Mevlevîliğin Türk Dünyasındaki Serüveni
Mevlevîliğin Türk Dünyasındaki Serüveni
Sultan Veled’in dönemin önemli kişileriyle kurmuş olduğu yakın ilişkiler sayesinde Mevlevîliğe hizmet eden vakıfların sayısı da oldukça artmış ve faaliyetleri önemli ölçüde genişlemiştir. Bununla birlikte Sultan Veled döneminde temelleri atılan ve belirli ritüellerle sistemleştirilen Mevlevîliğin yine bu dönemde, Anadolu topraklarında hızla yayılmaya başladığını da görüyoruz. Özellikle Afyon ve Kütahya’da Mevlevîlerin sayısı artmış; Çelebi Hüsâmeddin’in halifesi Alâeddin Amasya’da, Sultan Veled’in halifeleri Şeyh Süleymân-ı Türkmânî Kırşehir’de, Hüseyin Hüsâmeddin Erzincan’da, Ulu Ârif Çelebi’nin halifesi Ahî Mehmed Bey Karaman’da, Sührâb-ı Mevlevî Sultâniye’de tekkeler, bu tekkelerle beraber de ihtiyaçların karşılanması için vakıflar kurmuşlardır.
Ayrıca gönderilen halifeler gittikleri yerlerde Mevlevîlik tarikatını hem tanıtıyor, hem yaygınlaştırıyor, hem de bu yolda hizmet ediyorlardı. Diğer taraftan bu elçiler gittikleri her yerde büyük bir sempati ve saygı ile karşılanıyor; hem Mevlevî halifelerin tarikata uygun duruşları sayesinde hem de Mevlevî zaviyelerinde okutulan Hz. Mevlânâ’nın fikirleri ve eserleri, semâ ve musikî sayesinde Mevlevîlik gönülleri fethediyordu.
Sultan Veled’in, babasının Mesnevî’sini örnek alarak kaleme almış olduğu İbtidânâme adlı eseri ile Hz. Mevlânâ’ya 40 yıl müritlik yapmış Sipehsâlâr’ın Risâle’si bu döneme denk gelmekte ve bu eserler Mevlevîlik tarihinin ilk kaynakları olarak vasıflandırılmaktadırlar.
1312 yılında Sultan Veled Hakk’a yürüdüğünde artık, Mevlevîlik Yolu’nun esasları büyük ölçüde belirlenmiş ve bu kurallar çerçevesinde akın akın gelen gönül dostlarına İslâm’ın güzellikleri bir başka üslupla sunulmaya başlanmıştı.
Mevlevîliğin en çok yayıldığı dönem ise, Sultan Veled’den sonra meşihatta bulunan oğlu Ulu Ârif Çelebi zamanıdır. Ulu Ârif Çelebi henüz babasının zamanın dayken kendini yetiştirip bu ‘yol’da ilerlemiş bir zattı. Ârif Çelebi, Mevlevîliği anlatmak ve yaymak için ömrünün büyük kısmını yollarda geçirmiş, babası Sultan Veled gibi bütün iktidar zümreleriyle iyi ilişkiler içerisine girip kendini sevdirmişti. Kaldı ki Mevlevîliğin yayılmasında ve bu denli kabul görmesindeki en büyük etken de bu ilişkiler olmuştur.
Ulu Ârif Çelebi Anadolu ve İran tarafına yaptığı seyahatlerle Mevlevîliği yaymak için çaba sarf etmekteydi. Karaman, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum ve devamında Tebriz’de kurulan Mevlevîhâneler ve vakıflar, onun bu ziyaretleri sırasında attığı temeller sayesinde kurulmuştu. Aynı dönemde Muğla ve Lazkiye ise, Konya gibi birer tasavvuf merkezi haline gelmiştir. Kaynaklarda bu dönemde sadece Mevlevîhâneleri olan kasabalardan ve hatta tamamı Mevlevî olan köylerin varlığından söz edilmektedir. Ulu Ârif Çelebi’nin bu seyahatlerinin birçoğuna katılan Eflâkî Dede de Bahâeddin Veled, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi, Kuyumcu Selâhaddin, Hz. Mevlânâ ve çağına kadar olan çocuklarının menkıbelerini toplayarak yazdığı Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eseriyle Mevlevîlik tarihini yazmayı gelenek haline getirecektir.
