MEVLÂNÂ’NIN TASAVVUFÎ GÖRÜŞÜNE GÖRE İNSAN – İbrahim DÜZEN

A+
A-

5. MİLLİ MEVLANA KONGRESİ

MEVLÂN”NIN TASAVVUFÎ GÖRÜŞÜNE GÖRE İNSAN

Prof. Dr. İbrahim DÜZEN

İnsan oğlunun kulağına, mustarib, muhtaç ve huzursuz kütlelere, inanışını, imân heyecanını, Allah sevgisini sebil sebil dağıtan ve insanlığı hayvanı içgüdülerin esaretinden kurtararak berrak ve muhasebeli bir ruha, bir vicdan hürriyetine eriştirmek isteyen büyük Türk düşünür ve mutasavvıfı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi”nin Selçuk Üniversitesince tertiplenen V. Milli Mevlânâ Kongresi münasebetiyle burada toplanan Mevlâ mühibi siz kıymetli dostlarıma Mevlânâ”nın tasavvufi düşünceleriyle ilgili bir nebze bilgi vermekten mutluluk duymaktayim.

Bu tebliğde özellikle Mevlânâ”nin insana bakış tarzı ağırlıklı olmak üzere Mesnevi’den bazı beyitleri okuyarak onları yorumlamak suretiyle Mevlânâ”nin bu konudaki görüşlerini izah etmeye çalışacağım.

Varlık alemi, yaradanın, kendi güzelliğini görecek göz ve sevecek gönül aramasıyla var olmuştur. Nitekim hadis-i kutsi olduğu söylenen: “Ben bilinmeyen bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, arzu ettim ve bilineyim diye kainati yarattım” sözü de bunun ifadesinden başka bir şey değildir. Varlıkların görünüş halinden önce sen, ben yoktuk. Yalnız Allah vardı.

 Her şey ondan ibaretti. İnsan da ilahî alemdeydi. Her ruh, o alemde yüce Allah”ın    “Ben sizin rabbiniz değil miyim? hitâbına evet demişti” (Kur”an-ı Kerim 7/172).  İşte bu deyiş ruhun ateş, hava, su ve topraktan meydana gelen insanın, organizmasinda olma macerasında ilk adımdır. Ruhlar o elest toplantısından ayrılarak kadın, erkek bu aleme aktılar. Bir taraftan da Allah’in cemalini görmeye ve sevmeye kabiliyetli gözler ve gönüller oldular. Öbür yandan da ondan uzak düşmüş olmanın meydana getirdiği en büyük ayrılığın acısına düştüler. İşte mutlak kemal ve mutlak hakikat sevgisi ve aracılığı, bu ayrılığın bir neticesidir. Aslında bu arayış bir bakıma kendimizi, kendi benliğimizi bulma çabası ve gayretidir. İnsan bu varlığı ve bu güzelliği idrak vazifesiyle yaratıldı. Hadise

