MEVLÂNÂ, MESNEVÎ VE KUR’AN

A+
A-

MEVLÂNÂ, MESNEVÎ VE KUR’AN

Hüseyin GÜLLÜCE*

Özet:

13.yüzyılda Anadolu’da yetişen en büyük şahsiyetlerden birisi de Mevlânâ Celâleddin er-Rûmı’dir. Mevlânâ yaşadığı yüzyıldan günü­müze kadar hatta gelecekte de İslam ve insanlık tarihinin en değerli şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Ona bu değeri kazandıran üç ana unsur bulunmaktadır. Bunlar: Kendisini yetiştiren ve kendisinin yetiş­tirdiği insanların değerleri ile insanlık âlemine armağan bıraktığı eser­lerinden bilhassa ölümsüz eseri olan Mesnevı’dir.

Mevlânâ diğer İslam âlimleri gibi kendisini Kur’an ve İslam Pey­gamberi Hz. Muhammed’in hidayet eline teslim etmiş, kendisini “efendimiz/Mevlânâ” yapan müstesna konumunu hak etmiştir.

Mevlânâ, Mesnevi’de şiirin katkı ve akıcı üslubuyla doğu kültür­lerinin en güzel bir sentezini sunmuştur. Aslında o, eserlerinde Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadisi şerifleri ışığında İlahî sırlan ve ru­hanî hikmetleri insan-AllaK merkezli olarak ele alıp açıklamak istemiş ve bu yönde insanlan bilgilendirmiştir. Ancak o bu misyonu yerine ge­tirirken üslup olarak şiir dilini kullanmanın yanı sıra birçok çekici hi­kâye ve temsillerle insanların gönlünü ve ilgisini bu konulara çekmek istemiştir.

Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Mesnevi, Kur’an.

Mevlânâ, Mesnevi, Qur’an

Abstract:

One of the greatest personalities raised in Anatolia from the 13th century is Mevlana Celaleddin er-Rumi. Mevlana has become one of the most valuable figures from his time, right through to ours, beco­ming one of the greatest figures of Islam and humanity. There are thre­e major factors which have gained him this reputation: These are dis­tinguished people who have trained him and those who have been trai­ned by him, along with his works which he has presented to the world of humanity, especially his immortal work, Mesnevi.

Like other Islamic scholars, Mevlana has given himself into the hands of the welcoming message of the Qur’an and the Prophet, and he has deserved the position which has made him our Beloved Mevlana with his distinguished character and beneficence.

In Mesnevi, Mevlaha has reflected the most beautiful synthesis of eastern and western cultures with a smooth language of poetry. He has ‘ ’’actually tried to explain divine mysteries and spiritual wisdoms as the center of God and human relationships, explaining this under the light of verses from the Quran and hadiths from the Prophet. While reciting poems as a method of explaining his mission, he has also narrated sto­ries and presented characters to try and appeal to the heart and interest of the people.

Key Words: Mawlana, Mathnawi, the Qur’an.

 

Mevlânâ[2]:

İslam medeniyetinin, insanlık semasım aydınlatmaya başladığı andan, günümüze kadar geçen on dört asırdan fazla olan bu sürede, insanlara en doğru yolu gösteren Kur’an güneşinin[3] ve en güzel ve en şerefli sözlerin sahibi olan Hz. Peygamber’in[4] yanı sura, bu semayı süsleyen, insanlara rehberlik eden binlerce yıldız da var olmuş ve kıyametin kopmasına kadar da var olmaya devam edecektir. Bu yıldızların en par­lakları hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ashâbım yıldızlar gibidir, han­gisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz”[5] buyurduğu ashâb-ı kirâm hazretleridir. Yine Hz. Peygamber’in buyurduğu “Asırların (insanlarının) en hayırlısı, benim yaşadı­ğım bu asırdadır, sonra bu asırdan sonra gelen asırdadır, sonra da ondan sonra gelen­dedir ve bu böyle devam eder.”[6] hadis-i şerifine göre, yıldız gibi yol gösteren bu in­sanlar her zaman var olmuş ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. An­cak yukarıdaki hadis-i şerifin de işaret ettiği gibi, sonradan gelen yıldızlar, önceki1 ler kadar parlak ve büyük olamayacaklardır. Fakat arada bir öyle parlak, öyle kuv­vetli ve öyle yüce yıldızlar doğmuştur ki, bunlar adeta kutup yıldızı gibi belirgin ve seçkin olmuşlardır.

Arada bir ortaya çıkan ve parlaklığı gözlerden ve gönüllerden kaybolmayan ku­tup yıldızı misali bu büyük insanlardan birisi de, şüphe yok ki Hz. Mevlânâ’dır. Mevlânâ, o kadar parlak ve o kadar büyük bir yıldız olmuştur ki, büyük âlim Molla Câmî, onun hakkında şöyle demiştir.

“O, manevî âlemin pâdişâhıdır,
Bu yüceliğine Mesnevî yeter delildir.
O âlî cenâbın vasfında ben ne söyleyeyim…”[7]

Mevlânâ’nm binde bir âlim ve ârife nasip olacak bu büyük dereceye ve üne sahip olmasından dolayıdır ki, doğumunun 800. yılı olan 2007, UNESCO tarafından “Mevlânâ Yılı” olarak ilân edilmiştir.

Acaba Mevlânâ’yı diğer İslam âlimlerinin birçoğundan farklı kılan şey ne idi? Gerçi o da hiç şüphesiz ışığını diğer âlim ve mutasavvıflar gibi Kur’an’ın güneşi ve Hz. Peygamber’den almakta idi. Onun da asıl kaynaklan bu ikisi idi.[8] Fakat Mevlâ­nâ’yı diğer pek çok âlim ve âriften farklı yapan iki şey daha vardı. Bunlar, Yüce Al­lah’ın kendisine bahşettiği mümtaz aklı ile engin gönlü idi. O, kendisine bahşedilen parlak aklı ile ilim dünyasında “Molla-i Rûm” lakabını kazanırken; gönlü ile de, irfân âleminde “Sultânu’l-Âşıkîn” unvanım hakkedecek bir mertebeye gelmişti.

