allah aşkı ile tanıştırmış ve bu yolda bir çığır açmıştır. Ma‘rûf elKerhî, Muhâsibî, Bâyezid elBistâmî, Zünnûn elMısrî, Cüneyd elBağdâdî, Hallâc gibi birçok ünlü sûfî ve mutasavvıfı düşünceleriyle etkilemiştir. Râbia, 185/801’de Basra’da vefat etmiştir. Vefat târihi olarak 135/ 752’yi, yeri olarak Şam veya Kudüs’ü veren kaynaklar yine diğer Râbia ile karıştırmaktadırlar.

“İkinci Pâk Meryem”, “Tâcu’rricâl” gibi lakablarla anılışı ve “Râbia” adının takvâ ehli kadınlar hakkında darbı mesel hâline gelmiş olması, onun İslâm kültüründeki yerini anlatmaya kâfidir. Erzurum’da, onu Basra’da satın alan tüccarın Erzurum’a getirdiğine ve Hasanı Basrî mahallesindeki bir türbenin ona âit olduğuna inanılması da182 bu tesirlerinin bir parçasıdır. Nâmı bütün İslâm âlemine yayılmış olan Râbia’nın adı, Menâkibü’lÂrifîn’de de birkaç yerde geçmektedir. Bunları şöyle tasnif etmek mümkündür:

1.  Hayâtı ile ilgili bir kesit. Bir gün bir cemâat, Râbia’yı görürler. Bir elinde meş’ale, bir elinde testi ile hızlı hızlı yürümektedir. Kendisine: “Ey Âhiret Hâtunu nereye koşuyorsun ve ne için?” diye soranlara: “Cenneti meş’ale ile yakmak, cehennemi su ile söndürmek için gidiyorum. Böylece iki perde kalkacak ve Allah’a cehennem korkusu ya da cennet umuduyla değil, aşk ile ibâdet edenler ortaya çıkacak” der.183 Bu hikâyede onun, Allah’a sadece Allah ve sevilen olduğu için” ibâdet edilmesini isteyecek kadar Hak âşığı olduğu vurgulanmaktadır. Ancak dikkat etmek gerekir ki Allah’a olan aşkından dolayı kalbinde Hz. Peygamber dâhil hiçbir yaratılmışa kalbinde yer olmadığını ifâde etmesi, geceleri kıldığı bin rek’at namazı sevap için değil, öbür dünyâda Hz. Peygamber’in ümmetiyle övünebilmesi için kıldığını söylemesine engel olmamıştır.184

Râbia, bu hikâye ile Avrupa efsânelerine de girmiştir. XIV. yüzyılın başlarında Fransa Kralı IX. Louis’nin elçisi Joinville, Râbia ile ilgili hikâyeleri Avrupa’ya soktu. İsmen sözü edilmediği halde ona ayrıca Fransız yazar Camus’un (v.1653) Caritéeou la vraie Charité (1644) adlı eserinde de rastlıyoruz. Burada sunulan etkileyici bir portre de, yukarıda sunulan hikâye anlatılmaktadır: Bir eliyle meş’ale, diğer eliyle su dolu bir testi taşıyan doğulu giysiler içinde bir kadın görülür. Başının üzerinde parlayan güneşe İbrânice “Yahveh” kelimesi yazılıdır. Bu görüntü, hikâyenin doğu kökeninden haberdar olmaksızın, Râbia ile ilgili yukarıdaki hikâyeyi simgeler. Diğer Avrupa’lı yazarlar bu öyküyü, değişik versiyonlar hâlinde yazdılar. Avusturya’lı yazar Max Well’in Die Schönen Hande (Güzel Eller) adlı hikâyesi bunlardan birisidir.185

2.“Zamânın Râbiası” olarak anılan kadınlar: Bunlardan birisi Fahrunnisâ adlı bir hanımdır. Mevlânâ, zamânındaki velâyet ve kemâle yatkın kadınlarla ilgilenmiş, onlarla dostluk kurmuştur. Meselâ, “zamânın Râbiası” diye övülen Fahrunnisâ ile birlikte mânen hacca gittiklerinden söz edilmektedir.186