Ulu Ârif Çelebi’nin 1320 yılındaki vefatından sonra posta kardeşleri Şemseddin Âbid (ö.1338) ve Hüsâmeddin Vâcid (ö.1342) Çelebiler oturmuş ve cedlerinden öğrendikleri gelenek üzere Mevlevîliği yaymak isteseler de Anadolu’daki siyasî karışıklıklar nedeniyle bunda muvaffak olamamışlar, ellerindeki imkânlarla ancak tarikatın ayakta kalmasını sağlamışlardır. Ancak yine de XV. ve XVI. yüzyıllara gelindiğinde dönemin ve coğrafyanın tüm çalkantılarına rağmen Mevlevîliğin Anadolu coğrafyasının tamamına yayıldığını görmekteyiz.
Ulu Ârif Çelebi’nin oğlu I. Emir Âlim Çelebi’nin ise gelenek üzere iki amcasından sonra makama geçmesi gerekirken, kendisi gittiği İran ve Türkistan seyahatinden geri dönememiş ve âkıbeti hakkında da bir mâlumat elde edilememiştir. Bazı kaynaklar ise onun Türkistan bölgesinde Mevlevîliği yayıp 1350 yılında da oralarda vefat ettiğini kaydetmektedir.
Emir Âlim Çelebi’nin vefat ettiğine dair haber Konya’ya ulaşınca makama geçme hakkı küçük kardeşi Emir Âdil Çelebi’ye verilmiş ve bu zât da 18 yıl meşihatta bulunarak tarikatı idare etmiştir. Konya’nın Karamanoğulları elinde bulunduğu bir dönemde postta bulunan Emir Âdil Çelebi bu hükümdarlığın liderlerini ve ileri gelenlerini de aydınlatmış ve hatta bazıları da müridi olmuştur.
Çelebi’nin vefatından sonra Şemseddin Âbid Çelebi oğlu II. Emir Âlim Çelebi 27 yıl makamda meşihatta bulunmuştur. Kendisi bu süre içerisinde Karaman’da medfun bulunan Hz. Mevlânâ’nın annesi Gevher Hatun ve ağabeyi Muhammed Alâeddin’in türbelerini onartmış ve bitişiğine bir cami ve Mevlevîhâne tesis ederek buralara vakıflar bağlanmasını sağlamıştır.
Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled 1201 tarihinde Karaman’a gelmiş, Sultan Alâeddin Keykubat’ın ısrarlı davetleri üzerine Konya’ya gitmeden evvel oğulları ve diğer aile fertleriyle birlikte burada kalmıştır. Hz. Mevlânâ, hanımı Gevher Hatun ile burada evlenmiş, Sultan Veled ve Alâeddin Çelebiler de burada dünyaya gelmişlerdir. İşte bu sebeplerden Karaman’ın Mevlevîlik tarihinde ayrıca bir önemi bulunmaktadır.
1395 yılında II. Emir Âlim Çelebi’nin Hakk’a yürümesinden sonra ise yerine Emir Âdil Çelebi oğlu II. Ârif Çelebi geçmiştir. Ancak o da siyasî çalkantılar içinde bulunan Anadolu’da tarikatını fazla genişletmeye imkân bulamamış; ancak ceddi Hz. Mevlânâ’nın türbesini esaslı bir onarıma vesile olmuştur. 26 yıl makamda bulunduktan sonra 1421 yılında vefat eden Ârif Çelebi’den sonra tarikatın başına II. Âdil Çelebi geçmiştir.