Mevlânâ ilim elde etme konusunda çok şansh birisiydi. Küçük yaşlanndan itiba­ren, “Sultânu’l-Ulemâ” diye tanınan babasımn talebesi olmuş, daha sonra da muhakkik bir âlim ve ârif olan Burhaneddin Tirmizî’nin husûsî eğitiminden geçmiş, bunla­rın yanı sıra yine Muhyiddîn ibn-i Arabî, Sadreddin Konevî gibi İslam âleminin en büyük âlim ve mutasavvıflarından ders almış ve istifade etmiştir. Birçok insanın sa­hip olamayacağı bu imkânlarla, aklını ve ilmini geliştiren Mevlânâ, günün birinde karşısına çıkan farklı bir insan, farklı bir velî ve gönlü Allah aşkıyla dolup taşan fark­lı bir mutasavvıf olan Tebrizli Şems ile de karşılaşmış, ondan İlâhî sırlara ait pek çok şey öğrenmiş, İlimde tahkîk mertebesine ulaştığı gibi, İlâhî aşk ve maneviyatta da ke­mâl mertebesine çıkmıştır.

Şems-iTebrîzî, Mevlânâ’ya, sadece yazılanları okumakla bir yere varılamayaca­ğını, kendi iç dünyasına, ruhunun derinliklerine dalmasını, Allah tarafından gönlüne ilham edilen bilgilere kulak vermesini öğütlemiş, onu dış dünyadan, zâhirî ilimler­den, çevresinden koparıp içindeki taşmaya hazır bir deryâ gibi olan gönül dünyasına daldırmış, o ana kadarki tedrisatıyla hamlıktan pişme mertebesine ulaşan Mevlânâ’yı tutuşturmuş ve asıl Mevlânâ’ya dönüştürmüştür. Mevlânâ’nın kendisi ömrünün bu üç dönemini, şu mısralanyla ifâde etmektedir:

“Hâsıl-ı ömrem se sühan bîş nîst,
Hâm bûdem, pohte şodem sûhtem.[9]

Manası şöyledir:

“Ömrümün hulâsası sadece şu üç kelimedir;
Hamdım, piştim (yetiştim) ve yandım (erdim).”

Böylece Mevlânâ, Fuzülî’nin;

“tüm kesbi ile pâye-i rif at,
Arzuyu bir muhâl imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde,
ilim bir kıl u kâl imiş ancak.”[10]

dediği gibi kîl u kâl olan zâhirî ilimlerle uğraşmayı bırakmış, toprağı altına çeviren, câhili ârif yapan aşk deryâsma dalmış, onu diğer âlim ve ârîflerden farklı yapan özel­liğine kavuşmuştur. Nitekim bir gün Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Bu nefisle savaş­mak, riyazet etmek, tekrar tekrar zâhirî ilimlerle uğraşmaktan gayeniz nedir?” diye sorduğunda o da “Şeriatın yolunda gitmektir” şeklinde cevap vermiştir. Fakat Şems, bunların hepsinin işin dış yüzü olduğunu, asıl ilmin ma’lûma (Allah’a) vâsıl eden ilim olduğunu bildirmiş ve Hakîm Senâî’nin şu beytini Mevlânâ’ya okumuştur:

“ilim, eğer seni senden almıyorsa,
Bilgisizlik, bu ilimden yüz defa daha iyidir.”[11]

Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile buluşup tamşmadan ve ondan etkilenmeden önce de, zahiri ilimlerden çok bâtını ilimlerden zevk alıyor, kalıptan çok kalp işleriyle ilgile­niyordu. Bu yüzden kitap telif etme konusuyla da arası pekiyi değildi. O, kitap yaz­ma İşini, cüz’î aklın (beşerî aklın) işi olarak görüyor, küllî akim (İlâhî aklın) yani Hz. Peygamber ve onun manevî vârislerinin işinin kitap yazmaktan müstağni olarak kalp ve ruha tesir etmek olduğunu şu şekilde ifade ediyordu.

“Akl-ı cüz’î, baştanbaşa defterler karartır (kitaplar telif eder);
Akl-ı küllî ise ufukları ay nûruyla doldurur.
Akl-ı küllî, akdan karadan (kâğıt ve mürekkepten) müstağnidir,
Çünkü onun ayının nuru, ruha ve kalbe akseder.
Bu kara ve akdan kadr u şeref bulanlar varsa da,
Onlar da o Kadir Gecesi gibi olan ve yıldız misâli parlayan akl-ı küllinin ilhâm eseridir.”[12]

Bununla beraber Mevlânâ kitap yazmaya da tamamen karşı çıkmamaktaydı. O, sadece Kur’an ve sünnetten kaynağım ve ışığım almayan, bocalamakta olan salt akıl­la bu işin yapılmasına karşı idi. Yoksa Kur’an ve Hz. Peygamber’in hadis-i şerifle­rinden ilhâm alınarak yazılan eserlere karşı olmadığı gibi, bu işin değişik zaman ve mekânların ihtiyaçları açısından da gerekli olduğunu savunuyor ve bu hususta ise şöyle diyordu:

“Ey kendisinde söylemek ve sözünde menfaat vermek hassası bulunan kimse!
Söyle ve yaz ki, bu hâl ırmak akıtmak gibi olup bizden asırlar sonra geleceklere su (âb-ı hayât gibi olan maârif ve hakâiki) eriştirir.
Vâkıa her asırda bir söz söyleyici ve halkı irşâd edici vardır.
Bununla beraber evvelkilerin sözü de o zâta yardım eder.”[13]

Mevlânâ bu sözleriyle bir yandan Allah rızâsı için kitap yazmayı tavsiye ederken, öte yandan da bu konuda selef-i sâlİhînin faziletlerine dikkat çekmektedir. O, bu söy­lediklerini kendisi de uygulamış, yazmış veya yazdırmış olduğu kitaplarım bu gaye ile vücuda getirmiştir.

Mevlânâ, İslam dininin temelim oluşturan Kur’an ve Hz. Peygamber’e, dolayı­sıyla onun hadis-i şeriflerine bağlılığım, bu ikisinin dışında kurtuluş aramanın yanlış olacağım şu dörtlüğü ile açıkça ilân etmiş, aksi telâkkilerden uzak olup ve rahatsız­lık duyacağını da baştan beri bildirmiştir.

“Men bende-i Kur’an’em, eğer cân dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtâr’em.
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân siihun bîzârem.””

Tercümesi şöyledir:

“Ben, sağ olduğum müddetçe Kur’an’m kölesiyim,
Ben, Muhammed Muhtar’ın yolunun toprağıyım.
Benim sözlerimden bunlardan başka bir mana kim naklederse,
Ben, o kimseden de bîzânm, o sözlerden de.”

