Modern Çağda Semâ’ın Seyirlik Gösteri Hâline Dönüştürülmesi – Ahmet TARHAN

A+
A-

Modern Çağda Semâ”ın Seyirlik Gösteri Hâline Dönüştürülmesi

Ahmet TARHAN*

Özet

Endüstrileşme ve beraberinde getirdiği küreselleşme, lokal kültürel değerler ve zenginliklerin kapitalist üretim bandında adeta yeniden üreterek tüketilebilir metalar hâline dönüştürülmesi anlayışını gündeme getirmiştir. Pek çok kültürel değer, adeta üretim bandında şekil alan metalar gibi yeniden inşa edilmiş, tüketim kültürü pratikleri içinde yeni kimlikler kazanmış ve kitle iletişim araçlarıyla kitle kültürü unsuru olarak sunulmuştur.

Özellikle tüm dünyaya evrensel öğretileri ile ışık tutan Mevlâna ve semâ” gösterileri de kapitalist üretim ilişkileri içerisinde değişime, dönüşüme uğratılarak adeta tüketilebilir standardize edilmiş ürünlere dönüştürülmüştür. Özellikle 2007 yılının Dünya Mevlâna Yılı olması ve Kasım 2005 yılında UNESCO tarafından Mevlâna ve semâ” gösterilerinin kültürel miras olarak koruma altına alınmasına karşın hâlâ bazı eksiklikler ve uygulama eksiklikleri sürmektedir.

Çalışmayla kültürel değerlerin popülerleşerek metalaştırıldığı konusunun Mevlâna ve semâ” gösterilerine nasıl yansıdığı, hangi süreçlerden geçerek günümüz kültürünün bir unsuru ya da pazarın bir metası hâline dönüştüğü konusu ele alınmıştır. Bu çalışmayla, unutulmaya yüz tutan evrensel değerlerin tüm insanlığa aktarımında bir elçi görevi gören semâ” gösterilerinin sahip olduğu kendi öz niteliklerinin korunması yönünde bir anlayışın kazandırılması ve bir farkındalığın sağlanması amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kültür, Popüler Kültür, Mevlâna, Semâ gösterileri, Konya

 

The Whirling Derwishes as a Show of The Modern Age

Abstract

Industrialisation and the globalisation it brought, has popularized a mentality which is promoting the transformation of local cultural values and assets as a kind of commodity, reproducable for reconsummation on the production line of capitalism. Too many cultural values have been rebuild like products on the product line, acquired new identities in the practices of the consumer culture, and have been presented by the mass media as elements of the mass culture.

Mawlânâ-Rümî whose universal teachings enlight the world, and the whirling derwishes in particular have been undergone changes in the production relations of capitalism and transformed to a sort of standardized consumer product. Although in November 2005, the whirling derwishes have been taken under protection as universal cultural heritage, and the year 2007 has been declared by UNESCO as the “year of Mawlânâ-Rümî”, many failures and practical shortcomings are continuing to be seen.

The study tries to explore how the popularization and commodification of cultural values and assets is affecting the presentation of Mawlânâ-Rümî and the whirling derwishes, and by which processes it is transforming them as elements of today”s culture or commodities of the marketplace. The aim is to evoke a mentality and awareness towards the conservation of the authentic characteristics of the whirling derwishes who serve as envoys to all mankind, reminding and emitting the universal values that are about to be forgotten.

Key Words: Culture, Popular Culture, Rümî, the Whirling Derwishes, Konya.

 

Giriş

Halktan kopuk olarak işleyen ve dolayısıyla da topluma da yabancı olan seçkin kültür ve bu kültürün unsurları genellikle toplumda azınlık konumundaki çok az sayıdaki seçkine seslenmenin ötesine geçememektedir (Güngör, 1993: 11). Kendini çevreleyen ve dış etkenlere karşı koruyan adeta bir dokunulmazlık çerçevesi içerisinde üretilerek varlığını sürdüren yüksek kültür, zamanla kendini değiştirmeye ve dönüştürmeye başlamış; çoğunluğa yönelik daha anlaşılır ve tüketilebilir hâlde yeniden sunulmuştur.

Bu anlayışa göre kitlelerin kültürü, düşük kültür niteliklerini taşımaktadır ve yüksek kültür belli bir sınıf ve yaşam biçimini anlatır. Yüksek kültür sahiplerince, kitle kültürü ögeleri ilgili tüketicilere yönelik olarak üretilir ve bu kültürü belirleyen pratikler de kültürü oluşturan kişilerin günlük yaşam şekilleridir (Erdoğan-Alemdar, 2005: 44).

Semâ” gösterilerine bakıldığında da önceden yüksek kültüre sahip eğitimli insanların bir kültürel unsuru iken zamanla kendi bağlamından koparılarak adeta tüketilebilir bir meta hâline dönüştürüldüğü görülmektedir. Sunum şekli ve sunulduğu mekan itibarıyla kendi ritüellerinden koparılarak kâr getiren ticari bir araç hâline dönüştürülmesi sonunda yüksek kültür niteliği taşıyan bir olgunun düğün, nişan ve kongreler öncesi sunulan seyirlik bir şey hâline dönüştürülmesi dikkati çekmektedir.

Birlik ve eşitlik gibi çoğu insanca unutulmaya yüz tutan evrensel değerleri adeta yeniden tüm dünyaya hatırlatan Mevlâna ve semâ” gösterilerinin kendi öz ritüellerinden koparılarak uygunsuz mekan ve organizasyonlarda sunulması, hem bu evrensel değerlerin aktarımındaki kalıcılığını yaralamakta hem de Mevlâna ve semâ” gösterilerinin turizm açısından ve kültürel açıdan yanlış algılanarak yanlış tanımlanmasına neden olmaktadır.

Bu çalışma, kültürel yapının nasıl dönüştüğüyle ilgili yaşanan bu geçiş sürecinin nasıl şekillenebileceği konusunda fikir vermek amacıyla halk kültüründen kitle kültürü hâline dönüşümün teorik olarak sunumuyla başlayacak, kültürün seyirlik hâle dönüştürülmesi süreciyle devam edecektir. Ardından semâ” gösterilerinin Mevlevilik içerisinde ne anlama geldiği, Cumhuriyet”ten günümüze kadar geçen süre içerisinde sunumlarının nasıl olduğu ve nasıl bir değişim sürecinden geçtiği konularına değinilecektir. Çalışmada, 2004 yılında hizmete giren Mevlâna Kültür Merkezi”ndeki semâ” gösterileri sunumunun nasıl gerçekleşmekte olduğu konusu ele alınarak, çalışma semâ” gösterilerinin günümüzde kendi bağlamından koparılarak nasıl bir tüketim kültürü metası hâline getirildiği konusuyla sonlandırılacaktır.

  1. Folk Kültürden Kitle Kültürüne: Halk Kültürünün Popülerleşmesi

Yaşamın ve kültürün değişmeyen en önemli yönlerinden bir tanesinin değişme ve süreklilik olduğuna değinen Güvenç (1997: 25), değişen çevre koşulları ve tarihsel yapıya karşı kültürel öğelerde hızlı ya da yavaş bir dönüşümün var olacağına işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında kendisini kuşatan çevreye karşı dinamizmden uzak bir yapının, toplumsal kültür ve yaşam tarzı için, mümkün olmadığı dile getirilmektedir. Bu bağlamda günümüz toplumlarında çevrelerindeki gelişmelerden etkilenme ve değişim kaçınılmazdır.

Halk kültürü ve seçkinci kültür ögelerinin dönüşüme uğratılarak yeniden kurulan kitle kültürünün kalıcılık ve süreklilik arayışı içinde olması ve sürekli değişimle sermaye ve sermaye sisteminin sürdürülmesini gerçekleştirmesi (Erdoğan-Alemdar, 2005: 34) düşüncesi de Güvenç”in ortaya koyduğu geleneksel tarihsel anlayıştan değişim yerine kalıcılığın hakim olması yönünden ayrılır. “Değişmeyen” şey ise, sürekliliğin sağlanmasıdır.

Batmaz, gerçek anlamda seçkin ve halk kültürünün yapay birleşimine karşılık gelen kitle kültürünün sanayileşme ile birlikte gerçek anlamda göründüğüne değinir (2006: 88). Kitle kültürü bu anlamda, kültürel olguların teknolojik araçlarla üretilmesi, pazarlanması, dağıtımı ve tüketimi biçimlerine dayanarak, seri üretimi sağlayan teknolojinin kullanıldığı, televizyon ve basının üretim ve aktarmada başat görev üstlendiği bir ortamda varlığını sürdürür (Erdoğan-Alemdar, 2005: 34). Kitle kültürüne getirilen eleştirilerde kültürel yapının adeta kâr amacı taşıyan bir sanayi olduğu ve bunu sağlayabilmek için geniş halk kitlelerini kendine çekebilecek homojen ve standart sunumlar kullanması gerektiğine yer verilmektedir. Bu da sanatçıyı adeta üretim bandının başında duran ve niceliksel üretimi sağlayan bir işçiye dönüştüren bir baskıyla karşı karşıya bırakmaktadır (Gans, 2005: 44-50). Tüm bu gelişmeler, sanayi toplumu sonrasında başlayarak süregelen kültürel ve toplumsal dönüşümün bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Burjuvazinin geliştirdiği sanayi kapitalizmine geçişle birlikte geliştirilen ussallaştırma çabaları müziğin notalanmasına da uygulanmıştır. Müziğin yeniden üretiminde standartlaştırmayı kolaylaştıracak bir “kodlama” sistemi sonunda müzik eserlerini kullanımlarından bağımsızlaştırılarak toplumsal etkileşimden yalıtılmış bir meta konumuna getirmiştir. Bu alanda yeni basımevi olanakları da kısa sürede kendini göstermiştir (Oskay, 2001: 48). Tüketiciye yönelik olma ve fazla sayıda üretilmesi özelliğiyle paralel olarak (Kızıldağ, 2001: 34) bu süreçte belli bir ödeme gücüne sahip olan kitleleri hedefleyen magazinler, kasetler, video kasetler vb. standardize ürünlerin üretilmesi ve bunlarla ilgili reklamlar yaparak kitleleri satın almaya yönlendirme düşüncesi ticari açıdan anlamlı olmaya başlamıştır (Uğur, 2003: 149).

