SULTAN-MEVLEVÎ İLİŞKİLERİNE GENEL BİR BAKIŞ – İsmet KAYAOĞLU

A+
A-

X. MİLLİ MEVLANA KONGRESİ

SULTAN-MEVLEVÎ İLİŞKİLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

Prof. Dr. İsmet KAYAOĞLU

Diğer derviş tarikatlarından daha çok Mevlevilikte, devlet başkanı ve yöneticiler ile şeyh arasında iyi ilişkiler mevcuttur. Halkın ve aydın insanların sıcak ilgisini çeken ve sünnî anlayıştan çok uzak olmayan tarikatlar içinde yer alan Mevlevilik, Sultanlar için daima kendi yönetim şekillerine destek olacak bir konumda görülmüştür. Bu anlayış, Mevleviliğin Anadolu’da yayılış yıllarından başlamak üzere, kimi Osmanlı Sultanlarının XVI. yüzyıllardan sonra ilgilerinin artarak devam etmesine ve “nice nice menafi-i maneviye” deyimiyle forrnülleşen, Dergâh’a yapılan cömertlik örnekleriyle kendisini göstermiştir.

Bu konu üzerinde araştırmalar yapmak isteyenler için zengin bir malzemenin Başbakanlık Arşivi’nde ve Konya Mevlana Müzesi Arşivi’nde bulunduğunu öncelikle belirtmek yerinde olur. Buralardaki belgeler, Dergâh’a Şeyh tayin edilmesi, ihtiyaçların ve tamiratın karşılanması, mütevelli ve idareciler hakkında şikayetler, bunların değiştirilmeleri gibi konularda olduğu gibi dervişlere gönderilen ihsanlar, mali yardım ve bilhassa vakıf gelirleriyle ilgili hükümleri içermektedir. Bu konular üzerinde şimdiye kadar ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır (1).

Mevleviliğin Anadolu’da ilk yayılışında Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebinin büyük gayretleri vardır. Ulu Arif Çelebi (öl. 1320) Mevleviliği bir taraftan Moğol başşehri Sultaniye’ye kadar tanıtıp yaymaya çalışırken Selçuk Beylerinden de destek görmüştür. Sultan Veled zamanında tohumları atılan Karahisar dergâhını tesis ettikten sonra Kütahya üzerinde durmuştur.

Germiyanoğlu I. Yakub Beğ’in onun müridi olması Kütahya Mevlevihanesinin gelişmesini sağlamıştır (2).

Öte yandan Mevlevilerle, Osmanlı ailesi arasında bir akrabalık tesis edildiği görülmektedir. Mevlevi kaynaklarına göre Germiyanoğlu Süleyman Şah, Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatunla evlenmiş, bu evlilikten dünyaya gelen Devlet Hatun 1378 yılında Yıldırım Bayezid ile evlendirilmiştir (3). Bu Mevleviligin gelişmesi açısından önemli bir olaydır.

Ulu Arif Çelebi, Batı Anadolu’da Germiyan emiri Alişiroğlu’nu ziyaret etmiştir. Aydınoğlu Mehmet Bey bu yöreleri henüz yeni fethettiği sırada Arif Çelebi ona vilayetinin çok genişleyeceği müjdesini vermiş onun ve oğullarının “gazi” olacağını söylemişti. Buradan anlaşıldığına göre Germiyan ve Aydınoğulları üzerinde Mevlevilerin etkileri oldukça fazla idi. Saruhan Bey’i İshak Bey, Manisa’da şehre hâkim bir yerde Mevlevihane yaptırdı. İshak Bey, bu dönemin siyasi şartları çerçevesi içinde, hakimiyetinin meşru zeminini sağlamlaştırmak bakımından Mevleviliği bir çıkış kapısı olarak görmüştü (4).

İlk Osmanlı Sultanlarının Mevlevilerle münasebetlerine temas etmeden önce, Mevleviler tarafından unvan olarak kullanılan “Çelebi” kelimesi üzerinde biraz durmak yerinde olur. Bu unvan etrafında görüşler farklıdır:

Ebu’s-Suud’a göre Çelebi, Türkmen dilinde Allah manasına gelen Çalab kelimesine -i ilave edilerek ilim ve iyilik sıfatlarını haiz olan şahıslar için ifade edilmiştir. Zengin adamlara denilmesi hatadır (5).

Mevlevi bilgini Veled Çelebi İzbudak, yayınlanmamış olan Türk Dili adlı sözlüğünde bu kelimeyi şöyle açıklar; “Bu kelime Anadolu’da Mevlânâ’dan bir asır önce var idi; Konya’da beytü’l-ilm, beytü’l-isâle, beytü’l-fütüvveden olan kimselere “çelebi” deniyordu, Hüsameddin Çelebi, Salâhaddin Çelebi yâ-ran-ı Mevlânâ’dır” (6).

Dilci Mecdut Mansuroğlu ise: “Çelebi kelimesinin kaynağını müslüman dillerinde aramak gerekir. Kökü Calub veya daha ziyade Çalap, Eski ve Yeni Anadolu Türkçesinde Tanrı anlamına gelir. Çelebi’nin ilk anlamı Tanrı’ya rehber kılavuz olmadır. Fakat aynı zamanda bu, üst düzey mevkiler için de kullanılmıştır. Daha sonra dini liderlerin ve arkasından da seküler (din dışı) kişilerin sıfatı ve unvanıdır” der (7).

Arap gezgin İbn Battutâ, Çelebinin Anadolu’da “efendi” anlamında kullanıldığını belirttiği gibi, Bizans kaynaklarında da bu kelimenin Türkçe olduğu ve “beyzade” anlamı taşıdığı kayıtlıdır.

İlk dönemlerde Osmanlı şehzadeleri için de kullanılmıştır. Nitekim Yıldirim Bayezid’in dört oğlu Çelebi unvanıyla anılmış, I. Mehmet padişah olduktan sonra Çelebi Mehmed unvanıyla tanınmıştır.

“Çelebi Efendi” tabiri ise bir kısım ilmiye ricali ile Konya Mevlevi Asitanesi postnişinleri için kullanılmıştır (8).

Kanaatimizce ilk Osmanlı sultanları “gazi” unvanından sonra “çelebi” unvanını bir manevi şeref olarak I. Mehmet’le birlikte kullanmışlardır. Fakat bu uzun sürmemiş, Mevlânâ soyundan gelenlere bu unvan verilmiştir.

Konya şeyhlerine “Çelebi Efendi”, “Aziz Efendimiz” denilmişti. Her çelebi imzasına ve mührüne, “Ibn-i Mevlânâ” kaydını koyabilirse de, Çelebi Efendi’ler bu kaydı “İbn-i Hazret-i Mevlânâ” şeklinide kullandılar. En son Konya Şeyhi Veled Çelebi, mührüne bir de sikke resmi kazdırmış ve adını bu sikke içerisine yazdırmıştı (9).

İlk Osmanlılara dönersek; Mevlânâ’nın Osmanlıların ilk Beyi Gazi Osman’a dualar ettiğini; Bektaşiliğin Pîri Hacı Bektaş’ın da 2. Osmanlı Bey’i Orhan Gazi devrinde kurulan Yeniçeri Ocağını himayesi altına aldığı birçok tarih kitaplarında yazılıdır. Osman ve Orhan türbeleriyle, Mevlânâ gibi Hüdavendigar unvanı olan I. Murad’ın kabrindeki Mevlevi külahı resimleri ve mezar başlarındaki Mevlevi sikkeleri, hatta yeniçerilerin ilk devirlerinde Mevlevi serpuşu taşımış bulunmaları herhalde bir anlam taşımaktadır (10).

Bununla birlikte, Bursa’da bir Mevlevihanenin kuruluşu geç bir tarihte Cünûnî tarafından ifa edildiği halde; eğer Çandarlı Ali Paşa tarafından Serez’de yapılan zaviye, aynı zamanda bir Mevlevihane sayılmazsa, ilk defa II. Murad’ın Edirne’de Mevlevilere tam teşkilatlı, geniş bir Mevlevihane kurduğunu biliyoruz (11).

Fatih’in bütün dinlere ve tarikatlara gösterdiği tolerans Mevleviler için de geçerlidir. O’nun İstanbul’un fethinden sonra kiliseden çevirttiği Kalenderhane Câmiî’nin vakfiyesinde: “âlim, dine inanmış, dünyadan el-etek çekmiş bir şeyhinin, bir nazırının, cuma günleri namazdan sonra, semâ meclislerinde Mesnevi ve ardından Kuran-ı Kerim’den cüzler okuyacak bir hafızının, semâzenlerle birlikte semâ yapacak dört mutribinin bulunuşundan bahsedilmesini, Gölpınarlı: “Kalenderhane zaviyesi, tam manasıyla bir Mevlevi Dergâhı şeklinde açılmıştır ve böylece fetihten sonra İstanbul’da ilk kurulan Mevlevihane budur” şeklinde yorumlar, Lâkin bu müessese sonradan bu hüviyetini kaybetmiştir der (12). Bu olay o zaman Mevlevilerin toplumdaki yerlerini göstermektedir.

II. Bayezid devrinden itibaren Mevleviler, Osmanlı sultanlarından ve devlet adamlarından büyük ilgi görmeğe başladılar. Zaten sûfiliğe meyli olan II. Bayezid, Mevlânâ’ya karşı büyük saygısından dolayı Konya’daki türbede epeyce tamirat ve değişiklik yapılmasına yardım etmiştir. Padişahın Konya’da Çelebilik makamında bulunan Hüsrev Çelebiye (öl. 1561) derin muhabbet duyması, o dönem pek çok devlet ricalinin Mevleviliğe intisap etmesine sebep olmuştur (13).

II. Bayezid’den sonra Yavuz Selim’in de Mevlânâ türbesini tamir ettirdikten sonra orada mevcud olan sandukaların üzerine, kendi elbiselerinin kumaşlarından pûşîdeler (örtüler) hediye ettiklerini biliyoruz.

Yavuz Selim, İran seferine giderken, Konya’ya gelmiş ve burada Mevlânâ Türbesi şeyhinden, bu sefer hakkında fikrini sormuştur. Şeyh, Osmanlı ordusunun, galibiyetini tebşir etmişti. I. Selim, bu sefer dönüşünde, Konya’ya gelmiş, bu şeyhin sözünün gerçekleştiğini bildirmiş ve onunla görüşmek istemişti. Şeyh padişahla görüşmekten çekinerek, kendisiyle konuşmasının doğru olamayacağını bildirmişti. Bunun üzerine araya Pirî Paşa sokularak bu temin edilmişti.

Konya şehri halkının kendisine bağlılığını temin etmek maksadıyla bazı icraatta bulunmuştur. Türbe kubbelerini kurşunla kapatıp, türbenin etrafını, buraya hayvanların girmesine mani olmak maksadıyla, duvarlarla çevirttirmiştir. O’nun bir başka hayırlı işi, Türbe mescidi önüne şadırvan inşa ettirmiş olmasıdır. Bu şadırvan kitabesinde H 923/M 1517 tarihinde inşa edildiği anlaşılmaktadır.

Yavuz Selim, Tekke’nin sudan dolayı, zahmet çektiğini görerek şehirden dört saat mesafede bulunan Dutlukırı’ndaki Dutlu suyunu getirtmiştir. Bu su tekkenin ihtiyacını karşıladığı gibi, artan bir kısmının da tekkenin şeyhi tarafından civar mahallere satıldığı nakledilir (14). Bu olayı Nişancı Tarihi şöyle nakleder: “Medine-i Konya’da âsûde olan Hz. Monla Hünkâr’ın mezâr-ı püren vâr-ı şerifi kurbüne su getirip bir âli şadırvan bina eyledi” Sene 923.

Kanuninin de Bağdad seferi dönüşü sırasında Türbedâr Osman Dede île görüştüğünü, Türbenin ihtiyaçlarını sorduğunu ve buraya şamdan ve buhurdan gibi armağanlar sunduğunu biliyoruz (15). Kanuni’nin zamanında, bugünkü semahane ve mescit yapılmıştır.