Kendisine “Râbia” diye hitap edilen ve “zamânın Rabiası olarak” görülen diğer bir kadın Tâvus’tur. Meram bağlarındaki “Tâvus Baba” diye anılan türbe ise bir “gizemli” düğümdür. İçinde yatan var mı, varsa kadın mı erkek mi olduğu konusunda kimsenin kesin bir bilgisi yoktur. Nezihe Araz’ın anlatışına göre, Buhâra’dan, Şirâz’dan, Deşt’ten oluk oluk insanın Anadolu’ya, daha doğrusu Mevlânâ’yı görmeye aktığı devirde, Konya’ya bir kervan gelir. İçinde hangi dinden, hangi mezhepten olduğu sırrını hâlâ koruyan bir kadın vardır. Mevlânâ aşığı ve aynı zamanda dünyâlar güzeli bu kadın, meram bağlarında küçücük bir tepeyi her yerden çok beğenir. Bu tepede küçük bir kulübe yaptırmaya karar verir. Mevlânâ âşıkları, bir sabah vakti Meram bağlarında yapılan bir semâ töreninden dönerken, küçük tepenin eteklerinden gelen tatlı bir rebâb sesi duyarlar. Ses o kadar âhu gibidir ki âhengine kapılmamak, peşine düşmemek ve “Hay dost!” deyip semâ etmemek mümkün değildir. Yukarıda rebap, aşağıda semâ‘ devam eder. O sabahtan sonra, bu küçük tepenin eteğinden geçmek Mevlânâ âşıklarının bir âdeti hâline gelmiştir. Artık her şafak vakti, yüzünü bile görmedikleri bu kadının rebâbıyla ruhlarını yıkamakta, berrak bir halde yollarına devam etmektedirler. Bu arada dedikodular da eksik değildir: Kadın neden kendini saklıyordu, Mevlânâ’dan mı? Başka şeyden mi? Bu bir sır idi ve öyle de kalacaktı. Zîra yine bir şafak vakti, gül ve sümbül dolu bu tepenin eteğinden geçen dervişân bu sesi duyamaz. Dervişan korku ve kuşkuyla Mevlânâ’ya dönerler. Mevlânâ: “Gidip kulübeye bakın” der. Nefes nefese yukarı çıkan dervişler, bomboş kulübenin ortasında henüz sıcaklığını koruyan bir kucak tâvus tüyünden başka bir şey bulamazlar. Dervişan, meseleyi mürşidleri Mevlânâ’ya aktardıklarında: “Türbesini yapın!” diye emreder, ve onlar da bu gün hâlâ ziyâret edilen o türbeyi yaparlar.187

Bu Tâvus’un, Menâkıbu’lÂrifin’de bahsedilen “Tâvusı Çengî” olması muhtemel görünmektedir. Zîra o da bir çalıgıcıdır. Gerçi o harp çalmaktadır ama bunun söylencede “rebâb”a dönüşmüş olması mümkündür. Menâkıbu’lÂrifin’e göre, Vezir Ziyâeddin’in hanında Tâvus adında harp çalan ve emrinde câriye kızlar çalıştıran bir hanım vardı. Sesi de kendisi de çok güzel ve gönül okşayıcı idi. Saz çalmasındaki mahâretinden ötürü bütün âşıklar onun esîri olmuşlardı. Tesâdüfen bir gün Mevlânâ o hana girerek Tâvus’un karşısına oturur. Tâvus, cilveyle Mevlânâ’nın huzûruna gelerek baş koyar, sazını Mevlânâ’nın eteğine vurup onu kendi hücresine dâvet eder. Mevlânâ onu kırmayarak hücresine gider ve sabahın erken vaktinden akşam namazına kadar onun hücresinde namaz ve niyazla meşgul olur. Sarığından bir dolama miktârı keserek Tâvus Hâtun’a verir; câriyelerine de para bağışlarında bulunur. Aynı gün, sultanın haznedârı Şerafeddin bu hana uğrar. Tâvus Hâtun’a âşık olur. Ona evlenme teklif eder. Elli bin dinar başlıkla onu nikâhlar. Zifaf gecesi ona: “Şimdiye kadar sende bu güzellik ve dilberlik yoktu. Bugünlerde seni zamânın Râbia’sı ve Züleyhâ’sı gibi görmemin sebebi nedir? Bu güzellik ve süs nerden geldi?” diye sorar. Tâvus Hâtun, Mevlânâ’nın hücresini şereflendirdiğini, başındaki sarık parçasını da onun verdiğini söyleyerek bu güzelliklerin kaynağına işâret eder. Hazînedar, Mevlânâ’ya teşekkürlerini sunup onun mürîdi olur. Tâvusi Çengî’nin mânevî durumunda da güzel değişmeler olur: Bütün câriyelerini âzat edip evlendirir. Konya’nın bütün hanımları da onun mürîdi oldular, onun kerâmetlerine tanık oldular; ve o han da müslümanların hamamı olur. Şimdi orası meşhur “Nakışlı Han” olarak bilinir.188 Öyleyse “Tâvus Baba” diye bilinen türbenin bu hanıma âit olması muhtemeldir; ve “Tâvus Hâtun”, birileri tarafından “Tâvus Baba” olarak değiştirilmiştir.189 Aslında hanım velîler için bâzen “baba” tâbiri kullanıldığı olmuştur. “Melek Baba” bu kullanıma örnektir.