Kültür endüstrisi, eski ve bildik olanı yeni bir nitelik hâlinde kaynaştırma amacını gütmektedir. Bu endüstrinin tüm dallarında, kitleler tarafından tüketilmek için şekillendirilen ve büyük ölçüde de tüketimin doğasını belirleyen ürünler az çok belli bir plana göre üretilirler. Kültür endüstrisi amaçlı olarak tüketicileri tümleşikleştirir (Adorno, 2005: 240). Bu açıdan bakıldığında, kapitalist üretim tarzının popüler müziği, politik ve estetik açıdan nasıl yıkıcı bir biçimde etkilediğini ortaya koymaya çalışan Adorno için her şey tek bir noktada odaklanıyordu; o da standartlaşmadır (Gendron, 1998: 42). Sanatçı üzerindeki standart ürün üretme baskısı, aslında sanatçının ürettiği sanatsal esere karşı yabancılaşma olgusunu da beraberinde getirmektedir. Sanatın üreticisinde başlayan bu yabancılaşma, dönüşen kültürel ürün vasıtasıyla topluma aktarılmakta ve toplumun da kendi öz kültürüne yabancılaşarak kendisine sunulanla yetinmesini doğurmaktadır.

Kapitalizm öncesi dönemde, müziğin yeniden üretimini yapanlar ve müziğin dinleyicileri benzer bir toplumsal paylaşımı gerçekleştirebilmekteydi. Müziğin üreten ve tüketenleri arasındaki bu etkileşim, başat kültürün değerlerine uygun olmaktan çok, yakın ilişki içerisindeki insanların değerlerine göre de belirlenebiliyordu. Bu nedenle de toplumdan dışlanmıyordu (Aydoğan, 2004: 34). Kapitalizme geçişle birlikte, yaşanan rekabet ortamı sanatçıların özgürlük alanını daraltıyor ve önlerine iki seçenek sunuyordu: (a) Ne kodlanmış ise onu açımlamak. (b) Bir pazar olarak toplumun kendisinden istedikleri ve beklediklerine uymaya çalışmak (Oskay, 2001: 48-49).

Bu açıdan bakıldığında, sanayileşmenin getirdiği standartlaşma ve niceliksel anlamda çoklu üretim anlayışının, kültürel ürünlere de yansıdığı görülmektedir. Kendi yetiştiği kültürün çok sesli ve renkliliğinden uzak üretim yapma baskısı altında olan sanatçının ürettiği ürüne yabancılaşması ve ürünün iletilen kesimlerde de kendi öz kültürüne karşı yabancılaşma olgusunu doğurması dikkat çekicidir. Bunun yanında sürekli kendini tekrar eden ve kalıcılığı sağlamaya yönelik tedbirleri gözeten kitle kültürü ürünleri, artık kendi bağlamından koparılmış ve yaşam biçimi olmaktan öte seyirlik bir hâl kazanmıştır.

  1. Kültürün Seyirlik Hâle Dönüştürülmesi

Kültür genel olarak insanların yaşayarak, yaparak öğrendiği ve başkalarına öğrettiği maddi manevi her şeyden oluşan bir bütünlük olarak tanımlanabilir (Güvenç, 1997: 14-15). İnsanoğlunun yapıp ettiklerinin hepsine karşılık gelen “bütün yaşam biçimi” (Williams, 1993: 10) olarak da değerlendirilebilen kültür kavramına ilişkin bir değerlendirmeyi de Erdoğan yapar ve kültürü, insanın toplumsal yaşamının her alanındaki kendisi ve kendisine ait olanın ifadesi olarak tanımlar ve kültürü geçmişteki deneyimler ile günümüzdeki insanların ürettikleriyle ilişkilendirir (1999: 19).

Kültürün tanımında yer alan özellikle insanlara özgülük kavramlarının, günümüz kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla dönüşmeye başladığı ve bu görevi kitle iletişim araçlarının üstlendiği görülmektedir. Kitle iletişim araçlarının egemenliği öncesinde kendi öz kültürlerine sahip olan toplumlar, kendine özgü kültürel motifleri ve çok çeşitliliğini medyanın etkisiyle kaybetmiş ve medyanın ürettiği kültürel ögeler benimsenmeye başlamıştır (Kızıldağ, 2001: 28-30). Ele alınan kültürel üretim sürecinde meta hâline getirilen kültürün gösteri toplumunda da en önemli metası yine kültürün kendisi olmuştur (Debord, 1996: 104). Bunun sonucunda, sanatsal bilgi ve eğlence kurumsallaşma, metalaşma ve ticarileşme eğilimine girmiş; bu durum sanatsal denetim ve bütünlüğün aşınmasına neden olmuştur (Lull, 2001: 161). Burada kültürün bir anlamda gösteri toplumu için üretilen bir olgu hâline dönüşerek sanatsal disiplinden uzak niceliksel çokluğun ön plana çıktığı bir yapı olduğu görülmektedir.

Medya tarafından dönüştürülen ve topluma bir anlamda da yabancılaştırılan kültürel yapı, reel toplum içerisindeki yabancılaşmanın hissedilmesini, bu yabancılaşmanın gözlerden saklanmasını ve insanların bu yabancılaşmayı görmeyecek bir yapıya bürünmesine yol açmaktadır (Oskay, 2004: 156). Böylelikle artık birey, kültürün bizzat yaşatıcısı ve üreticisi olmaktan çıkmakta adeta kendisine sunulan ürünleri seyreden bir tüketici olarak konumlandırılmaktadır.

Polan ise, kültürel her yapıtın seyirliğin bir parçası hâline dönüşmesine ilişkin akış kavramını kullanmakta, seyirliğin nasıl bir seyirlik toplum oluşturduğu ve toplumsal ilişkilerin kurulmasındaki rolü ile önemine değinmektedir (1998: 231). Yaşamın görünümleri içerisinden koparılan imajlar, yeniden kurmanın artık mümkün olmadığı parçalı ögeler hâlinde seyrin bir nesnesi olarak seyirciye ulaşır (Debord, 1996: 13).

Gans, seyirlik hâle dönüştürülen eserlerde, sanatçıların sanatsal üretim sürecinde özgür olduklarının; yeter ki izleyiciler için önem arz eden unsur-ların ve kabul edilen çerçevenin içinde kalmaları gerektiğinin altını çizmektedir (2005: 50). Bir anlamda sanatçı ile izleyici arasındaki ortak noktaların korunması ve sanatsal ürünlerin bu ortak noktalar üzerine inşa edilmesi üzerinde durulmuştur. Kapitalist üretim pratiklerinin temel unsuru olan satışın gerekliliği bir anlamda sanatçı üzerindeki denetimini kurmuştur.

Buradan kültürü oluşturan parçaların kitle iletişim araçlarından geçirilerek dönüşüme uğratıldığı, bunun sonucunda üretilen değerlerin seyirlik bir nitelik taşıdığı ve sanatçı ile seyirci arasındaki farkın azaldığı fikrine ulaşılabilmektedir. Değişen kültür unsurlarını medyadan izleyen kitle de, o kültürel ögeleri yaşatan ve şekil veren olmaktan öte edilgen bir konuma sürüklenerek kendine sunulan ürünleri tüketen kitleler hâline dönüştüğü sonucuna ulaşılabilir.

  1. Mevlevilikte Semâ”ın Yeri

Semâ”, farklı kaynaklarda kökenleri eskilere dayanan bir oyun şekli olarak ele alınmaktadır (Sepetçioğlu 1989: 37-39; Arabacı, 2000: 111). Buna ilişkin ilk verilerin Türkistan”da yaşayan Dolan Türkmenleri”ne ait olduğu ve kökeninin milattan önce altıncı yüzyıllara dayandığının altı çizilmektedir. Dolan Mukamı adı verilen oyun, yapısal olarak Mevlevilikteki semâ” ile benzerlikler arz etmektedir. Bununla birlikte belli günlerde talebelerin medreselerde oynadığı bir oyun türü olarak da semâ”a yer verildiği görülmektedir. Ayrıca kültürel devamlılığın bir ifadesi şeklinde Bektaşilerdeki Samah ve Türk düğünlerindeki Zamah aynı oyunun günümüzde yansıyan şekilleri olarak değerlendirilmektedir. Çalışmada ise semâ’, Mevleviliğin milattan sonra on üçüncü yüzyıldan itibaren günümüze kadar erişen temel değerlerinden ve Mevleviliğin temel unsurlarından biri olarak ele alınmaktadır.

Daha çok Mevlâna ile tanınan ve onun ölümünden sonra, Mevlevilikte malum şekli ile tamamen bir tarikat ayini hâline dönüşen semâ”, aslında Arapça “sm” kökünden sem ve sim gibi mastar ve isim olup, işitmek, işittirmek, dinlemek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma (aktaran Yazıcı 1964: 135), “kulağa gelen hoş sesi duymak” ilahî sırlara aşina olmanın coşkusu ile semaya, göklere, kainata kanat açış gibi anlamlara gelmektedir (Özönder, 2006: 29). Mevlevilerde, aşk ve cezbeyi meydana getirmek için bir vesile olarak değerlendirilen semâ”ı her Mevlevi, mutlaka bilirdi (Gölpınarlı, 1953: 387); bunun eğitimini alırdı.

Çelebi ise, semâ” ile ilgili olarak Mevlâna”nın ilhamıyla, Türk töresinin, tarihinin, inançlarının ve kültürünün bir unsuru olduğuna; bazı inanç sahiplerinin semâ”ı âdeta var olmanın bir şükran duası veya bir sevinç ifadesi olarak kullandıklarına (2002: 187) işaret etmektedir.

Mevlâna”nın 22. kuşak torunlarından Esin Çelebi Bayru, semâ” törenlerindeki her şeyin ayrı bir anlam ve güzelliğe sahip olduğuna işaret ederek semâ” edilen, semahane denen alanın şeklinden, üstüne oturulan postların renklerine, semazenin giydiği her giysiden, yaptığı her harekete kadar hepsinin bir sembol ifade ettiğini (2004: 237) dile getirmektedir. Buna göre: Semahane dairevi bir alandır ve kâinatı sembolize etmektedir. Şeyhin oturduğu kırmızı post Hz. Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin makamı sayılmakta ve şeyh efendi vekaleten bu makama oturmaktadır. Kırmızı renk ‘vuslat’ yani Allah’a kavuşma rengidir. Çünkü Hz. Mevlâna Celâleddin-i Rumî güneş batarken Allah’a kavuşmuştur. Bilindiği gibi güneş batarken de doğarken de gökyüzü kırmızı bir renk almaktadır. İşte şeyh postunun kırmızı rengi maddi dünyadan batışı, manevi dünyaya doğuşu temsil etmektedir. Mevleviliğe yeni girenlerin oturduğu postun rengi ise siyahtır. Siyah renksizliğin rengidir, tevhidi temsil eder, bütün renkleri içinde barındırır. Derviş bilgilenip yol alınca beyaz renkli posta oturmaya hak kazanmaktadır.