Böylece Mevlânâ, bizlere miras bıraktığı eserlerini, Kur’an ve sünnet ışığı altın­da yazdığım, her eserinde temel kaynak olarak bu ikisini referans aldığım belirtmek istemiştir.

Mesnevi[14]

İsmail Ankaravî, Mesnevi Şerhi’nin başında şöyle demektedir: “Mesnevi kitabım Kur’an tefsirleriyle, nebevi hadislerden meydana gelen iki denizin birleştiği bir yer (mecma’ul-bahreyn) yapan Allah’a hamdolsun.”[15]

Bir Mesnevi uzmanı olan Ankaravî’nin bu sözlerinin manası şudur; Mesnevi, Al­lah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri ve hadis-i şeriflerin bir şerhi mahiye­tindedir. Ayetler ve tefsirlerinden, hadisler ve şerhlerinden meydana gelmiştir. Öy­leyse mutlaka bu eserin bir tefsir yönü ve bu açıdan önemi olmalıdır. Ancak, Mesnevî’nin asıl yazılış gayesi; müritler ve hak yolcuları için bir rehber ve irşâd kitabı ol­ması nedeniyle, bilinen ve müteâref tefsir kitaplarından farkı vardır.

Mesnevî’yi baştan sona, kendi vezninde, manzûm olarak Sultan Ahmed zamanın­da Osmanlıcaya çeviren Süleyman Nahifi;

“Hz. Mevlânâ’mn bu güzel Mesnevi’si, ilim esnafının tahkik madenidir.
Mesnevi beğenilen bir güzeldir. Bî bedeldir, güzeldir, sevgilidir.                                .
Lâkin herkese cemâlim arz etmez. Sohbetinin mahremleri, hâl sahipleridir.
Cahiller onun güzelliğini, cemâlini inkâr edicidirler. Vâsıllarsa, hüsnünün şevkin­den nasiplenmişlerdir.”[16]

derken, Mesnevî’yi anlamak, ondan faydalanmak için hâl sahibi olmanın gerekti­ğini belirtmek istemiştir:

Mesnevi hakkında,

“Kitâb-ı Mesnevi kim, nusha-i ilm-i hakikattir.
O kim, manasım idrâk eder, sahib-i kerâmettir.
Serâpâ şerh-i remz-i ııükte-i ma’nâ-i Kur’an’dır.
Beyan eyler usûl-i dini, her beyti bir ayettir.”*[17]

diyen Çevri Dede, Mesnevî’deki beyitlerin gerçek manalarım anlama hususunda ise şunları söyler:

“Ne Kâşânî bilir, te’vîl ve ma’nasm ne Cürcânî
Eğer ki, onların her biri, bir sâhib-i fazilettir.
Meğer feyz erişe Mollâ Celâleddîn-i Rûmî’den
Ki, zira ol edîb-i âlim gayb-ı hüviyyettir.”[18]

Sa’îd Nursî de, Mesnevi’nin tefsir kitapları içindeki yerini şöyle belirtir:

“Selef-i sâlihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tef­sirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’aniyyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izâh ederler. Selef-i sâlihinin bu türlü tefsirleri çoktur, hususen Gavs-ı A’zam Şâh-ı Geylânî, îmam~ı Gazali, Muhyiddîn-i Arabi, îmam-ı Rabbânî gibi zevât-ı kirâmm eserleri bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Haz­retlerinin Mesnevî-i Şerifi de, bu tarz bir nev’i manevî tefsirdir.”[19]

Kur’an Mesnevi münasebetine dair Mevlânâ şöyle bir karşılaştırma yapar:

“Şunu bilmek lazımdır ki, Kur’an, güzel yüzlü, latif ağızlı, türlü elbise ve ziynet­lerle süslenmiş, hatadan ve kusurdan hâlî, şüpheden an duru bir gelin gibidir. Fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır. Nitekim buyurmuşlardır ki:

‘Kur’an gelini, yüzündeki peçeyi, iman başkentini (kalbi) kavgadan, gürültüden (mâsivâdan) temizlenmiş, sakin gördüğü vakit açar.’[20]

Bizim Mesnevimiz de böyle manevî bir dilberdir. (…)”[21]

Mesneviyi anlayabilmek için ise, şu hususlann gereğini vurgular: “Mesnevinin nurlarla dolu sırlannı ve inceliklerini anlamak (ve ondaki) ayetlerin, hadislerin, hikâ­yelerin. tertibini, aralarındaki münasebetleri kavramak için, büyük bir itikad, devam­lı bir aşk, tam bir istikâmet, selim bir kalb, son derece keskin bir zeka ve anlayış ile bir çok muhtelif ilimleri bilmek lazımdır ki, onun içinde insan seyredebilsin ve onun sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer sâdık bir âşıksa, bu vasıtalar olmadan da, Mesnevî’yi anlamak hususunda, aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir. Allah, başarı sağlayıcı, doğru yolu gösterici, yardımcı ve insanların idarecisidir.”[22]

Buraya kadar verilen bilgilerin sonucu olarak Mesnevî’yi, Kur’an’in bir tefsiri saymak mümkün olmaktadır. Ayrıca tespit ettiğimiz şu rakamlar da bunu göstermek­tedir:

23 başlık “falan ayetin tefsiridir”; 53 başlık da “falan ayet hakkında” veya “falan ayetin hükmü gereğince” şeklindedir. Altı ciltten oluşan Mesnevî’de, lafzen veya meâlen geçen ayetlerin sayısı 700 kadardır. Lafzen geçenler 420, meâlen iktibas edi­lenler ise 272 ayettir. Bu ayetlerin çoğu kısa da olsa bazı tefsirlerle birlikte verilmiş­tir. Hz. İbrahim’in (a.s.) dört kuş alıp onlan kestikten sonra dağlara bırakmasıyla il­gili Bakara suresinin 260. ayeti* hemen hemen 5. cildin tamamım kapsayacak şekil­de işârî olarak tefsir edildiği gibi, ayrıca Mesnevî’nin tamamının “İnşâallâh”in tefsi­ri olduğu da, Mevlânâ tarafından dile getirilmiştir.[23] Zaten dikkatle okunduğu takdir­de, onun her beytinin, bir veya bir kaç ayet veya hadisin tefsiri veya açıklaması ol­duğu anlaşılacaktır. Bu sayılara bir bu kadar da işaret veya telmih yoluyla geçen ayetleri de ekleyebiliriz. Bu durumda ise, Mesnevî’de yaklaşık olarak 1500 ayetten bahsediliyor diyebiliriz. Bu ise, Kuran-ı Kerim’in 1/4’ü eder. Yani Mesnevî, Kur’anin çeyreğini ihtivâ ve tefsir ediyor, öyle ise, Kur’anin mevzûî/konulu tefsiri ve kemiyet bakımından da çeyrek tefsiri demek yerinde olur.[24] “Çeyrek tefsiridir” di­yebiliriz, çünkü rakamlar bunu gösteriyor. “Mevzûî (konulu) bir tefsiridir” diyebili­riz, çünkü Mesnevi’nin, Kur’an’dan iktibas ve tefsir ettiği bu kadar ayet, genelde ta­savvuf ve tarikatla ilgili ayetler ve yorumlandır.

Mesnevî’de geçen, tefsirlerin niteliğine gelince, şunu başlangıçta belirtmek gere­kir ki, Mesnevi, bilinen ve alışılagelen tefsirler gibi değildir. Zaten Mesnevinin ya­zılış gayesi de bu değildir. Eşref-i mahlûkat olan ve ahsen-i takvim üzere yaratılan, Hakk’ın halifesi olmaya namzet insanın, Allah’a layık bir halife olması, bu yoldaki güçlükleri bilip aşması, bu yoldaki dost ve düşmanım tanıyıp yaradılış gayesine gö­re hareket etmesini sağlamak için yazılmış bir tasavvufî eserdir. Ancak bu konular iş­lenirken, birinci derecedeki kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Böylece Kur’an ayetleri ele alınmış, açıklanmış, tefsir edilmiştir. Yoksa bilindiği gibi, sure ve ayet sırasına göre yazılmış bir tefsir kitabı değildir. Ne var ki, eğer, tefsir kitabı, Kur’an ayetlerinden bahseden, onları açıklayan kitap demek ise, bu durumda Mesnevi de tefsir kitabı sa­yılmalıdır. Çünkü o da ayetlerden bahisle onların zahir ve bâtırıî manalarım açıkla­makta, tefsir etmektedir. O, ayetleri konunun akışına göre rivayet, dirayet veya işârî metotla tefsir ettiği gibi, bazen bunların hepsini veya bir kısmını bir arada vermekte, gerektiğinde ayeti ayetle veya hadisle, gerektiğinde de hikâye ve temsillerle açıkla­maya çalışmaktadır.

İşte Mesnevî’yi diğer tefsir kitaplarından ayıran fark da budur. Çünkü o ne bir ri­vayet ne bir dirayet ne de. sadece bir işârî tefsir kitabıdır. O, gönül, ruh ve aşk adamı bir âlim ve ârif tarafından yazılmış, ayet, hadis ve diğer İslâmî ilimleri kapsayan bir sûfî tefsiridir.

Bilindiği gibi tefsirler ya ayetlerin lafız veya ibaresini açıklayan ya da ayetlerin ihtivâ ve işaret ettiği hakikatleri açıklayan olmak üzere iki kısımdır.[25] İşte Mesnevi bu ikinci kısım tefsirlerin tasavvufî olanıdır. Ancak bu açıklamalardan onun bazı ayetlerin sadece işârî tefsirini ele aldığını söylemek de tamamen doğra bir hüküm olamaz. Bizce meselenin önemi de buradadır. Onu bir iki cümleyle “şöyle veya böy­le bir tefsir kitabıdır veya değildir” diye nitelendirmek çok zordur.

Bilakis o, Kur’an, hadis ve İslam kültürü İle ruhu kemâle erdirmek ve hedefine ulaştırmak için yazılmış bir eserdir. İşte bu arada Mevlânûnm naklî bilgilerle destek­lenmiş, kendine has orijinal Kur’an tefsirleriyle karşılaşmaktayız.

Nitekim Osmanlı döneminin son edebiyatçılarından ve değerli edebiyat tarihçile­rinden olan Nihat Sami Banarlı’mn görüşü de bu hususa ışık tutmaktadır: “Mesnevî’yi, Kur’an-ı Kerim’in şiir ve hikâye sanatı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşün­ce üslûbuyla ifadelenmiş, manzüm tefsiri diye karşılamak mümkündür. Mevlânâ, [26]

Mesnevi vasıtasıyla öğrettiği Allah’a varma yollarını Kur’an’dan ayetler getirerek, Hz. Mtıhammed’den hadisler hatırlatarak ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak ta­nıtmak sevgisindedir.”[27]

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin dışındaki eserlerim de Kür’an açısından değerlendi­recek olursak özetle şu sonuçlan görebiliriz.[28]

1   Fîhi Mâ Fîh’de referans gösterdiği ayetlerin sayısı 184 olup, bunlardan yirmi dört tanesini müstakil başlıklar altında tefsir etmiş, bu esnada birçok hadis-i şerif ve onlann izahına da yer vermiştir.[29]

2   Mecâlis-i Seb’a’da 190 ayete yer verilmiş, zaman zaman bu ayetlerin tefsirin­den de bahsedilmiştir.[30]

3    Mektûbât, bu eserde 409 kadar ayet geçmekte, aynca bu ayetlerin tefsiri sade­dinde birçok hadis-i şerif de yer almaktadır.[31]

4     Rubâiyyât, Mevlânâ’nın nihâîlerinden oluşan bu eserde, konular çok özlü ve kısa bir şekilde aynca manzûm olarak verildiğinden, ayet ve hadislerin metin ve me­allerine yer verilmesi pek mümkün olamamıştır. Yine de 16 ayet iktibas edilmiş, bir­çok ayetin manasına da telmih ve işarette bulunulmuştur.                                                                                .

5    Divân-ı Kebîr veya Divân-ı Şems-i Tebrîzî, kırk bin beyit civanndaki bu bü­yük eserinde Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’ye olan muhabbet ve iştiyak arzusunu dile ge­tirmesine rağmen 909 ayete, yani Kur’an’ın yedide birine yer vermiştir.

Bir Müfessir Olarak Mevlânâ

Mevlânâ, her ne kadar Kur’anji Kerim’e Fâtiha suresinden, Nâs suresine kadar bir tefsir kitabı yazmamışsa da, eserlerinde ve bilhassa Mesnevî’de geçen ayetlerle ilgili açıklamaları, onun pek âlâ bir müfessir kadar Kur’an ve onun inceliklerine mut­tali olduğunu göstermektedir. Bununla beraber o sıradan bir müfessir değil, kendine hâs sûfî bir müfessir olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden onu, farklı bir müfes­sir yapan hususları belirterek onun bu yönünü ortaya koymak uygun olacaktır.

Mevlânâ diğer sûfîler gibi,[32] Kur’an’ı okumak ve anlamaktan maksadın onunla amel ederek ebedî saâdeti ve İlahî rızayı elde etmek olduğu inancındadır. Fakat onu nasıl okumalı ve nasıl anlamak ki bu hedefe ulaşılabilinsin? işte bu bakımdan onun, Kur’an’ı anlama ve tefsir metodundan bahsetmek gerekmektedir.

Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaşıp, onunla dost olduktan sonra, zâlim ilimle­ri bırakıp, ledünnî ilimlerle, İlahî aşkla meşgul olmaya başlamış, vasıtaları bırakmış, maksûda yönelmiş, şeriatı tarikata bağlamış, zâhiri bâtına eklemiştir. Mevlânâ böylece, hem kendinin hem de çevresindeki Müslümanların, yaratılış gayelerini anlama­ları ve ona göre amel etmeleri için çalışmış, dinin hem zâhir, hem bâtınını anlatmış, ayet ve hadisleri kendi meşrep ve dirayetine göre tefsir edip açıklamıştır. Müslüman­ların gaflet ve dalâletten kurtulmalarına çalışarak, Kur’an ayetleri ve Peygamberin sünnetine tefsir ve izahlar yapmıştır.

Mevlânâ, kum kuruya sadece tefsir yapmak veya yazmak için tefsir yapmamış ve bu nedenle de müstakil bir tefsir kitabı yazmamıştır. O, Kur’an ayetlerinin indî bir biçimde tefsir ve te’vîl edilmesinden hoşlanmazdı. Ona göre tefsir ve te’vîl ya sahih senetlerle gelen rivayet ya da Kur’an ve hadislere uygun dirayet yolu ile veya ilham­ı İlahî ile yapılmalıdır. Bütün bunların da gayesi insanları gafletten nura, dalâletten hidayete çıkarmak olmalıdır.

Buna göre, “Mevlânâ’nm diğer sûfî tefsir ve izahlarına benzeyen, fakat kendine has bir tefsir metodu da vardır,” diyebiliriz. Kendine hastır; çünkü o da diğer sûfîler gibi, tasavvufî konulan ayet ve hadislerin ışığı altında incelemiştir. Ancak bu işi di­ğer sûfîlerden farklı bir şekilde yapmıştır. Bir kere başta Mesnevi’de olduğu gibi, şi­ir üslûbuyla yapmıştır. İkinci olarak kıssa, mesel ve anektotlara oldukça çok yer ver­miştir. Üçüncü olarak da Mevlânâ’nm ele aldığı konular genelde tasavvufun sıradan konuları değildir. O tasavvufta önemli olan “münciyât” (sabır, tevekkül, kazaya nzâ, tevazu, ibadetlere devam etmek, edepli olmak, az yemek, az uyumak ve bunun gibi güzel huylar.) ve “mühlikât” (kibir, şehvet, dünya hırsı, makam ve mevki hırsı ve bunlar gibi kötü huylar.) olan konuların[33] yanı sıra, daha çok Allah ve insanın haki­katinden, insanın Allah ile olan alakasından, ruhun geçmiş ve geleceğinden, Allah sevgisinden, yine ruhun önemi ve özelliklerinden, Allah ile alakasından, şeytan ve nefsin zarar ve kötülüklerinden bahseden ayet ve hadisleri de ele almış ve onları izah etmiştir. İzah ve tefsir ederken de yerine göre dirayet, rivayet, işârî tefsir metotlarım kullanmış, bazen bunları mezcederek ikisini veya üçünü birden devreye sokmuştur.

Mevlânâ’nın en çok tefsir ettiği ayetler, Kur’an’m Özü sayılan; insanların erdem­li ve yaratılış gayelerine uygun davranmaları gerektiğinden bahseden ve Alîah-insan eksenli .’ayetlerdir. O, Kur’an’ın etimolojik, fıkhî, tarihî, kelâmı ve edebî yönleriyle pek ilgilenmez. Onun ilgilendiği asıl husus,[34] Kur’an’m asıl iniş gayesi, insan ruhunu ilgilendiren bölümleri ve bu ayetlerin işârî manalarıdır.

Mevlânâ’nın tefsir metodu, bir öğüt ve nasihat metodudur. O, ayetleri hikmetli ve çekici hikâyelerle izah ederek, ayetlerden öğüt almaşım gaye edinir. Ayetlerin gaye­lerini anlamak, onlardan gerekli öğüt ve nasihati almak ise, her akıl insan için kolay bir iş değildir. O bu konuda şöyle demektedir;

“Bu yolda akıl bir şey yapabilseydi, Fahr-i Râzî dahi, sır ehli olurdu.

Ama “tatmayan bilmez.” Bu yüzden, onun aklı ve tahayyülatı hayretini artırdı.”[35]

Afğânî, Mevlânâ’nın müstakil bir tefsir kitabı ve müstakil bir tefsir babı (bölümü) yazmamasına rağmen, işârî sûfı tefsir nev’inden tefsirler yaptığım, eserlerinde bunun örneklerinin bulunduğunu söyler ve bazı araştırmacılara göre dinin fikir ve anlama­dan çok, duyma ve vicdan işi olduğunu ve bu düşünceyi de, Kur’an’m akıl ve kalbi birbirinden ayırıp, Allah’a iman’m daha çok kalp işi olduğunu söylemesini destekle­diğini belirterek, bu gerçekten yola çıkan sûfîlerin de bu yolda yürüdüklerim, eserler yazdıklarım, ancak onların hepsinin de tek bir metot takip etmediklerim, bazılarının insanların anlayabileceği orta bir yol takip etmelerine rağmen, bazı sûfîlerin ise, an­laşılması güç, şatahât nevinden tefsirler yazdıklarını bildirir. İkincisine örnek olarak îbn Arabi’nin eserlerini gösterdikten sonra, Mevlânâ’nın Kur’an-ı Kerim’in bazı ayet­lerini tefsir ve izah ettiğini, bu tefsirlerinin de, îbn Arabi’de olduğu gibi, anlaşılması zor tefsirler olmayıp, okuyanın idrak edebileceği ve faydalanacağı tefsirler olduğunu söyler.[36]

Mevlânâ, eserlerinde ele aldığı bir konuyu desteklemesi için bir ayeti delil olarak getirir. Ayetin sadece lafzım verip geçtiği gibi, ayeti rûeâlen de iktibas ederek konu­ya devam eder. Bazı durumlarda ise, ayetin tefsirim de ele alarak izah eder. Bu du­rumda, “mevzûî tefsir”veya “konulu tefsir” türünden tefsirler yapar. Bu esnada aye­ti, bazen rivayet, bazen dirayet, bazen işaret metoduyla, bazen de her ikisi veya üçüy­le aynı anda yorumlar.

Mevlânâ hangi metotla ayetleri tefsir ederse etsin, tefsiri, gayet edebî ve fasihtir. Bazen o kadar beliğ bir tefsir yapar ki, sanki o ayetler yeni nazil oluyor ve okuyucu da olayın içindeymiş gibi bir his uyandırır. Manayı şekillenmiş birer cisim gibi, gö­züyle görüyormuşçasına derin bir vukuf ve itkân ile beyitlerinin arasında kullanır. O, ayetlere bir canlılık ve güncellik getirir. Ayetlerin bizim hayatımızın birer parçası ol­duğunu hatırlatmak ister. Bazı olaylarla birlikte ayetlerin sadece zâhiri manalarım verdiği de olur.

Mevlânâ kimi kez de ne ayeti ne de onun tefsirini verir. Bir konu esnasında falan sure veya ayet buna şahittir veya konuyla ilgili olarak, “falan ayeti düşünerek ve te­emmül ederek oku” demekle yetinir. Mesela, “eğer sen şu vuslât ve muhabbetin şer­hini istersen, “Vedduhâ” suresini düşünerek teemmül ve tedebbür ederek oku!”;[37] “Ey yiğit, bütün âlem arazdır, “Hel etâ” suresi bu manaya şahittir.”[38] diyerek, okuyu­cuyu ayet ve sureyi teemmülle baş başa bırakır.[39] Çoğu kez de ayet ve sureyi belirt­meden onun tefsiriyle ilgili açıklamalarda bulunur. Bazen bu gibi yerlerde birçok ayet ve sureye işaret eder.

Mevlânâ, rivayet tefsiri ile ilgili kısımları Taberî gibi rivayet tefsirlerinden alır. O, bir ayete yaptığı tefsire zıt düşmeden, başka bir yerde aynı ayete değişik tefsirler de yapar. Kur’anin mana ve tefsirini sınırlamaz. Mevlânâ’ya göre, Kur’anin mana­sı ve tefsiri asla tükenmez. O her asra ve her hâdiseye uygun olarak işlenmeye mü­sait bir madendir. “Merace’lbahreyn”[40] ve “vemâ rameyte iz rameyte”[41] ayetlerine yaptığı tefsirler buna örnek olarak gösterilebilir.

Mevlânâ, bazı yerlerde ayetlerin zâhiri mana ve tefsirlerine yer vermişse de, bu işi zahir ehli müfessirler yaptığı için, kendisi özellikle ayetlerdeki işârî manalardan ve gizli hikmetlerden ve sırlardan bahseder. Hatta zâhiri mânayı ilgili tefsirlere ha­vale ederek işârî manaya yönelir. Zahiri ve bâtmî manaların her ikisini de över. Zahin mananın kesinlikle gerekli olduğunu söyler. Ancak, yine de Mevlânâ’ya göre işârî, sûfî tefsirler zahiri tefsirlerden daha üstündür.

Mevlânâ’ya göre bu gibi tefsirler, diğer tefsirlerden farklı ve daha faydalıdır. Çünkü bu gibi tefsirler filin yalnız bir kısmım tutup, ona göre fili tarif eden âmâ gi­bi değildir, işin hakikat ve maksadına vakıftırlar. Dolayısıyla Mevlânâ yalnız ayetlerin lafzını değil, lafzının işaret ettiği manayı da görür. O kendi sözlerini diğerlerininkilerle karşılaştırırken, kendi sözünü “nakit” diğerlerininkini “nakil” olarak vasıflan­dırır. “Sözümüz hep nakittir. Nakit, bir adamın gerçek kendi ayağı gibidir. Nakil ise, adamın ayağı şeklinde ağaçtan mamûl kalıp gibidir. Şimdi… ağaçtan ayağı, bu kadem-i aslîden çalmışlardır ve onun ölçüsünü bundan almışlardır. Eğer âlemde ayak olmasa idi, onlar bu kalıbı nereden tasni’ edeceklerdi, imdi, sözlerin bazısı nakittir ve bazısı da nakildir ve yekdiğerine benzerler. Nakdi, nakilden fark eden bir mümeyyiz lazımdır… Nihayet bu fıkhın aslı vahiy idi . Fakat halkın efkârı havassı ve tasarrufu ile karışınca o letafet kalmadı…”[42] diyerek kendi tefsirinin ve bu doğrultuda yazılmış tefsirlerin, diğer tefsirlerden bilhassa indi fikirlerle yazılmış tefsirlerden farklı oldu­ğunu belirtir.

Sonuç

Buraya kadar verilen bilgiler sonucu, Mevlânâ’mn bir düşünür, bir sûfî, bir şâir olmanın yanı sıra bir müfessir de sayılabileceği ve tefsir metodunun ise ne sadece ri­vayet, ne de sadece dirayet veya işaret metodu olmayıp, bunların karışımı ve vaaz ve irşâd gayesi ile âlim, ârif, mürşit, veli ve hak aşığı Mevlânâ’ca ve ona özgü bir tefsir metodu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz, gerçek bir İslam âlimi ve mutasavvıfı olan Mevlânâ, ortaya koyduğu misyonu ve eserleriyle Kur’an ve nebevî hadislere hizmet etmiş, onları izah etmiştir. Bu yüzden onu, Kur’an’ı açıklayan bir müfessir; eserleri­ni bilhassa Mesnevi isimli eserini de bir tefsir kitabı olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Nitekim Mevlânâ’nın XX. yüzyıldaki takipçisi ve talebesi sayılan Muhammed İkbal’in, “o ki Pehlevî (Farsça) dili ile Kur’an’ı yazmıştır.”[43] demesi ve yine Nihad Sami Banarlı’nın “… bu yüzdendir ki, onun büyük Mesnevi’si hakikatte ve he­men baştan sona, Kur’an-ı Kerimin Mevlânâ çapında bir evliya tarafından yapılmış heybetli bir tefsiridir.”[44] şeklindeki ifadesi Mesnevi’nin bir Kur’an tefsiri sayılması gerektiğim ve aynca diğer Kur’an tefsirleri arasındaki yerini belirtmektedir.

Ancak Mevlânâ’nın Kur’an’ı açıklama ve tefsir etmedeki metodunun, eğitim ve öğretim açısından önemli bir yeri olan bir takım temsil ve hikâyelerle olması ve bu işi şiir olarak sunması Mesnevi’nin tefsir yönünün, bir kısım gözlerden kaçmasına, dolayısıyla asıl gayesinin anlaşılamamasına neden olmuştur.


[1] Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

[2]         Mevlânâ, M. 1207 yılında Belh Şehri’nde dünyaya geldi..Babasının Belh’den göç etmesi üzerine uzun süren bir yolculuktan sonra Konya’ya gelip yerleşti. Büyük bir âlim ve mutasavvıf olan baba­sı Bahâüddin Veled’den ilim ve marifet tahsil etti. Ayrıca Halep ve Şam gibi ilim merkezlerinde il­mini geliştirerek devrin büyük âlim ve mutasavvıflarıyla tanışarak onlardan bolca istifade etti. Bu arada Muhyiddin ibn Arabi ile görüşerek ondan da nasibini aldı. Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi ve Şems-i Tebrizî’den ise manevî ve batmî ilimler öğrenerek tasavvuf ve İlahî aşka dair maârifini artırdı. Artık hem zahir hem de baün ilimlerinde misli bulunmayan bir âlim ve arif olmuştu. 1273 yılında Konya’da vefat ederek geride birçok seçkin ve değerli talebe, mürid ve başta Mesnevi ol­mak üzere çok kıymetli eserler bırakarak Şeb’-i Ârûz/gelin gecesi diye isimlendirilen cenaze mera­simi ile bugün maruf olan kabrine defnedildi.

[3]         Bu hususta Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Gerçekten bu Kur’an, insanlara en doğru yo­lu gösterir ve salih ameller işleyen müminlere, kendileri için büyük bir mükâfât olduğunu müjde­ler.” Isrâ, 17/9.

[4]          Bu konuda-yine Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “O (Muhammed), hevâdan (kendi arzu­suna göre) konuşmaz.” Necm, 53/3.

[5]          Bu hadis için bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Halep, ts., I, 147. Aclûnî, bu hadisin Beyhâkî’de geçtiğini, Deylemî’de İse Abdullah ibn Abbas’tan şu şekilde rivâyet edildiğini belirtmektedir: “Benim asha­bım, gök yüzündeki yıldızlar mesabesindedir. Onlardan hangisine uysanız doğru yolu (hidâyeti) bu­lursunuz.”

[6]         Müttefekunaleyh olan bu hadisi, Buhârî ve Müslim’den başka Ahmed bin Hanbel, Tirmîzî, Taberânî, Hâkim gibi diğer hadis kaynaklan da rivayet etmişlerdir. (Bkz. Aclûnî, 1,475).

[7]         Bkz. Tâhir Büyükkörükçü, Mevlânâ ve Mesnevî, İstanbul, 1983, s. 42.

[8]         Zaten bu güneş ve ay olmadan hiçbir insan, hiçbir manevî ilerleme gösteremezdi. Hatta insanlardan daha akıllı ve daha bilgili olan melekler dahi bu konuda şöyle demişlerdir: ‘’Dediler ki ‘seni (Al­lah’ı) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi olan şüphesiz-ki Şensin.” (Bakara, 2/32). Böylece me­lekler, Allah’ın kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir bilgilerinin olmadığını itiraf etmişlerdir. Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in sözlerinin ilim ve irfan dünyasındaki yerini belirtmeye ye­terli başka bir tespit de îmam-ı Şafiî’nin şu sözüdür: “Ümmetin âlimlerinin bütün söyledikleri, ha­dis-i şeriflerin açıklamasıdır. Bütün hadisler de, Kur’an âyetlerininin izahıdır.” (Suyûtî, el-ltkânfi ulûmi’l-Kur’an, Beyrut, 1407/1987, IL 1025).

[9]         Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, Çev. Abdulbâki Gölpınarlı, Ankara, 1992, V,69.

[10]       Fuzulî, Divân, Haz. Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, ts., s. 187.

[11]      Bedîüzzamân Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddîn, Çev. F. Nafiz Üzlük, İstanbul, 1986, s.79.

[12]     Mevlânâ, Mesnevi ~i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi, haz. Amil Çelebioğlu, İstanbul, 1967-1972, D3, 2543 vd. Not: Cilt sayısından sonra verilen rakamlar beyit numara­sıdır.

[13]      Mevlânâ, Mesnevi -i Şerifi İÜ, 2549 vd.

[14]      Mevlânâ, Rubâiler, Çev. Şefik Can, İstanbul, 1991, Rubâî No: 1311.

[15]        Mesnevi, Mevlanâ’nın bize miras olarak bıraktığı altı eserinin en büyüğü ve en önemlisidir. Altı cilt halinde yaklaşık 26 bin beyitten meydana gelen bu eserinde Mevlânâ, Kur’an ayetlerine, hadis-i şe­riflere şerh ve izahlar yaparak başta mürid ve talebeleri olmak üzere bütün Müslümanlara hatta bü­tün insanlığa yaratılış gayelerini, var oluş hikmetlerini ve Yüce Allah’a ulaşmanın yollarım çok tat­lı ve çekici hikâye, temsil ve anektoüarla anlatmaya çalışmıştır. Mesnevi, dün olduğu gibi bugün de değerinden hiçbirşey kaybetmemiştir. Aynı şekilde yarın da bu değerini artırarak koruyacağı anla­şılmaktadır. Bunun da sebebi, bu eserdeki bilgilerin hiçbir zaman değerini yitirmeyecek olan insan­. Allah ilişkilerini ele alması ve bunları en güzel bir şekilde anlatmasıdır.

[16]      İsmail Ankaravî, Mesnevi -/ Şerif Şerhi, İstanbul, 1289,1,1.

[17]      Mevlânâ, Mesnevî-i Şerif, VI, 5-8.

[18]       San ‘Abdullah, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevi, İstanbul, 1287, V, 492.

[19]       San ‘Abdullah, V, 493.

[20]       Said Nursi, îşârâtu 7î’câzfi Mazanni’lîcâz, çev.: Abdulmecîd Nursî, İstanbul, 1994, s. 226.

[21]       Bu sözün kaynağım    tespit edemedik.