II. Selim Konya’da Mevlânâ dergâh’ı yakınında büyük bir imaret yaptırmıştır. Bu hususla ilgili vakfiyesinde imaretin yerini, amacını, hazırlanacak yemek türlerini, kimlere yemek verileceğini, kimlerin görev yapacağını, bunlara ödenecek ücretler ile gelir kaynağı olarak vakfedilen gayri menkulleri ayrı ayrı belirtmiştir. Vakfiyede şu cümleye yer vermiştir: “Konya şehri kutupların kutbu, irşad ve hidayet mihveri olan Mevlana Celaleddin Hazretlerinin Türbesi civarında, oraya gelip uğrayan müslüman fukarasını duyurmak ve misafir etmek için bir imaret yaptırmıştır”(16).

III. Murad devrinde, Mesnevi sarihi olan Şem’i Efendi’den feyz alan Mahmud Dede, evvelce bazı parçalarını çevirdiği “Sevâkıb ul-Menâkıb”ı, tamamen Türkçeye çevirmiştir. Böylece padişahın iltifat ve ihsanlarına ulaşmıştır (17).

Yine III. Murad’ın Dergah’a yakın ilgisini Divan-ı Hümayun kayıtların dan öğreniyoruz:

Konya kadısı ile mütevelli olan Yahya adlı kişiye gönderilen bir hüküm suretine göre: İmaret mutfağında pişirilen yemek ve ekmeğin ötedenberi dervişlere tahsisi şart iken, Câmi-i Cedid mürtezikası ve Abid Çelebi cüzhanlarının da bundan yararlanmaya kalkıştıkları anlaşılmaktadır. Vakıf şartlarına zıd düşen bu durum üzerine meselenin halli için Konya Kadısı ve Mevlânâ Celaleddin Evkafı mütevellisi Yahya’ya gerekli emir ve tenbihat verilmiştir (Mühimme Defteri no: 28, s,, 201).

Elimizdeki belgeye göre, Konya’da oturmakta olan, Hz. Mevlânâ soyundan Yusuf, adı geçen vakfın gelirlerinden, diğer yararlananlarla birlikte vakıf mütevellisi ve nazırından pay alamamıştır. Adı geçen şahsın şikayeti üzerine Konya ve Seydişehir kadılarına gönderilen emirname ile mütevelli ve nazırın ifade vermek için gelmeleri ve sıkı sorgulanmaları uygun görülmüştür (Mühimme Defteri No: 64, s. 154).

Buna rağmen daha muahhar tarihli belgelerde evkaf mütevellilerinden şikayet devam etmektedir (18).

IV. Murad devrinde , Ebubekir Çelebinin suistimali, Çelebilik makamıyla hiç bağdaşmayan çirkin bir olaydır.

Revan seferine giden IV. Murad Konya’ya uğrar ve Meram bağlarına gider. Ebubekir Çelebi, hünkara birkaç at takdim eder, Padişah da ona hediye ve ihsanda bulunur. Ayrıca Mevlânâ Dergâhının masraflarını karşılamak üzere civardaki arazilerin vergileri ile cizyelerini Çelebilik makamına bağlar.

Çelebi, padişahdan vergileri toplamak için bir hatt-ı hümâyûn almıştır. Ama harisliği yüzünden aldığı vergileri kendi parasına katmıştır. Padişaha bu durum haber verilince, IV. Murad dönüşte, derhal evinin aranmasını emretmiş paralar keseler içerisinde ele geçirilmiştir. Padişah, Çelebinin asılmasını istemişse de, araya giren Şeyhülislam Şair Yahya Efendi (ölm. 1644) ve Silahdar Paşa’nın ricaları üzerine ölümden kurtulmuş, İstanbul’a gönderilmiş, burada 1638 yılında vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevihanesi haziresine gömülmüştür (19).

IV. Murad’m İstanbul şehir hayatına getirdiği çeşitli sınırlamalar Mevlevilik bünyesinde de etkisini göstermiştir. Bu dönemde sivrilmeğe çalışan bazı devlet adamlarının Mevleviliğe sığınarak, tarikatın saraydaki nüfuzunu kendi kişisel çıkarları uğruna kullanmak istediler. Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Doğani Ahmet Dede’ye intisap eden yönetici olduğu halde, zamanını Mevlevihanede geçiren Sadrazam Mehmed Paşa, bu tür yönetici tipine örnek olup, halka karşı acımasız davranışları yüzünden Mevlevilik çevresini rahatsız etmiştir. Böylece Mevleviliğin siyasileşmesi Yenikapı Mevlevihanesi ile başlamış ve bir miras olarak sürdürülmüştür (20).

XVII. yüzyılda Mevlevilik çevresini rahatsız eden bir başka cereyan Kadızadeliler hareketidir. Üstüvânî Mehmed Efendi (öl. 1635) ve Onun yolunda gidenler saraya nüfuz etmişler, haram olduğu kesin delillerle bilinmeyen bazı şeylerin haram olduğu iddiasında bulunmuşlardı. Bu arada tarikat ehlinin devran ve semâlarını raks kabul edip bunların da haram olduğunu ve menedilmesi gerektiğini beyan etmişlerdir. Bu görüş fiili bir safhaya dönüşmüştü. İstanbul’da birçok tekkeyi yıkmışlar, taş ve toprağını, denize dökmüşler, sokakta rasgeldikleri dervişleri tecdid-i imana davet etmişler ve dövmüşlerdi (21). Mevleviler de ibadetlerini huzur içinde yapamaz olmuşlardı. Bu baskı hareketi, bir ara destek görmesine rağmen, Köprülü’nün vezir olmasından sonra taraftarları sindirilmiş ve bir müddet sonra ortadan kaybolmuştur.

Önemli bir konu da Konya Asıtanesine, yenilenmesi gerektiği zaman Çelebi Efendinin ve diğer mevlevihanelere şeyhlerin atanması konusudur. XVIII. yüzyıldan itibaren Mevlânâ soyundan gelen Çelebilerin şeyhülislamın padişaha arzı ile postnişin makamına geldikleri halde bir süre sonra İstanbul mevlevihanelerine şeyh tayini normal yoldan Konya Çelebilerinin verdikleri meşihatname ile yapılması gerekirken, bundan sapmalar olduğu görülür. III. Selim zamanına ait bir belgede: “Memâlik-i mahrûsede vâki bil-cümle tekâyâ ve zevâyâ-i mevleviyye’nin meşihat ve tevliyeti bâ-hatt-ı hümâyun” Konya’daki meşihatnâme ile olmaktadır. Bununla beraber bazen kadılar veya nâibleri de zaviyelere tayinler yapmışlardır. Bu usûle aykırıdır, onun için bu tür tayinlerin iptali ve kayıtlarının kaldırılması istenmektedir (22).

Merkezi yönetimin genel bir siyaseti olarak, Dergâhın yönetimini ve çelebilerin tayin ve azillerine karışmamağı tercih ettiği görülmekle beraber, zaman zaman çelebiler arasındaki post kavgaları ve vakıflarda yapılan yolsuzluklar sebebiyle bunun dışına çıkmak zorunda kalındığı oluyordu. Mesela II. Ahmed’in, hakkında çok şikayet bulunması sebebiyle Kara Bostan Çelebiyi makamından alıp, Karaman Eyaleti Beylerbeği’sinin tensibi ile Kıbrıs’a sürdürdüğünü, bu vesile ile Dergahın vakıflarından bazılarının iptal edildiği bilinmektedir (23).

Mevleviliğe intisap eden Osmanlı Sultanları III. Selim, II. Mahmud ve Abdulmecid’in Mevlevilerle ilişkileri çok sıcak idi. Galata Mevlevihanesine şeyh olan, Şair Galip, buranın harap şeklini tasvir eden bir kasideyi III. Selim’e arzetmiş o da Tekkenin onarılmasını emretmişti. III. Selim bununla yetinmeyerek kendi terkibi olan Sûz-i dilârâ makamında bestelemiş olduğu bir âyin-i şerifi, Vardakosta Ahmet Ağa’ya geçti. O da Galata Mevlevi ayinhanlarına bu eseri meşk etti ve eser icra edilecek hale geldi. Dergah’ın onarım sonrası açılışında III. Selim’in de hazır bulunduğu mukabelede, ayin parlak bir şekilde icra edildi. Ayinin birinci selamının sonunda, “ihsan meded, gufran meded” bölümü icra edilirken, mutrip heyetinin takdir dolu bakışları kendiliğinden padişah III. Selim’e yönelmiş, o da dedelerin bu zarif ve nükteli bakışlarından bir kat daha ferahlıyarak, memnun olmuş, âyinin sonunda her birine iltifatlarda bulunarak hediyeler vermiştir (24).

II. Mahmud’la ilgili olarak şu ilginç hadise bize intikal etmiştir:

Padişah aklına estikçe, mensup olduğu Yenikapı Mevlevihanesine gelir, o geldiği için mukabele icra edilirdi. Bu durum, Şeyh Nâsir Abdulbaki Dede’nin (1821) bir hayli canını sıkmış, fakat bir şey söyleyememişti. Gene bir gün padişah gelmiş, mukabele yapılmıştı. Mukabeleden sonra şeyhin odasına gelen padişah, demişti ki: “Şeyhim, bugün öyle bir feyz-i Mevlânâ tecelli etti ki, yaktın beni; ne diliyorsan dile benden”, Şeyh: “Dediğimi gerçekten yapacak mısınız padişahım” deyince, Padişah: “Elbette yapacağım” demişti. Nâsir Abdulbaki Dede: “Öyleyse padişahım, bir daha bu dergâha gelmeyin” demişti. Padişah bu sözü duyunca şaşırmış, sonra: “Şeyhim beni bâb-ı Mevlânâ’dan kovuyormusun?” demişti. Dede: “Hayır, buradan kimse kovulmaz; fakat siz geliyorsunuz diye mukabele yapılıyor; oysa mukabele bir vecdin sonucudur; giderken de dervişlere nezir, niyaz (para) veriyorsunuz; onları dünya-perest yapıyorsunuz. Bir daha Sultan Mahmud olarak gelmeyin, ama Mahmud Efendi olarak her vakit gelin” demişti. Padişah, Şeyhin maksadını anlayıp, yere niyaz ederek (öperek) eyvallah demiş ve Şeyhi haklı bulmuştu. Fakat, padişah gittikten sonra, öbür Mevlevi Şeyhleri ile görüşüp, İstanbul’da beş Mevlevihanenin her birinde haftanın bir günü mukabele okunmasını kararlaştırmış, padişaha da, “hergün Pây-ıtaht’ınızda Mevlevi mukabelesi vardır, hangi gün aşk zuhur ederse, o gün mukabele yapılan dergâha gidin” diye arzetti (25).

Buna benzer bir olay da Sultan Abdulaziz zamanında vâki olmuştur.

Sultan Abdulmecid, ünlü mesnevihân Hâce Hüsam’ı çok görmek istemiş, kendisine haber gönderip çağırtmış; hatta müsaade buyurulursa ben geleyim demiş, ama Hâce Hüsam: “dualarıyla meşgulüz, bizi halimizden alıkoymasın” diye özür beyan etmişti. Sultan Abdulaziz padişah olunca (1860-1876) ben bu zâtı mutlaka göreceğim diye diretmişti. Onun davetine icabet etmeyen Hâce Hüsam, bir gün Saray civarından geçerken, bir yaver tarafından görülüp, padişaha haber ulaştırılmış, padişah da, seni “emiru’l-muminîn” çağırıyor şer’an emrine uyman gerekir diye haber göndermişti. Gözleri âmâ olan Hâce Hüsam, bu buyruğu duyunca, boyundan uzun değneği yere vurarak, kendisine “ey nefis şimdi en büyük imtihanı vereceksin” demiş, sonra sesin geldiği tarafa dönüp: “Efendimize haber verin ben onu emiru’l-muminîn diye tanımıyorum” diye gürleyip yürüyüvermişti. Abdulaziz’in bu olaydan beş gün sonra tahtından indirilişini, Hâce Husam’ın kerametine vermişlerdi (26).

Sultan II. Abdulhamid Mevlevi değildi. Onun uzun saltanatı döneminde Mevleviler gayet serbest hareket ettiler. O, Şeyh Osman Efendi’den Mesnevi okumaya başlamış ve ayda bir kuruş maaş bağlamıştı. Saraya davet edilerek haftada bir-iki gün ders vermesini istemiş ise de o ancak bir defa ders vermişti. Saray çevresinden Şeyh Osman’ı istemeyenler ona kötü sıfatlar yöneltmişler ve Mevlevi sikkesini kastederek: “bu sivri külahlının burada ne işi var” demişlerdi (27).

II. Abdulhamid zamanında Abdulvahid Çelebi Efendi hakkında, etrafın telkinleri sonucu olarak, Saray’ın tutum tarzı çok baskılı olmuştur. Hatta Hacı Hasan Paşa’nın Konya Valiliği esnasında, vali Antalya’da iken, Saray’a bir telgraf gönderilerek: “Çelebi Efendi, Şiîliği yaymak için, Hacı Bektaş kazasına gidiyor” diye haber verilmiş olduğundan, buna karşılık gelen telgrafta: “Çelebi Efendi’nin hemen çevrilmesi” yazılı idi. Sonra “Çelebi Efendi’nin olduğu yerde ikamete memur edilmesi” emir ve ihtar edilmişti. O sırada, Ilgın’da bulunan şeyhi, insaflı ve merhametli kaymakam, telgrafı geciktirerek, alıkoymuş, Çelebi de Konya’ya avdet etmişti.

Olaydan etkilenen Çelebi şöyle demişti: “Biz Mevlevilerin bu Osmanlı Devleti’ne ve hanedana sadakatimiz çok eskidir. Bu husus tarih geleneklerine geçmiştir. Bilmem neden bağlılığımız bu şekilde yansıtılır” (28).

Anlaşılan Mevlevilerle, sarayın ilişkilerini çekemeyenler vardı.

Çelebi Efendi’nin resmi teşrifatta, protokolde yeri kazaskerle bir sayılırdı. Resmi lakapları “Reşadetlü Efendim Hazretleri” idi. Ama, sonraları II. Abdulhamid, reşadet kelimesindeki reşad lafzının, Mevlevi tarikatına mensup bulunan veliaht Reşad Efendi’yi çağrıştırdığından kuşkulanarak bu unvanı “Faziletlü Efendim Hazretleri” şekline çevirtti. Resmi yazışma dışında herkes dilediği gibi hitapta serbestti. Hilafet başka, meşihat başka şeylerdi. Çelebi Efendi sadece meşihat tevcih ederdi (29).

11206 yılında yanan Yenikapı Mevlevihanesi birçok eser ve bütün kitaplarıyla birlikte kül olmuştur. Buranın yeniden ihyasına Sultan Mehmed Reşad’ın fermanıyla başlandı. 1910 yılında Mevlevi ileri gelenlerinin huzuru ile temel taşı yerine konularak merasim icra edilmiştir (30).

Mevleviliğin hem halk, hem devlet içinde gücünü bilen İttihad-Terakki ileri gelenleri, kendi fikirlerinin daha etkin olması için Mevlevileri yanlarına almak istemişler ve bunda da bir miktar başarılı olmuşlardır.

II. Meşrutiyetin başlarında, Konya Dergâh’ı postnişini Abdulhalim Çelebi (öl. 1925)’ye, önce Abdulhamid’i hal için telgraf çektirilmiş, sonra kendisi azledilerek yerine, İttihatçılara (Türkçülere) yakın olduğu bilinen Veled Çelebi tayin edilmişti. Veled Çelebi’nin dokuz yıl süren şeyhliğine rağmen Abdulhalim Çelebi, Meşihat Riyasetine ve otoritelere ısrarla redd-i hak talebinde bulunmuş ve tekrar Dergah’ın postnişinliğine tayin edilmişti (31),

Çelebilik makamı için son Çelebi Abdulhalim Efendi ile Veled Çelebi (İzbudak) arasındaki bu anlaşmazlık, birinin azli ve öbürünün tayini (Veled Çelebi 2 kez, Abdülhalim Çelebi 3 kez) işlerinde dinî itibarın yanı sıra, Dergaha bağlı vakıfların büyük rolü olduğu kanaatindeyiz. Yalnız Mevlânâ Dergahı için değil, zengin vakıfları olan bütün dergahlarda durum aynıdır.

Bu vesile ile Dergâh’a Sultanlar tarafından yapılan hizmetlerden ve gönderilen hediyelerden kısaca bahsetmek yerinde olur.

“Kubbe-i Hadrâ” denilen bugünkü Yeşil Kubbe çeşitli tarihlerde tamir görmüştür. İlk onarım 1677’de Karahisarlı Hüseyin Çelebi tarafından yapılmıştır (32). Bundan yaklaşık yirmi yıl sonra meydana gelen deprem sonucu oluşan çatlaklar yüzünden 1698’de tamir edilmiş ve çinileri aslına uygun bir biçimde, İznik’ten getirilerek değiştirilmiştir (33). Yine III. Selim (1761-1808) devrinde Kubbe iki kez tamir görmüştür (34) .

II. Mahmud devrinde onarım faaliyetini aksettiren 10 C. evvel 1232 tarihli bir vesikada, Konya’da Mevlânâ Türbesi, Semahane ve Camii Şerifin, Kubbe-i Hadrâ’nın, Çelebi Efendi’nin isteği üzerine, Tophane Nâzın Mustafa Reşid Efendi’nin inhası ve Dergâh’ın kıdemlilerinden Dede Mustafa Ağa’nın marifetiyle ele alındığı öğrenilmektedir. Bu belgede “Yeşil Kubbe”nin yine evvelki gibi, Kütahya’da imal edilen açık yeşil çini ile kaplanması keyfiyeti vardır (35).