Mevleviliğe girmek isteyen her genç, “dede” oluncaya kadar bir takım usullerden geçmesi gerekmekteydi. Matbah-ı şerif adı verilen sembolik anlamda pişme ve olgunlaşma anlamına gelen mutfakta bin bir günlük bir eğitimin ardından benlik şuurunu kazanan aday; verilen eğitimin ardından sabır, metanet ve rıza sahibi bir kişi olarak derviş olurdu. Bu süreç içerisinde aday, hem Mevleviliğin özü hakkında hem de semâ”ın temel ilkeleri ve yapılış şekli konusunda da eğitilmekteydi (Yöndemli, 1997: 3-4).

Eğitim sürecine nasıl geçildiği konusunda Gölpınarlı, Mevleviliğe giren kişinin sikkesinin şeyh tarafından tekbir edildiği ve dedelerden bir tanesine semâ” eğitimi vermesi emredildiğini (1963: 104) ifade etmektedir. Bu dede o kişinin bir anlamda hem dedesi hem de mürebbisidir. Dede yeni katılan kişiyi almakta ve eğitim alacağı matbaha götürerek eğitime başlamaktaydı.

Semâ”ın tüm dünya insanlarının gönüllerine girmeyi başaran ve insanları en fazla etkileyen şey olduğunun altını çizen Bayru, 1925 yılındaki Tekke ve Zaviyeler Kanunu öncesinde Mevlevihanelerde verilen eğitimi şöyle ifade etmektedir: Mevlevi dervişi olmak isteyen kişi önce nev-niyaz (yeni talip) unvanıyla Mevlevihane”nin matbahında üç gün postta (Saka Postu) oturmakta, bu süre sonunda eğer tarikata kabul edilme onayı almışsa başına sikke giydirilerek mevlevihanede çalışmaya ve semâ” meşk etmeye (çalışmaya) başlamaktadır. Bu kişi bundan sonra ‘can’ diye anılırdı. Bir taraftan matbahta bulunan ortasında bir çivinin çakılı olduğu meşk tahtasında semâ” öğrenip tarikatının asıl objesini yerine getirmeye çalışan can, diğer taraftan Abrizcilik, Pazarcılık, Şerbetçilik, Süpürgecilik, Çerağcılık ve Somatçılık gibi 18 adet dergâh hizmetlerinde de sırasıyla çalışır ve bu süre zarfında aynı zamanda bin bir günlük çilesini çıkarmış olurdu. Can’a bu hizmetleri yerine getirirken yeteneğine göre bir de meslek öğretilmekteydi. Bu meslekler genellikle güzel sanatların çeşitli dallarında olur; can’ın yeteneğine göre hattatlık, hakkaklık, çinicilik ve musikişinaslık eğitimi verilmekteydi. Bin bir günü layıkıyla tamamlayan can, artık Mevlevilik Tarikatı’na göre ‘Dede’ unvanı almış, kendisine bir hücre (oda) edinip orada yeteneğine göre çalışmalarına devam etme hakkı kazanmıştır (2004: 233).

Bu konuyla ilgili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Postnişi Mustafa Holat (2006) aldıkları semazenlik eğitimi ve bugün nasıl bir eğitim sürecinden geçildiğine ilişkin şunları ifade etmektedir: “Semazenliğin niçin yapıldığını bilmek ve bu işi sevmek gerekmektedir. Bazı şeylerin bilincinde olmayan küçük bir çocuğu alıp semazen olarak yetiştirmenin hiç kıymeti yoktur. Ama çocuğu eğitirsen eğiterek yetiştirirsen o zaman ondan bir fayda sağlanabilmektedir.” Holat, babası Mevlevi olduğu için az çok sohbetlerin usul ve adablarını yaparak kendisini yetiştirdiğine değinerek kendisinin Mevlevi-lik ve semâ”a karşı ilgi ve alaka gösterdiğini zor da olsa bunu severek öğ-rendiğini ve icra ettiğini ifade etmektedir. Kendisiyle birlikte başlayan pek çok semazen adayının bu eğitim sürecine dayanamayarak bıraktığına yer vermektedir. Kendisinin bugün hâlâ yeni bir takım şeyler öğrenme adına Mesnevî”den bölümler okuduğunu, Kur”an-ı Kerim meali okuduğunu, konferanslara giderek bu konuda bilgi sahibi olanlarla sürekli sohbetler ettiğine değinmektedir. Semâ” ve Mevlevilikte temel olan şeyin, bunları bilmekten ve ne amaçla yapıldığından haberdar olmaktan geçtiğini ifade eden Holat, eğitim sürecinin ayak hareketleriyle ve birtakım şekilsel unsurlarla başladığına ve her hareketin bir anlamı olduğuna işaret etmektedir. Bu süreçte semâ” eğitimi veren kişinin zaman zaman eğitim alan kişileri kendisine verilen işleri ve eğitimi hazmedebilecek mi diye bir hafta izlediğini ve ardından ancak semazen olabildiğine değinmektedir. Semazenliğin ardından, kişinin sırasıyla Dede ve Derviş olduğu ifade edilmektedir.”

Gölpınarlı semâ”la ilişkili olarak, Mevlâna”nın herhangi bir nedenle cezbeye kapıldığında semâ” yaptığını, bunun herhangi bir törene ve kurula uymaktan meydana gelen bir hareket olmadığının altını çizmektedir. Bunu, ruhi bir hâlin tezahürü olarak tanımlamaktadır (1963: 71).

Başlangıçta Mevlâna”da aşk ile belli ritüellere bağlı kalmaksızın klasik şekli ile başlayan, Şems”in teşviki ile dönme şeklinde tezahür eden semâ” ayininin kısa zamanda, büyük rağbet gördüğü ve devrin ileri gelenlerinin, bir nevi yarı dinî eğlence ziyafeti hâline dönüştüğüne işaret edilmektedir (Yazıcı, 1964: 146-147). Toplu hâlde icra edilen bu semâ” ayinleri, Mevlâna”nın bulunduğu medresede, Hüsameddin Çelebi”nin evinde ve bağında, Ilgın”da, devrin ileri gelenlerinin evlerinde veya Sadreddin-i Konevî”nin medresesinde tertip edilmekteydi (Eflâkî, 1986: 95, 164, 175, 196). Başlangıçta, semâ” zamanı, Mevlâna”nın vecd hâllerinin gelişine bağlı görülmektedir. Onun herhangi heyecan uyandıran bir hâli, bir sözü veya bir nüktesi ve yahut bir kerameti gibi hâl ve hareketler, başta kendisi olmak üzere toplu hâlde bir semâ”a vesile olmaktaydı. Özellikle Mevlâna döneminde semâ” ayinine karşı halktan bazı olumsuz sesler yükseldiğine değinen Küçük (2005: 122-126), ilk dönemlerde yukarıya sıçramaktan insana secde etmeye kadar çılgın bir takım uygulamaları içeren semâ” ayininin halk tarafından tepkiyle karşılandığı ve artan tepkiler üzerine, insana secde etme geleneği terk edilerek post önünde selamlamaya dönüştüğüne işaret etmektedir. Eflâkî (1987: 41), Mevlâna”nın ölümü sonrasında semâ” ayinine ilişkin çeşitli tepkilerin yükseldiğine; Sultan Veled”in, yapılan ayinin kendinden geçiş olduğunu ve Allah”a yakınlığı sağladığı fikrini savunarak halkı ikna etmeye çalıştığını da bir başka bilgi olarak aktarmaktadır.

Yazıcı (1964: 148), semâ” toplantılarında bir orkestra ile, semâ edenler ve seyircilerin bulunduğuna işaret etmekte, orkestrayı teşkil edenlerin her zaman aynı çalgı ve okuyuculardan teşekkül edip etmedikleri hakkında yeterli bir bilgiye sahip olunmadığının da altını çizmektedir. Mevlevi musikisinde en çok adı geçenler arasında gûyende ve kavvâller ile neyzenler olduğu ifade edilmektedir. Çalgılar arasında da isimleri geçenlerin, ney, rebâp, tef, zurna, nakkâre vb. olduğuna da işaret edilmektedir (Gölpınarlı, 1983: 455). Semâ” toplantılarına, bu çalgıları çalan müzisyenlerin büyük ihtimalle hepsi veya bir kısmının katıldığı ve semâ”ın yapıldığı yerin, birden fazla insanın, birbirlerine dokunmadan hareket edebileceği bir yer olduğunun çeşitli kaynaklarda dile getirildiğine yer verilmektedir (aktaran Yazıcı, 1964: 148). Kimi zaman gündüzleri yapılan semâ”, gece yarılarına ve geceleyin başlayan semâ”ın ise, sabaha kadar devam ettiğini ve bu davete katılanlar arasında, tarikat ehli ile devlet erkanın bulunduğuna değinilmektedir (Eflâkî, 1987: 140-141).

Öte yandan, bilindiği gibi Mevlevilik, 13. yüzyılda Mevlâna”nın ölümünün ardından oğlu Sultan Veled tarafından kurulan bir tarikattır (Yöndemli, 1997: 2). Mevlevi, Mevlâna”ya mensup insan anlamına gelmektedir. Ana fikir ve ögeleri Mevlâna”ya ait olan Mevleviliğin, sistematik bir okul hâline gelmesi ve kuruluşu Sultan Veled tarafından gerçekleştirilmiştir (Özönder, 2006: 23). Mevlevilik Konya”da kurulduktan sonra, merkez konumundaki Konya dışına yayılışı 14. yüzyılın başlarında Ulu Ârif Çelebi ile başlamıştır. Semâ” ise bu gelişmeler çerçevesinde son şeklini 16. yüzyılda Dîvâne Mehmet Çelebi zamanında alarak, Mevlevi tekkelerinde törenleştirilmiştir (Gölpınarlı, 1963: 76). Günümüzde başta Anadolu olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde mevlevihaneler mevcuttur (Önder, 1998: 258-260).

Uzun yıllar boyunca Mevlevilikle ve Mevlâna ile özdeşleştirilen semâ” gösterileri geçmişten bu yana başta Şeb-i Arus olmak üzere Müslümanlarca kutsal sayılan gün ve gecelerde icra edilen bir ayin olarak Mevlevi dervişlerince ve semazenlerce sürdürüle gelmiştir.