[22]      Eflâkî, n, 182.

[23]       Eflâkî, H, 182-3.

[24]       Mevlânâ, Mesnevî-i    Şerif, VI, 3698.

[25]       Mesnevî, ayrıca hadis ve şerhleri yönünden de oldukça zengin bir kitaptır. Fürûzanfer, Mesnevî’nin 745 hadisini tahric etmiş ve bu eser, “Ehâdîs-i Mesnevî” adı aitında yayınlanmıştır. Mesnevî üzeri­ne yapılan çalışmalardan biri de, yine Fürûzanfer tarafından, “Meahiz-i Kasas ve Tenısîlât-ı Mesne­vi” isimli eserdir. Bu eserde, Mesnevî’deki hikâye ve misallerin kaynaklarından bahsedilmektedir.

[26]       Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’lMüfessirCm, Beyrut, ts. 1,148 vd.; Ankaravî, Câmi’u’lÂyât, Mevlânâ Müzesi, İhtisas Kütüphanesi, No: 2081, s. 24.

[27]       Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971,1, 314.

[28]       Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Hüseyin Güllüce, Kur’an Tefsiri Açısından Mesnevî, İstanbul, 1999. Konumuz Mevlânâ, Mesnevî ve Kur’an olduğundan hadisler açısından değerlendirilme yolu­na gidilmeyecektir.

[29]       Mevlânâ’nın sohbetlerinden notlar tutularak meydana getirilen bu eserde Kur’an ve Hz. Peygam­berim tesiri açıkça görülmektedir. Aynca bu eser Mesnevî’nin güzel bir haşiyesi (bazı zor ve kıs­men kapalı olan yerlerin izâhı) durumundadır.

[30]       Mevlânâ’nın bu eseri, avâm-ı nâsa hitap şeklinde olup, Mevlânâ’nın camilerde yaptığı vaazlarından oluştuğundan fazlaca âyet ve tefsirlerine, derin tasavvufî izahlara yer verilememiştir.

[31]       Mevlânâ’nın bazı dost ve yakınlarına yazdığı mektuplarından meydana geldiği, hem hacim hem de makam olarak İlmî açıklamalara ve tefsirlere müsait olmadığı için, âyetlerin genelde izahı yapılma­mış, sadece Öğüt, hatırlatma, hayra ve iyiliğe teşvik, şerden ve kötülüklerden sakındırma ve dua amacıyla verilmiştir.

[32]       Mesela, Ebû Tâlib el-Mektd şöyle demektedir. “Kul kendisine hitap edene karşı kulak kesildiğinde, sözün sırrını anladığında, kendini görenin sıfatlarının manalarını müşahede ettiğinde, kudretine bak­tığında, aklının ve ilminin sınırlılığını anladığında, kudret ve kuvvetinden soyutlandığında, sözüne hürmetle baktığım, huzurunda bulunduğunu, doğru bir hal, derin ve safaya ermiş bir yakîn, ilim ve temkin kuvveti olan bir kalp ile anlamaya çalıştığında bizzat İlahî hitabı duyar ve gayb aleminin ce­vabını müşahede eder.” Ebû’l‘Alâ ‘Afifi, Tasavvuf (İslâm’da Manevi Hayat), çev.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul, 1996, s. 102-3. Krş.: EbÛ Tâlib el-Mekkî, Kûtu’lKulûb, Mısır, 1310, 1,45-6. işte bu anlamdaki sözler, Kur’an’ın gerçek tefsiri olmuş oluyor. Nitekim Sultan Veled, bu bağlamda, “erenlerin şiiri tamamiyle tefsirdir, Kur’an’m sırlandır.” diyerek, (Sultan Veled, Ibtidânâme, çev. Abdulbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976, s.65) babası Mevlânâ’nm Mesnevîsi’nin, Kur’an’ın sırlannı açıklayan bir tefsir olduğunu ihsas etmektedir.

[33]       Abdulkâdir el-Ceylânî, el-Ğıınye li Tâlibi Tarîki’!HakkAzze ve Ceile, tah. Ferec Tevfîk el-Vdîd, Bağdat, 1404/1983, 131,1304 vd.; Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed el-Gazâlî, îhycıu Ulıtmi’d-Dîn, Mısır, 1358/1939,111,77 vd., IV,2 vd.: İbrahim Hakkı Erzurûmî, Marifetnâme, İstanbul, 1330, s. 269-80, 304 vd., 354 vd., 385 vd.; el-Hâdimî, Ebû Sa’îd, Berîkatım Muhammediyyetun fi Şerhi Tarîkatin Muhammediyyetin ve Şerîatin Nebeviyyetin fi Sîretiıı Ahnediyyetin, İstanbul, 1326, ü,2 vd., m,2 vd.

[34]       Konuyla ilgili bir örnek için bkz. Mithat Bahân Beytur, “Mevlânâ Aşk ve Şefkat Timsalidir”, Mevlânâ Güldestesi, s. 24-25, Konya, 1964. Krş.: Şemseddîn Ahmed el-Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1989,1,441.

[35]       Mevlânâ, Mesnevi -i Şerif, V, 4154 vd.

[36]       Bkz. Inâyetullah İblâğ el-Afğâtıî, Celâluddîn er-RûmîBeyne’s-Sûfıyye ve Ulemâi’l-Kelâm, Lübnan, 1407/1987,s.ll8

[37]       Mevlânâ, Mesnevi -i Şerif, n, 2559.

[38]       Mevlânâ, Mesnevi -i Şerif, II, 985.

[39]       Bu durumlar genel olduğundan örnek verilmeyecektir. İsteyenler Mesnevî’ye bakabilirler.

[40]       “İki denizi salıvermiştir…” Furkân, 25/53; Rahmân, 55/19.

[41]       “Attığın zaman sen atmadın…” Enfâl, 8/17.

[42]       Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Ahmet Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul, 1994, s. 133.

[43]       Abdulkadir Karahan, “Mevlânâ’da Çağımızın Sorunlarına ve Dertlerine Uygun Cevaplar” (Dr. Ikbal’in Pîr ve Mürşîd Şiirinden Yararlanılarak), Uluslararası ikinci Mevlânâ Semineri Bildirileri, (15-17 Aralık 1976, Konya Mevlânâ Enstitüsü) Konya, 1976, s. 28.

[44]       Banarlı, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, İstanbul, 1984, s. 215.

 

Mevlana Mesnevi Ve Kuran

ETİKETLER: