MEVLÂNA, SEMA TÖRENLERİNDEKİ GİYSİ ÖZELLİKLERİ – Fatma AYHAN

A+
A-

MEVLÂNA, SEMA TÖRENLERİNDEKİ GİYSİ ÖZELLİKLERİ

Dr. Fatma AYHAN

Mevlâna Celâleddin Rumi”nin Hayatı

Asıl Adı Muhammed Celâleddin olup, 30 Eylül 1207″de bugün Afganistan toprağı olan Belh”de doğmuştur. Annesi Mümine Hatun, babası bilginlerin Sultanı, Bahaeddin Veled, bir görüşe göre Harzemşah ile görüş ayrılığına düşünce bir başka görüşe göre ise yaklaşan Moğol istilası nedeniyle 1212-1213 yıllarında ailesi ve yakınları ile birlikte Belh”den ayrılmıştır. Nişâbur, Bağdat ve Küfe yoluyla ilerlemiş, Hac ibadeti için Mekke”ye gitmiştir. Daha sonra, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde ve Karaman”a gelmiştir, aile Karaman”da 7 yıl kaldıktan sonra, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubât”ın ısrarlı daveti üzerine 3 Mayıs 1228 tarihinde Konya”ya gelip yerleşmiştir. Muhammed Celâleddin Konya”ya yerleştikten sonra Anadolu (Diyâr-Rûm) anlamına gelen Mevlâna ismiyle Mevlâna Celâleddin Rûmi olarak anılmıştır. Mevlâna”nın annesi Karaman”da babası ise Konya”da vefat etmiştir.

Mevlâna 24 yaşında babası ölünce onun yerine geçer. O zamana kadar babasının yanında yetişen Mevlâna, bir yıl sonra 1232 yılında Konya”ya gelip yerleşen babasının halifesi Seyyid Burhaneddin”in manevi terbiyesi altına girmiştir. Daha sonra 7 yıl süreyle Halep (Haleviy”ye medresesi) ve Şam”da ilmini geliştirmiştir. Konya”ya döndüğünde, Seyyid Burhaneddin”in Kayseri”ye yerleşip sonra ölümünden sonra onun yerine geçerek 5 yıl süreyle eğitim ve öğretimi üstlenmiş ve daha sonra bu görevi Şeyh Selahaddin”e verilmiştir.

Şems 1244 yılında Konya”ya yerleştikten sonra Mevlâna ile birlikte kendilerini manevi eğitime verdiler. Kendi bedenlerinde varolduğunu keşfettikleri ilahi aşka yöneldiler. Mevlâna manevi eğitiminin aşamalarını “hamdım, piştim yandım”, olarak özetlemektedir. Hamlık gençlik yıllarını pişmek babası Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin”den aldığı eğitimi, yapmak Şems ile birlikte ilahi aşka ulaşmalarını ifade etmektedir. 1248 yılında Şems Konya”yı terk etmiş, Mevlâna aramalarına rağmen onu bulamamıştır. Mevlâna Şems”in Konya”yı terk etmesin den sonra Şeyh Selahaddini yakın dost olarak seçmiştir. Şeyh, Selahaddin kuyumculuk yapmakta olup bir gün çıkarlarının çekiçle altın işlemesi sırasında çıkan seslerin ritmine uyan, Mevlâna”nın sema yaptığını görmüştür. Herkesin bir birini anlamasını ve birbirine hoşgörü ile bakmasını, engin anlayışının temeli sayan ve kendisinin hayat görüşünün de Kuran-ı Kerim ile Hz. Muhammed (A.S)”ın çizgisi üzere olduğunu sık sık vurgulayan Mevlâna Celaddin 17 Aralık 1273″te Konya da vefat etmiştir. Ölüm gününü, en büyük sevgili olarak bildiği Allaha kavuşma anı olarak düşündüğü için Şeb-i Aruz yani Doğum gecesi olarak kabul etmiştir. Onun ölümünün ardından ah-vah edip ağlamamalıydı. Düğün gününde tef çalmak varken gama yer yoktu. Mevlâna”nın tasavvuf anlayışı hayali bir idealizm değildir. O daima hayatın gereklerini görmekte, bazılarının yaptığı gibi ondan el etek çekmemektedir. Onun anlayışına göre tasavvuf kulluğun yoludur. Buna ancak Allah”a aşık olarak erişir. Ondan başkasına duyulan sevgiler geçici heveslerdir. Bütün bu anlayışlar nedeniyle Hz. Mevlâna gerçek bir rehber bir mürsid-i Kamil olarak tanınmıştır.

ESERLERİ

Bugün dünyanın dört bir yanında Hz. Mevlâna”ya ve eserlerine duyulan ilgi her geçen gün artmaktadır. O”nun defalarca neşredilmiş ve Türkçe”ye de çevrilmiş bulunan beş eseri vardır ki bunların aslı Farsça olarak yazılmıştır.

Mesnevî:

Tasavvufî duygu ve düşüncelerinin, hikaye tarzında anlatıldığı eseridir.25618 beyittir.

Divân-ı Kebîr:

Çeşitli konularda söylediği şiirlerinden oluşmaktadır.

Fîhi Mâ Fîh:

Mevlanâ”nın Muhtelif meclislerde yapmış olduğu sohbetlerden derlenmiş eserdir.

Mektûbât:

Kendisine sorulan sorulara yönelik verdiği cevapları ve dostlarına yazdığı mektupları ihtiva eden bir eserdir.

Mecâlis-i Seb”a:

Mevlâna”nın ders ve vaazlarından derlenmiş bir kitaptır.

MEVLEVİLİK

“Giyip bir ol eteklik haleden, meydana azmetmemiş semada mevlevi ayinini tanzir eder mehtap”

Mevlevîlik, büyük mütefekkir ve mutasavvuf Mevlâna”nın yüksek mesajlarını yayan bir edep ekolüdür. Baştan sona kadar nezaket ve zarafet sembolü olan Mevlevi”nin ruh ve gönül dünyasındaki güzellikler, huzur, sukûn ve ahenk dışa da yansımıştır. Bu nedenle de kılık kıyafette büyük özen göstermiştir. Kalp temiz ve düzenlidir. Kalıp, kılık, kisve, kıyafet de. Bu insanın önce kendisine, sonra da çevresindekilere verdiği değerin ve duyduğu saygının bir ifadesidir.

Meslevî giysileri yediyüz yıllık bir geçmişe sahiptir. Gayet sade ve zarif görünümlüdür. Giysiler mevlevi, kültür ve tefekkûrüne ait ince ve derin anlamlarla yüklüdür. Özellikle son yıllarda bütün dünya ülkelerinde Mevlâna ve Mevleviliğe büyük bir sıcak ilgi alaka ve yöneliş görülmektedir. Tabi ki, bu gelişme bizleri son derece mutlu etmektedir. Bu aşk, sevgi saygı ve hoşgörü yolunun aydınlık yüzlü insanların tanıma mutluluğuna erenler onların giysilerinede büyük ilgi göstermekte ve hayran kalmaktadırlar, bu giysileri oluşturan parçaların mana ve teknik özellikleri hakkında bilgi edinmeyi arzu etmektedirler.

Mevlâna”nın edediyete göçüşünden  (17 Aralık 1273) sonra onun gelenek ve göreneklerini örnek hayatındaki ananeyi yaşatmak için oğlu Sultan Veled tarafından bir yapılanmaya ve yapılaşmaya gidilmiştir. İşte “Mevlevilik”, bu şekilde ortaya konulmuştur. Başlı başına bir eğitim ekolu olup Mevlevilik, XIV. Yüzyılın başında kuruluşunu tamamlayarak kendine has bazı kuram, kural ve disiplinlere göre yönetilmeye başlamıştır. Bu uygulamaların sonuçlarından birisi de ortaya konulan özel kıyafetlerdir.

Mevlevi kıyafetlerinin iki kaynağı vardır. Biri sünnet-i Nebeviyeden beslenen tasavvuf anlayışının getirdiği özellikler, diğeri de Orta Asya”dan bu tarafa Türk kıyafet gelenek ve göreneklerdir. Her iki kaynağı da böylesine ulvi ve örfi olduğu için Mevlevî kıyafetleri, şekil, tarz ve renklerine varıncaya kadar bir dizi ince derin mesajlarla yüklüdür. Mana ve içeriği incelendiği zaman bunların ne kadar anlamlı zarif ve amaçlı semboller olduğu anlaşılmaktadır. Mevlevi kıyafetleri yüzyıldan beri orijinalitelerini kaybetmemişlerdir.

 

MEVLEVİLERİN KIYAFETLERİ

Çist dünya ez Huda gafrı büden
Niy kumaş-ü nakre vü ferzend-ü zen

-Mevlânâ-

Dünya Allah”tan gafi olmaktır;
Yoksa kumaş, para, evlat ve avrat değil.