 hükmünce oldu. Ve insan kendisini yaratanın isim ve sıfatlarıyla değerlendirilmis olarak bu âlemde fâni bir vücuda büründü. Ancak her insanda Hakkın isim ve sıfatlarının tecellisi zuhuru aynı olmadı. Türlü türlü derece derece oldu. Ruhlar ezelî kabiliyetlerine göre bu tecellîyi kavrayabiliyorlar. Vücudu canlı iken, ırâki, gerçeği sezme kabiliyeti ölmüş kimseler çoktur. Doğru olan, insanın Allah bilgisi, mârifetullah ve Allah sevgisi, muhabbetullah ile canlı ve diri olmasıdır. Kalbinde aşk ve iman nuru ve vicdaninda irfan mihengi bulunan faziletli kimseler, Allah’tan gelen şefk ile yakıni, şüphe ile gerçeği ayırt edebilir. Demek ki şüphe ve endişeden kurtulup büyük gerçeği izah edebilmek aslında Mevlâna”nın bütün düşüncelerini bir nevi ortaya atmak gibi birşey. Bu ise ancak ciltler dolusu kitaplara bir kaç ömre sığabilecek bir hadisedir. Bu itibarla biz burada bu düşüncenin insanla ilgili kısmının bir özetini vermeye çalışmak durumundayız. Her şeyden önce şunu söylemek icab eder ki Mevlâna’nın düşüncesinin temel mihengi insandır. O halde insan nedir? Mevlâna”ya göre insan, varlıklar içinde Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olan yegane varlıktır. Her şey insandadır. O Allah’in cemalinin aynasıdır. Onun için insan her dilediğini kendisinden istemelidir. İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki içindekileri okuyabilsin. İnsan konuşan bir hayvandır derler. O halde insanın iki yönü vardır. Hayvanlık yönü ve insanlık yönü. Hayvanlık yönünün gıdası şehvet verici şeyler, istek ve arzulardır. İnsanlık yönünün gıdası ise, bilgi hikmet ve Allah’ın cemalidir. İnsanın hayvanlık tarafı Hak’tan, insanlık tarafı da dünyadan kaçmaktadır. Bu özellikleriyle insan, kainatın bir özeti, tezatlarla dolu küçük bir alem mesabesindedir. İnsanda o kadar büyük bir aşk , hırs, arzu ve üzüntü vardır ki binlerce alem kendisinin olsa yine huzur bulamaz. Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdivenin basamakları oturup kalmak için elverişli değildir. Üzerine basıp geçmek için yapılmıştır. Uzun yolu kısaltmak ömrü bu merdiven basamaklarında heder etmemek için çabuk uyanan ve durumu bilen insana ne mutlu.

Mevlâna”nın Fih-i Mafih ve Mesnevi adlı eserlerinden iktibas ettiğim bu sözlerinden de anlaşıldığı vecheyle, Mevlâna insanın gerçek mahiyet ve değerini kavramış ve ona layık olduğu değeri vermiştir. Peki bu değerli ve tezatlarla dolu varlığın asıl amacı ne olabilir? Biraz önce de işaret edildiği gibi şüphesiz onun en büyük amacı, Allah’ı tanıması, bilmesidir. Çünkü yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de:  “Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler, beni tanısınlar diye yarattım” buyurmuşlardır. Bir hadis-i kutside de yaratılışın asıl sebebinin ise Allah”ın sevgisi olduğu ifade edilmektedir.  O halde marifet ve aşk, bilgi ve sevgi varlığın iki temel gereği ve insanın asıl maksat ve hedefi neşesi, zevki hayat ve bekâsı demektir.

Konuyla ilgili olarak Muhiddin İbn Arabi”nin Futuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde yer alan şu manzumeyi de burada hatırlatmak yerinde olur kanaatindeyim.

(Futuhat-ı Mekkiyye, cilt 3, s.476)

Kainat kitabının satırlarını düşün. Bunlar metafizik aleminden sana gönderilmıiş mektuplardır. Eğer kainat kitabının satırlarını dikkatlice mütala edersen her satırında Allah”tan başka her şey yok olmaya mahkumdur yazısının yazıldığını görürsün.”

Bu durumda Allah”ın sıfat, isim ve fiillerini idrak edebilmek bir bakıma insanın kainatı ve kendisini iyi bilmesine bağlıdır. Zira insan da bir anlamda kâinatın küçültülmuş şeklidir. İnsanın Allah’ı tanıması kendisini, kendi mahiyetini kavramasina bağlı bulunmakla beraber insanın kendi kendini tanıması da varlık âlemini bilmesi ölçüsündedir. İşte “Kendini bilen Rabbini bilir” sözünün asıl anlamı da budur. Bu işin ise pek kolay olmadığı göz önündedir. İnsanı tanımak ve varlık âleminin sırlarını çözmeye çalışmak ve bu sayede Allah’a varmak. İşte İslam tasavvufunun ana hedefi ve gâyesi. Dikkat edilirse bugünün pozitif ilminin de asıl gâyesi insan ve kâinat denen iki muammânın sırlarını keşfetmek araştırmak esasına dayanır. Ama maalesef asıl hedef ve gâyeden mahrum olarak. İşte biz müslüman Türk arastırıcıları olarak ilmî çaba ve araştırmalarımızda asıl hedefi unutmadan neticeye varmaya çalışırsak insanlığa özlenen, büyük bir hizmeti yerine getirmiş oluruz.

