MEVLÂNÂ’IN ŞİİRİ İSLÂM DİNDARLIĞININ DİLİDİR

A+
A-

MEVLÂNÂ’IN ŞİİRİ İSLÂM DİNDARLIĞININ DİLİDİR

Prof. Dr. Franklin Lewis, “Mevlânâ ve Mevlevîlik” üzerine önemli çalışmaları ve eserleriyle tanınan bir Bilim Adamıdır. Amerika’da Chicago Üniversitesinde Şark-İslam Kültürü üzerine dersler vermektedir. Dolayısıyla, Batı’da Mevlânâ üzerine yapılan en kapsamlı çalışma sonucu meydana gelen eseri neşretme şansı da ona aittir. “Mevlânâ, Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı” adıyla yayımlanan eserinde, doğal olarak Mevlânâ’nın hayatının bütün ayrıntılarına, ilişkisi bulunan şahıslara, yaşadığı dönemin sosyal ve ruhani ortamına ait oldukça ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Yazar, böyle bir çalışma’da, Mevlânâ’nın, “Ben Kur’an’ın bende(köle)siyim, Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum”, ifade ve teslimiyetini dikkate alarak onun eserlerinde Hz. Muhammed’e atfettiği hususları sıkça dile getirmektedir. Mevlana’nın şiirlerini İslam dindarlığının dili olarak yorumlar ve bu konudaki ilk değerlendirmesi şöyledir:

“İslam dini Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Tevrat’ın daha önemli olan peygamberlerinin hepsinin, tek hakikat olan Allah tarafından insanoğluna gönderilen elçiler olduğunu öğreten evrensel bir dindir. Allah Hz. Muhammed’i, tıpkı ondan önce gönderilen Hz. Salih ve Hz. Hûd gibi Arap halkına elçi olarak göndermişti, fakat onun mesajı olan Kur’an bütün dünyayı ilgilendiriyordu. Allah’ın Kur’an’da duyulan tek sesi, Tanrı katında korunan bir levhadan (Levh-i Mahfuz), Ana Kitap (Ummü’l-Kitap) Hz. Muhammed’e indiği veya vahyolunduğunu söyler. Allah tarih boyunca Nebi ya da Resul olarak seçtiği Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi kişiler aracılığıyla insanoğluna bu ezeli kitabın bölümlerini birbiri ardına indirmişti. Hz. Muhammed’in getirdiği kitap ilahi kitapların sonuncusu, Allah’ın insana gönderdiği çağrının ilahi ilk örneğiydi. Gerçekten de Arapça Kur’an sözcüğü “okuma” anlamına gelir; çünkü Allah’ın meleği Cebrail aracılığıyla Hz. Muhammed’e vahyedip yakınlarına okuması için emanet ettiği Kur’an, göksel kitaplardan bir tanesiydi.”

Yazar’ın işaret ettiği önemli bir husus var burada. Kur’an’ın “Levh-i Mahfuz”daki kitapların hepsinin yenilenmiş son şekli olduğu gerçeği, bugüne kadar Batılılarca pek kabul gören bir özellik değildi. Buna önemle vurgu yapıyor ve Hz. Muhammed’den önceki peygamberlere gönderilenlerin Kur’an’dan farklı olmadığını, Kur’an’ın son şekliyle Levh-i Mahfuzdaki bu ilk metin olduğuna dikkatimi çekiyor. Böyle bir sorumluluğu üstlenmiş Peygamber’in vasıflarının da bu anlayışa göre olması gerekecekti. Yazar bunun da farkındadır ve yukarıdaki sözlerinin devamında Hz. Muhammed’in niteliğini de şöyle açıklar:

“Sünni İslam, Hz. Muhammed’i, Allah’ın oğlu ya da tabiatı gereği diğer sıradan ölümlü insanlardan ayırt edici bir özelliğe sahip ilahi bir kişi olarak değil, insan olarak görür. Bununla birlikte, Allah’ın Kur’an’ı vahyetmek üzere insanlar içinden Onu seçtiği gerçeği (Hz. Muhammed’in isimlerinden birisi “Seçilmiş Olan” anlamına gelen Mustafa’dır), Allah’ın Hz. Muhammed’e duyduğu özel sevginin ve Hz. Muhammed’in Allah’a yakınlığının kanıtıdır. Hz. Muhammed’in ahlakı, davranışları ve sözleri, bütün bunlar dindarlık yolunu ya da sünneti işaret ederler. Hz. Muhammed’in ortaya çıkışından üç- dört yüzyıl sonra, temelini Kur’an ve hadislerden alan ayrıntılı bir hukuk ve kelam sistemine ulaşılmıştı. Fıkıh ve fıkıh usulünün yanı sıra ilm-i marifet ve tasavvufi hayatın uygulamaları hakkında ki tartışmalar daha önce Arapça, XII. Yüzyıldan günümüze de çoğunlukla Farsça yapılmıştır.” (1)

Lewis’in de belirttiği gibi, Mevlânâ çağının ve sonraki bütün çağların kuşkusuz en büyük mutasavvıf şairidir. Onun düşüncelerini şiirle ifade etmesiyle Hz. Muhammed’in dolayısıyla İslam’ın şiire bakışında bir paralellik olup olmadığı Batılılarca hep dikkate alınmıştır. Böyle bir dikkat noktasının arkasında, Kur’an’da şairlere ve şiire kuşkulu işaretin olması büyük rol oynamıştır. Şuara suresinde; “Şairler (e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?” (2) Batılı müsteşrikler özellikle bu ayetleri ön plana çıkararak arkasından gelen bu surenin son ve bağlayıcı ayetini dikkate almak istemezler. Bu ayette de, “Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler hangi dönüşe (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (3) Bu ayetle, şiirin neye araç yapıldığının önemi üzerinde durulmaktadır. Mevlânâ elbette, bu gerçekleri biliyordu. Bunun için de, kendi dilini kendi imanının üslubu haline getirirken şiiri vasıta yaptı. Franklin Lewis, Hz. Muhammed’in şiire bakışını Mevlânâ’nın şiire yönelişiyle bir paralellik içerisinde düşünür ve şunları yazar:

“Arap şairleri yanlış yola sapmakla ve ahlaksızlıkla suçlayan (4) Kur’an vahyin güzel dilinin nitelik bakımından şairlerin sözlerinden farklı olduğunu vurgular. (5) İslam’ın dindar ulemasının çoğu bundan dolayı ve özellikle Arap şiir sanatının Peygamber’den önceki cahiliye devrinde serpilmesinden, şiir icrasının ahlaksız hükümdarlar, halifeler ve saraylarda yaylın olan ahlaksız tavra (şarap, kadınlar ve şarkı) övgülerle ilişkilendirilmesi nedeniyle şiire karşı bir iğrenme duymuşlardı. Fakat Peygamber’i, şiir yeteneğinin İslam’ın hizmetine sunan bir şair olan Hasan bin Sabit izlemişti; bu nedenle Peygamber’i izlemek şiiri hepten reddetmeyi gerektirmiyordu. Bu düşünce Mevlânâ’nın geleneksel İslam dindarlığı âlimliğinin tahminleri ve önyargılarından çıkardıklarının yanı sıra Şems’in yokluğunun getirdiği fiziksel acıyla birleşerek şiire karşı direncini kıracak ve ona yaratıcı yeteneklerinin akabileceği bir kanal açacaktı.” (6)

