Mevleviliğin Sistemleşmesi ve Çelebilik

A+
A-

MEVLEVİLİĞİN SİSTEMLEŞMESİ
SULTAN VELED VE DİĞER POSTNİŞİNLER

Dr. Mehmet Önder‘in makalesinden alınmış ve ilaveler yapılmıştır.

Hz. Mevlana’nın ölümünden sonra son derece müteessir olan dostları, O’nun ışıklı yolunda izini takip edenler, gönül tapusuna giren ve O’ndan feyiz alanlar yavaş yavaş ken­dilerine gelmeye başladılar. Bundan son­ra ne olacaktı? Her şey Mevlâna ile başlamıştı; O’nun yokluğu ile her şey yok olup gidecek miydi? Toparlanmalı; Mevlâna, fikriyle, düşünceleriyle yaşatılmalı, aydınlık yolu izlenmeliydi. Ama kim kılavuzluk edecekti; kimdi Mevlâna’yı temsil edecek?

Hastalığı günlerinde bu sorular akla gelmemiş değildi. Mevlâna’nın yakınında bulunanlar, Mevlâna’nın son öğütle­rini verdiği sırada:

-Efendimiz, sizden sonra halifemiz kim olur? diye üç kere sormuşlar, her defasında da:

-Çelebi Hüsâmeddin’imiz halife olur, cevabını almışlardı.

Gerçekten de, Kuyumcu Selâhaddin’in ölümünden sonra, Çelebi Hüsâ­meddin Mevlâna’nın en yakın dostları ve halifeleri arasında seçkin yerini almış­tı. Mevlâna’ya Mesnevî’yi yazdırtan, varını yoğunu Mevlâna yolunda harcayan, ona gönülden bağlı Çelebi Hüsâmeddin, daha Mevlâna’nın sağlığında, Mevlâ­na’nın halifesi olabileceğini herkese kabul ettirmişti. Ettirmişti ama, ortada bir de Sultan Veled vardı. O, babasının ilim ve irfan potasında pişmiş, herkesin sevgisini kazanmış bir tasavvuf eriydi. Mevlâna, onu öteki oğullarından daha çok sever, ona: “Bana yaradılış ve huy bakımından en fazla benzeyen sensin” derdi. Mevlâna’nın bıraktığı posta hakkıyla oturabilir, onu lâyıkıyla temsil edebilirdi. Çelebi Hüsâmeddin de böyle düşünürdü elbet. Mevlâna’nın vârisi olarak Sultan Veled’in posta oturmasını gönülden isti­yordu. Bir gün Sultan Veled’i ziyaretinde şöyle dedi:

– Veled, sen bize Pirimizden, armağansın. Ondan sonra uyulacak, dayanılacak tek kişi sensin. Onun yüce makamı sana düşer. Çünkü senden daha arif olan; yol, iz bilen yok.

Bu teklifi kabul etmeyen Sultan Veled İbtidânâme adlı eserinde bu olayı şöyle nakleder:

“Hayır, Babam ölmedi; gerçekten diridir O. Ölen onun maddi varlığı, yıpranıp giden cesedi. Ruhu Allah civarında ölümsüz yaşıyor. Peygamberimiz, Mü’minler ölmezler, demedi mi? Ba­bamın zamanında halifemizdin. Şimdi de halifemiz sen olacaksın.

imam sendin, biz sana uyardık, şim­di de uyacağız. Bu babamın vasiyeti, bu vasiyet yerine gelmeli”.

Çelebi Hüsâmeddin, Sultan Veled’e ne kadar yalvardı, rica ettiyse de Sultan Veled kabul etmedi. Çaresiz, gönül hoşluğu ile Mevlana’dan boşalan postu devraldı.

İlk Postnişîn

Çelebi Hüsâmeddin (Ö.1284)

Çelebi Hüsâmeddin, böylece, sessiz-sedasız gönül postuna oturdu. Aslın­da Mevlâna, bir tarikat kurucusu değildi. Bir tarikat kurmayı, bir tarikatın piri olmayı hiç düşünmemişti. Onun yolu ilâhî aşk ve cezbe yoluydu. Bu yolda pişmiş; pişme de ne demek, yanıp tutuşmuştu. Ölümüne yakın yıllarda: “Ben tenden soyundum; O, hayâlden soyundu. Artık vuslat ilinin en ileri makamlarında salınmadayım (Mesnevi, C.6, Beyit: 4619) diyor, bir an önce Allah vuslatını özlüyordu.

Peki ama, neydi istenen? Mevlâna’dan sonra, O’nu temsil edecek bir ha­lifeye ne lüzum vardı? istenen, Mevlâna yolunu, Mevlâna düşüncesini canlı ve ayakta tutmaktı. Sağlığında Mevlâna’nın çevresinde toplananlar, O’nun ölümüyle dağılıp, tükenmemeliydiler. Mevlâna gibi olan, O’nun gibi düşünen biri, tutuşturulan bu aşk ocağını sonsuza dek tüttürmeli; bu ocağın sahibi ve mürşidi ol­malıydı. Bunun için bir halifeye lüzum vardı, işte Çelebi Hüsâmeddin bunun için bu görevi üstlenmiş, Mevlâna dostlarının başına geçmişti.

Çelebi, daha genç yaşında, halim-selim bir ahî genci iken, Mevlâna’nın halkasına girmişti. Asıl adı Ahi Hüsâmeddin Hasan’dı. Babası. Konya ahile­rinin şeyhi olarak bir zaviyede oturuyor­du. Ataları, Urmiye’den göçerek Konya’ya gelip yerleşen fütüvvet ehliydi. Bu yüzden Çelebi Hüsâmeddin’e Ahi Türkoğlu da deniyordu.

Çelebi Hüsâmeddin’in ilk isi, Mevlâna’nın. mezarı üzerine Türbe yaptırmak olmuştu. Mevlâna, sağlığında mezar üzerine türbe yaptırma geleneğine pek uymuyordu. Babası bilginler sultanı Bahâeddin Veled öldüğü zaman, cenazesi, şimdiki Mevlâna Türbesi’nin bulunduğu Has Bahçe’ye defnedilmişti. Mevlana’ya büyük saygı besleyen Selçuklu ve­ziri Emir Muineddin Süleyman Perva­ne, bu mezar üzerine bir türbe yaptırmak isteyince, Mevlâna ona: “Şu gök kubbeden daha iyisini, daha büyüğünü yapamayacağına göre, yenisini yapmaya zahmet etmeyiniz.” diyerek bu isteğinden vazgeçirmişti.

Mevlâna, Mesnevisinin üçüncü cildinde: “Mezara türbe yaptırmak, üstüne kubbe kurmak, mânâ sahiplerince makbul değildir.” diyor ve ilâve ediyordu: “Bizim mezarımızı yerde arama! Bizim mezarımız ariflerin gönülleridir.”  Mevlâna’nın mezar üzerine türbe yaptırmanın gönüllüsü olmadığı bu sözlerinden açıkça anlaşıldığı halde, Mevlâna’nın menkıbelerini ya­zan ve Çelebi Hüsâmeddin’in halifeliğinde sağ olan Ahmed Eflakî. Mevlâna’nın vasiyet yollu şu sözlerini kaydediyor:

“Bizim dostlarımız, türbemizi, uzaklardan görünecek, şekilde yüksek yapsınlar. Kim bizim türbemizi ta uzaklardan görerek tam bir inançla bizi hatırlarsa, onun nâmı iki cihanda aziz olacaktır. Tam bir aşkla riyasız bir doğrulukla gelip türbemizi ziyaret edenin dileğini Yüce Allah yerine getirir.”

Mevlâna bu sözü söylemiş olsa da, olmasa da, ölümünden sonra, mezarı üzerine bir türbe yapma isteğinin kimse önüne geçemezdi. Mezar her gün ziyaret ediliyor, her ziyaret eden bu isteği tekrarlıyordu. Mevlâna’nın Ölümünden birkaç ay sonra, Mevlâna’ya büyük bir saygı besleyen Emir Alâmeddin Kayser, bu istekle Sultan Veled’e başvurmuş, önce onun rızasını almıştı. Sultan Veled’in “kabul” sözünden sonra, Alâ­meddin Kayser, Emir Süleyman Pervane ve onun varlıklı eşi Gürcü Hatun’la işbir­liği ederek seksen bin dinar para toplamış, bir türbe yaptırılması için Çelebi Hüsâmeddin’e teslim etmişti. Bu para kısa sürede yüz altmış bin dinara yükselmiş ve türbe yapımına geçilmişti.

Selçuklu devrinin tanınmış mimarlarından Tebrizli Bedreddin’e yaptırılan Türbe, ilkin dört fil ayağı sütun üzerinde yükselen dilimli bir tuğla gövde ve onun da üzerinde yine dilimli konik bir kümbet şeklindeydi. Kuzey yönünde yüksek kemerli acık bir eyvanı vardı. Dogu, Batı ve Güneyi kapalıydı. Eyvan’da, Mevlâna’nın mezarı üzerine, Selim oğlu Abdülvâhid ve Konyalı Genak oğlu Hûmâmeddin adlı iki usta ahşap bir sanduka yerleştirmişlerdi. Mevlâna’ya ait olan bu ahsap sanduka bugün Sultânu’l Ulemâ’nın kabri üzerinde bulunmaktadır. Sandukanın heybetli görünüşü halk arasında Mevlâna ölünce babası ayağa mı kalktı? gibi bir söylentiye sebep olmuştur Sanduka’nın üzerindeki sülüs yazılar, Mevlâna’nın Divan’ından ve Mesnevî’sınden seçilmiş; kitabesi Çelebi Hüsâmeddin ve Sultan Veled tarafından yazılmıştı.

Böylece Mevtana Dergâhı’nın nüvesi ve temelleri atılmış oluyordu.

İlk Dergâh

Mevlâna Türbesi’nin bulunduğu Has Bahçe, Konya Kalesi’nin dışında, Ak­saray Kapısı yakınlarındaydı. Has Bahçe, Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled ve ailesine armağan edilmişti. Konya giderek büyüyor, surların dışına taşıyordu. Has Bahçe’nin çevresinde ev­ler, konaklar yaptırılmıştı. Çelebi Hüsâmeddin, Has Bahçe’yi bir duvarla çevirte­rek geleceğin Mevlâna Dergâhı’nın yeri­ni tayin etmişti. Önce Türbe’nin bitişiğin­de birkaç oda yaptırıldı. Bu sırada Türbe’ye bağışlar yapılıyor, vakıflar bağlanı­yordu. Türbe’de müezzinler, imamlar, Mesnevîhânlar görevlendirildi. Mesnevîhân Sirâceddin bunların başındaydı. Her Cuma namazından sonra Çelebi Hüsameddin, Mevlâna dostlarını, topluyor, Mevlana’nın türbesini coşku ile ziyaret ediyordu.Bu ziyaretten sonra Kuran-ı Kerim ve Mesnevi okunuyor, dervişler sema ediyorlardı.

Çelebi Hüsâmeddin, Mevlâna dost­larının başına geçmiş, onları, dağılıp git­mekten kurtarmış ve onları bir araya getirmişse de bir tarikat kurucusu ve Pir’i olmamıştır. Hüsâmeddin’in halifeliği, Mevlâna dostlarına şeyhlik, mürşitlik görevini yerine getirişi on yıl sürdü. 1284 yılının Ekim ayıydı. Eflâki’nin anlattığı bir hikayeye göre Çelebi. Meramdaki ba­ğında bir semâ toplantısı yapmış, Mevlâ­na âşıkları bu toplantıya katılmışlardı. Semâ devam ederken Konya’dan gelen Mevlâna Türbesi’nin kubbesindeki âlem’in düştüğünü haber verince Çelebi, derin bir âh çekmiş, ağlamaya başlamıştı. Çelebi: “Şeyhim beni çağırı­yor. Göç zamanı geldi, ömür kadehi dol­du, beni eve götürün” demişti. Evine gö­türdüler. Birkaç gün sonra da (25 Ekim 1284 Çarşamba) vefat ettiği haberi Kon­ya’ya yayıldı. Çelebi Hûsâmeddin’in ce­naze namazını Sultan Veled kıldırdı ve Mevlâna’nın baş ucuna defnedildi.