Pîr Âdil Çelebi, meşihatta bulunduğu sürede Sultan Veled’den sonra fazla bir değişikliğe uğramayan semâyı aslına sadık kalarak yeniden yapılandırmış, tarikatın usullerini de gözden geçirerek yeni bir oluşum yoluna gitmiştir. Ancak Pîr Âdil Çelebi bu düzenlemeleri yapmakla birlikte, aynı dönemde oluşup yaygınlaşmaya başlamış olan Bektâşîlik, Halvetîlik ve Kâdirîlik gibi tarikatların esaslarını da incelemiş ve Mevlevîliği bunlardan belirli çizgilerle ayırmaya özellikle dikkat etmiştir. Kaldı ki zaten bu düzenlemelerin en önemli amacı da Mevlevîliğin coğrafyadaki diğer tarikatlarla karışmasını engellemek ve onu kendine has kural, gelenek ve ritüellerle diğerlerinden ayırmaktı. 39 yıl meşihatta bulunan II. Âdil Çelebi de, 1560 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Cemâleddin Çelebi geçmiştir.
Cemâleddin Çelebi dönemi (1460-1509) Mevlevîliğin olduğu kadar Konya ve Anadolu tarihinin de önemli köşe taşlarının konulduğu bir çağ olmuş, Konya bu döneme tekabül eden 1467 tarihinde Osmanlı topraklarına katılmıştır. Diğer taraftan Hz. Mevlânâ’nın torunu Mutahhara Hatun’un kızı Devlet Hatun’unun torunu olan II. Bayezid, ceddi olarak gördüğü Hz. Mevlânâ’nın yoluna ve dergâhına önemli hizmetlerde bulunmuş ve Mevlevîliğin Anadolu’da yayılması için maddî mânevî büyük desteklerde bulunmuştur.
XV. ve XVI. yüzyıllarda Mevlevîliğin yayılması ve yükselmesinde en çok emeği geçen isim ise, Hz. Mevlânâ’nın soyundan gelen inas çelebilerden, yani Hz. Mevlânâ’nın anne tarafından torunu olanlardan Dîvâne Mehmed Çelebi’dir. Dîvâne Mehmed Çelebi ve müridi Şâhidî Dede sayesinde Mevlevîlik Afyon, Denizli, Kütahya, Bursa, Muğla, Isparta, Burdur, Aydın, İzmir, İstanbul ve çevresinde yayılmış ve buralarda Mevlevîhâneler kurulmuştur.
Aşk-ı ilâhî ile kendinden geçmiş bir yol gösterici olan Dîvânî Çelebi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sı – rasında da önemli hizmetlerde bulunmuş, Yavuz ile Kanûnî Sultan Süleyman başta olmak üzere devrinin önemli devlet adamlarını etkilemiş ve kendine bağlamıştır. Afyon civarında Sandıklı, Burdur, Eğirdir Mevlevîhâneleri; İstanbul’daki Galata Mevlevîhânesi; Halep, Mısır, Cezayir, Midilli, Lazkiye ve İran topraklarında kurulan Mevlevîhâneler Sultan Dîvânî’nin eserleridir.
Yıldırım Bayezid’in oğlu Mehmed’in ise, Osmanlı padişahlarının aldığı ‘Sultan’ unvanı yerine Mevlânâ soyundan gelenlere verilen ‘Çelebi’ unvanını tercih etmesi Mevlevîliğe verilen önemin ne denli büyük olduğuna bir delildir. Cemâleddin Çelebi de 49 yıllık meşihatı döneminde bu ilgi ve yakınlığı olumlu bir şekilde kullanarak bu yola büyük hizmetler etmiştir. Cemâleddin Çelebi’nin 1509 yılında vefatından sonra yerine torunu olan inas çelebilerden Hüsrev Çelebi geçmiştir. Usûl gereği makama Cemâleddin Çelebi’nin oğlu Kadı Mehmed Paşa’nın geçmesi gerekirdi ancak kendisi babasının sağlığında vefat ettiği için hizmeti de onun oğlu Hüsrev Çelebi almış ve 62 yıl meşihatta kalmıştır.
Hüsrev Çelebi ise, 1561 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Ferruh Çelebi geçmiştir. Ferruh Çelebi de türbeyi babası döneminden kalan zengin vakıflarla rahat bir şekilde idare ettirmiş ve aynı zamanda da Karatay Medresesi’nin müderrisliğini yapmıştır.