Sultanlar tarafından Mevlânâ ve soyundan gelenlere karşı bir sevginin tezahürü olarak, sandukalar üzerine serilmek üzere, müzeyyen örtüler gönderilmiştir. Bu geleneğin II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinde yaşadığına yukarıda temas etmiştik. III. Selim zamanında, 17120 yılında Sultan tarafından Mevlânâ’nın ve diğer yatırların sandukalarına örtülmek üzere 979 x 423 cm. büyüklüğünde pûşîde’lerin (örtülerin) gönderildiğini Cevdet Paşa Tarihinden öğreniyoruz (36). III. Selim örtüler yenilendikten sonra eski örtülerin teberrüken korunması için Hazine-i Humayun’a gönderilmesini emretmişti. Bunlardan, taşınması ve korunması güç olduğundan, ancak Mevlânâ ve babasının sanduka pûşîdeleri gönderilmişti (37).

Dergâh’a verilen nakdî ve aynî yardım ile tahsis edilen vakıflar başlı başına önemli bir konudur. Mevlânâ Arşivinde, muhasebe kaynaklan üzerinde yapılacak olan bir araştırma şüphesiz bize, başta Konya olmak üzere Mevlevî Dergahlarının fonksiyonu hakkında geniş ve aydınlara bilgi verecektir- Gelir kaynakları hakkında şimdilik S. Faroqhi’nin, epey zaman önce yapmış olduğu bir araştırma ile yetiniyoruz (38).

II. Bayezid zamanında, Celâliye vakfının geliri Fatih devrine nazaran epeyce artmış görünmektedir. Toplam olarak 58555 akçe idi; bundan 56116 sı Türbe’ye ve 2439 akçe vakfa bağlı olan Camie aitti. Aradaki farkın sırf enflasyondan ortaya çıkmadığı muhakkakdır. I.H. Konyalı’ya göre bu yirmi yıllık süre içinde vakıf, 10 tarla, 2 köy, 1 dolap yeri, 3 değirmen 2 han, 5 bağ ve 6
grup dükkan veya dükkan yeri, hamam hisseleri ve Türbe Mahallesinin resm-i arus ve resm-i ağnam adlı vergilerini kazanmış bulunuyordu (39).

Kanunu Süleyman zamanına ait olan Tahrir’e göre: Mevlânâ vakfının geliri 96.766 akçeden ibaret imiş. Gelir kaynakları arasında şunlar sıralanmıştır: 6 köy, 1 mezra, 1 hamam, 14 bağ, 23 hane ve dükkan, 3 değirmen, 34 parça tarla 167 ev, 11 dolap (40).

III. Murad defterlerinden daha detaylı bilgi elde etmek mümkündür. O ara vakıf üç esas kısımdan ibaretti: Türbe, Cami ve Lala Hankâhı. Bunlar arasında en önemlisi türbe vakfı idi. Toplam olarak 139.507 akçelik gelirden ancak 8770 Lalâ-i Sultan Alaaddin vakfına ve 3706 akçe camie ait bulunuyordu. Gelirin en büyük kısmı vakıf köylerinden gelmekte idi (58.000 akçe) Konya’daki hamam, dükkan ve başka mallarından Dergâh senede 10492 akçe alıyordu. Bağ ve bahçeleri de çoktu; fakat onlara ait olan kayıtlar kısmen yırtılmış olduğundan toplam gelirler üzerinde pek birşey diyemiyoruz (41).

Bu defterde gidenler hakkında bilgi olmakla birlikte bütün masrafların gösterilmediği muhakkaktır. Mütevelliye hergün 30, seccade şeyhine 20, mescid imamına 5, mesnevihana 6, Celâliye Medresesi’nin müderrisine 20 akçe verilirdi (42). Ondan sonraki devirlere ait umumi hesaplar bulunup neşredilmemiştir; fakat müteferrik evrak vakfın gelişmesinin devam ettiğini gösteriyor. IV. Murad, Soğla köyünün cizyesini tahsis etmişti. XVIII. yüzyılda ise Karaman cizyesinden yapılan tahsilatlardan sık sık bahsedilir. 1810 yılında yazılan bir arza göre, Dergâh traş pahası ve Şem-i revgân diye Konya cizyesinden 28912 akçe almakta idi. Normal olarak merkez idarenin elinde bulunup, askeri masraflara tahsis edilmiş olan bu verginin sık sık Dergaha bağışlanmış olması dikkat çeker. Aynı zamanda gelen hediyelerin sayısı az değildir. III. Murad devrinde bile bu eşyanın satışından Dergâh’a her sene 500 akçelik bir gelir gelmekte idi. Ayrıca XVIII. yüzyılda kalma evrakla böyle olağanüstü gelirlerden sık sık bahsedilir (43).

Devletin mali durumunun dar olduğu zamanlarda bile Dergâh’a mutat verilen kaynaklardan eksilme olmamıştı. 5. safer 1214 H./9.VII. 1799 M. tarihli bir vesikada, Dergâh’a ödenen ve yılda 3.280.5 guruş gibi yüksekçe bir yekûn tutan taamiye denilen ödentiye, savaş nedeniyle Asitanede yaşayan derviş sayısı artmış olduğundan, orada çekilen zaruret sebebiyle, 500 guruşluk bir zammın yapıldığını göstermektedir. Anlaşılıyor ki dervişlerin bir kısmı asker ve vergi kaçağı idi. Devlet kendi zararına bile Dergah’tan yardımını esirgememişti (44).

1649-1650 yıllarında tarım gelirlerinde bir düşme gözlendiği halde, Mevlevilere yardım miktarı 47.000 akçe civarında idi. Bu miktar XVII. yüzyıl ortalarında gayrimüslimlerden alman cizye üzerinden ödenmişti (45).

Mevlevi zaviyesi fonksiyonunu sürdürebilmesi için çiftçilerin vergilerine muhtaçtı. Bir şehir ve üst sınıf karakteri taşıyan Mevleviler toprakta bizzat çalışmadılar. XV., XVI. yüzyıl vergi kayıtlarından anlaşılıyorki Mevlevi Dergâhına büyük oranda bağ ve bahçe verilmiştir.

Konya çevresi çok verimli bahçeler ve bağlarla çevrili olduğu için, bunlar işlendiği zaman iyi bir gelir sağlanmış olmalıdır. Şu da dikkat çekicidir ki XVI. yüzyıl Mevlânâ Dergâhına ait kayıtlarından bu tür gelir kaynağına pek az rastlanır. Halbuki elde mevcut kayıtların en erkeni bu konudaki en son kayıtlardan 12 yıl sonrasına raslar. Bu aradaki dönemi karanlıktır. Bu bağların işlenmemesi mümkün olmadığına göre, diğer gelir kaynaklarıyla değiştirilmiş olma sonucunu çıkarmamız gerekir (46).

Nakit yardımların dışında, önemli bir yardım şekli de vergiden muaf tutma usûlüdür. Bu imtiyaz bazen Tekke’nin bulunduğu mahalleyi kapsardı. 1587-88 yılına ait Konya Tahririnde, Türbe-i Celâliye mahallesinin avârız-ı divâniyye ve tekalif-i örfiyyeden muaf olduğu yazılıdır. I. Selim zamanına ait olan Konya Defterine göre bazı vakıf köylerinin ahalisi de avârız-ı divâniyye vermezdi.

Bu vergi muafiyetleri ile beraber anılması gereken husus bazı sultan ve vezirler tarafından tesis edilen vakıflardan vergi alınmamasıdır. Mevlânâ Celaleddin vakıflarının eskiden beri böyle bir imtiyazları olup olmadığı bilinmemekle birlikte, XVIII. yüzyıla ait bir belge bu tip bir imtiyazı göstermektedir(47).

Bu araştırmanın içinde ele almamız uygun olan bir başka konu da Osmanlı Sultanlarına, Mevlevi Şeyhler tarafından kılıç kuşandırılması hadisesidir. İlk kılıç kuşanma ameliyesinin hangi tarihi olaya dayandığı ve kimin için yapıldığı konusunda sağlam kaynağımız yoktur. Bir savaş aleti olan kılıcın, bir dini tarikat tarafından simge olarak kullanılması düşündürücüdür. Menşe itibariyle kılıç kuşanma töreninin, doğrudan doğruya fütüvvet ehlinin tesiriyle meydana geldiği bir fikir olarak ileri sürülmüştü (48). XVII. yüzyıldan öncesi için böyle bir törenden bahsedilmemiştir. Ancak, Amasya’da padişahlık haberini alan II. Murad, yanındakilerle Bursa’ya yaklaşınca Yıldırım’ın damadı Emir Buharî yeni padişahı şehir dışında karşılamış ve ona kendi eliyle kılıç kuşatmıştı (49).

H.C, Lukash, “Çelebi’nin bir görevi, Osmanlı Sultanı tahta geçtiği zaman, Osman’ın tarihi kılıcı ile ona kılıç kuşatmaktır. Bu tören kutsal Eyüb Camiinde yapılır. Hiçbir hristiyan alınmaz. Papanın taç giydirilmesine benzetilebilir” der. Ekleyerek “Kılıç kuşanma merasiminin kaynağı, Alaaddin’in Salahaddin’den aldığı kılıcı Osman’a sunmasından kaynaklanır” diye yazar.

Bu rivayet, detaylar göz önüne alındığında doğru olmadığı açıktır. Çünkü üçü çağdaş değildir. Ancak, öz olarak, onun niçin doğru olmadığına dair bir sebep de yoktur (50).

Osmanlı sultanlarından II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa, III. Selim, II. Mahmud, V. Murad, V. Mehmed (Reşad) törenle kılıç kuşanmışlardır. Törenlerde, her zaman olmamakla birlikte Şeyhü’l-İslâm, nakibul-eşraf, silahdar ve yeniçeri ağası hazır bulunmuşlardır(51).

Pirleri Hacı Bektaş olan Yeniçeri Ocağını kaldıran II. Mahmud’un Mevleviliği kucaklamasının ve kılıç kuşanmasının ayrı bir önemi vardır. II. Mahmud, kendisine tavır alan ulemaya karşılık, Mevlevi kimliği ile karşı koymak istemiştir.

II. Mahmud bir imtiyaz olarak Mevlânâ’nın temsilcisi Şeyhe “müşir” rütbesini vermiştir (52).

Böylece bütün bu söylediklerimizden şu neticeye varıyoruz. Mevlevilik kaynağından gelen, düşünce ve sanattaki elverişli yapısı ve Türk toplumunun yaşayış felsefesine uygun ortamı, insanlık alemine açık toleransı ile hem birçok Sultan hem de münevver halk tarafından benimsenmiştir, işte bunun için Gölpınarlı’nın dediği gibi: “Hâsılı, Mevlevilik XVII. Yüzyıldan itibaren adeta bir devlet müessesidir” hükmüne katılmak yerinde ve doğru olur.


(1) S- Faroqhi, “XVI ve XVII. Yüzyıllarda Orta Anadolu’da Şeyh Aileleri”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri Metinleri, Ankara 1975, s. 202.

(2) Y. Ilgar, Afyonkarahisar’da Mevlevilik, Afyon 1992, s.2, H. Özönder, “Kütahya Mevlevihanesi”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi II, 2,1996, s. 70-71.

(3) Sakıp Dede, Sefine-i Nefıse-i Mevlevi yan I, 524.

(4) Daha geniş bilgi ve Mevlevihanenin Vakfiyesi hakkında: F. Emecen, “Saruhanoğulları ve Mevlevilik”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 287,289-291 v.d.

(5) E. Rossi, “Çelebi” Kelimesi Hakkında Ebu’s-Suud’a Atfedilen Bir Fetva”, T.D. Belleten, 1954, s. 13.

(6) İ. Parlatır, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlana İle İlgili Sözleri ve Yorumları”, Uluslararası Mevlana Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara 2000, s. 195.

(7) M. Mansuroğlu, On Some Titles and Names in Old Anatolian Turkish, T. Dil. K. Ktp. aynı basım, s. 194.

(8) M-Ipşirli, “Çelebi” mad. D.İ.A.

(9) M. Duru, Tarihi Simalardan Mevlevi, İst. 1952, s. 155.

(10) M. Duru, A.g.e., s. 45,47.

(11) H. İnalcık, The Ottoman Empire The Classical Age, 1300-1600 London 1973, s. 201; İH. Uzunçarşılı, “Ali Paşa Çandarh-zade”j İ.A., I, 325-26.