GİRİŞ

Mevlâna Celâleddin Rûmî”nin ve çevresindekilerin, kendilerine has,genel bir kıyafetleri yoktu.Herkes gibi,günün geleneğine ve mevsimin koşullanma göre giyinirlerdi.Baştaki külah,sırttaki hırka,içteki çamaşır,herkesin giydiği cins,tür ve şekilde idi.Sarığı,bilginlerin sardığı “örfi” sarıktır.Elbiseleri de,meslektaşlarınkinden farklı değildir. Sadece Şems-i Tebrizi”yi kaybettikten sonra âdet olduğu üzere, beyaz sarığı bırakıp, hüzün ifade eden “Duhânî” sarık sarmaya,göğsü (V) şeklinde açık “ferace” giymeye başlamıştır. Önceleri, Mevlevîliğe intisap eden kişiden farklı bir elbise istenilmiyordu. Sema için belli bir yer ve tören olmadığı gibi,ayrı bir sema kıyafeti de bulunmuyordu. Aradan geçen zaman içerisinde tarikatteki yapılanmalar sırasında, temsil ifâde ve işâreti olmak üzere, yavaş yavaş bazı özelleşmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Kıyafette sadelik, tevazu ve zerafet esastır. Asr-ı Saadet hatıralarının bağlılık, onüç asırlık Türk kıyafeti geleneğine sadakat esas tutulmuştur. Keten, pamuk kumaşın tercihi bundandır. Saadet Asrı”nda kendilerini ilim ve irfan öğrenimine adayan sahâbilere, Ashab-ı Soffe” denilmiştir. Onlara bu ünvanın verilmesi “sofa” yani Mescid-i Nebi ile Hücrei Saadet arasındaki mabeynde bulunmalarından bir; bir de, “sof” denen “yün”den örülmüş yelek, hırka giymelerinden dolayıdır. “yün” motifinin Mevlevî kıyafetlerindeki önemi buradan kaynaklanmaktadır. Mevlevilerin, kültür zenginliği, olgun kişiliği gibi, kıyafetleri de son derece takdir gören bir gelenek, görenektir. Mevlevîlikte kıyafete “kisve” denir. Ayet zarif, vakarlı bir kıyafettir. Sahibinin gönül derinliğini, ruh inceliğini yansıtır. Asil, onurlu tavır ve yapısına uygun bir görünüm sergiler.  Mevlevî kisvesi, bazı kısımlardan meydana gelir. Bunların her birisinin malzeme, dikim, şekil, renk ve kullanım biçiminin kural, anlamı ve sembolize ettiği fikir vardır. Hepsinin de ilham kaynağı, Sünnet-i Şerif”tir. Orta Asya Türk kıyafet geleneklerinin de önemli izleri vardır. Nitekim Mevlâna ve yakınlarının kıyafetlerinde Belh”in, Tebriz”in etkileri rahatlıkla fark edilir. Şems-i tebrizi, siyah kuşak “nemed” sarardı. Mevlâna”nın, Türkistanlı ilim adamlarınınkine benzeyen, sarı renkte sarık sardığını biliyoruz. İlk Mevlevîler ise, Mevlâna”nın giyim-kuşam tarzına, Selçuklu kıyafetlerine uygun elbiseler giyip, başlıklar kullandıkları o döneme ait çinilerdeki tasvirlerden ve minyatürlerden anlaşılmaktadır. Son asır Mevlevîlerinin kıyafet tarzında da, bu otantik özellik ve unsurlarına sahip bulunduğunu görüyoruz.

Mevlâna”nın ve Şems-i Tebrizi”nin dolayısıyla ona intisab edenleri, sevgili Peygamberimiz (s.a)”nın sünneti olduğu üzere, başlığına destar sarardı. Ucunu, omzundan aşağıya doğru uzatırdı. Mevlâna”nınki “beyaz” ve “duhâni” idi. Mevlâna, başına giydiği başlık konusunda sünnete son derece bağlıdır. Koyu duman renkli, bazen sarıklı, bazen sarıksız külâh giyerdi. “Sikke” denilen Mevlevî külâhı, zamanla değişmiştir. Bununla beraber kaynağı, Asr-ı Saadet”tir.

Mevlâna”dan sonra oğlu Sultan Veled döneminde merhum babasına âdet ve an”anesini, fikirlerini yaşatmak düşüncesiyle kurulan Mevlevîlik, zamanla kendine has bir kıyafet de oluşturmuştur. Çok çeşitli coğrafyalarda, ırkı, cinsi, mesleği, mezhebi, meşrebi, kültürü, dili, farklı insanlar, Konya”dan etrafa yayılan bu otantik Mevlevî kıyafetini giymişlerdir. Giyenin fazilet ve meziyeti sebebiyle çevrede herkesin sevgi ve saygı gösterdiği bu kıyafete sahip olanlar, “Mevlevî” olmaktan ve isimlerinin sonunda “el-Mevlevî” unvanına sahip olmaktan son derece onur ve kıvanç duymuşlardır. Bu sade görünümlü ama gayet vakarlı kıyafeti giyenler çevresinde, yüzyıllar boyunca, ahlâkın, faziletin, yüceliğin vefanın ve kadirşinaslığın timsali olarak bilinmiş, tanımış; bu üstün vasıflarıyla hâfızalarda ve hâtıralara da yer edinmişlerdir. Kıyafet. son derece sade ve mütevazı malzemelerden hazırlanır. “İlik” ve düğme” bulunmaz. Kapanması tutturulması gereken yerler, aynı kumaştan yapılmış, karşılıklı iki şeritle bağlanır. “ilik” “yaka” ve “düğme”, bir bağlanma ifadesidir. Dünyaya muhabbetin işareti olarak telâkki edildiği için kullanılmaz. Çünkü Mevlevî”nin kıyafeti, keten, mezar taşı ve mezarı hatırlatır. Bir mahviyet, feragat, “Ölümden önce ölme” şuurunun tezahürüdür. Kıyafet “dikiş” ise, sosyal zorunluluktan ileri gelir. Kıyafet için her birinin ifâde ve işâret ettiği ince anlamlar olan kumaş, renk ve şekiller tercih edilmiştir.

Otantik ve orijinal bir Mevlevî kıyafeti şu ana kısımlardan meydana gelir.

a. Başta: Arakıyye, Sikke, Destar, İstiva:

b. Bedende: Tennüre, Elfe-nemed, Destegül, Hırka;

c. Belde: Şalvar, Don

d. Ayakta: Çorap, ayakkabı, Mesh.

Şimdi bunları sırasıyla ele alalım ve sembolize ettikleri mânâlar, verdikleri mesajlar üzerinde duralım.

 

Sikke

Sikke, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” ve “kanun” anlamına gelir.

Mevlevîlerin başa giydikleri alâlet-i farîkalar olan başlıklardır. Dövme yünden yapılır. Kahve ve bal rengindedir. Beyaz olanları da vardır. Mevlevîlik gibi gerçekten her bakımdan onur verici tarikate mensup ve müntesip olmanın verdiği kıvançtan dolayı Sikke”ye, “Fakir”de denilmiştir. Mânevi kıymetinden dolayı, “Sikke-i Şerif” diye anılmıştır. “Külâh”, “Külâh-ı Mevlevî” diye de anılan “Sikke” önceler iç içe geçirilmiş vaziyette iki kattan meydana gelirdi. 45-50 cm uzunluğa sahip idi. Sonraları tek kat olarak imal edildiği gibi boyuda biraz kısaltılmıştır[1]. Gösterişli haline rağmen ağırlığı fazla olmayı, 200-250 gr kadardır.

Önceleri alt kenarı kalın, üstü sivri ve düzgün değil iken, zamanla incelmiş, uzunca fes halini almıştır. Şu anda ortalama kullanılan sikkeler 30-40 cmuzunluğundadır. Üzerinde, “destar” denilen herhangi bir sargı sarılmamış, yalın haldeki sikkelere, “Dal Sikke” adı verilir. Bunu daha çok Mevlevîliğe ilgi, sevgi, yakınlık duyan veya henüz intisap edip de, dede olmamış dervişler giyerler. Sikke”nin bazı türleri vardır. Yatarken giyilenlerine “gece külâhı” anlamına gelmek üzere “Şeb-külâh” denir. Bu, arakıyyeden biraz uzun, sikkeden kısadır, kalıpsızdır. Üste doğru iki tarafından bastırılmış ve böylece tepesine sivri bir görünüm verilmiştir sikkeye, “Küllâh-ı Seyfi” denilir. “Kılınç küllâh” anlamına gelir. Nefisle mücadelenin ve mücâhedenin; yaşayışın murakabe ve müşâhede altında bulundurulmasının sembolüdür. Çünkü nefisle savaş, “Cihad-ı Ekber” (en büyük savaş)dir. Bu tarz, erken dönem Mevlevîlerinde yaygındır. “Şemsî” kola mensup olan Mevlevîler bunu tercih etmişlerdir.[2] Divâne (Divânî) Mehmet Çelebi ve onun çevresindekiler de bu tarz sikkeyi kullanmışlarsa da, zamanla modası geçmiştir. On iki dilimli “Kalenderî Tâcı”na benzerdi. Kalenderiliğin ve Melâkimiği, Mevlevîliği teğet geçtikleri dönemin izlerini taşır.