SULTAN VELED (Ö.1312)

Çelebi Hûsâmeddin’in ölümünden sonra, Mevlâna postuna, Mevlâna’nın büyük oğlu Sultan Veled’in varis olaca­ğı olağandı. Bundan kimsenin şüphesi yoktu. Kendisi ibtidanâme adlı eserinde şöyle diyordu: “Halk, genç-yaşlı hep toplanıp yalvardılar. Ey Veled dediler, baba­nın yeri zaten senindi, çünkü onun sana sevgisi daimiydi. Öyle olduğu halde, Hûsâmeddin’e verdin. O göçünce artık ba­hanen kalmadı. Allah’ın takdiri böyle. Bu sözler üzerine, ben de tekliflerini kabul ettim “

Sultan Veled, Mevlâna’nın yerini al­dığı zaman 58 yaşındaydı. O da Mevlâna’ya uymuş, onun sevdiklerini sevmiş, Tebrizli Şems’e, Kuyumcu Selâhaddin’e bağlanmış, hizmetlerini görmüştü. Çele­bi Hüsâmeddin’e de aynı saygıyla bağlanmış  babasının  ölümünden  sonra onu, isteyerek babasının postuna oturtmuş, kendisi de bir «mürit» gibi ona hizmet vermişi. Bu üç tasavvuf erinden başka, Sultan bir ömür boyu bağlandığı, feyiz aldığı, mânevi terbiyesi altında yıllarca önünde diz çöktüğü bir ulu kişi daha vardı. Mevlâna’nın has mürit­lerinden  Bektemûroğlu  Şeyh Kerimeddin. Mevlevi kaynaklarının tümü, Bektemûroğlu Şeyh Kerimeddin’i Sultan Veled’in ho­cası sayar; onun yüceliğini, gönül ve görüş zenginliğini dile getirir­ler. Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin’den sonra Mevlâna dostla­rının Şeyhi olduğu halde, Şeyh Kerimeddin’i yine şeyhi saydı. O, 1292 yılı Kasım ayının baslarında vefat ettiği zaman onu babasının hemen yanı başına defnetti.

Sultan Veled’in Mevlâna’nın maka­mını temsil etmesiyle, kendisine uyanla­rın sayısı da giderek artıyordu. Veled babasının ölümünden sonra, daha önce Emir Bedreddin Gevhertas’ın Mevlâna ailesi için yaptırdığı medrese ve evden ayrılmamıştı. Şimdi burası müritlerle dolup taşıyor, dar geliyordu. Mevlâna’nın Türbesi çevresinde her ne kadar mescit, semahane gibi ek binalar yapılmışsa da bunlar da yetersizdi. Burada kendi ailesi­nin oturacağı ve müritlerin de toplanabi­leceği yeni bir medrese yaptırmaya karar verdi. Selçuklu emirleri ve varlıklı kişilerin yardımı ile birkaç yıl içinde medrese yapıldı. Sultan Veled, eşi ve çocuklarıyla bu medreseye tasındı. Uzun yıllar Mollâyı Cedid yahut Velediyye adıyla bilinen bu medrese; zamanla harap olmuş, 1888 yılında üzerine yeni odalar eklenerek Bahâiyye Okulu yapılmış, 1951 yılı Ekim ayında, Mevlâna Meydanı’nı geniş­letmek amacıyla yıktırılmıştır. Mevlâna’nın oturduğu medrese de, bu yeni medresenin yapılması ile Mollâyı Atik Medresesi olarak tanınmış, zaman içinde tamamen yıkılarak yeri dahi unutul­muştur.

Sultan Veled’in yaptırdığı yeni medrese ile Mevlâna Türbesi çevresinde filizlenmekte olan Dergâh, daha geniş bir mekan kazanmış, ayrıca Mevlâna ailesi de Dergâh’ta kalmaya başlamışlardı.

Sultan Veled’in Teşkilatçılığı

Sultan Veled’in, posta oturmasıyla, Çelebi Hûsâmeddin’in aksine, Türbeye bir hareket ve canlılık gelmişti. Çelebi Hüsâmeddin, çekingen, içe dönük, sessiz yaradılışta, bir adamdı. Sultan Veled ise; girişken saray ve devlet adamlarıyla iyi ilişkiler içindeydi. Her ne kadar Mevlâna topluluğu­nun adı henüz konmamışsa da, topluluk Sultan Veled’in çevresinde kümeleştiği için çoğu zaman bunlara Veledi deni­yordu. Mevlâna’ya izafeten Mevlevi de dendiği oluyordu.

Sultan Veled’in dost ve derviş çevresi giderek büyüyordu. Gerçekten de 1300’lü yıllara gelindiği zaman Mevlana Türbesi ve çevresi, Sultan Veled’e uyan­ların toplandığı yer haline gelmişti.   Sultan Veled, Çelebi Hüsameddin‘le birlikte başlatılan Mesnevîhânlığı, daha da dü­zene sokmuş; Dergah’ta, Mesnevi okunacak gün ve saatleri, sema meclislerinin zamanını ayarlamış, semânın ve mutrıbın düzenini, belli kaidelere bağlamıştı. Türbeye ve Dergâh’a yapılan bağışlar artıp, yeni vakıflar bağlandıkça, dervişlerin yatıp kalktıkları, semâ ve musiki çalışmaları  yaptıkları yeni binalar yaptırılmıştı. Hâttâ “derviş olmanın da bir yolu yordamı olmalıdır” diyerek, bunun da usûl ve kaidelerini ortaya koymuş, öğretm­işti.

Sultan Veled, Mevlâna yoluna gi­renlerin uyacakları usûl ve erkânı en ince ayrıntıları ile tespit ederken, bu yolun yayıcılarını da seçmeye, onları Anadolu şehir ve kasabalarına göndermeye başla­mıştı. Has müritlerinden Şeyh Süleyman Tûrkmâni’yi Kırşehir’e göndermiş, orada bir Mevlevi zaviyesi kurdurmustu. Muhammed Alâeddin Amasya’ya, Hüsâmeddin Hüseyin Erzincan’a, Sul­tan Veled’in halifesi olarak gitmiş ve halkı Mevlâna yolunda aydınlatma görevini almışlardı. Böylece Sultan Veled’in ölümüne yakın yıllarda Mevlevîlik resmen kurulmuş oluyordu.

Sultan Veled, Kuyumcu Şeyh Selâhaddin’in kızı Fatma Hatun’la evlenmiş, bu hanımından Ulu Arif Çelebi adlı oğluyla, Mutahhara Âbide ve Şeref Arife adlarında iki kızı doğmuştur. Fatma Hatun’un ölümünden sonra, bir biri ardınca Nusrel Hatun ve Sünbüle Hatun adlı, iki hanımla daha evlenmiş; birincisinden Şemseddin Abid. ikincisinden Selâhaddin Zâhid ve Hüsameddin Vâcid adlı, oğulları dünyaya gelmiştir. Böylece 4 oğlu iki kızı bulunan Sultan Veled, kızların­dan Mutahhara Abide Hatun’u Germiyanlı Beyi Süleymansah’la evlendirmiştir.

Sultan Veled. II Kasım 1312 yılın­da, 86 yasında iken kısa sûren rahatsızlı­ğından sonra sonsuzluk alemine göç­müş; cenazesi, Mevlâna Türbesi’nde, ba­basının sandukasının sol tarafına gömülmüştür. Öldüğü zaman büyük oğlu Ulu Arif Çelebi, 40 yaşındaydı ve babasının makamına oturmuştu.

ULU ARİF ÇELEBİ (Ö.1320)

Hz. Mevlâna’nın torunu ve Sultan Veled’in büyük oğlu Ulu Arif Çelebi, 6 Haziran 1272 günü doğduğu zaman, Mevlâna sağdı. Mevlâna, doğduğu gün, loğusa yatağındaki annesi, Fatma Hatun’un odasına gelerek başına altınlar saçmış, torununu kucağına alarak;

Mübarek bâd ber- mâ in Feridun
Ki gerded pâdşâh-i din Feridun “

diye başlayan ve “Kutlu olsun Feridun bize. Din sultanı olsun, gökteki ay gibi parlasın, aydın bir hâle gelsin, şekerlerle dolu Mısır ülkesi gibi tatlı olsun. Kutluluk meydanından topu çelsin, eğerini vura­rak, yağız devlet atına binsin. Feridun ik­bal burcundan doğdu, o bastan başa sevgi doludur” diye devam eden gazeli­ni söylemişti. Adını Feridun Arif koydu.

Etrafındakilere:

Bu çocuğu Ulu Arif diye çağırın. Bana da babam “Hüdavendigâr” derdi adımı söylemezdi. Ona bu adı mânevi bir armağan olarak veriyorum, dedi.

Çocuk giderek büyüyordu. Mevlâna onu çok sevmişti. Bir gün oğlu Sultan Veled’e söyle dedi:

-Ben bu çocukta yedi nur görüyorum. Bu nurlar babam Bahâeddin Ve­led’in, Şeyhim Seyyid Burhâneddin’in Hazret-i Şems’in, Şeyh Selâhaddin’in, Çelebi Hüsâmeddin’in nurları; benim nurum ve senin nurun.

Arif bir yaşına gelince, kucaktan inmez olmuştu. Mevlâna ve Çelebi Hüsâ­meddin onu dizlerinin dibinden ayırmı­yorlardı. Ne var ki, bu yüzünde ilâhi nur­lar parlayan sevgili yavru, bir buçuk yaşı­na bastığı günlerde, Mevlâna sonsuzlu­ğa kanat açarak ebedi diyara göç etti.

Feridun Ulu Arif büyüdükçe, hâl ve tavırlarıyla dedesi Mevlâna’ya çok benzi­yordu. Bu benzerliği görenler, ona Ulu Arif Çelebi demeye başlamışlardı. Çele­bi adı, “Çalabî”, yani “Allah’dan, Allah yolundan, Allah’ya ait” anlamına geldiği gibi «bey, efendi» anlamına da geliyor­du. Çelebi Hüsâmeddin’den sonra, Sul­tan Veled’e de “Veled Çelebi” denmişse de, asıl çelebilik Ulu Arif Çelebi ile başla­mış, bundan sonra Konya Mevlâna Der­gâhında postnişin olan şeyhlere “Çele­bi” denildiği gibi, Mevlâna soyundan ge­len erkeklere de Çelebi denilmiştir.

Sultan Veled de Ulu Arif Çelebi’yi çok severdi. Ona “ruhların şeyhi” derdi, iyi bir öğretim verdi. Mevlâna’nın eserlerini okuttu. Buluğ çağına erişince de Konya’da Tebrizli Emir Kayzer’in kızı Devlet Hatun’la evlendirdi. Bu evlenmeden Bahâeddin Emir Âlim, Muzaffereddin Emir Âdil adlı iki oğluyla Melike adlı kızı dünyaya geldi. Ulu Arif Çelebi, Mev­lâna’nın bütün eserlerini ezberden okuyacak kadar güçlü bir hafızaya sahipti. Duygusal, hemen heyecanlanan, taşkın­lıklar gösteren, atak, cesur bir yaradılıştaydı. Olaylar karşısında ansızın duygulanır, o anda yapacağını yapar, söyleyeceğini söylerdi. Bu davranışlarıyla çoğu za­man Tebrizli Şems’e benzetilir, hareket ve sözlerinde bir “keramet” aranırdı.

Sultan Veled’in, Çelebi Hüsâmed­din’in ölümünden sonra Mevlevi postuna oturduğu, Mevlevi tarikatının temellerini attığı, tarikatın usûl ve yöntemleri­ni belirlediği yıllarda Ulu Arif Çelebi, Mevlevîliği tanıtmak ve yaymak amacı ile Anadolu’da pek çok geziler yapmış, hat­la Tebriz’e; Asya’da Merend’e, Sultaniye’ye kadar gitmiş; gittiği yerlerde sul­tanlar, beyler, o şehrin ileri gelenleri tarafından hoşça karşılanmış, saraylarda, konaklarda ağırlanmıstı. Her yerde saygı görüyor, sözleri ve hareketleriyle hayran­lık uyandırıyordu. Bu gezilerinde kendisi­ne uyan, kendi fikirlerini benimseyen dervişler de vardı. Ulu Arif Çelebi bunlardan çoğunu o şehirlerde bırakarak, İlk Mevlevi Tekkelerinin, Zaviyelerinin kurul­masını sağlıyordu. Bunlar arasında La­rende (Karaman), Beyşehir, Aksaray, Ak­şehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum gibi şehirler de vardı. Erzurum’dan Tebriz’e gidişi de bu yıllara rastlar. Bu geziye Ahmed Eflâkî Dede de katılmış­tır.

Sultan Veled’in Konya’da Mevlevi topluluğunun başında bulunduğu ve Ulu Arif Çelebi’nin gezilerine devam ettiği yıllarda, Anadolu Selçuklu Devleti de ta­rih sahnesinden büsbütün silinip gitmiş; Anadolu’da bölge bölge beylikler doğmuştu. Her biri bağımsız ve belli sınırlar içerisindeydi. Selçuklular zamanında Anadolu’ya göçen Oğuz ve Türkmen aşiretlerinin kurduğu bu beylikler, As­ya’dan, Anadolu’ya göçen ve kendilerine Horasan erenleri denen mutasavvıf dervişlere büyük saygı duymuş, onların irşadlarından sürekli etkilenmişlerdi. Bu mistik ortamda, Mevlâna gibi büyük bir “mürşid”in ve bir tasavvuf şeyhinin sevgili torunu Ulu Arif Çelebi’nin şehir şehir, oba oba ziyaretler yapması yadırganmı­yor, üstelik hoş karşılanıyordu. Onun hem de iki kez, ilhanlıların başkenti Sultaniye’ye kadar gitmesi, Moğol hanları ve beyleriyle görüşmesi, onlara kendi ilim ve irfanını kabul ettirmesi az şey de­ğildi. Babası Sultan Veled’in ölümünden sonra, Ulu Arif Çelebi, Anadolu’nun birçok şehirlerinde tanınan, ünü İran ve Irak’a kadar uzanan bir şeyh olarak, Mevlevi postuna oturmuştu. O, Sultan Veled’den sonra, altı yüz yıldan fazla sü­recek olan yeni bir geleneği başlatmış oluyordu. Artık Ulu Arif Çelebi’den son­ra, Konya Mevlâna Dergâhı postnişînleri, Mevlâna soyundan oğuldan oğula, en büyük oğuldan başlayarak sırasıyla şeyhlik makamına geçecek ve bu böyle sürüp gidecekti.

Ulu Arif Çelebi’nin Konya Mevlâna Dergâhı şeyhliği ancak sekiz yıl sürdü. Bu sekiz yılın bir değerlendirilmesi yapılırsa, Ulu Arif Çelebi, babasından devraldığı Mevlevilik Tarikatını, merkez Konya ol­mak üzere, daha sağlam temellere oturtarak yaymaya çalıştı. İnandıgı, ve güvendiği dostlarını, birer Mevlevi ocağı tüttürmeleri için pek çok şehirlerde görevlendirdi. Mevlana Türbesi ve Dergahının vakıf gelirlerini artırdı. Tarikatın ilkelerini yeniden gözden geçirerek, sema ve zikir usullerini kurallaştırdı. Çok genç yaşta, 5 Kasım 1320 Salı günü, 48 yaşındayken vefat etti.

Ölümünden birkaç gün önce, Mevlâna’nın ölümünde olduğu gibi. Kon­ya’da depremler olduğunu ve Mevlâna’nın; Aşk yolunda bütün ömrüm tek bir vakit olsun diye. mum gibi eriyorum, diye başlayan gazelini okuya­rak ruhunu teslim ettiğini, o gün başı ucunda gözyaşı döken Ahmed Eflâkî ya­zar.

Cenazesi Mevlâna Türbesi’nde, Mevlana’nın ayak ucuna doğru soldaki yere gömüldü; üzerine tuğla örgü bir sanduka yerleştirildi.

ŞEMSEDDİN ÂBİD ÇELEBİ (ö. 1338)

Ulu Arif Çelebi, ölümüne yakın yıl­larda, Dergâh işlerini kardeşi Şemseddin Emir Âbid Çelebi’ye bırakmış, ölü­münden sonra da, Emir Âbid Çelebi Der­gâhın, dördüncü şeyhi olmuştu.

Selçuklu Devletinin yıkılışından son­ra, Konya’ya Karamanoğulları yerleş­mişse de, ilhanlı hükümdarı Ebu Sâid Ba­hadır Han, Anadolu’ya Emir Çoban adlı bir komutanını Genel Vali olarak gön­dermiş, Emir Çobanla Karamanoğulları çatışmışlardı. Ulu Arif Çelebi’nin öldüğü yıl, Emir Çoban’ın oğlu Timurtaş, Kon­ya’yı Karamanoğulları’ndan almıştı.

Ne var ki Timurtaş’la Emir Âbid Çe­lebi’nin arası iyi değildi. Aslında gerek Emir Çoban; gerekse oğlu Timurtaş, Ebu Sâid Bahadır Han’a karşı bağımsızlıkları­nı ilan etmiş, Anadolu’yu istedikleri gibi idareye başlamışlardı. Siyasi kargaşaların huzursuzluk yarattığı bu dönemde Emir Âbid Çelebi, Konya’daki postuna ancak sahip olabilmiş, Mevleviliğin yayılıp geliş­mesi için fazla bir çaba gösterememişti. 1327 yılında, Timurtas’ın Mısır Memlukluları’na sığınmasından sonra, Emir Âbid Çelebi bir ara Sultaniye’ye gitmek iste­miş, bu seyahatinden memnun olmaya­rak Tebriz’den geri dönmüştü. Çele­bi’nin bu gücenginliğini öğrenen Baha­dır Han, 1333 yılında Emir Sungur Ağa adlı bir adamını, Çelebi’nin gönlünü al­mak üzere, çeşitli hediyelerle Konya’ya gönderdi. Emir Sungur Ağa’nın Mevlana Türbesi ve Dergahına armagan ettiği hediyeler arasında, sonradan “Nisan Tası” diye adlandırılan üzeri altın ve gümüş kakma, yazı ve resimlerle süslü, Musul işi büyük bir bronz kap da vardı. Bu sanat şaheseri bugün Mevlana Müzesinde aynı adla sergilenmektedir.

1335 yılında Bahadır Han’ın ölümü ve İlhanlı Devleti’nin çöküşü ile Anadolu beylikleri tekrar düze çıktı. Konya, Kara­manoğulları’nın eline geçti. Bir ara Eretna Beyin teklifi ile Emir Âbid Çelebi, Eretna Beyliği’nin elçisi olduğunu ve kı­sa bir süre Konya’dan ayrıldığını Eflâki yazıyor. Bu elçilik görevinden sonra, Konya’ya dönen Emir Âbid Çelebi, Der­gâh işlerini yeniden düzenledi. Karamanoğlu beylerinin yardımı ile Türbede ve Dergah’ta onarımlar yaptırdı, Çelebi, 23 Temmuz 1338’de öldü ve kardeşi Ulu Arif Çelebi’nin yanına defnedildi.

Daha sonra Konya Mevlevi Dergâhı şeyhliği ve Çelebilik Makamı kardeşi Hü­sâmeddin Vâcid Çelebi’ye geçti.

HÜSÂMEDDİN VÂCİD ÇELEBİ(Ö. 1342) VE

EMİR ÂLİM ÇELEBİ l (ö.1350)

Ulu Arif Çelebi oğlu Hüsâmeddin Vâcid Çelebi, Emir Âlim Çelebi’nin sağ­lığında, onun Konya’da bulunmadığı aylar ve yıllarda, onun adına Dergahta halife olarak görev yapar, vakıf işlerini idare ederdi.1338 yılı Temmuzunda, doğrudan doğruya posta oturduğu zaman, fazla faaliyeti olmadı. Postta ancak 4 yıl kalabilmişti. 7 Şubat 1342’de öldü. Ölümüyle Konya Mevlevi Dergahı postu az kalsın başsız kalıyordu. Yerleşmekte olan geleneğe göre Vacid Çelebi’densonra posta Emir Âlim Çelebi’nin oturması lazımdı Çünkü Vacid Çelebi’nin posta oturacak bir erkek çocuğu dünyaya gelmemişti. Emir Âlim Çelebi de,  Konya’dan çok uzaklarda  bulunuyordu.  Konyaya dönüp posta oturacağı şüpheliydi. Babası ile Tebriz’e gitmiş, oradan dönmemişti. Bir ara Türkistan’a gittiğini, orada Mevlâna’nın fikir ve eserlerini yaymakta ol­duğunu söyleyenler vardı. Çelebilik ma­kamı da boş kalamazdı. Haberler gelinceye  kadar,  diğer  küçük  kardeşi Emir Âdil Çelebi, ona vekaleten posta oturdu. Emir Alim Çelebi’yi bekleyiş, tam sekiz yıl sürdü. 1350 yılında öldüğü ha­beri Konya’ya ulaşınca, yerine Emir Adil Çelebi geçti. Bu sekiz yıllık devreyi Mev­leviler “Niyabet” yılları olarak sayarlar. Gurbette  öldüğü  ve  Mevlâna  Türbesi’nde mezarı bulunmadığı için de üzü­lürler.

EMiR ÂDİL ÇELEBi (6.1368)

Emir Âdil Çelebi, 1350 yılında Çele­bilik makamında 18 yıl hizmet görmüş ve Birinci Âdil Çelebi adıyla Postnişinler Seceresi’nde yerini almıştır. Bu on sekiz yıl içinde neler olmuştur? Bunu pek bil­miyoruz. Çünkü. Mevlâna ve oğullarının menkıbelerini yazan ve bize önemli kaynak bırakan Ahmed Eflaki, 1360 yı­lında ölmüş, “Menâkıbu’l-Arifin” adlı eseri Emir Adil Çelebi’nin posta geçmesi haberiyle son bulmuştur. Bu önemli kay­nak, 1360’da susarken, bir başka kay­nak, Mevlevi tarihine ışık tutmaya baslar. Bu kaynak, Kütahya Mevlevihânesi şeyhi Sakıp Mustafa Dede (ö,1735)nin “Se­fine-i Nefîse-i Mevleviyân” adlı eseri­dir. Biz, bu eserin faydalanacak bölümle­ri ve öteki Mevlevi kaynaklarının yardımı ile Çelebiler Silsilesi’ni sürdürmeye çalı­şacağız. 1350-1368 yılları arasında, Ulu Arif Çelebi oğlu Emir Adil Çelebi Mevlâna’nın postunda, Onu temsilen otur­maktadır. Bu yıllarda Konya, Karamanoğulları’nın elindedir. Karaman beyleri, Mevlana’ya ve Dergahın sakinlerine çok saygılıdır. Karamanoğullarının tarihini yazan Şikâri, bu saygının, Karaman bey­lerinin Mevlâna Dergâhı’na şeyh olan Çelebilere “mürit” olacak kadar ileri gittiğini ifade eder.

EMİR ÂLİM ÇELEBİ II (0.1395)

Emir Adil Çelebi’nin ölümünden sonra yerine gecen Âlim Çelebi II zama­nında, Karamanoğlu Alâeddin Bey, Karaman’daki Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun, kardeşi Muhammed Alâeddin’in, bir ihtimalle eşi Gevher Hatun’un mezar­ları üzerine, 1370 yılında bir Türbe, biti­şiğine bir Mevlevihane ve Mescit yaptır­dığı, bunlara zengin vakıflar bağlandığı görülmektedir.

Emir Âlim Çelebi II, kendisini tama­men ibadete ve semâya vermiş; 27 yıl Dergâh’ta postnişînlik yapmıştır. Çelebi, 1395 yılında ölmüş ve cenazesi Mevlâna Türbesi’ne kaldırılmıştır.

Postta bu kez Emir Âdil Çelebi oğlu Arif Çelebi vardır.

ARİF ÇELEBİ II (0.1421)

Ulu Arif Çelebi’nin torunu olan Arif Çelebi’yi dedesinden ayırmak için, Mev­leviler ona Ârif-i Sânî (ikinci Arif) de der­ler. Çelebilik makamında bulunduğu yıl­lar, Anadolu çalkantılar içindedir. Şöyle ki:

Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’in Rumeli ve Sırp seferlerini fırsat sa­yan, başta Karamanoğulları olmak üze­re, bazı Anadolu beylikleri Osmanlılara karşı harekete geçmiş; Yıldırım Bayezid de Rumeli Seferi’nden Anadolu’ya yö­nelmiş ve 13120 yılında Konya’yı kuşat­mıştı. Neyse ki Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’le barış yapıldı da, Konya’da bü­yük bir kardeş kavgası önlenmiş oldu.

Yıldırım Bayezid’in Niğbolu’daki meşguliyetinden faydalanmak isteyen Alâeddin Ali Bey, 1397 yılında tekrar Osmanlı şehirlerine saldırmışsa da bu kez seferi bırakıp Anadolu’ya dönen Yıldırım’ın elinden kurtulamamış, ona esir düşmüştür. Ne var ki, Anadolu Beylerbe­yi Timurtaş Paşa daha önce kendisini esir ederek zincire vuran Alâeddin Ali Bey’i gizlice öldürtmüştür. Bu olaydan sonra geçici de olsa Konya Osmanlıların elindedir.

İş bununla da kalmamış, 1399 yılın­da Timur orduları Anadolu üzerine üşüşmüştür. Şehirleri yakıp yıkan, yağma eden Timur, 1402 Temmuzunda Anka­ra yakınlarındaki Çubuk Ovası’nda Osmanlılarla karşı karşıya gelmiş, yapılan savaşta Yıldırım Bayezid, Timur’a esir düşmüş, getirildiği Akşehir’de 8 Mart 1403 tarihinde üzüntüsünden ölmüştür.

Bu olaydan sonra Osmanlı birliği dağılmış; Anadolu, yine parça bölük beyliklerce idare edilmeye başlamıştır. Bu dö­nemde Konya, yine Karamanoğullarının elindedir.