Ancak Ferruh Çelebi’nin bu yönü, birtakım muhalif kişilerin hoşuna gitmemiş ve dedikodulara sebebiyet vermiştir. Bu dönemlerde tahtta ise, Kanûnî’nin oğlu Sultan II. Selim bulunmaktadır. II. Selim önceleri Konya’da vali iken Hz. Mevlânâ dergâhına bağlanmış, oradan feyizlenmiş ve bu bağlılığın eseri olarak da dergâhın yanına Selimiye Camii’nin inşası emrini vermişti. Bu sıralarda Ferruh Çelebi hakkında, padişah nezdinde saygın bir yere sahip olmasından da kaynaklı olarak, bolluk içinde bir hayat sürdüğü söylentileri yayılınca, Mevlevîlik tarihinde bir ilk yaşanmış ve bir padişah Mevlânâ Dergâhı Postnişinliği görevine müdahale etmiştir. Bu olay sonucu Ferruh Çelebi, padişah tarafından azledilerek İstanbul’a sürgüne gönderilmiş; 30 yıl meşihatta bulunduğu sürenin 18’i İstanbul’da sürgünde geçmiştir. Bu sebepten kendisinin 12 yıl makamda oturduğu kabul edilmektedir.
Ferruh Çelebi’nin 1591 yılındaki vefatının ardından makama Sultan III. Mehmed’in emriyle oğlu I. Bostan Çelebi oturmuştur. Kendisi 1630’da Hakk’a yürüyene kadar bu görevde kalmış ve böylece meşihatı 39 yıl sürmüştür. Bu dönem tarih sahnelerinde Mevlevîliğin sarayla arasının tekrar sıkılaştığı bir dönem olarak görülmektedir. Zira Sultan I. Ahmed ve devlet erkânından birçok kişi yola bağlılıklarını bildirmiş ve ziyaret ve destekleri sayesinde de Mevlevîlik yeniden bir heyecan ve hareketlilik kazanmıştır. Bostan Çelebi zamanında Mevlevîlik yeniden Anadolu, İstanbul, Balkanlar, Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika gibi önemli bölgelere yayılmıştır.
Bostan Çelebi’nin vefatından sonra yerine kardeşi Ebubekir Çelebi geçmiş ve ne yazık ki ağabeyinin parlak geçen döneminin ardından, tahtta bulunan ve sûfî düşünceye zıt olan Sultan IV. Murad nedeniyle başlarda epey zorluklar yaşamıştır. IV. Murad ise, Ayasofya Camii vâizi Kadızâde ve çevresinin de etkisinde kalarak diğer tarikatlarla birlikte Mevlevîliğe de ciddi derecede karşı çıkmaktaydı. Bu durum tarihe “Kadızâdeler Olayı” diye yazılmıştır. Hatta öyle ki, Bağdat Seferi’ne giderken uğradığı Konya’da Mevlânâ Dergâhı’nı yıkmayı bile aklına koymuştur. Fakat burada yaşadığı bir olay neticesinde bu fikrinden vazgeçmiştir.
Kaynaklarda zikredildiği üzere Sultan IV. Murad, dergâha geldiğinde tespihini bugün gümüş eşik denen Hz. Mevlânâ’nın mezarının olduğu yere doğru atar. Arkasından da, “Birisi alsın” diye bağırır ama kimsenin buna cesareti yoktur. Bunun üzerine orada bulunan küçük bir kız çocuğu tesbihi almak için mezara iner ancak bundan sonra bir daha konuşamaz ve gözleri de görmez. Bunun üzerine Sultan IV. Murad Ebubekir Çelebi’ye hediyeler ihsan etmiş ve dergâhın vakıflarını daha da zenginleştirmiştir. Bu sayede Ebubekir Çelebi arkasına IV. Murad’ı alarak makamında daha da güçlenmiş ve Mevlevîlik yoluna daha güzel hizmetler yapma fırsatı bulmuştur. Ancak Çelebi için bu durum fazla uzun sürememiş ve “Dergâhın maddî imkânlarını şahsı için kullanıyor” söylentileri sebebiyle o da 1637 yılında İstanbul’a sürgüne gönderilmiştir. Kendisi burada iken 1638 yılında âlem-i cemâle intikal etmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi’ne defnedilmiştir.