 

* Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakülktesi, Konya.

169 Mehmet Şeker, “Menâkibü’lÂrifîn’e Göre Anadolu’nun Türk Yurdu Hâline Gelişinde Mevlânâ ve Mevlevîliğin Rolü”, III. Uluslararası Mevlânâ Kongresi, 5–6 Mayıs 2003, Bildiriler, Konya, 2004, 221–32: 221–2.

170 Tahsin Yazıcı, “1. baskının Önsözü”, Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri , Tr. T. Yazıcı, İstanbul, 1986, I, 9−80: 9–11.

171 Bkz. Yazıcı, “1.Baskının Önsözü”, 20–31.

172 Yazıcı, “1.Baskının Önsözü”, 31.

173 Yazıcı, “1.Baskının Önsözü”, 20–5.

174 Yazıcı, “1.Baskının Önsözü”, 31–2.

175 Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Hülya Küçük, “Mevlevî Kadını: Tâcını Kaybeden Kraliçe”, Mevlânâ ve İnsan Sempozyumu, 0809 Haziran 2007, İzmir.

176 Bkz. Ebu Abdurrahman esSülemî, Zikru’nNisveti’lMüte‘abbidâti’sSûfiyyât, haz. M.A. ‘Atā’, Beyrut, 1364/2003 (Tabakātu’Sûfiyye‘nin arkasında, 38789);

177 Ebu’lFerec İbnü’lCevzî, Sıfatü’sSafve, Dāru’bnu Haldûn, 2c., Kahire 1415/1994, II, 255.

178 Bkz. Sıfatü’sSafve, II, 258.

179 Mehmet Zihni Efendi Meşhûr Kadınlar, nşr.: B. Çetiner, İstanbul, 1982, I, 27576, I, 275

180 Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’lEvliyâ, (terc. Süleyman Uludağ), İstanbul, 2002, I, 97.

181 Julian Baldick, “The Legend of Rābi‘a of Basra”, A.WezlerE. Hammerschimidt (ed.), Proceedings of the XXXII International Congress for Asian and North African Studies. 25th30th August 1986 (ZDGM Supp. 91), Stuttgart 1992 içinde.

182 Bkz. Nezihe Araz, Anadolu’nun Kadın Erenleri, İstanbul 2001, 153178

183 Bkz. Ahmed Eflâkî, Menâkibü’l‘Ârifîn, haz. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1976, I , 397

184 Bkz. esSülemî, Zikru’nNisveti’lMüte‘abbidâti’sSûfiyyât, 388

185 Annamarie Schimmel, “Takdim”, Margaret Smith, Bir Kadın Sufi, Rabia. (trc. Özlem Eraydın, İstanbul 1991), 920: 11.

186 Eflâkî, Menâkibu’lÂrifīn, I, 2878 / Âriflerin Menkıbeleri, Terc. Tahsin Yazıcı, 2c, İstanbul, 1973, I, 3034 (3/200)

187 Bkz. Araz, Anadolu’nun Kadın Erenleri, 3032.

188 Bkz. Eflâkî, Menâkibu’lÂrifīn, I, 3756/(Tercüme1986), I, 2812.

189 Bkz Hasan Özönder, Konya Velileri, Konya 1990, 1336; N. Araz, Anadolu’nun Kadın Erenleri, 18994, 13vd.

 

Menakibul Arifinde Rabia Ve Rabia Timsali

KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007

ETİKETLER: