Hz. Mevlâna ve Hakîkatül Hakâyık – Ali Günvar

A+
A-

Hz. Mevlâna ve Hakîkatül Hakâyık

Ali Günvar

Bîşnevü ney çün hikâyet mikûned

Ez cüdâyihâ şikâyet mikûned

Mevlâna yorumcularının ittifakla kabul ettikleri bir mânâ da ney imgesinin, mürşidi ya da insan-ı kâmili remzettiği hakikatidir. Doğru mudur? Kısmen…

Bu konunun ciddi anlamda araştırılması için sanırım ulema-i rüsumun kalıplaşmış bakış açılarıyla İmam Gazali düşüncesinden icazetli akademik tasavvuf anlayışının bir kenara bırakılması ve konuya daha ciddî bir cesaretle bakılması gerekmektedir.

Celal Karaman, Aksiyon Dergisi 13.05.2002 tarihli 388. sayısında yer alan Mevlâna Realistti adlı makalesinde, “Nitekim İkbal Hazretleri de ‘Mesnevi Farsça yazılmış bir Kur’an’dır” diyor. Hâşâ Mesnevi, Farsça Kur’an olur mu? Bunlar sevgi münasebetiyle söylenmiş sözlerdir. Bundan mânâ çıkarıp da Mesnevi Kur’an gibidir denemez,” diyor. Bu tezin savunucularının halet-i ruhiyelerini anlamakla birlikte henüz Mevlâna’yı ve Mevlânalık hakikatini nefislerine kabul ettirememiş olduklarını da görmüyor değilim.

Elbette bu hususun son derecede zor ve çetrefilli olduğunu bilmekteyim ancak aşağıda anlatmaya çalışacağım birkaç noktayı da söylemeden geçemeyeceğim.

İlk olarak, dünyadaki bütün monoteist inanç sahipleri mükemmel olduğunu tasavvur ederek kabullenebildikleri ve sadece vehimlerinde tasavvur ettikleri bir Allah’a inanırlar. Bu kabul Semavî Dinler adı verilen ve Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm isimleri altında tasnif edilen sistemlerin hepsinde, genel bir ön veri olarak ileri sürülen bir kabuldür.

İlkin bu iki kabulün gerçeklik düzeylerine bir bakalım. Allah mükemmel bir tanrı önermesi midir yoksa Allah kabulünde esas alınması gereken kemâl midir? Bir diğer deyişle, Allah’ı mükemmeliyet sahibi olarak mı kabul edeceğiz yoksa kemal sahibi olarak mı?

Zira mükemmeliyet tam bir kusursuzluk tasavvurudur. Kemal ise kusursuzluk hâli ile kusurluluk hâlinin iç içe geçtiği ve birbirleriyle çelişir gibi görünen bu iki halin aşkın bir yapıda bütünleştiği (tevhide erdiği) biricik ve benzersiz bir durumdur. Bu nedenle ben Allah’ın mükemmeliyet üzere tasavvur edilerek kişinin kendi tasavvuruna tapmasındansa kemâlat üzere algılanması ve tapılmasından yanayım.

Bu açıdan baktığımız zaman Celâl Karaman’ın yazısındaki “Hâşâ Mesnevî Farsça Kur’an olur mu?” şeklinde tezahür eden tepkisine verecek tek cevap kalıyor: “Neden olmasın?” Elbette konu görüldüğü kadar basit değil ve ilkellik düzeyinde basite indirgenmesi halinde pek çok çelişki ve anlaşılmazlıklar içine düşürür insan zihnini. Küçük bir örnek olarak Kur’anda geçen “dûnillah” ibaresini ele alalım. “Dûnillah – Allah dışı” anlamına gelir. Mükemmeliyet bakışı ile bu kavramı oturtmaya çalıştığımızda işin içinden çıkılması son derecede zorlaşır. Zira Allah yalnızca sonsuz ve mükemmel bir büyüklük olarak tanımlanırsa Allah için maddeten ya da düşünsel olarak bir dış tanımlayabilmek mümkün olmayacaktır. Öyle ya, boyutları her bakımdan sonsuz olan ve sınırlanamayan bir varlığın dışı nasıl olabilir.