Ebubekir Çelebi’nin sürgüne gönderildiği tarihte makam, inas çelebilerden ve Afyonkarahisar Mevlevîhânesi şeyhi Dâvâne Mehmed Çelebi soyundan Küçük Ârif Çelebi’ye geçmiştir. Kendisi buraya Afyon’dan çağrılmış ve postta 5 yıl oturmuştur.
Mevlevîliğin XVI. yüzyıla kadar olan süreçte Anadolu’dan sonra Balkanlar ve Arap Yarımadasına kadar genişlediği görülmektedir. Sultan Veled ile başlayan, Ulu Ârif Çelebi ve Sultan Dîvâne ile devam eden bu yayılma sürecinin en önemli özelliği halk tabanlı bir genişleme gerçekleşmesi, şeyh efendilerin halktan ayrılmamaları ve tekkelerin halifeler tarafından kuruluyor olmasıdır. Ancak XVI. yüzyıldan sonra Mevlevîlik artık yüksek zümreler ile ilişkiler içerisine girmiş ve ilk dönemler halifeler tarafından yaptırılan tekkeler bu dönemden itibaren beyler, paşalar, vezirler tarafından yaptırılır olmuştur. Bu süreç ise, Mevlevîliğin halk tabanlı yayılışını sekteye uğratmış ve tarikat köylerden kasabalara, sonra da şehirlere çekilerek kendi içine kapanık bir hal almaya başlamıştır. Şehirlerdeki Mevlevîhâneler de padişah emriyle ve masrafları hazineden karşılanarak yapılıp onarılmaya başlanmıştır. İşte bu vaziyet, XVII. yüzyıldan itibaren Mevlevîliği artık adeta bir saray tarikatı haline dönüştürmüş ve bir nevî devlet müessesesi yapmıştır.
Ârif Çelebi’nin 1642 yılında vefat etmesi üzerine Hasan Çelebi oğlu Hüseyin Çelebi posta oturarak 24 yıl meşihatta bulunmuştur. Bu dönem de Sultan Deli İbrahim ve IV. Mehmed zamanına rastlamaktadır ki; ülkedeki iç karışıklıklar ve isyanlar sebebiyle Osmanlı tökezlemeye başlamıştır. Artık sahayla olan münasebeti çok daha sıkı olan Mevlevîlik tarikatı da bu durumdan nasibini almış ve yeni adımlar atamamış hatta devletin durumuna paralel olarak zaman zaman zor dönemler yaşamıştır. Hüseyin Çelebi’nin vefat yılı olan 1666 tarihinde ise Abdurrahman Çelebi oğlu Abdülhalim Çelebi’nin makama geçmesi döneminde Mevlevîlik tekrar sarsıntılı bir döneme girmiştir. Daha evvel IV. Murad döneminde yaşanan badireye benzeyen bu olay da Mevlevîlik tarihine ebced hesabı ile “yasağ-ı bed” (kötü yasak) olarak kaydedilmiştir. Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmed Paşa’nın sadrazamlığa getirildiği dönemde onun ve Sultan IV. Mehmed’in itibarını kazanarak “Hünkâr Şeyhi” sıfatıyla Vani Mehmed adlı bir hoca saraya girer. Kendisi birkaç yanlış örnek göstererek ülkedeki tarikatların artık yararından çok zararının bulunduğunu savunmuş ve tarikatların lağvedilmesi yönünde padişahtan karar çıkartmıştır. Tabii bu karar, Mevlevîlik ve onun en önemli unsurlarından olan semâyı da bağlamaktadır.
1666 yılında ilan edilen ve 18 yıl süren bu yasaktan sonra Vani’nin gerçek yüzü ortaya çıkmış ve saraydan azledilmesiyle Mevlevîler ve semâ da eski ehem – miyetine kavuşmuştur. 1684 yılında meydana gelen bu yasağın kalkması da Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Naci Ahmed Dede’nin tarafından,
“Mevlevîler döndü câna aşk-ı Mevlânâ ile”
mısrası ile tarihe nakşedilmiştir.