Sikke giymek, başlı başına bir liyakat, hak ve mazhariyettir. Belli disiplinlerden alnının aklığı, yüreğinin paklığı ile çıkanların nâil olabildikleri bir mevkinin sembolüdür. Bu anlam ve değerinden dolayı, giydirilmesi de, Şeyh”in eliyle ve düzenlenen özel törenle gerçekleşirdi. “Sikke Tekbirleme” denilen bu merasim, hem bir takdir, tebrik, taltif ifâdesi, hem de ilâh, “lâm, irfan amacı taşır. Önem ve ciddiyetinden dolayı bu müstesna merasiminin haftanın Cuma ve Pazartesi günlerinde ifâ ve icra edilirdi[3]. Sikke, daima kutsal ve muazzez tutulur. Giyerken ve çıkarırken, kenarını hafifçe öperek “görüşme” de bulunmak bu şükür, şuur ve iz”ânın netice ve tezahürüdür. Ömür boyu baştan çıkarılmaması esastır. O kadar ki, vefat eden dervişin sikkesi, defin sırasında kabirde kefenin hafiçe açılarak başına giydirilirdi.

İncelendiği zaman görülür ki, Mevlevî kültür ve düzeninde üç türlü “Sikke” vardır. Bunlar:

  1. “Külâhı-ı Teberrük:Buna “Emânet Külâh” da denilir. Geçici sir süre için giyilmesine izin verilmiş sikkedir. Tarikatte, dergâha ilgi, sevgi ve yakınlık duyan kişilerin gönlünü ısındırmak, bazı hizmetlerini takdir etmek amacıyla giydirilen sikke çeşididir. Bu bir iltifattır. Mübarek gün ve gecelerde emanet olarak verilirdi.
  2. “Külâh-ı İrâdet”:Verilen görevleri en iyi şekilde yerine getirmiş; Matbah-ı Şerif İmtihanlarının başarı ile vermiş ve neticede sikke giymeye hak kazanmış dervişlere giydirilen külâhtır. Esas olan budur. Bu sikkeyi giyen, ömrünün sonuna kadar onsuz gezemezdi. O kadar ki saç traşı olurken bile sikkeyi çıkarmadan, sağa, sola, öne arkaya kaydırmak suretiyle traş olanlar bile vardı. Hamamda, baş yıkanır yıkanmaz hemen giyilirdi. Bu, sembolize ettiği derin ve ince anlamlara duyulan sevgi, saygı ve bağlılığın gönül ve şuurlarda meydana getirdiği hassasiyetin bir ifadesidir. Vefat edenin kabirde sikkesinin başına giydirilmesi de bu anlayışın sonucudur.
  3. Külâh-ı Hilâfet:Tarikat pirinin vekili ve temsilcisi olan en yüksek mevkî sahibi Halife”nin giydiği özel destarlı sikkedir.

Bilindiği gibi “Sikke”, devletin bastığı metal paranın da adıdır. Geçerliliği ve değerliliği, resmi damga ile kontrol ve garanti altına alınmıştır. Bu mânâyı, Mevlevîlerin giydiği sikkeye uygulayacak olursak, sikke giydirilen kişi, uygunluğu, güvenirliği, dergâh tarafından garanti altına alınmış değerli şahıs demektir. Sikke devretmek nasıl ki devletin yetki ve tekelinde ise, Sikke giydirmek (tekbirlemek) de, Dergâh”ın ve O”nun en üst yetkilisi olan Şeyh Efendi”nin takdir ve tasarrufu altındadır. Devletten habersiz sikke devretmek ne kadar büyük suç ise, dergâhtan izinsiz sikke giymekte o kadar ağır cürettir. Her ikisinin de cezası büyüktür.

Mevlevî sikkesinin şekli, Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.)in Hadis-i Şerif”te geçen başlığının tanımına uygundur. Uzunca oluşu bir özelliğidir. Nitekim Peygamberimiz, (s.a.), açık arazide namaz kılacağında bunu önüne “sütre” olarak koyardı.[4] Mevlevîliğin, “Şemsiyye” koluna dâhil olarak, sikkelerini kaşlarına kadar indirerek giyerlerdi. Alınları görülmezdi. Bu akıma girmemiş zühd ü takvâ sahibi olanlar ise, sikkelerini arkaya doğru hafif yatık şekilde, alınları görünecek şekilde giymeyi tercih ederlerdi. Nâdir de olsa, affedilmeyecek bir kabahatin sahibi olan dervişe uygulanan ceza, başındaki sikkesinin üzerindeki hırkasının alınmasıdır. Buna “Ser u pâ etmek” denilir. Bu, geçici bir süre dergâhtan uzaklaştırma olan “Şeyyah vermek”ten daha ağır bir ceza türüdür. Çünkü seyyah verilen derviş, sikkesini, hırkasını, tennûresini, elfe-nemeddini alarak, başka bir Mevlevî-hâneye giderek oraya yerleşip, ıshal-ı nefste bulunabilir. Fakat “ser u pây” olan, hiçbir Mevlevî-hâneye kabul edilemez. Yılları böylece boşu boşuna harcamış olur. Belki uzun bir süreden sonra yüz kızartıcı olmayanların ve kendisinde gerçekten düzelme görünenlerin bağışlanmaları ihtimal halindedir.[5] XIV. yüzyılda Osmanlı Devlet adamlarının törenlerde giydikleri özel başlık olan “Horasâni Sarık”, sikkeye çok benzer. Nitekim, bu şekil başlık modası, bilhassa Konyalılar arasında XIX. Yüzyıla kadar yaygınlığını sürdürmüştür.[6]

DESTÂR

Sikke”ye sarılan sargıdır. Mevlevîlikte “Sarık” yerine, “Destâr” tâbiri kullanılır. Mevlâna”nın oğlu Sultan Veled ve onlara gönül veren ilk Mevlevîler”den beri “Destar”ın kullanıldığını minyatür ve menkıbelerden anlıyoruz. “Destâr”, tasavvufta bir makam sembolüdür. Destarsız sikke”ye, “Dal Sikke” denildiğini biliyoruz. Aslında “Destar”, bir Orta Asya Türk kültür geleneğidir. Orta Asya Türkleri sargı ve dolamaya, “yergencu”, “Şulgu” ve “çol” gibi isimler veriliyorlardı.[7] Destar sarmak, bir liyakat ve mazhariyettir. Buna hak kazanan dervişe, “Destâr-pûş” (Pûşiden: Örtmek, Öpmek), “Destarlı” denilir.

Taşıdığı anlamlar ve sembolize ettiği ulvilik nedeniyle Mevlevîlerce “Destâr-ı Şerif” olarak da telâffuz edilir.[8] Destarın ululuğu nedeniyle, saranında özel vasfa sahiptir. Destar sarma görev hak, maharet ve ustalığına sahip özel görevliye “Destar-bend” denilir. “Çelebi” ve “Halife”ler, “duhâni” denilen tütün rengindeki koyu mor destar sararlar. Neyzen-başı”nın farklıdır. İnce ve ensizdir. Kısa aralıklı iki ince yeşil şerit halindedir. Kudüm-zem-başı”nın ise, gayet ince bir çizgiden oluşur.[9] Rengi, şekli ve biçimi de bazı gerçekler ifade eder.

Hz. Peygamber (S.A).ın (seyyid) soyundan gelen Şeyh”in destarı, sikke alınlığının hemen kenarından başlar, yeşildir. Başka yolla Şeyh olanlarınki ise, sikke kenarının 2 cm yukarısından başlayarak sarılır. Beyazdır.[10] Destarın ucu, öne doğru salıverilerek göğse gelecek kadar uzun bırakılır. Bu salıverilen uca, “Taylasan””denir. Sünnet-i Şerif”e ittibâ ve imtisâlin ifadesidir. “Örfî” ve “Cüneydî” denilen çeşitlerinde taylasan, biraz daha uzuncadır. “İmam”lık görevi yapan dedelerin destarı beyazdır. Son zamanlarda hemen her şeyh koyu yeşil destar sarmayı tercih etmişlerdir. Tarikatte ve dergâhta büyük ve önemli hizmetlerde bulunan dede ve muhiblerin de destar sarmalarına müsaade edildiği olmuşsa da bu fahrî takdirkârlıktan ibaret olup, fazla derin anlamlar taşımaz.

Destarın şekli, zaman içerisinde bazı değişiklikler görmüştür. “Örfî” denilen destar çeşitleri, bu gün Konya Mevlâna Dergâhı”nda Sultanu”l-Ulemâ Bahâeddin Veled”in, Mevlâna Celâleddin Rûmî”nin ve Oğlu Sultan Veled”in sandukalarının başında görülen destarın tarzıdır. İçine pamuk doldurulmuş olan yuvarlak ve en az üç parmak kalınlığındaki tülbentle, önce yarıya kadar aşağıdan yukarıya, sonra da yukarından aşağıya doğru sarılmıştır. Aralarında biraz açıklık bırakılmıştır. Orta kısma doğru dolgun, alt ve üst kısımlara ise darcadır. “Cüneydî” destar ise “Örfî”nin yarısı kadar olup, benzer tarzdadır. Mevlâna Dergâhı”nda ebedi uykularında bulunan Ulu Ârî Çelebi”in ve ilk Mevlevîlerin sandukalarındaki sikkelerin, destarları, “Cüneydî”dir.

Alt tarafı kavisli ve şişkin, üstü gittikçe dar olan ve sikke ile aynı kalınlığa sahip olan destara “Şeker-âviz destar” denilir. İki parmak enindeki tülbentin dört kat bükülerek sağdan sola, sona kadar karşılıklı olarak soldan sağa sarılmasıyla teşkil edilir. Birbirini keserek bir kafes görünümü verir. Bu tür destarların Sultan I. Ahmed döneminde moda olduğu anlaşılmaktadır.[11] “Şeker-âviz destar”, bir karış kadar genişliktedir. İçi pamukla beslenmiş, üstü tülbentten bir halka, sikkenin altına geçirilir. Bunun altında da iki parmak enliliğindeki iki kat edilerek dikilmiş ve ütülenmiş tülbent yer alır. Sikkenin üst kısmının önce iki parmak sıkı sıkı sonra da halkanın üstüne sarılır. Ucu, sol omuz tarafından gögüs hizasına gelecek kadar uzatılır.[12]  Hasır örgüsünü hatırlatan, kafes görünümü veren destar sarım tarzına “Kafesî Şeker-âviz Destar” denilir. Birde “Dolama Destar” vardır ki, sikkeye herhangi bir motif görüntüsü vermeden, doğrudan doğruya sade görünümlü sarma şeklidedir. Taşıdığı bunca ince anlamlar ve sembolize ettiği değerler sebebiyle, destar sarmaya hak kazanmış şahsa, Şeyh tarafından bir de belge olarak “icazet” verilir. Buna “Destarlık Sikke-i Şerif İcâzeti” denilir.[13]

Mazhar ve nâil olan ömür boyu başındaki sikkesini destarıyla taşır. Vefatından sonda da, kabir taşına bu işlenilir. Mevlevihanelerin, “hâmûşân” denilen mezarlarında bunun çok çeşitli örnekleri görülebilir.

ARAKİYE

“Arak”; Arapça “ter” demektir. “Arakiye” ise, teri alması için başa giyilen takkedir. Rengi beyazdır. Dövme yünden yapılmıştır. Sikkeden kısadır. Yalnızca giyilebildiği gibi, fesin veya sikkenin altına da giyilir. Arakkiye”ye, “Arak-çin” de denilmiştir. Farsça bir kelime olan “Çin”, “toplayan” anlamına gelir. Böylece “Arak-çin”, “teri toplayan” anlamına gelen bir başlığın adı olmaktadır. Teri çeken kumaştan, kadifeden dikilir. Pamuklu ve sade görünümü olanları yaygındır. Arakiye, önceleri herkes tarafından giyilirken, daha sonra sadece dervişlerin giydiği ve böylece bir derviş çeyizi olarak ün yapan bir tür takke olarak da tanınmıştır.[14]Arakiyye”nin yukarısı sivrice ve darcadır; iki yandan bastırılmak suretiyle yassılaştırılarak, üstte belirli bir çizgi verilmiş olan türüne “Elifî Arakiyye” denilir. Arakkıyye, Matbah-ı Şerif”te hizmet görevlisi olup, “can” tabir edilen kişilerde de görülür: çocuk, hanım ve henüz “sema” izni almamış derviş adayları da giyerler. “Arakıye giymek”, hak ve liyakat konusudur. Tarikat ve dergâh da belli bir seviye ve mevkie gelişi sembolize eder. İfâde ettiği nâzik ve nâzenin edebi, ahlâkî anlamların dolayı “Arakıye” de diğer Mevlevi kıyafetleri gibi, düzenlenen özel bir merasimle, Şeyh”in elinden giyilir. Buna “Arakıye Tekbirleme” denilir.[15] Dervişe önce “Arakıye” daha sonra, zamanı gelince de “Sikke” tekbirlenilir. Bunlar için yapılan merasimler, hem dervişin liyakatini ızhar, mazhariyetini ilâm ve hem de ona geldiği makamın anlam, önem ve değerini şuur altına yerleştirilmesini temin içindir. Bu nezih merasim, henüz bu mevkie gelmemiş ve azim ateşinin yanmasına vesile olur.  Arakıye (Arakçîn)”nin pamuklusu ve sadesi olur. Son derece ince dikişleri çok meşhurdur. Bazı hanımlar hemen göz görmeyecek derecede ince dikişli arakıye dikerlerdi.[16]  Öncelerin herkesin giydiği bir takke türü iken, zamanla “Derviş serpuşu” şeklinde anılarak mûrîdâna aidiyet kazanmıştır.[17]

İSTİVÂ

Kıyafetlerde görülen düz çizgi ve şeridin adıdır. Mevlevîlikte ”Şeyh”lik ve “halife”lik makamına gelmiş yüce şahsiyetlere, “istivâ” şeridi özenle yerleştirilmiş sikke, merasimle tekbirlenerek giydirilir. “İstivâ” sikkenin üstüne, önden başlayarak arkaya doğru orta yerden çekilir. 2 cm eninde, ince kumaştan bir şerittir. Sikkenin altın tarafında, tam orta yerden başlayıp, yukarıya doğru uzatılır. Tepeden aşağıya boyuna doğru, ense çukuruna dikey olacak şekilde indirilerek dikilir. Bu şerit önceleri “deri”den hazırlanırken, sonraları, günümüzdeki şekliyle, yeşil çuhadan dikilmeye başlanmıştır. “Mevlâna”nın ve o büyük mütefekkir ve mutasavvıfının “Halife”lerinin sembolüdür. Böyle sikkelere, “Külâh-ı istivâ-dâr” adı verilir. Mevlevîliğin ileri gelenlerine aittir.

İstivâ şeridi, “Hırka” konusunda temas edeceğimiz gibi, Hırka”nın kenarlarını çepeçevre dolaşacak şekilde dikilmiş olan şeride de denilir. Ensede, (   ) şekli oluşturularak tevhidi ifâde eder.  “İstivâ” aslında, Arapça, “Kurulama, kaplama; Hâkim olma; eşit olma” gibi çeşitli anlamlara gelen bir kelimedir. Bir şeyin üzerinde zuhûr etmek demektir. “Araf: 54, Yunu:3, Râd:2, Ta-hâ: 5, Furkan:59, Secde:4, Hadid:4” gibi Âyet-i kerimlerden anlaşıldığı gibi “istivâ” eden “Hâlık”, istivâ edilen ise “Arş”tır. Bu hikmetli ifade, Mevlevî kültüründe son derece önemli ve ulvî mânâlara sahiptir. Tarikatte “Kemal” vasıfını kazanarak “itidal” makamına erişmiş ârîf kişilerin ulularına mahsus bir semboldür. Düz, doğru ve sonsuza kadar uzanıyormuşçasına fikir veren çizgi ile ifade edilir.

Ünlü Mevlevî-hân ve Şârih-i Mesnevi İsmail Ankaravî (ö.1631), ünlü eseri Minhâcu”l-Fukarası”nda “istivâ”yı, “adalet”in remzi olarak mânâlandırmıştır: “Tarihimizde bu adâlet sıfatı, merâtib-i istivadır. Bu mertebeye vâsıl olanlar, bu mertebeye vâsıl olduklarına dair alâmet olsun diye, başlarına bir istivâ çizgisi çekmişlerdir. O çizgiyle bir mertebeye işâret kılmışlardır. Zamanımızda bir kimsenin başına istivâ çizgisini çekmek demek: “Ben bütün sözlerimde, fiillerimde ve hallerimde müstevâ ve müstakîm olarak bu mertebeye ulaştım” demektir.[18]“İstivâ çizgisini çeken kimsenin bu mertebeye ermesi gerekir. Orta derecedeki Mertebe, Allah”ın emirlerine itaat etmek, riyâzat ve ibadeti yapmak, oruç ve namaz devamlı olarak edâ etmek; nefse ait günahların yol açtığı karanlıkları, İlâhi nur ile aydınlatmak suretiyle elde edilecek bir mertebedir.[19] Ender görülen bir olay olarak, büyük kabahat işleyen, önce külâhındaki “istivasını sökmek” suretiyle en ağır ceza verilmiş olurdu. Hemen arkasından da başındaki silkesi alınmak suretiyle “ser-pâ” edilirdi. Bu askerlikten ihraç edilen bir subayın apoletlerinin sökülmesi gibidir.[20] Görüldüğü gibi “istiva” son derece köklü anlamları olan bir semboldür.[21]

HIRKA

Mevlevîlerin, ince kumaştan dikilmiş kıyafetlerinden biridir. Omuzlardan itibaren bedeni kaplar. Bol cübbeye benzer, kolları hayli geniş ve uzundur. Önü açık, yakasız ve düğmesizdir. Ayaklara kadar inen uzunlukta bir üst kıyafetidir. Genellikle siyah renktedir. Gri olanları da vardır.

Boyun tarafına dikilmiş, “ters Lâm-elif   (        ) teşkil eden şerit, koyu yeşil kumaştan olup, bir parmak kadar enliliktedir: Aşağıya doğru inerek eteği tamimiyle dolaşır. Bu şeritte de “istiva” denilir. “Hırkanın istivâsı (orta dikişi), ilâhi isimleri bir araya getirmeye işârettir. Zâhirde “Hattı-ı İstivâ”, Mekke”nin dışında iki saatlik mesafede bir yerin adıdır. Bâtıda ise, ma”rifete yükselerek, Hatt-ı istivâ”ya erişmektir.[22]  Mevsim şartlarına göre, keten veya yünlü kumaştan dikilir. Bu özel kıyafeti dervişler, kollarına giymeden omuzlarına alırlar. Önünü içeriden elleriyle tutup kavuşturarak bir cübbe gibi bürünürler. Kollarının giyilmemesi bir gelenektir. Ancak, namazlarda, bayramlaşmalarda ve merasimlerinde giyilir. O görüşme sona erdirdiğinde, hemen kollar çıkarılarak omuza alınır. Şeyh Efendiler ise hırkalarının kollarını, her zaman giyerler. Daha çok resmi merasimlerde ve semâ” törenlerin de giyildiği için “Resm Hırkası” da denilir. Hırka giyildiği zaman, başta sikkenin muhakkak bulunması gerekir. Dervişlerin birde “Dışarı Hırkası” vardır. Yakasız, kolları genişçe ve düzdür. Topuklara kadar iner. Resmi görevde olunmadığı ve dergah dışına çıkılacağı zamanlarda giyilir. Semâ-hanedeki devirler, hırkalı ve sikkeli olarak yapılır. Sema”a kalkılırken, hırkadan sıyrılarak, yavaşça yere bırakılır. Bu dirilişin, lâhûti âleme kanat açışın ifadesidir. Sema” sonunda Asr-ı Şerif dinlendiğinde tekrar omuza alınarak, bürülünür. “Hırka” giymeye hak ve liyakat kazanmak bir mazhariyettir. Hücre çilesini tamamlayan derviş, Şeyh Efendi”ye “Bîât”ederdi. Bunu takiben de Şeyh Efendi tarafından tekbirle “Resim Hırkası”, Özel dua, gülbank ve merasimle giydirilirdi. Böylece Şeyh ile mürid arasında son derece sağlam bir gönül irtibatı kurulmuş olurdu. “Hırka” giymek, “Şeyh Efendi”ye teslimiyetinin ifadesidir. Bunda, Asr-ı Saadet”te Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a)”in sahabîlerine “hırka” armağan edip, giydirmesi sünnetine ittibâ vardır. Nitekim Mevlâna da bazılarına “hırka armağan etmiştir.

Konunun (el-A”raf:26) ile de irtibatı vardır.[23] Âyet-i Kerime”de geçen “Rîş” ve “Rîyâş” kelimeleri “kıymetli Libas” anlamına gelir. “Takvç libası” ise, en hayırlı olanlardır. Bu, “ehl-i verâ”nın, zühd ve takvâ sahibi kişilerin elbiseleridir ve “Muttakî Hırkası”dır. O hırkaya bürünen, haramdan, kibirden, nefis kışkırtmalarından kaçınma imkân bulur. Ünlü mesnevi şâiri İsmail Ankaravî bunu şöyle izah eder: “Bu teslimiyetin başlangıcı, Şeyh”e boyun eğer, ona teslim olma makamında, Şeyhin elinden kisve ve hırka giymektir.[24] “Bu takva elbisesidir. O hırkayı giyen, o hırkanın sayesinde, haramdan, kibirden, nefsin hatalarından kaçınır ve bir nevî perhiz olunur.[25]

Bu ana fikir doğrultusunda “hırka” ile, başta Yusuf Peygamber olmak üzere, Yakup, İbrahim, İsmail Peygamberlerin hayatlarında  geçen “hırka” “gömlek” motifi ile yakın alakası vardır. Bilindiği gibi hepsinde de “gömlek” koruyuculuk ve kollayıcılık vasfı ile öne çıkarılmıştır.

Burada işaret edilmesi gereken bir nokta, tasavvufû hayatta “Hırka”dan maksat, hırkanın sembolize ettiği mânevî tema, derin mânâ ve idraktir. Giyene bu şuuru vermeyen veya giydiğinde bu derin tenbih ve mânaları elde etmeyen sözde derviş için hırkanın hiçbir değeri ve hükmü kalmamış demektir. Tasavvuf sadece hırka ile kaim değildir. Önemli olan tasavvufi anlam ve idrak duygusudur. Yunus Emre”nin: “Dervişlik olaydı tâç ile hırka/Ben dâhi alırdım otuza, kırka” mısraları bu gerçeği ortaya koymaktadır. Makamlar oturanlarla, kıyafetler de giyenlerle değer kazanır. “Hırka”, bir hülledir. Manevi bir armağan, bir mazhariyet üniformasıdır. Bunun en üst derecesi Şeyh”lik hırkası, Takva, mârifet mertebelerini idrakle, Tevhid sırlarına âsinâ, Hakikat”e vâkıf olan yüce şahsın hırkasıdır.

Mevlevî”nin hırkası, “mezar”ı, tennüresi, “kefen”i, sikkesi de, “Mezar taşı”nı sembolize eder. Böylece, “ölümden önce ölmek” fikrini elde ederek, her ânında çevresine faydalı işlerle meşgul olan mübarek insan olma vasfını kazanmıştır.

Hırka giyen derviş, “mâsivâ”dan sıyrılarak, yükselmiş, örnek ve önder insandır. Bunun için buna, “Hırka ber-endâz” denilir.

DESTE-GÜL

“Taze, güzel görünüşlü ilkbahar güllerinden oluşan demet” anlamına gelir.[26] Tennüre”nin üstüne “ Hırka”nın içine giyilen vücuda oturacak şekilde dikilmiş bir tür erkek yeleğidir.[27] İnce ve daha çok beyaz kumaştandır. Bele sarılmış kuşak olan “Elfenemed” e kadar iner[28]. Kolları, bedenden düz olarak çıkar. Dar ve uzun kolludur. Düğmesizdir.Önü açıktır.Ön kısımdaki sol parçanın ucunda, parmak eninde bir çeşit (kaytan) vardır.Bu kuşağın tam orta yerinde üstten getirilerek kuşağın arasına iyice sokulup, sıkıştırılarak sema”da sol tarafın açılmaması temin  edilmiş olur.

Deste- gül”ün altına, göğsü örten biçimde, yakasız ikinci bir gömlek daha giyildiği olur. Buna, “ işlik”, “İçlik” denilir.[29] İşlik yerine şu anda yakalı atletler ve hakim yakalı manşetli gömleklerde giyiliyordu.

Destegülü Mevlevi dervişleri, hücrede bulundukları sırada giyerlerdi.[30]

KUŞAK

Şalvarın, tennürenin üzerinde bele kuşanılan bir tür kemerdir. Dört parmak enindeki düz veya işlemeli kumaştan yapılmıştır.

Mevlevi kıyafetinde de yer alan “kuşak” Türkler arasında Uygurlar”dan beri kullanılagelen bir bel sargısı, bağıdır. “Kurlamak” kökünden gelir; “Bağlamak, kuşanmak demektir. [31]

“Kuşak” ,kültür ve tefekkür hayatımızda bir çok derin anlamları sembolize eder. “Azim, kararlılık, cehit, gayret, sabır, vefa gibi asil duygu ve düşünceleri anımsatır. Kuşak kuşanma bir liyakat ve haktır. Tasavvfu temelleri üzerine kurulmuş olan  “Ahilik” ve “Lonca” teşkilatlarında bir meslek mensubunun çıraklığı, kalfalığı ve ustalığı,  “kuşak”la belli olurdu. Bu , belli  kural ve mertebelerden geçen mensubun eriştiği liyakat ve elde ettiği bir hak ifadesidir. Önem ve derin anlamından dolayı, herkesin gözü önünde ve merasimle ifa ve icra edilirdi. Mevlevi”likte “şed” yoktur. Dergah geleneğinde de böyledir. Belli merhaleleri katetmiş bir müridin, sonunda ulaştığı fazilet ve meziyet makamının ifadesi ve sembolüdür. “Kuşak”, Allah”ın emrettiklerine iştiyakın, nehyettiklerinden ictinabın sembolüdür. Kendine, nefsin kışkırtmalarına karşı ne pahasına olursa olsun hakim olma şuuruna erişmiş insanın simgesidir.

Ahilik ve Fütüvvet teşkilatlarında “kuşak”, “şedd” kuşanma, kişinin hayatında bir dönüm noktasıdır. İş ve meslek hayatında ahlak ve hukuk kurallarından hiçbir zaman  ayrılmayacağına dair ikrar vermesidir. Zaten Arapça “Şedd”, sıkı sıkıya bağlama ve bağlanma anlamına gelir. “Şedd-i nitak-ı himmet” , bir işde himmet kuşağını kuşanmayı; işe sıkı başlamayı ifade eder. İşte “kuşak”, Mevlevilik”te böylesine himmeti, gayreti, görev ve sorumluluk anlayışını kabulün timsalidir. Tennüre giyilince bele, “Elfe-nemed” adı verilen kuşak sarılır. 

ELFE-NEMED-(ELİRİ-NEMED)

Kumaştan yapılmış özel kuşağın adıdır. “Elfi-nemed” diye de bilinir. Bu isimle anılması, uzun keçeden oluşundandır.[32] Kumaştan hazırlanılmış kuşağın içine, ince keçe yerleştirilerek yapıldığı için “Elfe-nemed” adı mahiyetini daha güzel anlatır. [33]  Çünkü “Nemed”, “keçe” anlamına gelir. “Elife”, “ülfed, muhabbet, bir araya gelmek” demektir. “Elfe-nemed” “keçe ile dostluk” manasına gelen bir isim olmuştur. “Elf-i Nemed” şeklindeki kullanılışı, bu özel kumaşın yapılışı, mahiyatı ve kullanılışı ile ilgili olmayan bir yanlış isimlendirmedir. Bu özel kuşağın eni, 8 10 cmuzunluğun 150 cm kadardır. Kenarlarına nisbeten daha koyu veya daha açık renkteki kumaştan bir zırh çekilmiştir.

Gerekli basamağa liyakat kazanan müridin “Elfe-nemedi” Şeyh efendi tarafından özel bir törenle kuşatılarak tastiklenilir. “Elfe-nemed”, “tennüre”nin üzerinde bele, üç defa dolanılarak sarılır. Sarma, sağdan başlanılarak, sola doğru yapılır. Ucu belin sol tarafına gelecek şekilde ayarlanılıp, öbür ucu, üstüne getirilir. Bu uçta, uzunca bir şerit (kaytan) vardır. Bu, kuşağın orta yerinden ve üst taraftan bele sıkıca dolanıp ucu, kuşağın arasına iyice yerleştirilir.[34]

Türk Kültür ve tefekkür tarihinde “kuşak” ın sembolize ettiği ince, derin ve güçlü anlamlar “Elfe-nemed” için de geçerlidir.

“Elfe-nemed”i şeyh efendi”den kuşanan müride, tennüre giymesine olduğu gibi, o günden itibaren sema”a çıkmasına da izin verilmiş olur. Çünkü, çeşitli disiplinleri yerine getirerek kuşanmaya hak kazanan kişi, Muhabbet ve vefa ile teslim olduğunun ; Eline, diline, beline hakim bulunduğunun; doğru olmaya, ahde, beyata ve hayrete bel bağladığının; açlığa, yokluğa, sabredeceğini; Tevhid-i Efal, Tevhdi-i Sıfat ve Tevhdi-i Zar”a ulaşmak için cehd ve gayret göstermeye; bu yolda uğrayacağı eziyet, zulüm ve haksızlıklardan incelenmeyip sabır ve tahammülün; dikenden şikayeti olmayacağının kararlığını “Elfe-nemed” ile ilan, ikrar etmiş olur[35]

TENNURE

Mevleviliğin otantikken ünlü sembol giysisidir. Dervişlerin hırka altına giydikleri tennure” ölmeden evvel öldüm”, hırka ise “bu benim kefenimdir”anlamına gelir. Genellikle Mevleviler arasında kullanılan tennure, Allah”ın isminin anıldığı sırada kıyafetle tenin bir olduğunu ve ışık saçtığını ifade etmek için”ten-nur” adını almıştır. Mevleviler arasında ikiye ayrılan tennurelerden ilki”hizmet tennuresi” olup, dervişlerin ilk terbiyelerini aldıkları sırada giydiklerine verilen addır. Diğer tennure ise beyazdır, yere kadardır ve etek kısmına sema ederken ağırlık yapması için kalın yünden-keçeden bir şerid dikilir. Bu ağırlık sema esnasında açılan eteğin daha güzel görünmesini sağlar. Genellikle beyaz kumaştan dikilmiştir. Bu efsunkar kıyafet içerisinde sema”-zen, eriştiği mertebelerin verdiği olgunluk ve aydınlıkta tamamen” pür-nür” olduğundan, haline ve kıyafetine “baştan ayağa apaydın olmak” anlamında “Ten-nür” denilmiştir. Tennüre”nin sema anında olduğu şekil itibariyle bir, bir de Mevlana”nın ifadesiyle “Ham idim; Piştim: Yandım” şeklindeki ince ifadesiyle de irtibatlandırılarak “Tandır anlamı üzerinde de durulmuştur. “Tennur” Arapça “Tandır, Ocak anlamına da gelir. Mevlevi dervişsinin bu ma”rüf, muazzez ve meşhur kıyafetine bu adın verilmesine bir diğer sebep de, sema” sırasında kıyafetlerin belden aşağısının aldığı “tandır” şeklinden dolayıdır. Bu şekilden haraketle, giymeye hak ve liyakat kazanıncaya kadar müridin, olgunluk ve mazhariyet elde etmek için harfiyenin uymak zorunda olduğu disiplin kurallarının, çekilen çilelerin verdiği sınavların insan psikolojisindeki hararet, sıkıntı ve nefsin kışkırtıcı arzularına egemen olmanın meşakkatleri de anlatılmak istenilmiştir. İki çeşit tennüre vardır. Biri “Hizmet Tennüresi” dir. Sema yapmaya hak ve liyakat kazanmış dervişin özel izinle yapmaya başladığı Sema merasimlerinde giydiği tennüredir.

Tennüre, kolsuz yakasız, ve düğmesizdir. Önü, göğse kadar (V) şeklinde açıktır. Belden yukarısı dar, aşağısı gittikçe genişleyen bolluktadır. Altı parçadan oluşur. Etek kısmında uçlar, en geniş şekilni almış durumdadır. Eteğin uçlarında içten 10 cm etek ucuna keçe konuluyor. Eninde kalın ve yünlü bir şerit dolaşılmıştır. Bu, sema sırasında eteğin rüzgârla dolarak, şemsiyyye gibi açılmasını sağlar. Denge ve ahengi temininde yardım eder. Şemazene çoşkunluk ve lahüti bir görünüm verir. Genellikle beyaz kumaştan dikilirse de, başka renkte olanlarda vardır. Rengi, Mevlevi kültür ve tefekküründe, o andaki duygu, düşünce, makam ve mevkileri sembolize eder. Bu nedenle, lale-goncası görünümünü andırır. Tennüre”nin bel kısmına ”Tığ-bend” denilen ince, bunun üstüne de “Elfe-nemed” kuşakları sarılır. Belden yukarıdaki açık olan ön kısımda, her iki taraftan “Onsekiz”[36] adet sık dikiş veya aynı renkteki kumaştan dikilmiş “zırh” vardır. Buna tam ensede yayvan bir “Ters La” görünümü verilmiştir. Sema anında tennüre. Alfabedeki “LA” (yok hayır) harfinin ters görünümü olan (  )”ya benzer Bu(   ) “Hayır”ın tersi “İlla” (Ancak) olarak yorumlanıp “La ilahe illalallah” “Allah”dan başka ilah yoktur” anlamına gelen Kelime-i Tevhid”in özü, simgesi olarak kabul görmüştür. Önce tasdik “ifade eder. “La” diyenin bile “illa” nın kucağına koştuğunu anlatır. Böylesine ulvi, deruni, hikemi anlamları sembolize eden bu muazzez kıyafetlerin kumaşın seçiminden, dikimine; şekil verilişinden giyimine; çıkarılmasından taşınılmasına kadar son derece hassasiyet ve saygı gösterilir. Bunlar yıpılırken semazen, tennüre ile “görüşme” de bulunur. Çünkü, bir çok savdan sonra giymenin metine erişilmiştir. Bu, herkese nasip olmayan bir mazhariyettir. Kadri kıymeti büyüktür. Nitekim ilk defa giyilirken Şeyh Efedi”nin elinden ve kendine has merasim gülbankla giyilmesinin önemi de bundandır. Buna “Tennüre Tekbirleme” denilir. Gerekli hizmetleri yerine getirmiş; sınavları başarı ile sonuçlandırmış, “Çile”sini ikmal etmiş derviş, “Tennure” giymeye liyakat kazanmıştır. Şeyh”in huzurunda “Ölmeden önce ölünüz” Hadis-i Şefine uygun olarak “kendime, ölmeden önce ölmüşçesine ölmüş hayat tarzı hazırladım, sırtıma giydiğim “Tennure” ahiret gömleği; “Hırka”, da kefenimdir” İkrar ve ifadesine erişmiştir.[37] Sema merasimi ifa ve icra edileceği zaman dergah görevlisi olan “Dış Mabeynci” dedelerin bulunduğu hücreleri dolaşarak, “Tennüreye sala” diye seslenmek suretiyle haber verip, davette bulunur. Sema”a başlamaya, “Tennüre Açmak” tabiri kullanılır. Sema sırasında tennüreleri birbirine dokunmasına Tennüre Çarpmak denilir. Hızlı dönüşü yavaşlatmaya ve dokunmayı önlemeye Tennür Söndürmek ifadesi kullanılır. Tennüre”nin üstüne “Deste-gül” adı verilen, aynı renkte, bele kadar inen ve uzun kolları olan bir yelek giyilir.

ŞALVAR

Bir tür pantolondur. Daha çok erkek kıyafeti ise de, bol paça nârin kumaşlı ve süslü olanlarını hanımlar da giyerler.[38] “Mabeyn” veya “Kadı” biçimi denilen farklı kalıplarda dikilmiş olanları vardır. “Elifî Şalvar”, yarım ağlı olup, dar paçalıdır.

Siyah kumaştan dikilir. Belinde, “uçkur” desenleri, bezden dikilmiş ince bir bağ (kaytan) bulunur. İki ucu çekilerek sıkıştırılıp, birbirine bağlanarak şalvarın belde durması sağlanır.

Kelime öztürkçe “Salbar”dan gelir. “Çalbar”da denilir[39].

Türkler, “Üm” adını verdikleri [40]”Şalvar” ve “çakşır”ı tercih ederlerdi. Ata binmeye son derecede elverişli bir kıyafettir. Çünkü entari ata binmeyi zorlaştırırdı. Biri günlük, diğeri de yolculukta giyilmek üzere hazırlanmış iki çeşidi bulunur.

Rahat, kolay olduğu için, Mevlevîlerce de makbul ve muteber bir kıyafet olarak kullana gelmiştir. Bu gün daha dar kesimli streç gibi şalvar pantolon tercih edilmektedir.

AYAKKABI

Mevlevîlere ait bir ayakkabı bulunmamaktadır. Herkes gibi onlar da, durum, yer ve mevsimine göre, yemenî, fotin, lâpçin, kundura, ökçeli veya ökçesiz mest, galoş, iskarpin giymişlerdir. Sadece renk konusunda bir birliğe gidildiği görülmüşse de zamanla bu da bırakılmış olup, önceleri “sarı” renk tercih edilirken, sonraları diğer renkler de kullanılmıştır. Ayakkabının içine mevsime göre ince veya kalın çorap giyilir. Bu beyaz, kahverengi yün veya tiftikten örülmüş çoraptır. Sema” ise, yalın ayakla veya “Çorap mest” le yapılır.

SONUÇ

Sekiz yüzyılı köklü bir geçmişe sahip olan Mevlevi giysileri, Osmanlı Devletinin kuruluşundan önce ve sonra Anadolu ve Rumeli”nde yayılan ve halk topluluklarına etkili olan tarikatlar arasında düşünce ve fikirde yaptığı izler kadar, giyim kuşamda da farklılık yaratmış, düzgün ve temiz giyinmeyi şart koşmuştur.

Mevlevi giysileri her zaman saygı, sevgi ve takdir görmüştür. Örnek insanların giysileri olarak saygıyla karşılanmıştır. Mevlevi tüm özellik ve güzellikleri ile denge kurmuş ahenkli insanlardır. Mevlevi giysileri de bir takım özelliklere ve özel isimlere tabidir. Zamanla törenlerinde giysi özelliklerinde belirli model ve düzene bağlanan Mevleviler dışarıdan ve içeriden aynı, sema törenlerinde farklı giysiler taşırlardı. Görülüyor ki Mevlevi”nin giysisinde tesadüfî değildir. Büyük köklere dayanan, derin anlamlar taşıyan zarif ve şık sembollerle önemli mesajlar veren unsur, isim ve kısımlardan gelmiş özel giysilerdir. Birbirlerinden kaliteli ve zarif özelliklerinden ve Mevlevi şuuruna yerleşen saygı sevgi ve ilgiden dolayı yolunu, pirini temsil eden bu giysiler daima üstün tutulmuştur; giyilirken çıkarılırken görüşme yapılması ve taşınırken bohça içerisinde bulundurulması adettendir. Çünkü dervişin çeyizi kutsaldır, değerlidir.

Mevlevilik giyside üstünlük, giyside Mevlevi”ye farklılık kazandırılmıştır. Makamların Şerefi oturanla; kıyafetlerin ki giyenle kaimdir. Bu nedenle Mevlevi sessiz kalsa bile kıyafetleri etrafındakilere çok şeyler anlatır, ilham verir Mevlevi giysilerinin orijinalitesi, yüzyıllar boyunca korunmuştur.

Göktürk heykellerindeki (Költiğin ve Bilge kağan anıtlarındaki) giysilerin kol ve beden kesimler, ile Anadolu Selçuklu giyiminde de aynı özellikleri taşıyan bu kesimler ile Mevlâna giysileri ile aralarında büyük benzerlik taşımaktadır. Dönemlerin giysi özelliklerini Göktürk heykellerin de ve Selçuklulara ait çini, fresk, taş kabartma ve minyatürlerinden öğrenmekteyiz.

Tennureler Hz. Mevlana zamanında yoktur. Bu giysiler daha sonra Mevlâna sevgisi ve Mevlânaya bağlılıktan doğmuştur. Ayrıca Mevleviler tennureyi semayı kolaylaştırdıkları için giymektedirler. Mevlana”nın ve Mevlevî giysileri her bedene uygulanabilen kalıp ve model özelliklerine sahiptir. Mevlevi giysilerini modernize ederek günümüzde kadın günlük giysileri, akşam giysileri, gece giysileri, ve gelinlikler modernize edilerek yapılabilir. Ülkemizde Ankara Olgunlaşma Enstitümüz harikulade güzel bir Mevlana giysisi koleksiyonu hazırladı, yurt içinde ve dışında bunun tanımı görsel olarak yapılıyor, bu görselliği sadece Mevlana”yı anma törenlerin de değil farklı özel günlerde de sergileyerek konuya olan ilgi canlı tutulmalıdır. İnanıyoruz ki ifade ettiği anlamlar, sembolize ettiği fikirler verdiği mesajlar anlaşıldığı ölçüde Mevlevi giysileri vakar ve onurlarını devam ettireceklerdir.

Mevlevi, sema (Tören giysilerini) giysilerini günlük zevk ve anlayışı ile bütünleştirerek yeni kuşaklara tanıtmak bu büyük ortak mirasımızı kardeşliğimizi ve komşuluğumuzu yaşatmak adına oldukça önemlidir. Sözlerimi Hz. Mevlâna”nın dörtlüğü ile bitirmek istiyorum.

“Gel, Gel…

Ne olursan ol, gel.

İster Kafir, ister Mecûsi, ister puta tapan ol, gel…

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergahı değildir.

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan de yine gel!…”

Hz. Mevlâna

KAYNAKÇA

ANKARAVİ,İsmail : Nisabü”l-Mevlevi;Çev:Tahiru”l-Mevlevi, Haz.: Yrd. Doç. Dr.Yakup Şafak, Yrd.Doç.Dr.İbrahim Kunt, Tekin Kitabevi, Konya 2005.

Ayhan, Fatma: Moğolistan Orhan anıtları Çalışmaları 2000-2002

  : Minhacu”l-Fukara Haz: Sadettin ekinci, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996

ATASOY, Nurhan: Derviş Çeyizi- Türkiye”de Tarikat Giyim Kuşam tarihi; T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sanat  Eserleri Dizisi: 451, Ankara , 2005

DURU Muhittin Celal: Tarihi Simalardan: Mevlevi; Kader Basımevi, İstanbul, 1952

EROL, Dr.Erdoğan: “ Sikke Nasıl Yapılır; Konya”da Sikke”cilik ve Sorunları”; Kamu ve Özel Kuruluşlarla orta Öğretimde, Üniversitelerde el Sanatlarına Yaklaşım ve Sorumları Sempozyumu Bildirileri ( 18-20 Kasım 1992, İzmir) , Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1994, sf. 155-159.