  1. Cumhuriyetten Günümüze Semâ” Gösterilerinin Sunumu

Önceki yüzyıllarda halkın semâ”a teşviki şöyle dursun, semâ” ayinlerine hariçten kimse giremezken zamanla bu anlayışta değişikliğe gidilmiştir. Semahane ve Mevlevi tekkelerinde seyirciye ayrı bir yer ayrılmaya başlanmıştır. Özellikle Müslümanlar için kutsal sayılan gün ve gecelerde icra edilen semâ” ayininin, zamanla vakitli vakitsiz padişah ziyaretlerinde yapılan bir gösteri gibi algılanmaya başlanması üzerine her mevlevihaneye ayrı bir gün tahsis edilerek semâ” gösterisinin yapılacağı günler padişaha iletilmiştir (Gölpınarlı, 1953: 370-381).

1925 yılında tekke ve dergâhların kapatılmasından önce uzun yıllar Mevlâna Dergâhı”nın içerisinde ve bazen de avluda icra edilen Şeb-i Arus törenleri, hücrelerde bulunan dedelerin ve halkın katılımı ile gerçekleştirilmekteydi. Bu tarihten sonra uzun bir müddet tam olarak icra edilemeyen törenler, 1943 yılındaki Konya Halkevi”nde düzenlenen bir tören ve Mevlâna ahfadından Prof. Dr. Nafiz Uzluk”un bir konferansıyla yeniden hayata geçirilmiş ve bu törenler 1950 yılına kadar Konya, İstanbul ve Ankara”da çeşitli salonlarda gerçekleştirilmiştir (Şimşekler, 2003: 26).

1950 yılından sonra, Konya Turizm Derneği tarafından düzenlenen organizasyonlarla Hz. Mevlâna, daha kapsamlı programlarla anılmış ve yurt içi ile yurt dışında bilimsel toplantılar ve musiki eşliğinde semâ” gösterileri sembolik bir şekilde sürdürülmüştür (Odabaşı, 2002: 347). 1954 yılında heyetler hâlinde Konya”ya gelinmiş, kütüphane binasında ayin gösterisi yapılmış aynı yıl İstanbul Spor ve Sergi Sarayı”nda da bir ihtifal gerçekleştirilmiştir. 1955 yılında ise Konya”da sinema binasında yapılan ihtifaller, 1956″da yine kütüphane binasında gerçekleştirilerek devam etmiştir (Özcan, 2003: 59).

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Postnişini Mustafa Holat”a göre (2006), 50″li yıllarda Hz. Mevlâna”nın soyundan bir çelebi belediye başkanlığı yapmaktadır. Onun vasıtasıyla Şeb-i Arus törenleri dergâh ve zaviyelerin kapatılması ardından konferanslar hâlinde 1946″lı yıllardan sonra başlamıştır. 1956-58 yılında bir ayin niteliğinde semâ”, o zaman Kitaplık Binası diye anılan ve şimdi de Devlet Tiyatrosu olarak işlev gören binada yapılmaktadır. O yıllarda semâ” gösterilerinin organizasyonunu belediye yapmaktadır. Semâ” ve Mevlevilikle tanışmasını küçük yaşlarda Mevlevi olan babası ile katıldığı bir gösteriden etkilenmesine bağlayan Holat, o dönemde evlerde zikirlerin yapıldığını ve Mesnevî dersleri verildiğini ifade etmektedir. Yine o dönemlerde evlerde elbisesiz ve tennuresiz okunan ilahilerin etkisiyle coşan kişilerin semâ” yaptıklarını da gözlemlediğine değinmektedir.

Kendisinin Konya”da 1958 yılında ilk kez semâ” meşkine başladığına değinen Holat, bir bir buçuk yıllık bir uğraşının ardından ancak kendilerini yetiştirebildiklerini ifade etmektedir. Yine o yıllarda belediyenin yapmış olduğu Şeb-i Arus törenlerinin Feyzi Halıcı”nın başkanlığındaki Konya Turizm Derneği”ne devredildiği ve gösterilen çabalar sonucunda gösterilerin resmî ve düzenli hâle getirildiğini vurgulamaktadır. 1960 yılında üç kişi ile semazenliğe başladıklarına değinen Holat, ardından beş kişinin daha eklenerek sekiz kişi olarak ilk kez küçük kapalı spor salonunda semâ”a çıktıklarını söylemektedir.

Tüm dünyanın hayran olduğu Mevlâna, 1960″lara kadar nikotin kokulu kötü sinema salonlarında ve kütüphanelerde anılmaktaydı. Bu kötü şartlarda yapılan ihtifallerde ise yeterli yer olmadığı için pek çok kişi sadece bu günlerde yalnız Mevlâna Müzesi”ni ziyaretle yetinmekteydi. Bu yıl ise (1960) yeni hizmete giren Spor ve Sergi Sarayı”nda yapılmıştır. O dönemde özellikle musiki heyeti İstanbul”dan gelmişti ve davetiyelerde şu yazıyordu: “11-17 Aralık 1960 tarihleri arasında 7 gece 3 veya 4 gündüz olmak üzere tekrarlanmak suretiyle muazzam bir ihtifal yapılacaktır” (Özcan, 2003: 51-61).

Halıcı, 1961 yılından 1987 yılına kadar yaklaşık yirmi beş yıllık süre içerisinde başkanlığını yürüttüğü Konya Kültür ve Turizm Derneği”nce semâ” törenlerinin başlatıldığını, daha önceki yıllarda Konya Belediyesi tarafından konuşmalarla başlayıp, bir ney ve rebap taksimiyle son bulan Mevlâna”yı Anma Törenleri”nin 1959 yılında Turizm Derneği”nce aslına uygun bir şekilde düzenlenmeye başladığını ifade etmektedir. Derneğin, semâ törenlerini geleneksel yapısı içerisinde ele alarak yalnız Konya halkı için değil tüm ülke ve hatta dünya çapında büyük ilgi uyandıran bir boyuta ulaştırdığına değinmektedir. Hatta o yıllarda aslına uygun bir sunumun yapılabilmesi için 25 günlük eğitim verilen bir semâ” kursunun açıldığına da işaret eden Halıcı, derneğin hemen arka sokağındaki bir evde bu kursun verilerek semazen yetiştirildiğini belirtmektedir (2004: 281).

Yıllardır yukarıda anılan kurum ve derneklerce gerçekleştirilen etkinlikler, 1989 yılından itibaren kurumlar arası eş güdümün sağlanmasıyla Konya Valiliği İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Büyükşehir Belediyesi ve Selçuk Üniversitesi bünyesindeki kişilerden oluşan Mevlâna”yı Anma Törenleri Tertip Komitesi tarafından yürütülmeye başlanmıştır. 10-17 Aralık tarihleri arasında semâ” ile birlikte, çeşitli sergiler, konferanslar, sempozyum, panel ve kongre gibi bilimsel toplantılar düzenlenerek halkın da bunlardan yararlanması sağlanmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Mevlâna Kültür Merkezi Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu bünyesinde semazen olarak görev yapan Mehmet Emin Holat (2006), çocukluğundan bu yana kapalı spor salonunda semâ” gösterilerinin yapıldığına değinerek, önceden küçük salonda yapılan törenlerin daha sonra ise Atatürk Kapalı Spor Salonu”nda sürdürüldüğünü ifade etmektedir. Uzun yıllar potaların altında gerçekleştirilen ve sadece semâ” ayini ile sınırlı kalan Şeb-i Arus törenlerinin ise, 2004 yılından bu yana Mevlâna Kültür Merkezi”nde icra edildiğine işaret etmektedir. Holat”ın açıklamaları aslında semâ” gösterilerinin geçirdiği tarihsel süreç içerisinde hangi mekanlarda gerçekleştirildiği konusunun âdeta bir özetidir.

2004 yılından itibaren ise, Mevlana Kültür Merkezi ev sahipliğinde Şeb-i Arus törenleri yedi ile on güne yayılan sergi, konferans, sempozyum, panel, kongre tasavvuf musikisi konserleri ve semâ gösterileri gibi çeşitli etkinliklerle yapılmaktadır.

  1. Semâ”ın Mevlâna Kültür Merkezinde Sunumu

Semâ”ın Mevlâna Kültür Merkezi”nde sunumuna ilişkin süreç, ilk kez 1980″li yılların başında gündeme gelen Kültür Merkezi fikriyle başlamıştır. 26 Şubat 1987″de dönemin valisi Kemal Katıtaş imzasıyla Konya”ya “Kültür Sarayı” yapılması konusunda Kültür Bakanlığı”na yazı yazılması ve bu talebe Kültür Bakanlığı”nın 31 Mart 1987 yılında olumlu cevap vermesiyle başlayan süreç, 19120 yılında açılan proje yarışması sonrasında projenin kabulü ve Kültür Merkezi”nin inşa edilecek yerinin tesis edilmesinden itibaren yaklaşık 14 yılda 25 trilyon lira harcanan Mevlana Kültür Merkezi, Büyükşehir Belediyesi”ne devredildikten 6 ay sonra 16 trilyon lira harcanarak Aralık 2004″de tamamlanmıştır. Toplam 70 trilyon liraya mal olan merkez 10-17 Aralık 2004″teki 731. Vuslat Yıldönümü törenlerine ev sahipliği yapmıştır (Şimşekler, 2005: 3-6).

Konya İl Turizm Müdürlüğü Turizm Şube Müdürü Mehmet Yünden (2006), Şeb-i Arus törenlerinde salonların kapasitesine ilişkin olarak Mevlâna Kültür Merkezi açılmadan önce 1500 kişilik Atatürk Kapalı Spor Salonu”nun 10-17 Aralık tarihleri arasında Şeb-i Arus için ayrıldığını ifade ederek; “Mevlana Kültür Merkezinin hizmete girmesiyle birlikte ilk Şeb-i Arus”un 2600 kişilik salonlarda yine 10-17 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirildiğini ifade etmiştir. Şeb-i Arus törenlerine her geçen yıl artan taleplere karşılık salonun 2600 kişilik kapasiteye sahip olmasından dolayı geçen yıl 7-17 Aralık olmak üzere 10 güne yayıldığını bu yıl ise 1-17 Aralık tarihleri arasında yapılması planlandığının altını çizmektedir.” Buradan hareketle artan talebin gün sayısının artırılarak çözülmeye çalışıldığı sonucu çıkmaktadır. Bu durum, uzun yıllar proje aşamasında bekleyen Kültür Merkezi”nin aslında günün gereklerinin biraz gerisinde kaldığının bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu”nda postnişin olarak görev yapan Mustafa Holat (2006), Mevlana Kültür Merkezi”nde semâ”ın sunumuyla ilgili şunları dile getirmektedir: “Kültür Sarayı yapılana kadar Mevlâna”yı ve Mevleviliği çok fazla tanımayan kişiler tarafından semâ” ayinleri izlenmekteydi. Bu senenin Aralık ayının 28″inden itibaren halka açık hâle getirilen semâ” törenleri için de aynı şeyi düşünüyordum. Fakat dikkat edildiğinde bu gösterilere seyirci olarak katılmak isteyenlerin hepsi Mevlevidir. İnegöl”den, Diyarbakır”dan, Denizli”den Türkiye”nin dört bir tarafından gerçekten bilinçli seyirciler gelmektedir. Üniversiteden bilinçli öğrenciler katılmaktadır. Konya”nın yerli halkından dört beş aile ancak bulabilirsiniz bu gösterilerde. Bunlar da Mevleviliği bilen kişilerdir. Genelde bu ailelerde bir hafta gelmekte öbür hafta iştirak etmemektedirler. Şeb-i Arus törenlerine de bir sene gelir diğer sene gelmezler. Ama takip ettiğim kadarıyla yedi sekiz aydır her ay sonu düzenlenen gösterilere bu işi gerçekten seven ve bilen insanlar gelmekte. Böyle bilinçli insanlar önünde yapılan gösterilerden yılda bir kez yapılan ve dünyanın dört bir yanından gelen kişiler karşısında yapılan ihtifallerden daha fazla zevk almaktayım”. Buradan hareketle aslına uygun olarak icra edilen ama her ayın sonunda gerçekleştirilen gösterilerin bir tiyatro havasında değil, bu işin bilincinde olan ve ağırlıklı olarak da Mevlevi olan kişilerce ilgi duyulduğu sonucuna ulaşılabilir. Buna ek olarak Holat salonun kapasitesi ile sağlanan olanaklar hakkında ise, “Mevlana Kültür Merkezi”nde aynı anda 3000 kişinin seyretmesi 3000 kişiye hitap etmek anlamına gelmektedir. Spor salonunda yer alan çizgiler ve potalar derken manevi bir hava estirilememekteydi. Kültür Merkezi ise adeta tamamen bir semahane olarak görülüyor. İnsanlar aslına uygun olarak icra edilen semâ”ı görmek ve Ahmet Özhan”ı dinlemek için geliyorlar. İhtifallerdeki konuşmaları milleti tedirgin ettiği ve anlaşılmadığı için kaldırdıklarına değinen Holat, kapalı spor salonlarından diğer yerlerden Kültür Sarayına geçmesinin kendileri için de layıkıyla bir program yapmaları adına çok güzel bir olay olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, önceleri kapalı spor salonunda yeterli olanaklar olmadığı için sadece senede 5-6 gün sadece semâ” gösterisi ile sınırlı bir program yapıldığını ve insanların gösteri sonrasında dağılıp gittiklerini şimdi ise Mevlâna Kültür Merkezi”nin sağladığı olanaklarla kişilerin Mevlâna ve Mevlevilik konusunda araştırmaya geldiğini ve Şeb-i Arus törenlerinin bir hafta on günlük sürelere yayılarak sergi, konferans, panel, musiki konserleri gibi farklı etkinliklerle desteklendiğini ifade etmektedir”.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Mevlâna Kültür Merkezi Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Sanat Yönetmeni Yusuf Kayya (2006) “Kapalı spor salonunun 1500 kişi aldığını; o yıllarda 2500 kişilik olarak planlanan binanın ise günümüzde yetersiz olduğunu ifade etmektedir. Mevlana Kültür Merkezi”nin 2500 kişiye hitap ettiğini; fakat bu kapasitenin yeterli olmadığını vurgulayan Kayya, bunu Mevlâna törenleri için bilet talebi çok fazla olmasına ve Şeb-i Arus törenlerinin hemen ardından bir sonraki yıl için biletlerin tükenmesine bağlamaktadır. Salonun kapasitesinde yaşanan problemin haftanın uzatılması ile aşılmaya çalışıldığı; fakat yine de bunun yeterli bir çözüm olmadığına yer vermektedir. Ayrıca, sunum açısından da semâ gösterilerini değerlendiren Kayya, “Amacın Mevleviliği yaşatıp gelecek nesillere aktarmaksa esasen bunun aslına uygun bir şekilde sunulması gerektiğine değinerek, bu sunumun aslında Mevlevihaneler içinde sunulmasının önemine işaret etmektedir. Ülkemizde ve dünyada birçok yerde Mevlevihaneler olduğunu ve Mevlana Kültür Merkezinin de bir anlamda bu geleneği yaşatmak için düşünüldüğünü; fakat mimari özelliklerinin bunu tam yansıtmadığını ifade etmektedir. Bunun da Kültür Merkezinin dışarıdan gelen insanlar için bir Mevlevihane niteliği taşımamasına ve soğuk bir yapısının olmasına bağlamaktadır. Semâ”nın sunulduğu yerin tüm nitelikleriyle o değerleri yansıtması gerektiği sunulan yerin ahşap işçiliği ve hat çinileriyle bezeli bir mekan olarak düzenlenmesinin geleneksel havanın yakalanması adına daha uygun olacağını ifade etmektedir.”

  1. Semâ”ın Bağlamından Koparılarak Tüketilen Bir Eğlence Aracına Dönüştürülmesi

Semâ” gösterileri özellikle son dönemlerde aslına hiç de uygun olmayan mekanlarda ve şekillerde yapılmaktadır. Bir anlamda kendi ritüellerinden koparılarak, sadece birkaç figürünün semâ” diye sunulması ve bunun da yapılan gösteriye pek de uygun olmayan ortamlarda sunuluyor olması dikkat çekicidir.

Bu konuyla ilgili olarak İl Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar, Semâ”ın Konya ve ülke tanıtımına büyük katkılar sağladığına işaret ederek, günümüzde semâ”ın otellerin uygun olmayan mekanları olarak nitelediği birahane, bar ve benzeri yerlerinde yapıldığına değinmektedir. Mevlevilik ve semâ” konusunda hiçbir bilgisi olmayan kişilerce turistlere otellerin lobilerinde ve uygun olmayan mekanlarında sunulan semâ”ın izleyen kişileri yanlış yönlendireceği ve semâ” ile Mevlâna konusunda yanlış izlenimler bırakarak Konya”dan ve ülkemizden ayrılacaklarına işaret etmektedir (2003: 42-43).

Konya İl Turizm Müdürlüğü”nde Turizm Şube Müdürü Mehmet Yünden (2006), “Mevleviliğin, aslında entelektüel bir kültür özelliği taşıdığını ve biraz elit ve aristokrat bir kültür ögesi olduğuna işaret etmektedir. Bu savını da, Osmanlı döneminde önemli şairler ve devlet adamlarının Mevlevihanelerden yetişmesiyle desteklemektedir. Dünya insanlarına Mevlâna ve Mevleviliğin sunumunda da elit kültürün bir ögesi olduğu imajının verilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Osmanlı döneminde medreselerin ve Mevlevi dergahlarının birer okul olduğunu ve bu yönüyle eğitimli halk kitlesine hitap eden bir felsefe olduğuna değinmektedir. Mevleviliğin aristokratik bir kültür ögesi olmasının planlı, programlı bir şekilde yapılan bir şey olmadığını; fakat muhatap olduğu kitlenin eğitimli gruplardan oluştuğu ifade edilmektedir.”

Yine bu konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurulan Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Sanat Yönetmeni Yusuf Kayya (2006), geçmişte tasavvufi örgütlenmelerin bir anlamda bugünkü tabiriyle sivil toplum kuruluşları gibi işlev gördüğüne değinerek; “Bu örgütlenmeler içerisinde insanlar, bir araya gelerek kendine uygun gördüğü bir yeri tercih etmekte ve onlarla bir araya gelmekteydi. Mevlevilik ise bu bağlamda daha entelektüel ve daha ayrı bir özellik taşıyor. Çünkü Mevlevilik sanata önem verilen ayrı bir nitelik taşıyordu. Osmanlı Döneminde en iyi müzisyenler, hattatlar vb. sanat erbabı kişiler buradan yetişmekteydi. Dolayısıyla Mevlevihaneler daha entelektüel bir kesime hitap etmekteydi. Bunun neticesinde seyirciler de Mevleviliğe sıcak bakan ilgi duyan belli eğitim seviyesindeki insanlardı.”

Bu görüşlerden hareketle, sınırlı sayıdaki kişinin bünyesinde bulunduğu Mevleviliğin ve semazenlerce gerçekleştirilen semâ” gösterilerinin aslında biraz aristokrat bir sınıfa özgü eylemler olduğu ve hitap ettiği kitlenin de üst düzey yüksek kültür sahibi olan kişiler olduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. Bu da bize yüksek kültür unsuru olan ya da yüksek kültürden beslenen semâ” olgusunun zamanla nasıl bir kitle kültürü hâline geldiği konusunda sorgulanması gereken bir soruyu gündeme getirmektedir.

Yünden (2006), Semâ”ın Mevlevilikteki anlamı ve daha sonra bazı rant peşinde koşan kişilerce nasıl bundan uzaklaştırıldığı konusundaki görüşlerine ise şöyle devam etmektedir: “Mevleviliğin temelinde sevgi ve hoşgörü olduğu için insanların çabuk kabullendikleri ve Mevleviliğe bir sempati ile baktıklarına değinmektedir. Mevlâna ve semâ”ın, lokal kültürden çıkarak evrensel kültüre katkı yapan bir unsur olduğunu; fakat hem turizm hem de kültürümüz açısından bunun ne ölçüde değerlendirilebildiğinin sorgulanması gerektiğinin altını çizmektedir. Semâ” gösterilerinin bir yerden kontrol edilmeyerek beslenmeyişi ve kendi akışına bırakıldığında popüler kültürün etkisinde kalacağı, bunun da turizmsel olarak bir takım rant kavgalarını doğuracağını ifade etmektedir. Kontrol etme ya da yasaklama kelimelerinin hoş ifadeler olmadığı; fakat gösterilerin sunumundaki seviyenin ve orijinalliğinin özünün muhafaza edilmesi adına bazı kontrol mekanizmalarının belki de olması gerektiğine yer vermektedir”. Bununla semâ”ın Konya ve ülke turizmine olan katkısı ve bunun istismarına yönelik kaygılarını dile getiren Yünden, semâ”ın orijinalliğinden nasıl koparıldığını ve neler yapılabileceğini şöyle ifade etmektedir: “Semâ”, Allah”a ulaşma kavuşma olarak nitelenirken, bunun sünnet düğünü veya düğün gibi alakası olmayan günlerde yapılmaması gerekmektedir. Semâ” gösterileri mümkün olduğu ölçüde hoş ortamlarda sunulmalı ve bünyesindeki ulvi misyonu çok iyi yansıtmalıdır. Böylelikle hem semâ”ın hakkı verilmeli hem de izleyenlerin kültürümüze ve ülkemize sempatiyle bakması gibi hedefler gerçekleştirilmelidir. Aksi hâlde kişi başı alınan 50 TL ile sınırlı olduğunda istenmeyen şeyler ortaya çıkabilmektedir. Nevşehir”de bir restoranda semâ” gösterilerinin, yıllardır adeta bir folklor serenadı içerisinde verildiğini ve bu gibi olumsuzlukları yasaklayabilecek polisiye ve devlet tedbirinin olmadığına işaret eden Yünden, kanundaki bu boşluklardan istifade edildiğine değinmektedir. Kendilerinin zaman zaman bu olumsuzlukları giderme adına Bakanlık nezdinde ve entelektüel çevreye çeşitli öneriler sunduklarını, ama bunların ne kadar etkili olduğunu bilemediklerini vurgulayarak semâ”ın bir şekilde aslına uygun olarak sunumu için bir kontrol mekanizmasının oluşturulması gerektiğine yer vermektedir.”

Gerçekleşen bu dönüşüm ve tüketim kültürünün bir metası hâline gelmesiyle ilgili olarak Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Sanat Yönetmeni Yusuf Kayya (2006) ise; bugün semâ”ın, sadece sanat ve ritüel boyutuyla kaldığını dile getirerek: “Kültür Bakanlığı”nın Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu”nu kurmasındaki amacın bir anlamda kaybolmaya yüz tutan değerlerin tekrar ortaya çıkarılması olduğuna değinerek, Aralık ayında yapılan Şeb-i Arus törenlerini daha anlamlı hâle getirmek ve düzenli bir şekilde ortaya koyabilmek için çalıştıklarını ifade etmektedir. Bu gelişmelerle sunumdaki bir takım ayrıntıların daha çok önem kazandığını dile getirmektedir. Günümüzde bu gösterilerin sayısı çoğaldıkça ve insanların ilgisi de fark edilince semâ”ın bir rant meselesi hâline getiriliğine değinen Kayya, insanların bunu insanların toplu hâlde olduğu her yerde yapmaya başladığına işaret etmektedir. Turistlere yönelik restorandlarda, düğünlerde vb. bir eğlence unsuru hâline getirilen semâ”ın bu yönüyle de amacından uzaklaştığına değinmekle birlikte bu üzücü durumun uzak da olsa kültürün bir şekilde yaygınlaşması açısından bir artı taşıdığı fikrini ileri sürmektedir”.

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu postnişini olarak görev yapan Mustafa Holat (2006) ise, semâ” gösterilerinin düğün ve eğlence yerlerinde yapılmasını hiç tasvip etmediğini; fakat sadece Mevleviler için cenaze ve düğünlerde semâ” yapıldığına işaret ederek uygun olamayan bir ortamda semâ” yapmaktan vazgeçtiklerini şöyle aktarmakta: “Geçen yıl Suudi Arabistan”a gittiklerini ve bakanlardan birinin fuarda kendilerinden ayin yapılmasını istediğini belirtmektedir. Akşam yapılacak program için salona gittiklerinde yemek masalarının kurulduğunu hiç de gösteri yapmaya uygun olmayan bir sahnenin kendileri için düzenlendiğini görünce semâ” yapmaktan vazgeçtiklerini ve semâ” yapmadan döndüklerini ifade etmektedir. Bir başka ayin için de ABD”de NATO binasına gittiklerini o gün de Türk Günü olduğunu ve NATO”daki tüm üyelere semâ” programı ayarlandığını ifade etmektedir. Kendilerine büyükelçi tarafından 26 dakika ayrıldığı dile getirilmiş; fakat 36 dakika civarında süren ayin tam ritüellerine uygun olarak yapılmıştır. Büyükelçinin zamanı aştıklarına ilişkin uyarıyı görmezlikten geldiklerini ve aslına uygun olarak yapılan gösterinin herkesçe beğenildiği ve gösteri tarzında aslından uzak bir sunumdan vazgeçtiklerini dile getirmektedir”. Buradan özellikle Tasavvuf Musikisi Topluluğu üyelerinin semâ”ın orijinal sunumu konusunda ne kadar hassas oldukları görülmektedir. Semâ” ayininin ya da gösterisinin aslına uygun şekliyle uygun mekanlarda icra etmek konusundaki titizlikleri dikkati çekmektedir.

Bu konuyla bağlantılı olarak semâ” gösterilerinde yaşanan sunumdaki farklılaşmalara ilişkin Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu semazeni Mehmet Emin Holat (2006) ise, özellikle muhafazakar insanların zaman zaman kendilerinden düğünlerinde ve nişanlarında semâ”ın anlamını bilmedikleri için ve kendi içinde bir dinî nitelik taşıdığı için kendilerine gösteri yapmaları yönünde isteklerde bulunulduğunu ifade ederek semâ”ın bugünkü geldiği noktaya ilişkin birkaç örnek vermektedir: “İstanbul”da Sultan Ahmet”te Derviş Show diye bir mekan olduğunu ve gitar ile kanunla bir şeyler çalındığını, semazenin ise adeta saati gelince gösteriye çıkan sanatçılar gibi hareket ettiği, sonra öbür seansı gelene kadar bekleyerek yeniden sahne aldığına değinmektedir. O kişinin belki de semazen bile olmadığını sadece kendisi için gelir getiren bir meslek olarak bunu yaptığını vurgulayan Holat, Konya”da da özel grupların olduğunu ve düğünlere semazen, kına gecesi için bayan semazen gönderilir şeklinde ilanlarla reklamlar yaptıklarını ifade etmektedir. Önceden kınanan bu olayların günümüzde yaygınlaştığına işaret etmektedir. Bunun da Konyalı insanlar tarafından yapılmasının daha acı olduğu dile getirilmektedir. Zaman zaman semazen.net adlı sitelerine düğünlerinde, nişanlarında semazen isteğini dile getiren mesajların geldiğini ve semazenlik ve Mevlevilik konusunda bilgisi olmayan insanlara göre bunun çok normal bir istek olduğuna yer vermektedir. Semazenlikle ilgisi olmayan ve Mevlevilik konusunda bilgisiz kişiler için aslında, bunun biraz da normal olduğuna ve biraz mütedeyyin ve mutaassıp insanların semâ” gösterilerinin düğün ve nişan gibi günlerde yapılmasını olağan karşıladıklarını ifade etmektedir. Kendisini o insanların yerine koyduğunda da bunun normal algılanması gerektiği fikrine ulaştığını dile getirmektedir.”

Semâ”ın ticari bir metaa dönüştürülmesine yönelik bu fikirler günümüzde yoğun bir şekilde dile getirilmekle birlikte semâ” gösterilerinin filme kaydedilmesi konusunun aslında 1954″lü yıllara kadar gittiği görülmektedir. O dönemde Şeb-i Arus”ta dokümanter düzeyde filme alınması konusu gündeme gelmiş ve Refi Cevad Ulunay bu görüşe gazetedeki köşesinde şöyle yanıt vermiştir: “Merasim bütün adap ve erkanı ile yapıldığı takdirde merasimin dokümanter mahiyette filme alınması hakkında bir fikir de dermeyan ediliyor. Bu fikri ileri süren meslektaşıma hak veririm. Fakat bunun Mevlâna”yı erişebildiğimiz kadar büyüklüğü ile anacağımız bir Şeb-i Arus”ta yapılmasını doğru bulmuyorum… Mevlâna böyle dar bir hududa sığmaz” şeklinde sert bir şekilde eleştirildiği görülmektedir (Özcan, 2003: 56).

Yine Refi Cevad Ulunay 26 Mart 1963 yılında “Mevlâna”yı Anlamayanlar” başlıklı yazısında bir kişinin Şeb-i Arus”ta “hazır elimizde Mevlâna varken Ankara”dan orkestralar getirilmesi, tiyatro kumpanyaları yapılması, konferanslar verilerek sergiler açılması” gibi bunun gelir getiren bir panayıra dönüştürülerek ziyaretçilerin cüzdanlarının boşaltılması fikrini sert bir şekilde eleştirdiği ve bunu teklif edebilen insanın ancak cahil olduğuna değinmektedir (Özcan, 2003: 98). Günümüzde ise yukarıda 1950-60″lı yıllarda dile getirilen hassasiyetin yerini ise bu değerler üzerinden rant sağlama ve ticari bir takım çıkarların aldığı görülmektedir.