Ömrü yasaklarla ve karışıklıklarla geçen Abdülhalim Çelebi, 1679 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Kara Bostan Çelebi geçmiştir. Kara Bostan Çelebi makama geçer geçmez, evveldeki hadiseler sebebiyle dağılan müritlerini toplamak, vakıflarına dahi el koyulan Mevlânâ Dergâhı’nı yeniden eski şaşaalı dönemlerine kavuşturmak için var gücüyle çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Artık sadece Mevlânâ Dergâhı’nda değil Osmanlı topraklarının dört bir köşesine yayılan diğer Mevlevîhânelerde de Mevlevîler hızla toplanmaya başlamıştır.
Kara Bostan Çelebi’nin müritlerini yeniden topladığı sırada Sultan II. Süleyman’ın Balkanlara gazaya çıkacağı haberi kendisine gelmiştir. Bunun üzerine kendisi de Mevlevîlerden bir alay oluşturarak savaşa katılmak üzere Edirne’de Sultan’a intisap etmiş ve Sultan’ın, “Efendim, siz zaferimiz için dua ediniz” cevabı üzerine de geri dönmüştür. Sultan II. Ahmed’in tahtta bulunduğu sırada ise artık son dönemlerde adet olduğu üzere Çelebi, ‘Dergâhın vakıflarını geri aldığı menfaatçiler’ tarafından Sultan’a şikâyet edil – miş ve Çelebi’nin hacca gitmesi bahanesiyle Konya’dan uzaklaştırılmış, dönüşünde de Kıbrıs’a sürülmüştür. Kısa bir müddet burada kalan Kara Bostan Çelebi daha sonra affedilmiş ve büyük bir karşılama töreniyle Konya’ya vasıl olmuştur. Kendisi görevinin geri kalan kısmında da Hz. Mevlânâ Dergâhı için çalışmış, burada birtakım onarımlar yaptırmış; Yeşil Kubbe’nin çinilerini yeniletmiş ve 1711 yılında yaşı hayli ilerlemişken Hakk’a yürümüştür.
Mevlânâ’nın makamı ne yazık ki bu dönemde de bazı kişilerin post kavgasına neden olmuş ve nihayetinde Kara Bostan Çelebi’nin amcası Abdurrahman Çelebi oğlu Mehmed Ârif Çelebi posta oturtulmuştur. Mehmed Ârif Çelebi’nin 35 yıl meşihatta bulunduğu dönem, Mevlevîliğin özellikle Balkanlar, Arap ülkeleri ve Akdeniz’deki adalarda yaygınlaşmasıyla tarihte yer alır. Bu süre içinde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşa, Hanya (Girit), Sakız, Midilli, Serez, Belgrad, Saraybosna, Filibe, Niş, Peç, Selânik, Üsküp ve Vodine gibi şehirlerde Mevlevîhâneler kurulmuş ve bölge insanlarını aydınlatmak bir görev olarak benimsenmiştir. Mehmed Ârif Çelebi ayrıca yakın dönemimize kadar ulaşan dergâhın batısındaki Sultan Veled medresesini tadilatla büyütmüş ve çelebi çocuklarına okul olarak ihdas etmiştir. Yine bugün hâlâ ayakta duran dergâhın kuzeyindeki çelebi misafirhanesini de o yaptırmıştır.
Mehmed Ârif Çelebi’nin bu velûd döneminden sonra yerine oğlu II. Ebubekir Çelebi geçmiştir. Şair bir zât olan Çelebi, makamda bulunduğu zamanlarda hayli çalkantılı bir dönem geçirmiş, hatta siyasete ve isyanlara adı karıştığı için idamı bile söz konusu olmuştur. Dönemin şeyhülislâmı tarafından idamı önlenen Çelebi, Manisa’ya sürülmüş (1776), affını müteakiben Konya’ya dönerek 1785 yılında burada vefat etmiştir.