(12) A. Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1953, s. 336-337; N. Göyünç, “Mevlevîlik ve Sosyal Hayat”, II. Uluslararası Mevlânâ Kongresi, Konya 19120, s. 97-98.

(13) H. inalcık, A.g.e., s. 201; R. Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, iz Yayıncılık, İst. 2000, s. 320.

(14) M. Erdoğan, “Yavuz Selim Devrinde Konya”, Anıt, Sayı: 15, 1950, s. 11-12; V.A. Gordelewski, “Konya İrva ve İska Tarihine Dair Materyeller”, Konya Derg., No: 18-19, s. 1059.

(15) Sâkıb Dede, Sefıne-i Nefıse-ı Mevleviyân I, Kahire, 1283,149-156.

(16) İ-Ateş, Hz. Mevlânâ Dergahı İle İlgili Vakıf ve Vakfiyeler, IX. Vakıf Haftası, Ankara 1992, s. 32.

(17) A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 15; M. Erdoğan, III. Murad Devrinde Konya, Anıt, Sayı: 7, Konya 1949, s. 16-18.

(18) M. Erdoğan, A.g.mak., s. 17.

(19) M. Erdoğan, “Dördüncü Murad’ın Konya’da Bir Vakfı”, Yeni Konya, 6 Kasım 1951, s. 2, A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 163.

(20) E. Işın, “Mevlevilik” mad., Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. C. V, s. 426.

(21) H.G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara 1971, s. 128.

(22) N- Göyünç, Osmanlı Devletinde Mevleviler, Belleten, CLV, S. 213, s. 355 kullandığı belge BOA, Cevdet Evkaf, no. 2574.

(23) Sakıp Dede, A.g.e., 1,183-192; A. Yaşar Ocak, “Türkiye Tarihinde Merkezi İktidar ve Mevleviler (XIII-XVIII. yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2, Konya 1996, s. 22.

(24) M. Fatih Sağlar, Üçüncü Selim, Hayatı Sanatı, Eserleri, İst. 2001, s. 41; M. Erdoğan, “İstanbul Mevlevihaneleri”, Güneydoğu Avrupa Araştırma Dergisi, 4-5,1975-76, İst. 1976, s. 26,27.

(25) A. Gölpmarh, 100 Soruda Tasavvuf, İstanbul, 1969, s. 151.

(26) A. Gölpmarh, A.g.e., s. 152.

(27) Mehmed Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, “Tercüman 1001 Temel Eser”, s. 186.

(28) Mehmed Ziya, A.g.e., s. 202.

(29) M. Duru, A.g.e., s. 158.

(30) Mehmed Ziya, A.g.e., s. 226.

(31)  İ. Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Ankara 1989, A. Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, s. 276.

(32) H. Ozönder, “Mevlânâ Türbe ve Külliyesinin Tamir ve İlaveler Kronolojisi”, Selçuk Üniversitesi Selçuk Dergisi, Sayı: 2, Konya 1989, s. 19-20.

(33) Y. Oğuzoğlu, S. Mülayim, “Konya Mevlânâ Türbesinin Restorasyonu İle İlgili H. 1109/M. 1698 Tarihli Üç Belge” Arkeoloii-Sanat Tarihi Dergisi JIL İzmir 1984, s. 117-120.

(34) Y. Küçükdağ, “1251 H./1835 M. Tarihli Mevlânâ Türbesi ve Çelebi Efendi Konağı Tamir ve inşası Deften”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2, Konya 1996, s. 183.

(35) Bu belge, M. Erdoğan’ın yazdığına göre: Başbakanlık Arşivi, Eski Maliye Defterleri Tasnifi, M.M. 3952, s. 19/b dedir: M. Erdoğan, “II. Mahmud Devrinde Mevlânâ Türbesi”, Yeni Konya 13 Kasım 1951; M. Ziya, Dede Mustafa Ağa’nın bu iş için görevlendirildiği ve yanında mimar, kalfa ve nakkaşlarla birlikte önce Kütahya’ya gelerek çini yaptırdığı ve oradan Konya’ya hareket ettiğini, yazar: M. Ziya, Yenikapı Mevlihanesi, s. 120.

(36) İ. Ateş, A.g.mak., s. 32, Ş. Uzluk, Mevlânâ Türbesi, s. 158.

(37) C. K. Neumann, “19 uncu Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanesi ile Devlet Arasında İlişkiler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2, Konya 1996, s. 171.

(38) S. Faroqhi, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Orta Anadolu’da Şeyh Aileleri”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri Metinleri, Ankara 1975, Burada Mevlevilik ile birlikte Bektaşi Tekkeleri hakkında da bilgi vardır.

(39) S. Faroqhi, A.g.mak., s. 210.

(40) İ.H. Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964, s. 681-684.

(41) S. Faroqhi, A.g.mak., s. 211.

(42) İ-H. Konyalı, A.g.e., s. 685.

(43) S. Faroqhi, A.g.mak., s. 211. 44

(44) C.K. Neumann, A.g.mak., s. 173.

(45) S. Faroqhi, “Agricultural Crisis and the Art of Flute-Playing: The Worldly Affairs of the Mevlevi Dervıshes (1595-1652)”, Turcica, XX, 1988, s. 52.

(46) S. Faroqhi, A.g.mak. s. 52.

(47) S. Faroqhi, “…Şeyh Aileleri”, s. 216, Burada anılan belge: B.A. Cevdet Evkaf no. 18673, C.K. Neumann, A.g.mak., s. 175.

(48) A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 275.

(49) A. Gölpınarlı, A.g.e., 275, F.W. Hasluck, Christianity and İslam under the Sultans, 2 vol, Oxford 1929, s. 605-606.

(50) H.C. Lukash, The City of Dancıng, London 1914, s. 22.

(51) A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 276; F.W. Hasluck, A.g.e., s. 610 da: III. Mustafa zamanında Mevkiler kılıç kuşandırma imtiyazına sahip olmakla birlikte bir Bektaşi tarafından kılıç ku-Sandırma hadisesi olmuştur.

(52) Fnedrich Sarre, Küçük Asya’da Seyahat, Çev. Dr. Çolakoğlu, İstanbul t.y.