Şimdi insanın kendini ve kâinatı tanıması ne ile mümkün olabilir? Mevlâna bu noktada iki önemli fonksiyona işaret eder. Bunlardan birincisi akıl ve ona bağlı olarak objeler dünyasını yakından tanımak yani bilgi. İkincisi İlâhi aşk sevgi ve buna bağlı olarak objeler aleminin ötesindeki gerçekleri sezmek ve görebilmek. Yani imân gücü. İnsanı insan yapan iki güç, akıl ve imân, bilgi ve sevgi. Aklımızla tek tek eşyayı, cüz-i gerçekleri kavrarız. Sınırlı da olsa ilâhi marifet konusunda akıl bize yardımcı olmaktadır. Akıl ve onun gereği olan bilgi bir bakıma insanın özüdür. Çünkü insanın eşyaya bakış tarzını değiştirir, ona yön verir. Bu itibarla Mevlâna’nın ifadesiyle;

(Mesnevi II, s. 26, beyt 277)

Kardeş sen ancak o düşünceden ibaretsin. Ondan başka varlığın bakımından kemikten ve deriden ibaretsin.” Mevlâna bir başka yerde de sevgi de bilginin neticesidir der. “Ona göre insanın gözü neyi görürse değeri o kadardır. İnsanda ise yarayan şey onun görüş ve düşüncesidir. Bundan öte var olan şeyler yağdan etten sinir ve kemikten ibaret bir şeydir.” (Mesnevi VI. s.117, beyt 1461). “Düşünce ve fikirden yoksun can gözü açık olmayan ancak sakal ve sarığı görür.” (Mesnevi VI. s.23, beyt 262).

Acaba akıl tek başına metâfizik hakikatları kavrayabilir mi? Mevlâna bu soruya cevap verirken akıl, ilim ve edep görmek içindir, sevgi ise Allah’ın tarafına uçmak içindir, der.

Mevlâna filozofları, yalnız akla önem verip duyguya ve oluşa önem vermediklerinden noksan görür. Kıyâs ve istidlâlin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. O daha ziyade teorik nazarî değil, pratik amelî hikmeti tavsiye eder. Konuyla ilgili Mesnevi’de yer alan bu hikâye ne kadar anlamlıdır: ” Bir gemiye binmiş gramer üstadı kaptana sorar; sen gramer bilir misin? Kaptan, hayır deyince eyvah der, gitti ömrünün yarısı! Kaptan bu söze içerler ama sabreder. Bir müddet sonra ufuktan bir bulut görülür, derken gökyüzünü kaplar, birden bire bir fırtına kopar, yelkenler yırtılır, direkler kırılır, herkes ne yapacağını şaşırır. Kaptan fırsat bu fırsat deyip koşar. Üstadı bulur, gülümseyerek sorar; babalık sen yüzme bilir misin? Bilgin saşkın bir halde hayır deyince eyvah der, gitti ömrünün hepsi.” (Mesnevi . . .)

İşte bu yüzden Mevlâna metafizik alemde insanın gerçek rehberinin ancak ilahî sevgi olabileceğini Mesnevi’sinin muhtelif yerlerinde belirtir. Ona göre aşk, Allah’ın vasıflarındandır. İnsan neyi ve kimi severse sevsin bu sevgi onun gerçek varlığıdır ve sevginin asıl kaynağı Allah’tır. Sevgi bütün insanlara hatta bütün varlıklara taalluk eder. Hayrı, güzeli, iyiyi, olgunluğu ve birliği hedef alır. İnsanı insan eden, hırstan, kibirden, varlıktan ve benlikten kurtaran tek ilaçtır.

Aşk yüzünden kimin elbisesi yırtıldıysa hırstan ayıptan arındı, pir-i pak oldu. Ey sevdası güzel aşkımız neşelen, sevin, ey bütün hastalıklarımızın hekimi.” (Mesnevi I, s.2, Beyt 21)

Aşk-ı ilahiyi ifade eden Mevlâna”nın şu beyitleri de çok anlamlıdır. Mevlâna diyor ki:

(Mesnevi III., beyt 3493)

Hiçbir aşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin. Bu gönülden sevgi şimşeği çaktımı bilki o gönülde de sevgi vardır. Gönülde Allah sevgisi arttımı şüphe yok ki Allah seni seviyor. Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar ne seda. İlâhi hikmet ezelde bizi birbirimize aşık etti. O ezelî hikmete göre kâinatın bütün zerreleri çift çifttir ve her cüzü kendi çiftine aşıktır.”

Demek ki insan hayatı boyunca can yolunu mamur etmeye büyük gayret sarfedecektir. Nefsi şehvetten, cısmi, hayvanlığa götüren ihtiras ve azgınlıklardan kurtarmak için vücutta olanlarla kurulan yalancı mamureyi ve bu mamureden duyulan hazları yıkmak gerekir. O zaman bizde yalnız can ve irfan kudreti kalacaktır. Yıktığımız vücut harâbesini bu iki güçle yani sevgi ve akıl imân ve bilgi ile mâmur edersek neticede kibir ve nefsimiz yıkılmış fakat ruhumuz onarılmış olur. Altındaki zengin defineyi elde etmek için oturduğu evi yıkan kimsenin, bu hareketi ile sonunda saraylar yaptırması mümkündür. Hakkın hakiki hayranları yüzleri halka ve arkalarını Hak tarafına çevirmiş olanlar değildir. Yüzünü halka çevirmek ancak halkın varlığında ve çehresinde hakkın emaretlerini gorebilenlerin işidir. Ermişler çevrelerine topladıkları dostlara Hakka varılacak yolu gösterir ve bu yolda şad olurlar.

Netice olarak şunu diyebiliriz ki manevi terakki ve yükselmenin sınırı yoktur. İnsan her zaman ve her anda yeni şeyler öğrenip anlayabilir. Zira Allah’ın azâmet ve yüceliği sonsuzdur. Mânevi yolculuğun asıl gayesi de Allah’ı aramak ve bulmak olduğuna göre onun da sonsuz olması gayet tabiidir. O halde insan, hakikati itibariyle varlığın hem başlangıç ve hem de son noktasıdır. İlk yerimize tekrar avdet edecek, ebedi huzur, sükûn ve güzelliğe er geç kavuşacağız.

Şimdi bu noktada Mevlâna”nın mânevi talebesi durumunda bulunan son devirlerin büyük İslâm mütefekkiri Muhammed İkbal’in mecâzi bir tarzda veciz olarak ifade etmek istediği Allah-insan arasındaki sıkı bağlılık ve birlik sırrını ifade eden şu sözleriyle konuşmama son vermek istiyorum.

(Külliyat-ı eşâr-i farisi-i Mevlâna İkbal-ı Lahuri, Efkâr, s.227).

“Bir yağmur tanesi buluttan ayrıldı. Denizin genişliğini görünce kendinden utandı ve şöyle dedi: Denizin olduğu yerde ben kim oluyorum? O olunca ben gerçekten yokum. Fakat o anda denizden bir ses yükseldi ve yağmur tanesine şöyle seslendi: Sendeki sermayenin azlığından utanma, zira sen benim çabuk hareket eden dalgalarımdan doğdun, benden doğdun ve tekrar bana döndün. Benim sonsuz kucağımda huzur içinde ol ve bir cevher gibi aynamda parla.