Birkaç yüzyıldır, iyice genişleyen Mevlânâ ailesi artık makama geçmek için zaman zaman ikili, hatta üçlü çekişmeler içine girmeye ve bu mücadele saraya taşınmaya başlamıştı. II. Ebubekir Çelebi’nin vefatıyla da durum böyle olmuş, inas çelebilerden Mesnevîhân Seyyid Alizâde ile zükur çelebilerden Karaman Mevlevîhânesi şeyhi İsmail Çelebi’nin oğlu Hacı Mehmed Çelebi makama talip olmuşlardır. İstanbul’da saraya davet edilen bu iki çelebi dinlendikten sonra makam Hacı Mehmed Çelebi’ye verilmiştir.
30 yıla yakın süren Hacı Mehmed Çelebi zamanı da Mevlevîlik tarihi açısından iyi ve kötü olayları barındıran bir dönem olmuştur. Çelebi, Mevlevî olan III. Selim’in (slt. 1789-1807) İstanbul’daki Mevlevîhâneleri sık sık ziyareti, ilgisi ve Şeyh Gâlib (v. 1799) gibi bir şairin yetiştiği dönemde bu yakınlığı yeterince kullanamamış, aksine Konya ve çevresinde meydana gelen siyasî hareket ve ayaklanmalara dahi katılarak tepki çekmiştir. Çelebi, dergâhın vakıf konularındaki anlaşmazlıklarında da epey yıpranmış ve çaresiz makamdan çekilerek yerine dokuz yaşındaki oğlu Mehmed Said Hemdem Çelebi’yi önermiş; saraydan onun hilâfet fermanı gelmeden de 1815’te vefat etmiştir.
Hemdem Çelebi küçük yaşta Konya’daki çelebilerle birlikte hilâfet almak için İstanbul’a gittiğinde burada büyük ilgi görmüş, hediyelerle birlikte hilâfetini de alarak Konya’ya geri dönmüştür. Hemdem Çelebi resmî olarak 44 yıl makamda bulunmasına rağmen ilk dokuz yılı yaşının küçük olması nedeniyle amcası Ferruh Çelebi’nin vekâletinde geçmiştir.
Sultan II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde meşihatta bulunan Hemdem Çelebi, kendi döneminde meydana gelen siyasî olaylarda; özellikle de II. Mahmud’un, Bektaşîlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesi sırasında tarafsızlığını korumuş ve sarayın Mevlevîlere olan itibarını artırmıştır. Yine Abdülmecid döneminde kendisine sarayda ‘üstün derece nişanı’ verilmiş, Mevlevîler bu ilgiyle saygınlıklarını daha da artırmışlardır. 1858 yılında Hakk’a yürüyen Hemdem Çelebi’nin dergâha yaptığı en büyük hizmetlerden biri de burada dervişlerin elinde dağınık halde bulunan kitapları toplatıp kayda geçirmek su – retiyle bir kütüphane kurmasıdır.
Hemdem Çelebi’nin vefatından sonra sırasıyla 4 oğlu Mahmud Sadreddin, Fahreddin, Mustafa Safvet ve Abdülvahid Çelebiler makamda bulunmuşlardır.
Abdülvahid Çelebi 1907 yılında Hakk’a yürüdüğünde yerine oğlu II. Abdülhalim Çelebi geçmiştir. Fakat, huy bakımından babasına oldukça benzeyen Çelebi’nin makamda bulunduğunun ilk yıllarında II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve Meşrutiyetçilerin yanında yer aldığı gerekçesiyle kendisi makamdan alınarak yerine, 1909 yılında Hz. Mevlânâ soyundan Necib Çelebi oğlu Veled Çelebi (İzbudak) getirilmiştir.
Edib bir zât olan Veled Çelebi’nin şeyhlik döneminde ise I. Dünya Savaşı çıkmış ve Çelebi, Mevlevîlerden oluşturduğu bir alayla (Mücâhidîn-i Mevleviyye) Kanal Harekâtı’na katılmak için Şam tarafına gitmiştir. Osmanlı topraklarının dört bir köşesindeki Mevlevîhâne şeyhlerinin de katıldığı bu alay, herhangi bir savaşa girmeden geri dönmüştür. 1919 yılında ise Veled Çelebi şeyhlikten azledilmiş ve yerine kendisinden önce makamda bulunan II. Abdülhalim Çelebi tekrar geçmiştir.