“Bir Semazenin Feryadı” başlıklı bir yazıda Mevlâna”nın ve onun ardından oluşan koskoca bir Mevlevi külliyatını ve de onun bir cüz”ü olan semâ”ı aslının haricinde, her yerde ve de her şekilde icra edilip kullanıldığına işaret ederek şu örneklere yer verilmektedir:

“Hz. Mevlâna, Mevlevilik ve semâ” ile alakalı yaklaşık yirmiye yakın yeni eser çarptı gözüme. Bir yerde topluca sergileniyorlardı. Maalesef aralarında ciddi olan üç beş eserin haricinde hiçbir şey yoktu. Mesnevî”den üç beş hikâye, biraz rubai, derleme birkaç beyit, al sana bir Mevlâna kitabı. Böyle yüzlerce kitap var piyasada. Ne yazık ki müzik dünyasında da aynı keşmekeşlik yaşanıyor. Üzerine semazen resmi iliştirilmiş birçok CD, DVD var piyasada. Tamamen ticari amaçlı şirket çalışmaları bunlar. Ne bilimsel, ne kültürel ne de sosyal amacı olmayan çalışmalar. Mevlâna, Mevlevilik ve semâ” gösterileri, günümüzde ciddi anlamda hazır pazarı olan konular. Şekerinden berberine, lokantasından halıcısına, ayakkabıcısından kitapçısına, yemeğinden tatlısına her şey Mevlâna. Özellikle Hz. Mevlâna”nın Konya”da olması münasebetiyle bazı şeylerin iyice çığırından çıkmış olduğunu görüyoruz. Davetli olarak gittiğim bir lokantada ikram edilen yemeklerin altına servis peçetesi olarak üzerinde semâ” eden dervişlerin fotoğraflarının bulunduğu bir peçete serildi ve bütün ikram onların üzerinde yapıldı. Doğrusu Hz. Pîr”in bir servis peçetesi olmadığı kalmıştı. Ne de olsa O her şey oluyordu: İskambil kağıdı, kibrit kutusu, şekeri ve hamamı. Kıyma ile peynirin karışımından yapılan pideye de Mevlâna deniliyor her nedense. Sadece ismi ve resimleri bile çok ciddi bir pazar hâline gelen Mevlâna, Mevlevilik ve semâ”ın dönen dervişleri, musikisi ve gönülle-re tesiri ile artık tüm dünya pazarlarına çıkmasının önünde hiçbir engel yoktur. Eskiye nazaran durum daha iyi olsa da hâlâ bu gibi sıkıntılar yaşanıyor ve bu gidişle de yaşanacağa benziyor. Kavun karpuz festivali, kongre, sempozyum, sünnet düğünü, market açılışı, fuar organizasyonu akşam yemeği aperatifi olarak lokantalarda ya da alternatif turizmin havuz başı animasyonlarında, ramazan ayının vazgeçilmez sofralarında, özel haftalar ve günlerin herhangi birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda hatta içkili lüks turistik barlarda bile- gerçi semâ” yapılırken içki servisi yapılmıyormuş ama –hâlet-i ruhaniyetinize, meşrebinize göre her yerde, her zaman ve her şekilde ve de her formatta semâ” gösterisi izlemeniz mümkün. Ama Mevlevi ayini şerifi ile şerefyâb olmanız çok zor. (www.semazen.net)”

Yukarıdaki bu tespitler semâ”ın Mevleviliğin bir ayini olmaktan çıkarılıp nasıl bir tüketim kültürü unsuru hâline dönüştürülerek kitle kültürünün bir metaı olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. İşte söz konusu görüşlerden hareketle Mevlevilik ve onun temel ritüeli ile uzantısı olan semâ”ın yüksek kültür unsuru olarak doğduğunu ve belli bir eğitim seviyesindeki kitlenin sahip çıktığı bir kültürel varlık olduğunu; fakat zamanla bağlamından koparılarak kitle kültürünü ve dolayısıyla popüler kültürü besleyen bir araç hâline dönüştüğü görülmektedir.

Örneklerin çoğaltılabileceğinin altını çizerek, mevcut durum turizm açısından değerlendirildiğinde bir takım önlemlerin alınması gerektiği fikri doğmaktadır. Yanlış bir sunum ve turistlerde uyandırılabilecek yanlış bir imaj kuşkusuz gerçekleştirilen tüm çabaları boşa çıkaracağı gibi çok önemli kültürel zenginliklerin de bir anlamda içinin boşaltılarak tüketim kültürü içerisinde metalaşmasına neden olacaktır. Her ne kadar Mehmet Emin Holat ve Yusuf Kayya, kültürün yaygınlaşması açısından bir artı olarak değerlendirebileceğini ifade ediyor olsa da, yanlış bir sunumun insanların kafasında oluşturacağı imajın kolay kolay yok olmayacağının kabullenilmesi gerekmektedir.

Bu konuya ilişkin önemli adımlardan bir tanesi 2005 yılında Birleşmiş Milletler ve UNESCO tarafından atılmıştır. UNESCO semâ” gösterilerini dünya mirası listesine dahil etmiştir (http://www.ntvmsnbc.com/news/ 352492.asp). Bu yönde alınan karara Mevlâna’nın 22’nci kuşaktan torunu ve Uluslararası Mevlâna Vakfı İkinci Başkanı Esin Çelebi, “Mevlâna’nın 800. doğum yıldönümü olan 2007’nin Dünya Mevlâna Yılı” ilan edilmesi ve “Mevlevilik kültürünün Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmesi” projelerinin kabul edildiğini hatırlatarak bu konuda Türkiye’ye düşenleri ise şöyle ifade etmektedir: “Mevlevilik ve semâ” korumaya alınırken UNESCO’nun ülkemizden bir takım talepleri oldu. Birçok yerde turistlere yönelik semâ” gösterileri düzenlenmektedir. Bir lokantada bile iki kişiyle, alkol alan kişiler arasında semâ” gösterisi sunulmaktadır. Semâ” gösterileri, ülke açısından tanıtım aracı ama bu konuda bazıları haddini aşmaya başlamıştır. Yıllarca bunun önüne geçilmesini istedik. Umarım UNESCO sayesinde bunlar önlenecek” diyerek, UNESCO’nun ülkemizde otopark, lokanta, otel gibi işyerlerine ve hediyelik eşyalara Mevlâna adı verilmesini de  çözülmesi gereken önemli bir sorun olarak gördüğünün de altını çizmektedir (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=207764). Bu olumsuzlukların üzerine gidilmesi ve çözülmesi konusunda Türkiye”nin UNESCO”ya taahhüt ettiği programın temel başlıkları ise şöyle sıralanabilir:

  • “Semâ” ayininin “İnsanlığın Somut Olmayan Baş Eserleri Listesi”ne alındığı, devletin üst kurumları tarafından halka duyurulacak.
  • Semâ” ayini denetim altına alınacak. Modernleşme adına veya tanıtım ve reklam maksadıyla disko, düğün salonu gibi uygun olmayan yerlerde gösterimi yapılamayacak. Semâ”, Mevlevi kültürüne vâkıf olmayan, semâ” eğitimi almamış kişiler tarafından icra edilemeyecek.
  • Dünya tarafından saygınlığı kabul edilen Mevlâna”nın adına ve Mevlevi kültürüne saygı duyulacak. Lokanta, pideci, kasap ve berber gibi işyerlerine “Mevlâna” adı verilemeyecek.
  • Mevlevi kültürü ve semâ”, bir kültür değeri olarak ilk ve ortaöğretim derslerinde tanıtılacak. Konservatuarlarda, Mevlevi müziği öğretilecek.
  • Kültür Bakanlığı tarafından bir Mevlevi merkezi kurulacak. Mevlevi kültürüne vâkıf isimler bu merkezde ders verecek. Bu merkezde yetişen öğrenciler Türkiye ve yurtdışındaki benzer kültür merkezlerine Mevlevi müziği ve semâ” konusunda yardımcı olacak.
  • Yaşayan Mevlevi müzeleri oluşturulacak. Buraya gelen ziyaretçiler, sazların yapımından Mesnevî derslerine, semâ” ayininden Mevlevi pilavına kadar birçok kültürel değeri görerek öğrenecek.
  • Yurt içi ve dışında Mevlevi kültürüne ait otantik mekanlar korunacak.” (Zaman Gazetesi,27 Temmuz 2006)

Alınan bu kararlarla birlikte semâ” gösterilerinin ya da ayinlerinin UNESCO”nun koruması altına alınması bir takım sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Alınan kararlar çerçevesinde kültürel mirasın korunması ve sürekliliğinin sağlanmasında kuşkusuz herkese önemli görevler düşmektedir. Bu sorumluluklar çerçevesinde herkesin bu noktada katkı sağlaması gerekebilir. Yetersiz kalındığı durumlarda ise Şimşekler (2006: 6)”in de altını çizdiği gibi semâ” gösterilerinin uygun olmayan fuar açılışı, lokanta, sünnet törenleri ve benzeri yerlerde yapılmasına UNESCO’nun aldığı kararla bağlantılı olarak yasaklanması gerekebilir.

Bu konuda ise, başta Turizm Bakanlığı ve il turizm müdürlükleri olmak üzere sivil toplum örgütleriyle koordineli bir çalışmanın gerekliliği açıktır. Belki ancak o zaman Holat”ın vurguladığı gibi bir anlayış Konya”da ve insanlarımızda egemen olabilir. Holat (2006) “1970″li yıllarda Konyalı semâ”a çok sahip çıkarken; Zafer”deki giyim mağazaları, Şeb-i Arus haftasında vitrinlerini Mevlâna sembolleriyle yapmaktaydılar. Bütün Konyalı Şeb-i Arus haftasında farklı bir duyguyu yaşamaktaydılar.”

Burada özellikle 1970″li yıllarda il olarak Konya”da Şeb-i Arus”a büyük bir önem verildiği ve esnafı ile Konya halkının âdeta bu olayı hem içlerinde hem de uygulamalarında birebir yaşadıkları fikri çıkmaktadır. Âdeta bir yaşam biçimi hâline getirilen dönemlerden daha sonra daha sistematikleştirilmeye çalışılan, fakat birden fazla kuruma organizasyon yetkisinin verilmesiyle bir koordinasyonsuzluğun ortaya çıktığı dikkati çekmektedir. Hem koordinasyonun sağlanması hem de Mevlâna ve semâ” gibi çok önemli kültürel değerlerin içinin boşaltılarak tüketim metaı hâline dönüşmesini önlemede başta kurumlar olmak üzere, Konya halkına hatta herkese önemli görev düşmektedir. 1970″li hatta ilk semâ” gösterilerinin yapılmaya başlandığı 50″li yıllardaki heyecanın tüm halka yansıması kuşkusuz dünyanın dört bir yanından Konya”ya gelen insanlar üzerinde büyük bir etki oluşturacak; bu da Mevlâna”nın evrensel mesajlarının doğru kanaldan çok sayıda kişiye erişmesini olanaklı hâle getirecektir.

Sonuç

Sanayi Devrimi sonrasında her alanda yaşanan standartlaşma gerçeğine kültürün değişme ve sürekliliğini koruma özelliği de eklendiğinde, kültür ve kültürü oluşturan ögelerin farklılaşmamasının mümkün olamayacağını kestirmek hiç de zor değil.

Konya denilince akla gelen ilk unsurlardan biri olan Mevlâna ve onunla özdeşleşen semâ” gösterileri de önceden belli bir eğitim seviyesindeki insanlara hitap eden bir ritüel iken zamanla kültür endüstrisi içerisinde yoğrularak âdeta teknolojik bir üretim bandından geçmiş ve kendini farklı mekanlarda, organizasyonlarda ve farklı şekillerde sunulabilen kitle kültürü ögesi hâline dönüştürmüştür.