  : “ Mevlevilikte Çorap Mest”, S.Ü. VIII.Milli Mevlana Kongresi ( 6-7 Mayıs 1996, Konya), ( Tebliğler) , Konya, 1997, sf: 125- 135.

GÖLPINARLI; Abdülbaki; Mevlana”dan Sonra Mevlevilik,; İnkılap Kitabevi, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1953

  : Mevlevi adab ve erkani; İnkilap ve aka Kitabevleri Koll.Şti., Yeni Matbaa, İstanbul, 1963.

El-İSTANBULİ, Yahya Agah bin Salih : Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm: Sadeleştiren : Zilker Aytekin, Ocak yayıncılık, Bizim Matbaa, İstanbul, 2002

KÖYMEN, Prof.Dr.Mehmet Altay : “ Alp Arslan Zamanında Türk Giyim Kuşam”, Alp Arslan ve Zamanı, II, A.Ü.Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayını : 342, 1983, sf. 489-528.

KUMBARACILAR , İzzet: Serpuşlar: Türkiye Turing ve otomobil Kurumu Yayını.

KASIMİY , İslamcan : Uygur Milli Giyimleri; Çev: Soner Yalçın , Devran Matbaacılık, Ankara, 1996

KOÇU, Reşat Ekrem: Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü ; Sümerbank Kültür Yayınları, Başnur Matbaası, Ankara , 1967

  : “Mevlana”nın Müzesinde Bulunan Mevlana”nın Elbiseleri Üzerine Bir Araştırma”; Türk Etnoğrafya Derg., T.T.K.Basımevi, Ankara , 1974, XIV-1947 ( Aynı Bakın) sf.5-14

ÖNDER , Mehmet : “ Mevlevi Sikkeleri”; Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1955, IV/75; 1193-1195.

  :  “Mevlevi Giyimleri”; Türk Etnoğrafya Derg., Maarif Basımevi, Ankara , 1956, I/77-86

  :  Mevlana”nın ve Mevlevilerin Kıyafeti” Anıt Derg., Nisan , 1957, C.2, Sayı: 20-21, sf. 3-15

  :  “ Selçuklu dokumaları ve Mevlana”nın Giysileri”, Prof.Dr.Haluk Karamağaralı  Armağanı, Ankara , 2002, sf: 259-269

ÖGEL, Prof.Dr.Bahaeddin; Türk Kültür Tarihine Giriş, V,- Türklerde Giyicek ve Süslenme-; Kültür Bakanlığı, Ankara , 1978

PAKALIN, Mehmet Zeki : Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-II-III, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul , 1946

SÜSLÜ , Prof.Dr.Özden : Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri , Atatürk Kültür Merkezi  Yayını : 35, Ankara , 1989

SEZGİN, Mualla : “Mevlana”nın ve Mevlevi”lerin Giysilerinin Modernizasyonu”; Selçuk Üniversitesi 1.Milli Mevlana Kongresi( 3-5 Mayıs, 1985, Konya ) Tebliğler), Selçuk üniversitesi Basımevi, Konya, 1986 sf: 427-448.

TOP,  H.Hüseyin : Mevlevi Usul ve Adabı: Ötüken Neşriyat, 496, Kültür Sergisi: 208, Özener Matbaası, İstanbul, 2001.

ÜNVER , Ord.Prof.Dr.a.Süheyl : Mevlana”dan Hatıralar (Sevakıb-ul Menakıb), Organın, İstanbul . 1973

——————–: Geçmiş Yüzyıllarda Kıyafet Resimlerimiz, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Basımevi , Ankara , 1987

 

 

KAYNAK KİŞİLER

–  Dr. Erdoğan Erol (Eski Mevlana Müzesi Müdürü) (Konya)

–  Prof. Dr. Fuat YÖNDEMLİ (Mevlevilikte Sema Eğitimi) (Konya)

–  Şemsi Yılmaz SUSAMIŞ Devlet Sanatçısı Semazen (Emekli) (Sivas)

–  Ali Osman SABANCI (Konya)

–  Bülent ERGENE (Konya)

[1] M.Zeki.Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyim ve Terimler Sözlüğü., I-II-II, İstanbul. 1946, III, 219

[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna”dan Sonraki Mevlevîlik, 1953,425.

[3] M.Zeki.Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyim ve Terimler Sözlüğü.,. 1946, II, 513

[4] A.g.e., III/220

[5] Veled Çelebi, Sımât-ı Âşikan, Konya Mevlâna Tetkikleri Enstitüsü , Prof.Dr. F.Nâfız Uzluk Bölümü, No:6655,y.:50a

[6] Bkz. Nurettin Sevin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Kültür Bakanlığı, Ankara, 19120, sf.56

[7] Prof.Dr. B. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara, 1978, V/194.

[8] Mevlâna”nın soyundan gelenlere vakfediyen Celâmiyye köylerine, “Destar-behâ” (Destar bedeli, sargı parası) denilmiştir (Bkz.M.Z. Pakalın, I/432).

[9] M.Z. Pakalın, II/129

[10] A.Gölpınar, Mevlevî Adâp ve Erkân, 1963,15;Nurhan Atasoy, Cehizi Ankara, 2005, 108

[11] M.K. Pakalın, I/432

[12] Âsâf Halet Çelebi, Mevlâna ve Mevlevîlik, 1957, 162-3

[13] Mehmet Önder: “Mevlânâ”nın ve Mevlevîlerin Kıyafeti”, Anıl Derg., 20-21/10n22.

[14] M.Z.Pakalın, I,63-4.

[15] Abdulbâki Gölpınarlı, Mevlâna”dan Sonra Mevlevîlik, 426-7.

[16] M.Z.Pakalın, I/64..Meraklı olanlar bunları tercih ederlerdi.

[17] A.g.e., I/64

[18] Minhâcu”l-Fukara, Çev: Sadettin Ekinci, İnsan Yayınları, Eko Matbaası, İstanbul

[19] A.g.e., 48.

[20] M.Z Pakalın, II/102…

[21] Bir de “Hatt-ı İstiva” vardır. Semâhânelerdeki düz, boydan boya uzanan çizgidir. Şeyh”in kırmızı postunun ucundan başlayıp, karşıdaki cümle kapısına doğru devam eden doğru ve tam çizgidir. Râh-ı Müstükım olan İslamiyet”i temsil eder. Adalet, hakimiyet, denklilik ifâdesi taşır. Bu ince ve derin anlamlarından dolayı Hatt-ı İstivâ”ya son derece saygı gösterilir. Üzerine basılmaz, Sema”a hazırlık devirlerinde ve bir taraftan, diğer tarafa geçişlerde de selâmlanıp, yavaşça atlanılarak geçilir..

[22] Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 124.

[23] Bkz.Hasan Basri Çantay, Kur”ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm; Ahmet Said Matbaası, İstanbul. 1957, (İkinci baskı), 1/218..

[24] Bkz.Minhacu”l-Furkarâ,63.;

[25] A.g.e.,64

[26] A.g.e., 129..

[27] Derviş Çeyizi, 110..

[28] Mevlevilerdeki türünün dışında, başka tarikatlerce kullanılan bir “ Deste-gül” şekli daha vardır.Bu  çeşitte boy uzunluğu dizlere kadardır.Bunlar, ya dar kollu yada “ Haydari” gibi kolsuz olabilir. Bkz.A.g.e.,129..

[29] “ Mevlana”nın ve Mevlevilerin Kıyafeti”, Anıt Derg., Nisan, 1957, C.2, 20-21/12..

[30] M.Z.Pakalın, I/433.

[31] Bazı Mevlevî şeyhlerinin kuşağına bağlı olarak görülen “Habbe”, otantik Mevlevî takılarına dahil değildir. Haydarîlik veya Bektaşilik”ten geçmiştir. Ceviz büyüklüğünde Necef veya yemek taşından bir parça veya fındık büyüklüğünde taştır. Daha önceleri olmadığı gibi, bu etkileşim süresinin sona ermesinden  sonra da devam etmemiş, dolayısıyla yaygınlık kazanmamıştır.

[32] M.Z.Pakalın, I/519.

[33] Bkz.Tarikat Kıyafetlerine Sembolizm, 186

[34] Mevlâna”dan Sonra Mevlevîlik, 430

[35] Bkz. Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 187

[36] Mevlâna”dan Sonra Mevlevîlik, 429..

[37] “18” rakamının Mevlevilik”te mübarektir. “Nezr-i Mevlânâ” denilir. “9”ve katları, Orta Asya Türkleri”nde muteber ve muazzez sayılar olarak kabul edilmiştir.

[38] Adı, anlamı, kullanım yerleri hakkında geniş bilgi için bkz. Prof.Dr. Özden Süslü, Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara 1989,163-167

[39] Bkz. Prof.Dr. Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1978, V/101-103…

[40] Prof.Dr. Özden Süslü, 164…