Abdülhalim Çelebi ilk kez makama geçtiği zaman görevden alınışını haksızlık olarak nitelendirmiş ve İttihat ve Terakkî’nin aldığı bu azil kararını yıllarca içine sindirememiştir. İttihatçıların siyasî etkinliği kaybolduktan sonra ise şeyhülislâma müracaat etmiş ve 1919 yılında tekrar Makam Çelebiliğine getirilmiş; bu dönemde Osmanlı Meclis-i Mebûsânı’nda da Konya milletvekili olarak görev yapmıştır. İkinci meşihatında da ancak bir yıl kalabilen Çelebi’nin yerine Âmil Çelebi getirilmiştir. Âmil Çelebi ise, makama geçtiği vakit hayli yaşlı ve rahatsızdır. Aynı yıl içerisinde vefat ettiği zaman, yerine II. Abdülhalim Çelebi üçüncü ve son kez posta oturacaktır.
Son dönem çelebileri arasında hayli renkli kişiliğiyle Abdülhalim Çelebi bu üçüncü kez makama geçişinde 1920-25 yılları arası meşihatta bulunmuş; bu görevinin yanı sıra seçime ilk sıradan girerek TBMM’ye Konya Milletvekili olarak katılmış ve M. Kemal Ata – türk’ün ardından seçimle Meclis Başkan Vekilliği görevinde bulunmuştur.
Çelebi bundan önce de Millî Mücadele günlerinde göstermiş olduğu başarılı tutumlarından dolayı TBMM tarafından İstiklâl Madalyası’yla onurlandırılmıştır. Abdülhalim Çelebi, milletvekilliği sona erdikten sonra tekrar Konya’ya dönmüş, bir müddet dergâhın hizmetinde bulunmuş, sonra da İstanbul’a giderek orada bir otel odasına yerleşmiştir. Ama ne acıdır ki, bu otel odasının balkonundan düşerek ya da menfur bir olaya kurban giderek vefat etmiştir. Bu olaydan sonra ise makama Veled Çelebi (İzbudak) ikinci kez geçmiştir.
TBMM’de Yozgat ve Kastamonu milletvekilliklerinde bulunan ve Mesnevî’nin tamamını Türkçeye çeviren Veled Çelebi’nin ikinci şeyhliği de uzun sürmemiş ve 1925’te çıkarılan Tekke ve Dergâhların Kapatılması Kanunu ile ülkedeki bütün tekkeler gibi Mevlânâ Dergâhı da kapanmıştır.
Abdülhalim Çelebi vefatından önce bu konuyu Atatürk’le konuşmuş ve onun da onayını alarak oğlu Mehmed Bâkır Çelebi’yi Halep’teki Mevlevîhâneye şeyh olarak atamıştır. İşte bu tarihten itibaren Mevlevîliğin resmî merkezi Suriye Devleti tarafından lağvedildiği 1944 tarihine kadar Halep Mevlevîhânesi olmuştur. Mehmed Çelebi Halep’te meşihatta bulunduğu dönemde usûlü gereğince Mevlevîliğe hizmet ederken, Hatay’ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuş; bu yüzden Suriye’de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriye ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından casuslukla itham edilmiş; bir aile ziyareti için gittiği İstanbul’dan bir daha Suriye’ye geri dönmesine izin verilmemiştir. Bu dönemde ise Halep’teki Mevlevîhânenin şeyhliğine kardeşi Şemsül Vahid Çelebi vekâlet etmiş, ağabeyinin 1943 yılında İstanbul’daki vefatından sonra ise Suriye Hükümeti onun resmî makamını onaylamamış ve 1944 yılında Halep Mevlevîhânesi’ni de kapatarak bu makamın resmen sona ermesine neden olmuştur.