İşte bu yıllar, Konya’da Mevlâna Dergahı Çelebilik makamında bulunan Arif Çelebi, çoğu zamanını Anadolu’yu dolaşarak olayların içinde bulunmama­ya tarikatını ve dervişlerini siyasetin dı­şında tutmaya çalışmıştır. Onun en önemli işi. Emir Âbid Çelebi II zamanında Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’in Mevlâna Türbesi’nde başlattığı büyük onarımı tamamlamak olmuştur. Karamanoğulları tarihini yazan Şikari’nin an­lattığına göre. bu onarımın başlaması şöyle olmuştur:

Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Gü­neydeki Gorikos (Kızkulesi) Kalesini al­mak, böylece Akdeniz ticaretinin bir bö­lümünü elinde bulundurmak istemekte­dir. Ne var ki Kale çok güçlüdür. Bir ge­ce Alâeddin Ali Bey, rüyasında Hz. Mevlana’yı görür ve ondan Gorikos Kalesini fethedeceği müjdesini alır. Bundan son­ra, Güneye bir sefer düzenleyerek sahil emirleri ile birleşir, Gorikos’u fetheder. Zafer dönüşü Konya’ya gelen Alâeddin Ali Bey, “gaza malı ile” Mevlâna Türbesi’nı onartmaya başlar. Onarım, 1397 yı­lına kadar sürer. Türbe adeta yeniden yapılmıştır. Buna göre dört fil ayağı üze­rine oturan sivri kemerler arasındaki Doğu ve Batı duvarlar açılmış, yalnız Güney duvar örtülü kalmış; böylece Türbe genişletilerek, dışarıdaki mezarların da Türbe içine alınması sağlanmıştır. Ayrıca kemerleri birbirine bağlayan çapraz tonoz kubbenin üzerine, dilimli silindir seklinde bir kubbe, onun da üzerine yine dilimli konik kümbet yükseltilmiş ve bugünkü durumunu almıştır. Kubbe ve kümbetin dış yüzeyleri çinilerle kaplanmıştır.

Arif Çelebi II, 26 yıl postnişin olduk­tan sonra, 1421 yılında vefat etmiş; O da 138Mevlâna Türbesi’ne gömülmüştür.

PİR ÂDİL ÇELEBİ (ü.1460)

Arif Çelebi ll’nin ölümünden sonra, makama Emir Âbid Çelebi oğlu Pir Adil Çelebi, getirilmiştir. 39 yıl Çelebilik ma­kamında bulunan Pir Âdil Çelebi, Mevle­vi Tarikatının ikinci kurucusu sayılır. Onun zamanında tarikat usûllerinin ye­niden tespit edildiği söylenir.

Pir Âdil Çelebi’nin “Pir” olarak anıl­ması da, Onun “Mevlevi Tarikatı’nın bir çeşit anayasasını yapmış olmasındandır. O güne kadar gerçek anlamıyla tespit edilmeyen, ancak bir gelenek olarak sü­re gelen tarikat kuralları, Pir Âdil Çelebi’yle birlikte, kökleşmiş, ayrıntıları ile kurumlaştırılmıştır. Aslında O’nun şeyhli­ği yıllarında, Anadolu’da Kadirbilirlik, Hâlvetilik birer tarikat olarak kökleşmeye ve yayılmaya başlamıştı. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Suluca Karahüyük’teki Türbesi çevresinde toplanan Türkmenler, “Bek­taşilik” adı altında yeni bir tarikatı yay­maya çalışıyorlardı. Böyle bir ortamda Mevleviliğin diğer tarikatlar arasında kişiliğini bulması, fikri ve şekli bir takım ka­idelerle sınırının çizilmesi gerekiyordu Pir Adil Çelebi, iste bu sınırı çizmiş Mev­levi Tarikatına kişilik kazandırmıştır.

Pir Adil Çelebi zamanında Konya Mevlâna ve Mevlevîliğe bağlı Karamanoğulları’nın elinde bulunmakla birlikte Osmanlı Karamanoğlu  çatışmasının giderek Osmanlılar lehine kaydığıda görülüyordu. Aslında Osmanlılar, belki Karamanoğulları’ndan daha çok Mevleviliğe yatkındı. Mevlâna soyu ile akraba da olmuşlardı. Şöyle ki:

Sultan Veled’in kızı ve Mevlana’nın torunu Mutahhara Hatun, Germiyan Beyi Süleyman Şah ile evlenmiş; bu ev­lenmeden Hızır ve İlyas Paşalar ile Devlet Hatun adında bir kız dünyaya gelmistir. Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’le evlenen bu kızdan Musa ve İsa Çe­lebilerle, Çelebi Mehmed doğmuştur. Aslında Osmanlı şehzadelerinin “Çelebi” ünvanıyla anılması da onların Mevlâ­na soyundan geldiğinin delilidir. Bu yüz­den Çelebiler Osmanlı padişahlarını ken­dileri için “akraba” saymışlar; padişahlar da bu akrabalığı Mevlevi Tarikatını göze­terek; hâttâ kimi padişahlar Mevlevi Ta­rikatına girerek sürdürmüşlerdir.

İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed, yıllardan beri süren ve çoğu kez devleti zor durumlara sokan Karamanoğulları gailesine artık son vermek kararındadır. Fatih’in Karaman Seferi, ufukta belirgin bir hale geldiği zamanlar Pir Âdil Çelebi, 1460 yılında ölmüş, yeri­ne oğlu Cemâleddin Çelebi geçmişti.

CEMÂLEDDİN ÇELEBİ (ö. 1509)

Cemâleddin Çelebi devrinde iki olay önemlidir. Biri; 1467 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Konya’yı fethi ve Karamanoğulları’nı ortadan kaldırmasıdır. Fatih’in Konya’yı fethi ile eşraftan bazı ailelerin istanbul’a sürgün edilmesi olayı­nı Cemâleddin Çelebi önlemeye çalış­mış; Konya’ya vali olarak tayin edilen Şehzade Mustafa, ondan sonra da Sul­tan Cem ile dost ilişkiler kurmuştur. Fa­tih’in 1481 yılında ölümünden sonra, Amasya’da vali iken Osmanlı tahtına oturan Şehzade Bayezid ile bu tahta hak iddia eden Sultan Cem arasındaki olaya hiç karışmamış olan Cemâleddin Çelebi, üstelik Sultan Bayezid ll’nin de saygısını kazanmıştır.

Mevlevi kaynakları, Mevlâna Türbe­si ile Semahane ve Mescidi ayıran stalaktitli Post Kubbesi ile, Mevlâna Sanduka­sının Doğu ve Batısındaki Kibabü’l-aktâb (Kutupların Kubbeleri) denilen ve mezar­ların üzerini örten kubbeli bölümlerin fatih devrinde yaptırıldığını ifade ederler. Böylelikle türbe genişletilmiş, türbe dışında kalan mezarlar türbe içerisine alınmıştır

Cemâleddin Çelebi zamanında ikin­ci olay ise; Osmanlı padişahı Sultan Bayezid’in, Mevlâna’ya olan saygı ve sevgi­si dolayısıyla Mevlâna Türbesi’nin kalem işi nakışlarını yaptırmış olmasıdır. Halepli ve aynı zamanda Mevlevi olan Muhammed oğlu Abdurrahman bu nakışların ustasıdır. Sultan Bayezid bununla da kal­mamış Türbedeki sandukaların üzerine Bursa’da dokunan ipekli çatma kadife, sevai, diba gibi kumaşlardan püşîdeler (örtüler) serdirmiştir.

Dergâhta 49 yıl postnısinlik eden Cemaleddin Çelebi ise, 1509 yılında ölmüş ve Mevlâna Türbesi’ne defnedilmiştir.

HÜSREV ÇELEBİ (ö.1561)

Cemâleddin Çelebi’nin ölümüyle yerine torunu Hüsrev Çelebi posta oturmuştur. Mevlevi kaynakları, Cemâ­leddin Çelebi’nin Kadı Mehmed Paşa adında bir oğlu olduğunu, hukuk bilgisi üstün olduğu için kendisine Kadı Paşa denildiğini yazarlar. Kadı Paşa babasının sağlığında ölmüş ve başka erkek kardeşi de bulunmadığı için, makama Kadı Paşa’nın oğlu Hüsrev Çelebi geçmiştir.

Hüsrev Çelebi zamanında, Yavuz Sultan Selim, İran ve Mısır seferlerine gider ve bu seferlerden dönerken, ana­yol üzerinde bulunan Konya’ya uğrardı. Her defasında da Mevlâna Türbesini ziyaret ederek onarımlar yaptırır, dervişle­re sadaka dağıtırdı. Bugün Mevlâna Tür­besi ve Dergâhı avlusunda bulunan Şa­dırvan, Yavuz’un Konya’ya geldiği yıllar­da yaptırılmış, Şadırvan için Konya yakın­larındaki Dutlu adı verilen kaynaktan. künk borularla su getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Konya’da. Şems Türbesi yakınında da 1519 tarihli bir çeşmesi vardır.

Hüsrev Çelebi zamanında, Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Sü­leyman’ın da Mevlâna Türbesine büyük hizmetleri olmuştur. Kanuni, Bağdat se­ferine giderken 1541 yılında Konya’ya uğramış, Mevlâna Türbesi’ni ziyaret ede­rek. Türbeye bitişik bir Semahane ile bir de mescit yapılmasını emretmiştir. Bu se­fere katılan ve mezilleri yazan Matrakçı Nasuh, kaleme aldığı “Beyân-ı Menzil-i Sefer-i Irâkeyn” adlı eserinde, Mevlâna Türbesi ve Dergâhı’nın o günkü duru­munu gösterir bir resim bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin en güçlü ve yükseliş devrinde Yavuz ve Kanuni gibi iki büyük padişahı gören, onların yakınlı­ğını ve saygısını kazanan Hüsrev Çelebi, bu devirde Dergâha bağlanan zengin va­kıflarla göz kamaştırıcı bir hayat sürmüş, Konya’da ve Meram bağlarında köşkler yaptırmıştır. Kendisi şair. hoş sohbet, gü­ler yüzlü bir şeyh olduğu için çevresinde de çok sevilmiş; o güne kadar kimseye nasip olmayacak şekilde. 62 yıl Dergâh­ta şeyhlik etmiştir. 1561 yılında öldüğü zaman yaşı sekseni çoktan aşmıştı.

FERRUH ÇELEBİ (ö.1591)

Hüsrev Çelebi’nin 1561 yılında ölü­münden sonra yerine kırk iki yaşındaki oğlu Ferruh Çelebi, Konya Mevlâna Dergâhı’nın postnişini olmuştur. Ferruh Çelebi de zengin vakıf gelirleri içinde. babası gibi gösterişli bir hayat sürmüş; Konya eyalet valisinden sonra, adı duyulur, hatırı güdülür, hükmü yerine getirilir olmuştur. Ne var ki onun padişah nezninde saygın bir yerinin olması, aslında tasavvuf ilmine, nes’esine dünya ve ahret görüşüne, hele Mevleviliğe başından beri karşı olan katı ulemayı kıskandırmış, Çelebi aleyhine bir takım dedikodular yaymışlardır. Hüsrev Çelebi’nin şeyhlik makamında bulunduğu yıllarda, Saray ulemasının Şeyhülislam Kemal Paşazade ve çevresinin, Kadızadelerin başlattığı bu kampanya, ço­ğu zaman Mevlevi Dergâhlarının tümden kapanma tehlikesiyle karşı karşıya bırak­mış, araya giren aydınlar ve Mevlâna hayranı, padişah yanında sözü geçen ki­şiler birkaç kez bu tehlikeyi savuşturmuşlardır. Ferruh Çelebi zamanında  Vani Mehmed Efendi, padişahı kışkırtmak­ta, Konya’dan düzenlettirdiği bir takım şikayet “mazbataları”nı delil olarak orta­ya koymakta; hâttâ Konya Çelebisi’ni Osmanlı tahtında gözü olduğunu yaya­cak kadar ileri gitmektedir. Oysa, Kanuni’nin ölümünden sonra Osmanlı tahtına oturan Sultan Selim II, Konya Valiliği sı­rasında, Mevlâna Türbesi ve Dergahı’na hizmet için Dergâh’ın hemen Batısına büyük bir cami, bir medrese, bir imaret yaptırmaya başlamış; bu yapılar padişah­lığı döneminde tamamlanmıştı. Yerine geçen oğlu Sultan Murad III ise bu hiz­meti derin bir bağlılıkla sürdürmüş; 1584 yılında bugün Dergâh’ın cümle kapısı sırasında bulunan birer kubbe ve bacalı Derviş hücrelerini yaptırmış, hatta kapısı üzerine:

Şehi Sultân Murad Han bin Selim Han 
Yapub bu hankahı urdı bünyad  
Olalar Mevleviler bunda sakin. 
Okuna her seher vird ola irsâd. 
Görüb dil bu binayı dedi târih 
Büyût-i cennet-asa oldı abad 1992) 

beyitleri bulunan bir de tarih kitabesi koydurmuştur.

Böyle olduğu halde, bir zaman son­ra Ferruh Çelebi, padişah iradesiyle Kon­ya şeyhliğinden alınarak İstanbul’a sür­gün edilmiştir. Onsekiz yıl süren bu sür­günün hangi tarihte başladığı, hangi ta­rihte son bulduğu, sürgün yıllarında ki­min Konya’da Çelebilik makamına otur­duğu hakkında fazla bilgimiz yoktur,

Ferruh Çelebi, 1591 yılında ölmüş, yerine büyük oğlu Bostan Çelebi, Konya Mevlâna Dergâhı Şeyhi postuna otur­muştur.

BOSTAN ÇELEBİ l (ö.1630)

Ferruh Çelebi öldüğü zaman oğlu Bostan Çelebi l, İstanbul’daydı. O za­manlar şehzade olan Sultan Ahmed I’in dostluğunu kazanmış; hâttâ onu Mevle­vi Tarikatının muhibbi (tarikata saygı ve sevgi besleyen kişi) yapmıştı. Tahtta bulunan Sultan Mehmet III’ün hüccetiyle Konya Mevlâna Dergâhı şeyhliğine atanınca, önce Saray ile olan anlaşmazlığı ortadan kaldırarak, vakıf işlerini bir düzene koymuş ve Konya’ya dönmüştü. Kaynaklar O’nun, Konya Mevlâna Dergâhı’na semâ ede ede geldiğini, Mevlana Türbesi’ni ziyaretten sonra, şeyhlik Makamı’na oturduğunu yazarlar Ferruh Çelebi zamanında, onun sürgün edilmesiyle bozulan Dergâh işlerini en kısa zamanda düzene koyan Bostan Çelebi, dervişleri de çevresinde toplamış İstanbul’da açılan Yenikapı, Beşiktaş Kasımpaşa Mevlevîhânelerine şeyhler tayin etmiş, Mevlevi Dergâhlarındaki birlik ve uyumu yeniden kurmuştu,

Osmanlı Padişahı Sultan Ahmed I,1603 yılında tahta oturunca, Bostan Çelebi’nin durumu daha da sağlamlaşmıştır, “Bahti” mahlasıyla şiirler yazan şair padişah, zaman zaman Mevlâna Türbesi’ne hediyeler, türbe mezarları üzerine ipekli pûşideler dokutturarak gönderiyor, Mevlâna’ya olan bağlılığını şiirlerinde de dile getiriyordu.

Bostan Çelebi’nin Konya’daki şeyhligi 1630 yılına kadar sürmüştür. Onun zamanında Maraş valisi Mahmud Paşa, Mevlâna Türbesi’ndeki Mevlâna’nın san­dukasını Post Kubbesinden ayıran gü­müş şebekeyi (kafesi) ve buradaki gü­müş eşiği yaptırmıştır. Şöyle ki:

Mahmud Paşa düşman üzerine se­fere çıkarken Konya’ya gelmiş ve Meylâna’nın Türbesini ziyaretle: “Eğer bu se­ferde zafere ulaşırsam, buraya gümüş bir kafes yaptırayım” niyazında bulun­muş. Düşmanı büyük bir yenilgiye uğra­tan Mahmud Paşa, sefer dönüşü vezirli­ğe yükseltilmiş; sonra kendi öz varlığı ile 1597 yılında Gümüş Kafesi ve Gümüş Eşiği yaptırmıştır. Devrin şairi Mâni, bu hikayeyi 32 beyitlik bir şiirle anlatır, Kalemkâr İlyas Usta da bu şiiri kafes üzeri­ne işler.

Bostan Çelebi’nin şeyhlik dönemi, Mevlevi yolunun en parlak, en yaygın bir devresi olmuştur. Çelebi’nin pekçok kerametleri olduğu her tarafta söylenmek­tedir. Birçok şair, edip, kumandan Konya’ya gelerek Çelebiyle görüşmekte, eli­ni öpmek ve duasını almak için çalışmak­tadır. Mesneviyi en geniş, en doğru olarak yorumlayan tanınmış şair ve bilgin Ankaralı Rusühi ismail Dede, Bostan Çelebinin yakın mürididir. Anadolu’nun şehirlerindeki Mevlevihâneler Bostan Çelebi zamanında açılmıştır. Mevlevilik, Osmanlı Devletinin egemen olduğu ülkelerde de hızla yayılmakta, Belgrad’dan Budın’e; Halep’ten Mısır’a oradan Kuzey Afrika ülkelerine kadar Asitane ve Zaviyeler kurulmaktadır. O günlerde Mevlevi dervişlerinin seksen bi­ne ulaştığı söylenir.

Bostan Çelebi. 1630 yılında olmuş ve yerine kardeşi Ebubekir Çelebi posta oturmuştur. Bostan Çelebı’nın mezarı da Mevlâna Türbesi’ndedir.

EBUBEKİR ÇELEBİ (ö.1638)

Ebubekir Çelebi’nİn Konya Mevlâna Dergâh’ında postnişîn olduğu yıllarda Osmanlı tahtında IV.Murad oturmakta­dır. Sultan IV Murad, koyu bir softa olan Ayasofya Çami’i vaizi Kâdızâde ve adamlarının etkisi altında sufî düşünceye ve tarikat ileri gelenlerine, karşı davranış içindedir; bu konuda acımasızdır. Revan Seferi’ne giderken, 18 Nisan 1635’de Konya’ya da uğramış, birkaç gün kalmış­tır, Sakıp Dede ve tarihçi Naimâ’nın verdiği bilgilere göre, padişah daha Kon­ya’ya girerken Kadızâdeler: “Eğer bu şehirde medfun Mevlâna Celâleddin, ger­çek bir Allah velisi ise, cesedi çürümemiştir. Şayet çürümüş ise, Türbesini de, Der­gâhını da yıkmak evlâdır. Padişahımız herhalde bunun tedbirini almalıdır” di­yerek IV.Murad’ın zihnini çelmişler. Konya’ya gelerek Meram’da otağını kuran Padişah, Konya Kalesinde mahpus bulu­nan bazı zorbaları idam ettirmiş, daha sonra hışımla Mevlâna Türbesi’ne gel­miş, çizmeleriyle içeri girmek istemiş. Türbedâr, Hazret-i Mevlâna’nın huzuruna çizme ile girilemeyeceğini, çizmelerini çıkarmasını ihtar edince, büsbütün kızıp, öpmek bahanesiyle Türbedarın elini sı­karak kırmak istemiş. Pehlivan yapılı, güçlü IV.Murad karşısında, zayıf ve çe­limsiz olan Türbedarın kendi el kemikle­rini ezercesine sıktığını görünce, hemen bırakmış; bu kez de Mevlâna Türbe­si nde, Mevlâna’nın cesedinin gömülü bulunduğu mezar mahzeninin kapısının açılmasını, içeri girilerek cesedin çürüyüp Sürümediğinin görülmesini emretmiş. Ebubekir Çelebi, bu emre şiddetle karşı koyunca, tepesi atmış, elindeki inci tesbihi kopararak, tanelerini mahzen kapısını aralığından içeri atmış, bu kez de mahzene inilerek tespih tanelerinin top­lanmasını emretmiştir. Ebubekir Çelebi, bunun da yapılamayacağını, eğer mutlaka bu emrinin yerine getirilmesi isteni­yorsa, ancak ergenlik çağına ulaşmamış bir çocuğun mahzene sokulması gerekti­ğini söylemiş. Bunun üzerine sekiz-on yaşlarında bir çocuk bulunmuş; mahzen kapısı açılarak, basamaklardaki inci ta­nelerini toplaması söylenmiştir. Çocuk başını mahzenden içeri soktuğu an bir çığlık atmış, bayılmış. Bu olay IV.Murad’ı heyecanlandırmış olacak ki, fikrinden vazgeçerek, Çelebi’nin gönlünü almış, birkaç samur kürk hediye etmiş, ayrıca dervişlere ihsanlarda bulunduğu gibi, geliri bol Soğla Vakfı’nı da Dergâh’a bağlamıştır. Konya’da beş gün kalan, bu süre içinde zorbaları, tütün içenleri te­mizleyen IV.Murad, Revan’a gitmek üze­re buradan Kayseri’ye yönelmiştir. IV Murad gibi hırçın, öfkeli, bir padişahın hışmını savuşturan, üstelik saygısını, ve yakınlığını kazanan Ebubekir Çelebi, Soğla Vakfı’nın zengin gelirlerine de ka­vuşunca, çevresinde daha güçlü, daha sözü geçer duruma gelmiş; O’nun bu durumundan rahatsız olanlar meydana çıkmıştır. Bir süre sonra, IV.Murad, Bağ­dat Seferi’ne çıkmak üzere, 1637 yılı Ha­ziran ayında tekrar Konya’ya uğramış, yine Meram bağlarında konaklamıştır.

Ebubekir Çelebi’nİn Konya’da bir sultan gibi pervasız hareket ettiği, üste­lik padişahın Dergâh’a bağladığı Soğla Vakfı’ndan aşırı vergiler alarak halkı ez­diği şikayeti, Çelebi’nin muhalifleri tara­fından padişaha iletilince, padişah büyük bir öfkeyle derhâl Çelebi’nİn idamını em­retmiştir. Şeyhülislâm Yahya ve Silahdâr Mustafa Aga’nın yalvarmaları ile Çelebi idamdan kurtulmuş, tüm malları­na el konarak istanbul’a sürgün edilmiş­tir Ebubekir Çelebi’nin mallarına el ko­nurken, Soğla Vakfı gelirlerinin el sürülmeden Dergâh kasalarında korunduğu 

Anlaşılmış, fesatçılar, “şahsi malı vakıf gelirinden fazladır, onlar da alınsın” diye padişaha söylenince, Ebubekir Çelebi’nın kültürlü, cesur eşi Şirzâd Hatun, hemen huzura kabul edilmesini istemiş; Padişah kendisini kabul ettiği zaman: «Kudretli Sultanım, Çelebi’nin malı had­den fazladır deyu, size ihbarda bulun­muşlar, Doğrudur. Hünkarımızın Revan Seferi’ne giderken ihsan buyurdukları üç samur kürk vardı ki, bunlara dahi el sür­müş değiliz. Devletlü Hünkarımın bu ih­sanı bizim için cihana bedeldir. Ferman buyurulursa onları da verelim» deyince, IV.Murad, mahcup olmuş. Çelebi’nin üzerine varmamalarını emretmiştir.

Ebubekir Çelebi, sürgün olarak gel­diği İstanbul’da, Vezir Bayram Paşa’nın konağında misafir olarak kaldığı sırada, 1638 yılında ölmüş, Yenikapı Mevlevîhanesi avlusuna gömülmüştür.

KÜÇÜK ARİF ÇELEBİ (0.1642)

İstanbul’a sürgün edilen Ebubekir Çelebi’nin yerine, ana tarafından Mevlâna soyundan gelen Veled Çelebi oğlu, Küçük Arif Çelebi postnişîn olmuştur. Küçük Arif Çelebi’nin daha önce Afyon Mevlevihânesi’nde şeyh olduğu, ana tarafından Mevlâna soyundan geldiği gibi, Veled Çelebi’nin soyunun, Afyon Mevlevihanesini kuran ve Mevleviliğin yayılmasında büyük hizmetleri görülen Divane Mehmed Çelebi’ye (Semâ’i) dayandığı söylenir. Ne var ki ilk kez Konya Mevlevi Dergâhına  doğrudan  doğruya  Mevlana’nın erkek soyundan değil de, “inas” denilen kadın soyundan gelen bir Çelebi atanmıştır.

Küçük Arif Çelebi’nin şeyhliği ancak beş yıl sürmüş, 1642 yılında ölümünden sonra yerine, daha önce Dergâh’ta şeyh­lik etmiş olan Ferruh Çelebi’nin torunu Hüseyin Çelebi postnişin olmuştur.

HÜSEYİN ÇELEBİ (ö.1666)

Mevlâna soyundan Hasan Çelebi oğlu Hüseyin Çelebi, Osmanlı Padişahı Sultan ibrahim ve Mehmed IV zamanın­da şeyhlik yapmıştır. Daha önce Ebube­kir Çelebi’nin padişah emriyle İstanbul’a sürülmesi, Afyon Mevlâna Dergâhı’ndan Arif Çelebi’nin Konya’ya getirilerek pos­ta oturtulması gibi olaylar, o güne kadar yalnız Mevlâna’nın erkek soyundan olan en yaşlı Çelebiye verilen postnişînlik ma­kamını zedelemiş, üçyüz yıldan fazla sü­regelen bir geleneği sarsıntılara uğratmıştır. Bundan sonra, makamda gözü olanlar, birtakım siyasî entrikalarla Çelebilik Makamını ele geçirmek arzusu içinde olmuşlardır. Nitekim, Hüseyin Çe­lebi, postnişin olduktan sonra Derviş Çe­lebi adlı birisi, bir şikayetçi grubu ile İstanbul’a gelmiş, Dergâh’a kendisinin ta­yini için olur olmaz girişimlerde bulun­muşsa da, kendilerine Galata Mevlevihânesi şeyhliği verilerek mesele kapatılmış­tır.

Sultan Mehmed IV zamanı, Anado­lu’da Celâli isyanlarının alıp yürüdüğü, idarenin çöküntüye uğradığı bir devirdir. Devleti ve idareyi düzene koymak üzere, geniş yetkilerle sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa, önce isyanları bastırmak, isyanlara ön ayak olanları saf dışı etmek için, kanlı, acımasız bir harekata girişmiştir. Anadolu isyanlarının elebaşlarından Abaza Hasan Paşa’nın bir süre Konya’yı karargâh olarak kullanma­sı, Konya ileri gelenlerini, bu arada Konya Çelebilerini de tedirgin etmiş, töhmet altında bırakmıştır. Hâttâ, Hüseyin Çelebi’ye karşı kimi kişiler: «Çelebi Aba­za’nın Konya’ya girmesini sağladı, ona arakiyye giydirdi» gibi sözler ortaya at­mışlardır. Durum incelenmiş, iftira oldu­ğu anlaşılınca Çelebi hoş tutulmuş, yalnız hoş tutulmakla kalmamış, isyanlar dolayısıyla toplananlar arasında Mevlevi dervişleri varsa salıverilmiştir.

Anadolu’daki bu kargaşa yetmez­miş gibi, İstanbul’da da Saray çevresin­de, kendilerine Kadızâdeler denen bir alay softa, tarikatlara karşı amansız bir savaş açmıştı. Hâttâ bu grup, Şeyhülis­lâm Bahâyi Efendi’den semâ etmenin haram; edenlerin kâfir olduğuna dair bir de fetva almış, tekkeleri basarak dervişleri dağıtmaya çalışmışlardı. Uyanık ve kültürlü bir sadrazam olan Köprülü Mehmed Pasa, Padişahla da görüşerek, bunu önlemiş, elebaşıların çoğunu Kıbrıs’a sürdürmüştü. Ne var ki bu fesat gu­rubunun artıkları boş durmuyor, faaliyetlerini gizlice saray içine sokmaya çalı­şıyorlardı. Hüseyin Çelebi 1666 yılında öldüğü zaman, bu faaliyet daha artmış­tı. Hüseyin Çelebi’den sonra yerine, yine Mevlâna soyundan Abdurrahman Çelebi oğlu, Abdülhalim Çelebi, Dergâh postnişînlığiıne getirildi.

ABDÜLHALİM ÇELEBİ (ö.1679)

Abdülhalim Çelebi zamanı Mevlevi Tarikatının duraklama, hâttâ resmen kapatılmasıyla karşı karşıya olduğu bir devirdir.

Kadızâdelerin İstanbul’da ki takipçilerinden Vani adlı bir hoca, vaazları ile şöhret   yapmıştı.   Sadrazam   Köprülü Mehmed  Pasa’nın ölümünden sonra, Sadrazamlığa getirilen oğlu Fazıl Ahmed Paşa da, Vani’nin şöhretine kapılmış,  adını Saraya  kadar duyurmuştu. Sultan Mehmed IV, bir gün tebdil gezerken Vani’nin evine uğramış, yaptığı gö­rüşmeden çok hoşlanmış, onu Hünkar Şeyhi tayin ederek sarayına almıştı. Bu fırsattan faydalanmasını bilen Vani Efendi, o yıllarda mehdiliğini ilan eden kimi zavallıları da bahane ederek, ülkedeki tüm tekkelerin kapatılmasına ferman almış; Mevlevihânelerde semâ edilmesi de yasaklanmıştı. 1666 yılı sonlarına rastla­yan bu olay, Mevlevilerce Yasağ-ı bed (Kötü yasak) ibaresi ile tarihlendirilmiştir. “Yasağ-ı bed” ebcedle 1077 Hicri tarihi­ni gösteriyordu. Bu yasak, Vani’nin gözden düşmesi yılı olan 1684’e kadar, 18 yıl sürdü. Abdülhalim Çelebi de 1679 yı­lında ölmüş, yerine oğlu Kara Bostan Çe­lebi geçmiştir.

KARA BOSTAN ÇELEBİ (ö.1711)

Konya’da ve diğer şehir ve kasabalardaki Mevlevihane, Asitane ve  Zaviye­lerde 18 yıl semâ yasağı süresi, tarikatı çökertmiş, dervişlerin çoğu dağılmıştı. Mevlevihâneler birkaç dervişi ile içine dönük, küskün, yasağın kaldırılacağı günü bekliyorlardı. Sonunda beklenen gün geldi. 1684 yılında, Mevlevilerin eskisi gibi Dergahlarında semâ etmelerine izin verildi. Bu kutlu olay, bütün Mevlevîhânelerde bir bayram sevinci yaşattı. Şairler tarih düşürdüler. Bir tarih de şöyleydi:

Gûf-i can mülhem-i gaybi dedi târihini;
Mevleviler döndü cana ışk-ı Mevlânâ ile (1095 Hicri)

Semâ yasağı kaldırıldıktan sonra Kara Bostan Çelebi (Bostân-ı Sânî = ikinci Bostan Çelebi), bozulan Dergâh vakıflarını bir düzene sokmak için çalıştı. On sekiz yıllık yasak devrinde, kimi kadı ve imamlar Dergâh vakıflarına el atmış­lardı; onları saf dışı etti. Dergâh eski neş’esini bulmuş. Çelebilik Makamı iti­barını tekrar kazanmıştı. Dağılan derviş­ler Konya’ya ve öleki Mevlevîhânelere akın ediyorlardı.

1689 yılı Mart ayında, Osmanlı Pa­dişahı Sultan Süleyman II, ikinci Viyana bozgunundan sonra devletin kaybettiği toprakları almak üzere sefere çıktığı ve Edirne’de otağını kurduğu sırada. Kara Bostan Çelebi de, büyük bir Mevlevi ala­yı düzenleyerek Edirne’ye geldi ve padi­şahın yanında yerini aldı. Kara Bostan Çelebi’nin bu hareketi takdir edilmekle birlikte, talim görmemiş alayın, orduda herhangi bir kargaşaya sebebiyet vereceği endişesiyle, kendisine teşekkür edilerek Konya’ya gönderildi; «Siz zaferi­miz için dua ediniz, bu bize yeter» den­di.

1691 yılında Sultan Ahmed II’nin Osmanlı tahtına oturmasıyla birlikte, Ka­ra Bostan Çelebi hakkında Saraya şika­yetler sökün etti. Yasak devrinde Dergah vakıflarına el atanlar, menfaatlerinin bo­zulması üzerine yeni girişimlerde bulu­narak Çelebi’yi gözden düşürmeye çalı­şıyorlardı. Bunda da başarılı oldular. Çe­lebi, Hacc’a gitmesi’ bahanesi ile Kon­ya’dan uzaklaştırıldı. Birçok Dergâh vakıfları kaldırıldı. Çelebi Hacc’dan dön­dükten sonra da Kıbrıs’a sürüldü. Kırk gün Kıbrıs’ta kalan Çelebi, af emri Kıbrıs’a ulaşınca Konya’ya geldi. Neyli, kudümlü büyük bir alay|a karsılanarak makâmına oturdu. O günlerde zaten Sultan Mustafa II tahta geçmiş bulunuyor­du

Yine o günlerde bir deprem Mevlâna’nın Türbesi’nde büyük çatlaklar mey­dana getirmişti. Kara Bostan Çelebi, Dergah’ta kendi parasıyla büyük bir ona­rım başlatmak üzereyken, keyfiyet Os­manlı Sarayına ulaştırılmış, «Türbe padi­şahların eseridir. Bugüne değin, hep pa­dişahların yardımı ile onarıla gelmiştir. Bu onarımın da hazineden yaptırılması uy­gun olacaktır» denerek, onarım masrafları Saraydan karşılanmış; hattâ Sadra­zam Amcazade Hüseyin Paşa da ken­di cebinden onsekiz kese niyaz parası göndermiştir. Bu onarım sırasında Yeşil Kubbe çinileri iznik’te yaptırılarak yeni­lenmiştir (1698).

Bütün bu acı olaylara sabırla göğüs geren Çelebi, 1711 yılında seksen beş yaşındayken göçmüş ve Dergâh’a gö­mülmüştür. Yerine de büyük oğlu Sad­reddin Çelebi geçmiştir.

SADREDDİN ÇELEBİ (ö. 1711)

Mevlevi kaynakları, Sadreddin Çelebi’nin, babası yerine iki kez posta oturduğunu bildirir, ilki, babası Hacc’a gittiği ve Hac dönüşü Kıbrıs’a sürüldüğü sırada posta oturduğudur. Hâttâ, o za­man amcası Celâleddin Çelebi, posta geçmişse de yaşlılığı yüzünden azledil­miş, makama Sadreddin Çelebi geçiril­miştir. Babası kısa bir süre sonra, affedi­lip Kıbrıs’tan dönünce postnişînliği bı­rakmış; babasının ölümünden sonra ikinci defa posta oturmuştur.

Sadreddin Çelebi’nin zamanındaki en önemli olay, onun Osmanlı şehzade­lerine Arakiyye tekbirlemek üzere İstan­bul’a davet oluşudur. Yaşlı Çelebi, bu davete uyarak İstanbul’a gitmiş, görevini tamamlamış, 1711 yılı Haziranında Kon­ya’ya dönerken Akşehir’de hastalanmış, Konya’ya geldikten birkaç gün sonra da vefat etmiştir.

Sadreddin Çelebi’nin ölümüyle bo­şalan Çelebilik Makamı yine bir takım post kavgalarını yüze çıkarmış, sonunda Kara Bostan Çelebi’nin küçük amcası Abdurrahman Çelebi’nin oğlu Mehmed Arif Çelebi postnişînlige getirilmiştir.

MEHMED ARİF ÇELEBİ (ö. 1746)

1746 yılına kadar 35 yıl Dergah’ta Şeyhlik makamında oturan Mehmed Arif Çelebi zamanında, Osmanlı Devle­tinin egemen olduğu birçok yerlerde ye­ni Mevlevîhâneler açılmış, Mevlevilik Anadolu’dan Arap ülkelerine, Rume­li’den Sırbistan’a ve Macaristan’a kadar Avrupa içlerine yayılmıştır, İstanbul, Bur­sa. Eskişehir, Kastamonu, Afyon, Kütah­ya, Manisa gibi şehirlerdeki büyük Mevlevihânelerin yanı sıra Arap ülkelerinde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke; İran’da Tebriz; Akdeniz adalarında Kıbrıs (Lefkoşa), Girit (Hanya), Sakız, Midilli, Si­roz; Rumeli ve Avrupa yakasında, Belgrad, Bosnasaray, Filibe, Niş, Peç, Selanik, Üsküp, Vodine gibi şehirlerde Mevlevi zaviyeleri açılmıştı. Bu arada sadece İs­tanbul’da Galata (Kulekapısı), Kasımpa­şa, Yenikapı, Beşiktaş, Bahariye, Üskü­dar gibi altı Mevlevihane vardı.

Mehmed Arif Çelebi, Mevlâna Dergâhı’nın Batı bitişiğindeki Sultan Veled Medresesi’ni (Monlâ-yı Cedîd Medrese­si) onartarak ek yapılarla büyütmüş, bu­rasını Çelebi çocukları için bir okul haline getirmiştir. Ayrıca, Dergâh’ın kuzeyinde­ki Çelebi Misafirhanesi de O’nun zama­nında yaptırılmıştır. Çelebi’nin 1746 yı­lında ölümünden sonra yerine oğlu Ebubekir Sânî Çelebi (Ebubekir II) atanmıştır.

EBUBEKİR ÇELEBİ 11(0.1785)

“Garîbî” mahlasıyla şiirler de yazan Ebubekir Çelebi II’nin postnişinliği za­manı, bir takım siyasi çalkantılar ve iç kargaşalar içinde geçer. Çelebi’nin iki oğlu kendisi sağken ölmüş, başka bir er­kek çocuğu olmadığı için de Çelebilik Makamı sağlığında tartışmalara konu ol­muştur. Bu arada Çelebi de boş durma­mış, Konya’da Vilayet işlerine karışmaya, istediği gibi hareket etmeye yeltenmiş, O’nun bu hareketleri Saray tarafından hoş karşılanmadığı için, bir köşeye çekil­mesi, yerine Mesnevihân Seyyid Alizâde’nin vekil bırakılması emredilmiştir. Bu olaylar sırasında Karaman Valisi Çerkeş Hasan Paşa ile de arası açılmış, yeniçeri­leri onun aleyhine kışkırtmıştır. 1776 yı­lında bir idam fermanının yerine getiril­mesine karsı olan Ebubekir Çelebi II, çevresine topladığı kişilerle mahkemeyi bas­mış, Mesnevîhân’ın evine yürümüş, Konya’da büyük bir isyanı başlatmıştır. Nihayetinde olay bastırılmış, Çelebi’nin idam fermanı Şeyhülislâm tarafından önlene­rek 1776 Temmuzunda Manisa’ya sürül­mesi sağlanmıştır.