Lewis, İlahi sevginin beşeriyet üzerine bir rahmet şemsiyesi gibi açılmasında Mevlânâ’nın özgün yeri ve önemi üzerinde dururken, onun başarısını, “Peygamber yolunda itaatkârca ilerleme (Mutabat-ı Resul) arzusuna” (7) bağlar. Yazar bir anlamda, Mevlânâ ile Hz. Muhammed’in öğretisini Batı’ya bu yolla aktarma gibi bir görevi de üstlenmiş olmaktadır. Bunun devamında da çok önemli bir hususa işaret eder. Ki, bu bugün Mevlânâ’ya sahip çıkma gayretine giren İranlı aydınların ve bizdeki bazı Bektaşi eğilimine yönelmiş insanların niyetlerinin arka planını görmemize katkı sağlayacak cinsten bir şeydir. Yazar, “Sünni Mevlânâ” ara başlığıyla meseleye şöyle bir bakış getirir:

“Şii toplulukla İran’ın her yerine yayılmış olsa da Mevlânâ devrinde İranlıların çok büyük bir bölümü Sünni’ydi. Mevlânâ, Mesnevisi’nin bir yerinde (8) Halep’teki Şiilere ve onların 680’de Kerbela Olayı’nda öldürülen Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin için yapılan Aşure günündeki yas törenlerine karşı müsamahalı olmayacağını ifade eder. Halk önünde itikatlarını sergileyişlerini görme fırsatı bulduğu yegâne şiirler bunlardır belki ve Mevlânâ şair kişiliğiyle onları azarlar, neredeyse altı yüzyıl önce ölmüş birisi için insanların böyle feryat figan bir görüntü sergilemelerine kuşkuyla yaklaşır. Bunun yerine Şiilere, yozlaşmış inançları için yas tutmalarını söyler: “Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla!” (9). diye. (10)

Yazar, Hz. Ali’ye Şiilerin, Anadolu Sünniliği’nin bile verdiği üstünlüğü Mevlânâ’nın vermediğini, onu diğer Halifelerle birlikte andığını ve hatta Muaviye’ye de olumlu yaklaştığını da işaret ettikten sonra, “Hanefî Mevlânâ” ara başlığıyla anlattığı bölümde de; “Mevlânâ’nın düşünceleri, özellikle de onun akla ve mantığa dayalı tavrı, Semerkant bölgesinde yaşamış bir diğer Hanefi fıkıh âlimi Maturîdi’nin öğretilerinin güçlü tesiriyle biçimlenecekti”, (11) der.

Burada bir özel duruma işaret etmekte fayda vardır: Franklin Lewis, güzel bir çalışma yapmış. Tarafsız bir ilim adamının dışarıdan objektif bakışındaki tespitleri doğruya ulaştığı sürece sağlıklı işaret noktalarını belirler. Ancak, o böyle söylediği için bunlar doğru değil, bunlar doğru olduğu için o bunları belirtmektedir. Biz de yıllarca bunun savunmasını yaptık. Mevlânâ şiirinde, Ehlisünnet hassasiyetinin dışına çıkmamıştır. Onu, böyle bir şemsiyenin dışına taşırmak isteyenler maksatlı değillerse gaflet içindedirler ve Mevlânâ hazretlerine büyük kötülük yapmaktadırlar. Bugün Türkiye’deki Mevlevîliğin ciddi problemlerinden birisi buradadır: Onu kendi varlık sebebinin dışında kendi değişik inanç ve eğilimlerine yamama gayreti içinde olanlara ve buradan referans alarak yer edinme çabasına girenlere yeterli tepkiyi gösterememek! Mevlana şiirlerinde buna izin vermiyor. Mevlevîler de dikkatli olmalıdırlar!

______________________

1Franklin Lewis, Mevlânâ, Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, (Çev. Gül Çağalı Güven-Hamide Koyukan), Kabalcı Yayınları, İstanbul 2008 s.42.

2 Şuara; 26 224-226

3 Şuara; 26/227.

4 Şuara; 26/224-226

5 Yasin; 36/69; Hakka69/41

6 Mevlânâ, Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, s. 220.

7 age. s. 266.

8 Mesnevi VI.777-805

9 Mesnevi VI.802

10 age. s. 45

11 age. s. 47.