Kendi öz niteliklerine tamamen ters ve işin ehli olmayan kişilerce gerçekleştirilen, âdeta bir ticari rant kapısı olarak değerlendirilerek hiç de taşıdığı anlamla ilişkili olmayan ortamlarda bu gösterilerin yapılması, hem Mevlâna”ya hem de onun insanlığa sunduğu evrensel mesajların kalıcılığına yaptığı tahribatın farkında olmamak mümkün değildir. Ayrıca ülkemizin kültürel zenginliklerinin aslından tamamen kopuk bir ticari meta hâline getirilerek sunumu ve bunun ardında yaşanan rant kavgası ülkemize, Konya”ya ve elbette Mevlâna ve onun evrensel mesajlarına yapılan büyük bir haksızlıktır.

Semâ” gösterilerinin aslına uygun şekliyle uygun mekanlarda izleyenlere sunulmasını sağlayacak bir takım tedbirlerin UNESCO”nun kararıyla paralel olarak alınması ve bu yönde ilgili birimlerin koordineli bir şekilde çalışması sağlanmalıdır: Başta bir takım yasal düzenlemeler olmak üzere, denetimlerin sıklaştırılması ve bu konuda aykırı hareket edenler konusunda gerekli tedbirlerin alınması, daha da önemlisi kendi halkımızı bu konuda eğitip bilinçlendirecek bir takım uygulamaların yapılması zorunludur.

2007 yılı Mevlâna’nın 800. yıl dönümü olması nedeniyle Mevlâna yılı ilan edilmiştir. Mevlâna”nın insanlığa ışık tutan evrensel mesajlarının ve semâ” gösterilerinin aslına uygun olarak tüm dünyaya aktarılması ile bunun bir tüketim metaı olmaktan kurtarılması, UNESCO”nun belirlediği kriterler çerçevesinde hareket edilmesi ve Türkiye”nin taahhütlerini layı-kıyla yerine getirmesiyle mümkün olabilecektir. Bu noktada başta devletin ilgili birimlerine sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düşmektedir. Asıl önemli görev ise aslında bu değerlerin farkına vararak maddi kazançlar için bu kültürel hazinelere zarar verilmesinin karşısında durmak suretiyle hepimize düşmektedir.

Bu karşı duruşla aslında bizi biz yapan değerlerin ayakta kalmasına katkıda bulunulacak tüm insanlığı besleyen ve günümüzde biraz da unutulmaya yüz tutan değerlerin aslına uygun bir şekilde yaşatılması sağlanmış olabilecektir.

Çalışma, Mevlâna ve semâ” gösterilerine yapılan tahribatın sadece kültürel yönüyle sınırlı kalmıştır. Bundan sonraki çalışmalar için en azından yitirilmeye yüz tutan değerlerin yeniden yaşatılması adına bir açılım sağlayacağı düşünülmektedir. Günümüzde tüketim kültürü ve kitle iletişim araçları tarafından sarmalanan gündelik hayatta yaşadığımızı veya yaşattığımızı düşündüğümüz pek çok kültürel değerlerimiz, geleneklerimiz ve hazinelerimiz ne yazık ki âdeta üretim bandından dönüştürülerek bize tüketilebilir formatta sunulan birer meta hâline gelmiştir. Bu alandaki çalışmaların artması, kuşkusuz kaybetmeye yüz tutan değerlerimiz üzerinde kurulmak istenen standardizasyon ve bu değerlere yabancılaştırma unsuruna dikkatleri çekecek, insanların farklı noktalardan konuyu görebilme ufkunu açacaktır.

 

 

* Arş. Gör., SÜ İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, tarhan@selcuk.edu.tr

 

KAYNAKÇA

____ (2006); Bir Semazenin Feryadı: “Günümüzde Mevlevilik ve Semâ””, https://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=56 erişim: 12.06.2006.

____  (2007); “Gazino Ortamında Semâ” Yapılmaz”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=207764, erişim: 08.03.2007.

____  (2007); “Mevlâna Adıyla Dükkan Açanlar Yandı!”, Zaman Gazetesi, 27 Temmuz 2006.

____  (2007); “Semâ” Dünya Mirası Listesinde”, http://www.ntvmsnbc.com/news/352492.asp, erişim: 08.03.2007.

ADORNO, Theodor W., (1999); “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünmek” Kitle İletişim Kuramları, (derleyen: Erol Mutlu), Ankara: Ütopya Yayınevi.

ARABACI, Caner, (2000); “Eski Eğitim Kurumları ve Folklor İlişkisi”, 2. Folklor ve Halk Edebiyatı Kongresi, 27-28 Ekim 2000, Konya, s.108-113.

AYDOĞAN, Filiz, (2004); Düşlerimizi Artık Televizyon Kuruyor Medya ve Popüler Kültür Üzerine Yazılar, İstanbul: Kapital Medya AŞ.

BATMAZ, Veysel, (2006); Medya Popüler Kültürü Gizler, İstanbul: Karakutu Yay.

BAYRU, Esin Çelebi, (2006); “Semâ””, İnsanlığın Aynası Mevlâna, İstanbul: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay.

ÇELEBİ, Celâleddin B., (2002); “Semâ””, Konya”dan Dünya”ya Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul: Karatay Belediyesi Kültür Yay., ss. 185-191.

DEBORD, Guy, (1996); Gösteri Toplumu ve Yorumlar, (çev. Ayşen Ekmekçi -Okşan Taşkent), İstanbul: Ayrıntı Yay.

Eflâkî, Ahmed, (1986-87); Ariflerin Menkıbeleri-Mevlana ve Etrafındakiler, (çev. Tahsin Yazıcı), C 1-2, Ankara: Remzi Kitabevi.

ERDOĞAN, İrfan, (1999); “Popüler Kültür, Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele” Popüler Kültür ve İktidar, (Derleyen: Nazife Güngör), Ankara: Vadi Yay.

ERDOĞAN, İrfan – KORKMAZ, Alemdar, (2005); Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: Erk Yay.

GANS, Herbert J., (2005); Popüler Kültür ve Yüksek Kültür, (çev. Emine Onaran İncirlioğlu), İstanbul: Yapı Kredi Yay.

GENDRON, Bernard, (1998); “Theodor Adorno Cadillacs”la Tanışıyor”, Eğlence İncelemeleri, (Derleyen: Tania Modleski), İstanbul: Metis Yay.

GÖLPINARLI, Abdulbâki, (1953); Mevlâna”dan Sonra Mevlevilik, İstanbul: İnkılap Kitabevi.

(1983); Mevlâna”dan  Sonra  Mevlevilik,  İstanbul: İnkılap ve  Aka Kitabevi.

(1963); Mevlevi Adab ve Erkanı, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevi.

GÜNGÖR, Nazife, (1993); Popüler Kültür ve İktidar, (Derleyen: Nazife Gün-gör), Ankara: Vadi Yay.

GÜVENÇ, Bozkurt, (1997); Kültürün ABC”si, İstanbul: Yapı Kredi Yay.

HALICI, Feyzi, (2004); “Konya”da Semâ” Törenlerinin Başlangıcı ve Dünyaya Yayılışı”, İnsanlığın Aynası Mevlâna, İstanbul: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay, ss. 281-288.

KIZILDAĞ, Şaban, (2001); Pop Müzikten Popüler Kültüre Medya Çocukları, İstanbul: Şehir Yay.

KÜÇÜK, Hülya, (2005); Sultan Veled ve Maârif”i, Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay.

LULL, James, (2001); Medya İletişim Kültür, (çev.: Nazife Güngör), Ankara: Vadi Yay.

ODABAŞI, A. Sefa, (2002); “Hz. Mevlâna”yı Anmak”, Konya”dan Dünya”ya Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., ss. 347-353.

OSKAY, Ünsal, (2004); Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım, İstanbul: Yapı Kredi Yay.

____  , (2001); Müzik ve Yabancılaşma-Aristo, Huizinga ve Adorno Açısından Bir

Ön Çalışma, İstanbul: Der Yay.

ÖNDER, Mehmet, (1998); Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul: Aksoy Yayıncılık.

ÖZCAN, Mustafa, (2003); Refi Cevad Ulunay”ın Mevlâna, İhtifaller ve Konya Yazıları, Konya: Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay.

ÖZÖNDER, Mehmet, (2006); Bir Eğitim Mektebi Mevlâna ve Mevlevilik, Konya.

SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati, (1989); “Eski Bir Türk Oyunu ve Semâ””, 4. Milli Mevlâna Kongresi, 12-13 Aralık 1989, Konya, ss. 35-39.

ŞİMŞEKLER, Nuri, (2003); “Mevlâna, Mevlevilik Çalışmaları ve Mevlâna Kültür Merkezi”, Yeni İpekyolu, Yıl: 16, S 1120, ss. 24-30.

____, (2005); Yılan Hikayesinden Gerçeğe Dönüşen Proje: Mevlâna Kültür Merkezi, Yayımlanmaya hazır kitap, Konya.

ŞİMŞEKLER, Nuri, (2006); Selçuk İletişim Gazetesi, Aralık 2006, s. 6.

UĞUR, Aydın, (2003); Kültür Kıtası Atlası, İstanbul: Yapı Kredi Yay.

WILLIAMS, Raymond, (1993); Kültür, Ankara: İmge Kitabevi.

YARAR, Abdüssettar, (2003); “Semâ”, Ehil Kişiler Tarafından İcra Edilmelidir”, Yeni İpekyolu, Yıl: 16, S 1120, ss. 42-43.

YAZICI, Tahsin, (1964); “Mevlâna Devrinde Semâ””, Şarkiyat Mecmuası, C V, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi, s.135-150.

YÖNDEMLİ, Fuat, (1997); Mevlevilikte Semâ” Eğitimi, Ankara: Atatürk Kültür Merkez Başkanlığı Yay.

 

GÖRÜŞÜNE BAŞVURULAN KAYNAK KİŞİLER

HOLAT, Mehmet Emin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Semazeni, Mevlâna Kültür Merkezi”nde 60″

HOLAT, Mustafa, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Postnişini, Konya Bedesten Çarşısı”nda, 60″

KAYYA, Yusuf, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Sanat Yönetmeni, Mevlâna Kültür Merkezi”nde 60″

YÜNDEN, Mehmet, Konya İl Turizm Müdürlüğü Turizm Şube Müdürü, Konya İl Turizm Müdürlüğü”nde 25″

 

Mevlâna Araştırmaları Dergisi  Yıl : 2007, Sayı 1,