Bir sûre Manisa’da sürgün kalan Ebubekir Çelebi II, affedilerek Konya’ya dönmüş. 1785 yılı Mayıs ayında Konya’da ölmüştür.

Ebubekir Çelebi II’nin ölümüyle, postnişînliğe Mevlâna’nın kadın soyun­dan Mesnevîhân Seyyid Alizâde, ayrıca erkek soyundan Karaman Mevlevîhânesi Şeyhi ismail Çelebi oğlu Hacı Mehmed Çelebi talip olmuş, ikisi de İstanbul’a çağrılarak Sarayın arz odasında Sadra­zam Şahin Ali Paşa ve devlet ileri gelen­lerinin huzurunda teker teker dinlenmiş; sonunda postnişînlik delikanlılık çağında bulunan Hacı Mehmed Çelebi’ye veril­miştir.

HACI MEHMED ÇELEBİ (ö.1815)

Hacı Mehmed Çelebi’nin otuz yıla yaklaşan şeyhliği, çokça Sultan Selim III devrine rastlar. Uyanık ve yeniliksever bir padişah olan Selim III Mevlevîdir. İstan­bul’da başta Galata olmak üzere öteki Mevlevîhâneleri sık sık ziyaret etmede, “mukabele” denilen Mevlevî âyinine da­vet olunmaktadır. Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Şair Gâlib’in (Şeyh Gâlib) yakın dostudur. Selim III, Mesnevi okumakta, ney üflemekte, besteler yapmaktadır. Selim III orduyu bir düzene koymak üze­re Nizâm-ı Cedîd’i kurmuş, bu yenilik hareketi illere de duyrularak, valilerden, gerekli önlemlerin alınması istenmiştir. O günlerde Kadı Abdurrahman Paşa Kon­ya valisidir. Kadı Abdurrahman Paşa’nın Konya ve çevresindeki bazı ayaklanmala­rı kanlı bir şekilde bastırması, Konya ileri gelenlerinden kimi kişileri öldürtmesi olayları sırasında, Hacı Mehmed Çele­bi’nin bu isyanın dışında kalması için Kü­tahya’ya veya Afyon’a gitmesi tavsiye edilmiş ise de Çelebi bu tavsiyelere uymamış; hâttâ adı isyan elebaşıları arasın­da anılmıştır. Padişahın ve Sadrazamın «Mevlâna soyundadır, kendisine bir za­rar gelmesin» diye korunmasıyla, Kadı Abdurrahman Paşa olayından güçlükle yakasını sıyıran Çelebi, bir hayli şikayet­lere yol açan vakıf anlaşmazlıklarına da karışmış; sonunda, daha fazla Çelebilik makamında kalamayacağını anlayınca, Selim lll’ün öldürülmesinden birkaç yıl sonra, dokuz yaşındaki oğlu Mehmed Sâid Hemdem Çelebi’ye hilafet vererek kendi yerine oturtmuştur. O yıllarda, Sultân Mahmud II tahttadır ve Mevlevi Sâid Halet Efendi de padişahın musa­hibi, en yakın adamıdır. Hacı Mehmed Çelebi, istanbul’da yapılacak işlerini Sâid Halet Efendi’ye havale etmektedir. Ta­nınmış şair Keçecizâde izzet Molla da Mevlevîdir ve Çelebi’nin yakın dostudur. Hacı Mehmed Çelebi, oğlu Mehmed Sâid Hemdem Çelebi’nin hilâfet fermanını beklerken 1815 yılında ölmüş, Sâid Hemdem Çelebi de İstanbul’a yolcu ol­muştur. 

MEHMED SÂİD HEMDEM ÇELEBİ (ö.1858)

hemdemcelebiDokuz Çelebi İle istanbul’a gelen çocuk yaştaki Mehmed Sâid Hemdem Çelebi, padişah, vezir ve devlet ileri ge­lenlerince kabul edilmiş, kendisine ve Mevlâna soyundan gelen tüm Konya Çelebilerine ihsanlar verilmiş, Sadrazam’ın huzurunda samur kürk giydiril­miştir. Sâid Hemdem Çelebi, istanbul’da bir ay kalmış, daha sonra Üsküdar’a ge­çerek, oradan Mevlevihane şeyhlerinin dua ve tekbirleriyle Konya’ya uğurlanmıştır.

Kırk dört yıl, Çelebilik makamında oturan Sâid Hemdem Çelebi, kendisini iyi yetiştirmişti. Dokuz yaşında postnişin olduğu için kendisine amcası Ferruh Çe­lebi nâib (vekil) olmuş; on sekiz yaşına kadar, Dergâh idaresi Ferruh Çelebi’nin yönetiminde kalmıştı. Bu arada Farsça ve Arapça öğrenen Sâid Hemdem Çelebi, bilgin hocalarının elinde kültürlü bir Çe­lebi olarak yetişmişti. Onun unutulmayan ve unutulmayacak olan bir hizmeti de Dergâh’ta büyük bir kütüphane kurmasıydı. O güne kadar, Dergâh’ta yazılan ve Dergâh’a vakfedilen çok değerli kitaplar, kayda geçerek bir kütüphanede toplanmış değildi. Kitaplar genellikle Çe­lebi’nin dairesinde bulunur, yada şunun bunun elinde kalırdı. Ebubekir Çele­bi’nin İstanbul’a sürgün edildiği sırada birçok kitap da İstanbul’a götürülmüştü.

Kitabın değerini çok iyi bilen Sâid Hemdem Çelebi, önce dağılan ve Çelebi evlerine taşınan kitaplardan arta kalanını toplattı; daha sonra Dergâh’ta bulunan kitaplarla tümünü bir deftere kaydettirerek bir dervişin «hâfız-ı kütüp»lüğüne verdi. 1854 yılında kurulan Dergâh Kü­tüphanesine Hemdem Çelebi’nin vakfet­tiği bu kitaplar adını taşıyan bir mühürle tescil edildi.

II. Mahmud, 1826 yılında Os­manlı ordusunu bir düzene koyup yeni­çeriliği kaldırması ile birlikte, yeniçeri ocağının dayandığı Bektaşiliği de yasak­layarak Bektaşi Dergâhlarını kapatmıştı. Mevleviler bu olayda tamamen tarafsız kalmış, ayrıca padişahın da sevgisini ka­zanmışlardı, ikinci Mahmud, birçok Mevlevîhâneleri onartmış, vakıf işlerine yeni bir düzen vermişti. Hele Sultan Abdülmecid zamanında, Sâid Hemdem Çelebi’nin saraydaki itibarı daha çok art­mıştı. Abdülmecid’in en üstün derecede­ki nişanını almak için gittiği İstanbul’dan Konyalılar kilometrelerce öteden karşıla­mışlardı. Çelebi İstanbul dönüşünden iki yıl sonra vefat etmiş, yerine 1858 yılında en büyük oğlu Mahmud Sadreddin Çelebi geçmişti.

SADREDDİN ÇELEBİ (ö.1881)

Mahmud Sadreddin Çelebi, bü­tün Çelebilerin ve Dergâh ileri gelenleri­nin söz ve gönül birliği ile Çelebilik ma­kamına getirilmişti. Ağır başlı, hoşsoh­bet, hayırsever bir şeyh olarak tanınmıştı. O’nun Dergâh şeyhi olduğu sıralarda bir ihmal yüzünden Konya çarşısı ile çar­şı içinde bulunan Yüksek Cami ile Kapı Cami tamamen yanmıştı (1867). O zamanların Konya Valisi Burdurlu Ahmed Tevfik Paşa ile Mahmud Sadreddin Çelebi el ele vererek, Sultan Abdülaziz ve annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın yardımı ile Yüksek Cami yerine, 1874 yı­lında şimdiki Aziziye Cami yaptırılmıştı. Kapu Cami’inin yerinde, 1868 yılında yaptırılan cami ise daha çok Mahmud Sadreddin Çelebi’nin para yardımı ile tamamlanmış, ayrıca yanan dükkânların yerine 55 yeni dükkan inşâ edilmişti. Sul­tan Abdülaziz, ayrıca 1868 yılında Der­gâh şadırvanını da onarmıştır.

Konya bu yangın felaketinin ardın­dan 1873 yılında büyük bir kuraklık teh­likesi ile başbaşa kalmış; 12120 (H.) kıtlığı denilen bu yıl, halk aç ve çaresiz sokak­lara dökülmüştür. Konya Valisi Sakızlı Ahmed Esat Paşa ile Mahmud Sadred­din Çelebi’nin halkın yanında yer alması, yardımına koşması, Dergâh’a saygıyı da­ha çok arttırmış; Sultan Abdülaziz, Çelebi’ye nişanlar tevcih etmiştir. Sadreddin Çelebi 1881’de ölmüş, yerine büyük kardeşi ve Manisa Mevlevihânesi şeyhi Fahreddin Çelebi, Çelebilik makamına atanmıştır.

fahreddincelebiFAHREDDİN ÇELEBİ (ö.1882)

Bütün Çelebilerin ve Dedelerin Şey­hülislama birlikte çektikleri telgraf üzerine Konya Mevlâna Dergâhı, Şeyh postuna oturan Fahreddin Çelebi, ancak bir yıl postnişîn olmuş. 1882 yılında öldüğü zaman yerine kardeşi Mustafa Safvet Çelebi atanmıştır.

saffetcelebiMUSTAFA SAFVET ÇELEBİ (ö. 1887)

Beş yıl Mevlâna Dergâhı’nda postnişînlık makamında oturan Mustafa Safvet Çelebi, Mevlâna Türbesi Yeşil Kubbesinde bazı onarımlar yaptırmış; kubbe kurşunlarını yeniletmiştir. 1887 yılında öldüğü zaman yerme kardeşi Sâıd Hemdem Çelebi’nın oğlu Abdülvahid Çelebi geçmiştir.

ABDÜLVÂHİD ÇELEBİ (ö.11207)

abdulvahidcelebiOsmanlı   Padişahı   Abdülhamid II’nin saltanat yıllarında 20 yıl Dergâh postnişliğinde bulunan Abdülvâhid Çe­lebi. Bektaşi meşrep, atılgan, yeri geldi­ği zaman Sultan Abdülhamid aleyhin­de konuşabilen, uyanık ve cömert bir şeyhti. Bu yüzden Konya valisi Ali Sürüri, daha sonra Avlonyalı Ferid Paşa’lar tarafından sıkı bir göz hapsine alınmış; sözleri ve hareketleri sık sık Saraya jurnal edilmiştir. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na karşılık O da Konya’nın Meram bağlarında Yıldız Köşkü adıyla süslü bir köşk yaptırmış; şehir içerisinde saray fay­tonlarına benzer faytonlarla gezmiş, her haliyle padişahı kuşkulandıracak davranışlarla dikkatleri çekmişti. Şehir dışına çıkması yasaklandığı halde, bir gün Hacıbektaş Türbesi’ni ziyaret maksadı ile şehrin dışına çıkmış, onun bu pervasız hareketi Vali Ferid Paşa tarafından Sara­ya telgrafla bildirilmiş; gönderilen emir­de, Çelebi’nin ne olursa olsun geri çevril­mesi istenmiştir. Ferid Paşa, Abdülvâhid Çelebi’yi Konya dışında durdurarak, güçlükle Konya’ya getirebilmiştir.

Abdülhamid II, Molla Hünkaroğlu diye tanınan Konya Çelebilerinin kendi­lerine karşı bir ayaklanma hazırlamala­rından kuşku duyuyordu. Bunda da haklıydı. Ne zaman Osmanlı Devletinde ayaklanma olmuş, Yeniçeriler padişah soyuna   karşı  gelmişlerse   «Gerekirse Konya’dan Molla Hünkaroğlunu getirir başımıza padişah yaparız diye direnmişlerdi.  Gerçi şimdi kazan kaldıracak Yeniceri Teşkilatı yoktu; ama halkın kafasında bir Molla Hünkaroğlu imajı vardı. Halkın ve askerin kafasındaki bu imaj bir gün başına dert açabilirdi. Bunun için Çelebi’yle hem hoş geçinmek  hem de göz hapsinde tutmak gerekırd, Abdülhamid’in sadık adamı Avlonyalı Ferid paşa, bunun için Konya’ya göndermişti. Ferid Paşa, Çelebi ile yakın bir dost aynı zamanda sarayın gözü ve kulağı idi.

Abdülvâhid Çelebi, saraya karşı gücünden dolayı padişahın kuşkularını bil­diği için rahattı. Konya’da, Konya ilerii gelenleri ile birlikte ikinci bir vali hayatı sürüyor, emirler veriyordu. Başı daralan hükümette bir işi olan Çelebi’ye başvu­ruyordu. Çelebi, yalnız Mevlevîlerin de­ğil, Konya’nın hâmisi olarak halkın sorunlarını çözüyor, fakir-fukarayı gözeti­yordu. 11207 yılında ölümünden sonra ye­rine oğlu Abdülhalim Çelebi postnişin olmuştu.

ABDÜLHALİM ÇELEBİ (l. DEFA)

Babasının bütün vasıflarım taşıyan Abdülhalim Çelebi, şeyh makamına oturduktan bir yıl sonra ikinci Meşruti­yet ilân edilmişti.

İkinci Meşrutiyetin ilânı ile başlayan fikir hürriyeti birçok dinî makamları da etkilemiş; Abdülhalim Çelebi, Konya Mevlevi Dergâhı postnişliğinden azledile­rek yerine, Necib Çelebi oğlu Bahâeddin Veled Çelebi (İzbudak) tayin edilmişti.

VELED ÇELEBİ (İZBUDAK) (0.1953)

veledcelebiVeled Çelebi’nin postnîşînliğini za­manında en önemli olaylardan biri, Mev­levi dervişlerinin katılması ile «Mücâhidîn-i Mevleviyye» adlı bir Mevlevi alayı kurarak Birinci Dünya Savaşı sırasında Kanal Harekatı’na gönderilmesidir. Sul­tan Mehmed Reşâd’ın ilân ettiği “Mu­kaddes Cihâd” üzerine kurulan, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Abdülbâki Efendi’nin komutasındaki bu alay, neyleri ve kudümleri ile Konya’dan 1916 şubatı’nda Şam’a kadar gelmiş, askeri eğitimden yoksun, bazı yaşlı Dede ve Dergâh şeyhlerinin katıldığı bu kalabalık, hiçbir sonuç alamadan geri dönmüş; bazıları Mekke ve Medine’ye kadar giderek ziya­retlerde bulunmuştur.

Sultan Mehmed Resâd’ın ölümünden ve Birinci Dünya Savaşından sonra, 1919 yılında Veled Çelebi’nin postnişlikten azledilmesi üzerine, Abdülhalim Çe­lebi, 2. defa postnişliğine getirilmiştir.

ABDÜLHALİM ÇELEBİ (2. DEFA)

Abdülhalim Çelebi Konya’da 2. defa posta oturmuş, Osmanlı Meclis-i Mebûsân’ına Konya Milletvekili olarak katılmış; yerine 1920 yılı başlarında Yakup Çelebi’nin oğlu Âmil Çelebi, postnişîn olarak tayin edilmiştir.

ÂMİL ÇELEBİ (ö.1920)

Postnişîn olduğu sırada yaşlı ve rahatsız olan Âmil Çelebi 1920 yılı içerisinde vefat etmiş, yerine üçüncü defa Abdülhalim Çelebi postnişîn olmuştur.

ABDÜLHALİM ÇELEBİ (3.DEFA) (ö.1925)

abdulhalimcelebi1920-1925 yılları arasında Konya Mevlevi Dergâhı postnişinliğinde 3.defa bulunan Abdülhalim Çelebi, bu devre­de Konya Milletvekilliği görevini de bîr süre devam ettirmiş; hâttâ ilk Büyük Millet Meclisi’nde, Meclis ikinci Başkanlığı­na getirilmişti. Abdülhalim Çelebi, tarikâtların kaldırılması ile ilgili kanunun ha­zırlıkları sırasında 1925 yılında İstanbul’da vefat etmiş, aynı yıl “Tarikatların ilgası” ile ilgili Kanun yürürlüğe girmiş, Türkiye’deki bütün Dergâh, Tekke ve Zaviyeler kapatılırken Konya Mevlâna Türbesi ve Mevlevi Dergâhı’nın Atatürk’ün de emirleriyle «Müze» olarak ziyarete açılması kararlaştırılmıştır, iki yıllık bir düzenlemeden sonra Konya Mevlâna Dergâhı 1927 yılında «Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi» adıyla ziyarete açılmıştır.

 …VE ÇELEBİLİK MAKAMI RESMİ OLARAK SONA ERİYOR…

Abdülhalim Çelebi’nin ölümünden sonra oğlu Muhammed Bakır Çelebi, Konya’daki Dergâh kapatıldığı için Çelebilik makamını Halep Mevlevîhânesi’nde devam ettirmiştir. 1937 yılında Türkiye’ye gelmiş bulunan Bakır Çelebi’ye Suriye Hükümeti, tekrar Halep’e dönmesine izin vermemiştir. Halep Mevlevîhanesi postnişînliğî vekaletine Suriye’deki Fransız mandater hükümet tarafından Abdülhalim Çelebi oğlu Vahid Çelebi getirilmiştir. 1943 yılında Bakır Çelebi İstanbul’da ölmüş, yerine oğlu Celâleddin Çelebi “makam çelebisi” olarak getiril­mişse de 1944 yılında Suriye Hükümeti Halep Dergâhı postnişînliğini lağvederek, Dergâhı vakıf idaresine bağlamıştır. Böylece «Çelebilik» makamı 1944 yılında resmen sona ermiştir. 

Mehmed (Muhammed) Bakır Çelebi (ö.1943)

mbakircelebiMehmed Bakır Çelebi, 11201 yılında Manisa’da doğdu, babası, Abdülhalim Çelebi, annesi Kevser Hatun’dur.

Abdülhalim Çelebi’nin vefatından sonra, oğlu Muhammed Bakır Çelebi, Çelebilik Makamını Halep’te tesis etmiş ve Türkiye dışındaki Mevlevi Tekkesi’ni bu makama bağlamaya muvaffak olmuştur. Fakat Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı mes’elesinde, Türkiye lehine olan faaliyeti dolayısıyla, Suriye Hükümeti tarafından casuslukla vasıflandırılarak, 1937’de Türkiye’ye gelmiş bulunan Çelebi’nin Suriye’ye dönmesine müsaade edilmemiş, ölümü­ne kadar kardeşi Şemsü’l Vâhid Çelebi, kendisine vekâlet etmiştir. 1943 yılında İstanbul’da vefatı üzerine Vâhid Çelebi’nin Çelebiliği de tas­dik olunmamış; esasen mandater Fransız Hükümeti’nden sonra teşekkül eden Suriye Devleti 1944’de tekkeler ve zaviyeler hakkında karar almıştır. Böylece Mevlevîlikle beraber, ‘Çelebilik Makamı’ da tarihe intikal etmiştir,

A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik adlı eserinde bu konuda şunları yazmaktadır:

“Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde tarikatların kaldırılışından sonra (1925) Abdülhalim Çelebi’nin vefatı üzerine Halep Dergâhı’nda şeyh bulunan Muhammed Bakır Çelebi merhum, çelebilik makamını Halep’de te’sis etmiş ve Suriye’deki mandater Fransız hükümeti tarafından da müessese tasdik edilmişti. Bu suretle Halep Âsitânesi, öbür Mevlevîhânelerin merkezi olmuş, şeyhlerin azil ve tayini bu makama ait bulunmuştu. Nitekim Şam şeyhi Saîd Dede’nin ölümü üzerine oğlu Şemseddin Dede ve Şam Trablus’u Mevlevîhânesi şeyhi Şefik Dede’nin ölümü üzerine de yerine Mehmed Enver Dede tayin edilmişti.

Bu vaziyet, 1925 yılından 1944 yılına kadar devam etti. 1943 de Bakır Çelebi’nin İstanbul’da vefatı ve 1944’de Fransız hükümetinin Suriye’ye istiklâl vermesi üzerine Suriye Hükümeti, çelebilik makamını ve bu makamın imtiyazlarını kaldırmış ve öbür Mevlevîhânelerle Halep Mevlevîhânesi’n in evkafına el ko­yarak bütün Mevlevîhaneleri Evkaf Müdürlüğüne bağlamıştır. Bugün mevcut tekkelerin şeyhlerine, ölümlerine dek ke­silmemek şartıyla maaş bağlanmış, tek­kelerin diğer masrafları, evkaf daireleri tarafından temin edilmiştir. Şeyh ölünce yerine başka biri tayin edilmemekte, böylece tekkeler, zamanla birer birer tasfiye edilerek evkafa mal edilmektedir.”

Mehmed Bakır Çelebi, 1937 de Türkiye’ye döndükten sonra Konya’da ikâmet buyurdu. 1943’de de istanbul’da Hakk’a vâsıl oldu. Ruhu şad, cennet istirâhati müzdâd olsun.

Celâleddin Bakır Çelebi (ö.1996)

celalbakircelebiHz. Mevlâna’nın 21. kuşaktan torunu olan Celâleddin Bakır Çelebi, M. Bakır Çelebi’nin oğlu olup, annesi izzet Hatun’dur. Çelebi 24 Aralık 1926 da Halep’te Mevlevi Dergahı’nda dünyaya geldi. Tahsilini önce burada yaptı. Arapça, Fransızca ve ingilizce öğrendi. Kendisi Halep Mevlevîhânesi’nde tam bir tekke terbiyesi içinde yetişti.

1957’de ailesi ile birlikte istanbul’a gelen Çelebi, bir ara İskenderun’da ve Amik Ovası’nda çiftçilik ve ticaretle uğraştı. Ancak istanbul’a yerleşip ömrünü, büyük dedesi Mevlâna’nın eserlerini tetkike ve neşre adadı.

Celaleddin Bakır Çelebi 13 Nisan 1996 yılında İstanbulda vefat etmiş; cenazesi Konya’ya getirilerek, Üçler Mezarlığına defnedilmiştir.

Faruk Hemdem Çelebi (D. 1950 / -)

Faruk H Celebi25 Aralık 1950 tarihinde Halep Mevlevîhânesi Makâm Çelebisi Celâleddin Bâkır Çelebi’nin 2. çocuğu olarak Halep’te dünyaya geldi. Babası Hz. Mevlâna’nın 19. Kuşak torunlarından Konya Makâm Çelebisi, Konya mebusu ve TBMM I. Dönem Başkan Vekili Abdülhalim Çelebi’nin torunu, annesi Güzide hanım da Osmanlı vezirlerinden Nâmık Paşanın torunudur.

Çocukluğunun ilk yıllarını Halep Mevlevîhânesi’ni Suriye’yi işgal eden Fransız hükümetinin kapatması nedeniyle (1944) Halep Cemiliye mahallesindeki evlerinde Kur’ân-ı Kerîm tefsiri, Hadîs-i Şerîf okumaları, Mesnevî dersleri, ney ve Semâ meşkleri arasında geçirdi. Mevlevî âdâbı üzerine ilk eğitimini babası ve Halep Mevlevîhânesi dedelerinden Ferhad Dede vasıtasıyla  aldı.

Okul çağı geldiğinde Halep’ten anavatana gönderilerek İstanbul’da Işık Lisesinde, ilk, orta, lise tahsilini tamamladı. Daha sonra Marmara Üniversitesi İşletme bölümüne girerek 1973 yılından buradan mezun oldu.

Bir taraftan eğitimine devam ederken diğer taraftan Mevlevî âdâb ve erkânı üzerine dönemin tanınmış Mevlevîlerinden dersler aldı. 1959 yılında Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Resuhi Baykara’dan Semâ meşketti. 1962 yılında, 12 yaşındayken ilk defa semazen olarak meydana çıktı;  1964 yılında Konya’daki Şeb-i Arûs Törenlerine Semâzen olarak katıldı.

Gençlik dönemlerinde, çoğu Mevlevîhânede Mevlevî âdâbıyla yetişen Midhat Bahârî (Beytur), Abdülbaki Gölpınarlı, Şefik Can, Halil Can, Sadettin Heper, Şeyh Selman Tüzün, Doğan Ergin, Hâfız Hüseyin Top, Emin Işık ve Cinuçen Tanrıkorur gibi Hz. Mevlâna sevgisi ile yaşayan simalarla İstanbul Maçka’daki baba evinde her cuma akşamı yapılan ders ve sohbetlere aralıksız katıldı.

Üniversite eğitiminin ardından babasının Hz. Mevlâna konusunda çalışmalarını yoğunlaştırması üzerine ailenin maddî sorumluluğunu üzerine alarak Hatay’daki babasının işlerinin başına geçti, çiftçilik ve ticaret ile uğraştı. Babası Celâleddin Bâkır Çelebi’nin 1996 yılında Hakk’a yürümesinin ardından ticari hayatla birlikte “Makâm Çelebiliği” manevî sorumluluğunu da yerine getirmeye başladı.

Dr. Mehmet Önder’in makalesinden alınmış ve ilaveler yapılmıştır.

Mevlevi Silsilesi 

divider11