İşte tam bu noktada tasavvuf düşüncesi, yani vahdet-i vücut çerçevesinde tanımlanan kemâl ve tevhid kavramları kişinin imdadına yetişir. Allah, ef’ali ve sıfatı itibariyle sonsuz ve sınırsız olmakla birlikte, kendi dışını zuhur hükmünü icraata koyduğu “el İnsan – o İnsan” olarak açıkladığı zatı itibariyle tarif etmektedir. Şu halde “dûnillah” dediğimizde Zamanın İnsan-ı Kâmili olarak görünen o risâlet noktasını göz önüne alarak tarif edilen bir dıştan söz etmekteyizdir.

Avam tarafından Esma-i Hüsna diye bilinen Allah’ımızın tatbikat isimlerinden bir tanesi olan “el Müteâlî” için de aynı durum söz konusudur. “El Müteâlî” ismi “aşkın – transcendant” anlamına gelir. Eğer Allah sınırsız ise, kim neye aşkın olacaktır? İşte burada da yukarıdaki paragrafta yapılan tarife uygun düşünüldüğünde bir yere varabilmek mümkündür. “El Müteâlî” ismi ancak Zamanın İnsan-ı Kâmili göz Önüne alınarak düşünüldüğünde tatbikata girecektir.

Bu durum aslında bütün ilâhî tatbikat isimleri açısından geçerli bir durumdur. Zira bütün bu isimler Hz. Muhammed Sırrı ya da Hakîkat-i Muhammediye olarak adlandırılan zatî kaynaktan sadır olurlar. Bu ilâhî tertip Sevgili Efendimizin dünyayı teşrifinden önce zuhur etmiş olan ve nübüvvet ile ayan gönüller için de, Sevgili Efendimizin irtihallerinden sonra Şah-ı Velayet İmam Ali ile başlayan ve velayet ile ayan gönüller için de geçerli bir durumdur. İşte Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretlerinin “Bugün Ahmed benim /Ama dünkü Ahmed değil” beyanları, bu tertip göz önünde tutularak idrak edilirse doğru bir noktaya gelinmiş olacaktır.

Hz. Mevlâna, yaşadığı devirde, “‘Hakîkat-i Muhammediye’nin ve ‘el Hayy’ isminin, Mevlâna meşrebindeki zatî etkiyle, mümkün kıldığı sıfatîve ef’alî açılmaların merkez noktasının kendileri olduğunu”, bir diğer deyişle, “kendisinin zamanın Muhammed’i olduğunu” açıkça bildirmektedir.

Muhammed’den sadır olan da Kur’an olduğuna göre Mesnevî’ye “Farsça Kur’an” demenin öyle ciğerlerden gelen bir “hâşâ” ile karşılanmaya lâyık bir hatâ ya da kusur olmadığı çok açıktır. Hz. Mevlâna’nın zamanın risâlet noktası ve kutbütaktâb olarak göründüğü devirde Kur’anı anlayabilmek ve yaşayabilmek konusunda yegâne müracaat edilecek kaynak ve açılmaların Mesnevî’de olduğu o kadar aşikârdır ki…

Benzeri bir ilişki, Hz. Muhammed öncesindeki nübüvvetler devrinde Hz. Musa’nın vazetmiş olduğu Tevrat ile Hz. Davud’un Zebûru arasında da vardır ve bu hiç de “hâşâ”lık bir durum değildir. Bu bakımdan kendilerini mevhum bir “şeriafin cansiperane savunucuları olarak görenlerin, önce edebe gelmelerini ve her devirde gelen ve ‘Sırr-ı Muhammed’ örtüsüne bürünmüş olarak Muhammed tarîkini ayakta tutan Mevlâna gibi âlî zatların imanlarını ve vazeyledikleri düsturları kendi küçük kafalarının çerçevesi içinde kurtarmaya kalkışmamalarını öneririz. Unutmamalıdır ki, Hz. Mevlâna’nın yaşadığı devirde iman ve şeriat, Hz. Mevlâna’ya tabî olmaktır. Diğer tatbikatlar ise teferruattır. Teferruatı esas kabul ederek hareket etmeye kalkmak bu konuda hüsrana yol açar.

Hz. Mevlâna bu esas üzere anlaşıldığında Hz. Şems ile ilişkisinin gerçek boyutları kavranılabilir bir biçimde ortaya çıkar. Muhakkak ki Hz. Şems’e böyle bir zâta mürşitlik etmesi karşılığında ne vereceği sorulduğunda “başımı,” diye cevap vermesi boşuna değildir. Allah’ın mümessil noktası olacak sahibrisalet bir gönlü dünya şartları içinde rüşte hazırlama şerefi için bir baş çok mudur?

Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı