FETİH SÛRESİNİN TEFSÎRİ

A+
A-

FETİH SÛRESİNİN TEFSÎRİ

Yüce Allah: “Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” buyurarak (âyet 1) Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya nimetlerini ve vaadlerini sayıp döktü. Bu nimetlerin ilki, devamlı çalmakta olduğu kapıyı açtık, böylece yaptığın dua kabul olunmuştur. İkincisi bu dua sebebiyle “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır” (âyet 2) Bağışlayıp affetmek dostluk işaretidir. Her kimi seversen, onun suçunu, aybını görmez olursun, çünkü bağışlamanın sırrı hikmeti de budur. Üçüncüsü “Sana olan nimetini tamamlamak için bu fethi sana nasip etti” (âyet 2). Nimetin tamamlanmasını bildirmek, onun özelliğini bildirmektedir, zira bu söz, bazı kimselere nimetinin tamamlanmadığına delâlet etmektedir. Demek ki O (Muhammed Aleyhis-Selam) bunlardan daha husûsî bir makam ve mevkie sahibdir, Hakka daha fazla yol bulmuştur, Hakkın hakikatine daha fazla ulaşmıştır. Dördüncüsü: “Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder” (âyet3) Yardım, saltanata ve velayete delâlet eder, bu velayet hangi velayettir? Görüş ve seziş kuvveti dir ki, buna nail olan kimse, her şeyi Haktan görür ve her şeyi Haktan bilir. Nitekim Hz. İbrahim ateşe atıldığında, Hz. Mûsâ denize ayak bastığında; Süleyman Aleyhis-Selam güneşe buyruk yürüttüğünde; Hz. Nuh Tufan’a hükmettiğinde, Davud Aleyhis-Selam demiri hamur gibi yumuşattığında ve güzel nağmeleriyle dağları bile dile getirdiğinde; Isâ Aleyhis-Selam hayvan! ruhları dirilttiğinde; Hz.Muhammed Mustafa ise Mirac’a giderken gökleri yarıp geçtiğinde, bunların hepsini Haktan görmüş ve Haktan bilmişlerdir, bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Onlar her şeyi Allah’ın emrine tâbi ve kendilerini Allah’ın kulu olarak bildiler ve her şeye hüküm yürütenin Hakk olduğunu gördüler, bu sebeble de her şey, onların emrine boyun eğdi, onlar da Hakkın emrine boyun eğdiler.

“Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak için bu fethi sana nasip etti” (âyet 2) Ibni Ata (Ahmed b. Ata Rûdbârî)1 demiştir ki: “Muhammed Aleyhis-Selam, Miraç’da Sidretü’l-Müntehâ’ya vardığında gördü ki Sidre ağacı Arşın üzerindedir.Burası Cebrail Aleyhis-Selam’ın durağı ve makamıdır. Oraya vardığı zaman yol arkadaşı olan Cebrail Aleyhis-Selam ayağını geri çekti ve daha ileri gidemem, dedi. Bunun üzerine Peygamber Aleyhis-Selam:

“Ey Kardeşim Cebrail! Böyle heybet ve azametli bir yerde beni yalnız mı bırakırsın!” dedi. Bu endişeye karşı, yüce Allah’tan bir hitap gelerek:

“Şu iki-üç adımlık yolda Cebrail ile ünsiyet meydana getirdin de, onsuz kalınca sızlanmaya mı başladın!” buyurdu. İşte “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak için, bu fethi sana nasip ettik” âyetinde sözü edilen günah, o günahtır. Yani Senden; başkaları ile olan ülfeti ve ünsiyeti giderip seni arıttık ve seni başkalarına muhtaç olmaktan müstağni kıldık.2

Yine Ahmed b. Atâ demiştir ki: “Yüce Allah, Velileri ve Peygamberleri küçük bir günah veya zelle ile mübtelâ kılıp imtihan eyledi. Sonra onlar, kusurlarını bildiler ve sızlandılar, onları bağışlayıp affetti. Fakat Muhammed Mustafa’yı bir perde ile bu halden (zelle işlemekten) korudu, bir günah işleyip te yalvarıp tevbe etmesine meydan vermedi. O günah nedir, adını bile anmadan onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladı. Bu mertebeden maksat muhabbet ve sevgidir ki bu rütbe, diğer Peygamberlerin mertebelerinden yüce bir mertebedir.3

Yine bu âyetin tefsirinde Ibni Atâ şöyle demiştir: “Yüce Allah: “Ey Muhammed! Geçmiş günahları da sana bağışladım” buyurdu. Yani Âdem Aleyhis-Selam’ın zellesinden meydana gelen günahı sana bağışladım. “Ve gelecek günahları da sana bağışladım” Yani ümmetinin günahlarını da sana bağışladım. Çünkü onların yegâne ümidi ve rehberi sensin, zira evvel gelen ve sonra gelecek olan ümmetler, ulaşmak istedikleri yere ancak seninle ulaşabilirler.4

Mutasavvıflar şöyle demişlerdir: “Peygamber Aleyhis-Selam’ın tevbe ve istiğfarı, mesttik hâlinden idi. Mest olunca da, kendinde oluş hâlinden istiğfar etmişti.

Bazı Mutasavvıflar ise şöyle derler: “İki halden de istiğfar etmişti. Çünkü gönül Hakk ile idi. Kendinden geçiş (sekr)5 ve kendine geliş (sahv) kullara göredir. Nitekim kullar renkten renge girerler. Allah’a göre ise ne kendinden geçiş ve ne de kendinde oluş vardır. Peygamber Aleyhis-Selam Hakka yönelmişti, işte bu sebeble iki halden de istiğfar etmişti. Bu kendinden geçiş ve kendine geliş iki renktir. Halbu ki, o, renksizlikte mahvolmuştu, böylece ikisinden de istiğfar eylemişti, çünkü o; Allah’ın kudret elindeydi, bu ifâdeyi levh ile kalem bile anlatamaz, meğer ki Allah’ın sıfatı olan “levh” ola, bu takdirde onun adı levhdir, fakat gerçekte ise sonsuz bir sıfattır.6

Şiir:

Şu gök kubbenin altındaki insanların,

Gözleri hasta, görenleri ise pek azdır”7

Meğerki yüce Allah’ın yardımı ulaşa. Güç olan her şey, Allah katında kolaydır. Gördüğümüz şu bir kaç şeyi, eğer çocukluğumuzda görüp duysaydık, anlamamıza imkan yoktu. Nitekim şâir şöyle demiştir:

“Yüce Allah’ın bana kısmet ettiğine razı oldum,

İşimi-gücümü beni yaratana havale ettim,

Yüce Allah geçmişte, bana çok ihsanlarda bulundu,

Kalan ömrümde de öyle yapacağına inanıyorum”8

Temiz kişilerin eserlerinden gösterdiği şu binlerce lutuflara şükredelim; çünkü şükretmek, Allah’ın izniyle nimetin ve ihsan edilen şeyin çoğalmasına sebeb olur.

Yüce Allah buyuruyor ki: “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak için bu fethi sana nasip etti” (âyet 2) Bu âyet-i Kerimede geçen nimet kelimesinin anlamı, muhabbet saltanatını elde etmek, demektir. Nimetin başlangıcı, sevenin sevgisini kazanmayı dilemektir. İşte bunu basardın mı, seven birisiyken sevilen olursun, muhtaçken Miraca çıkarsın; karadan aktan kurtuldun mu, karanın akın pâdişâhı olursun; zikretmekteyken; minarelerde, mihraplarda, minberlerde ve sikkeler (paralar) üzerinde zikredilen olursun. “Ve seni Hakka giden yola, yani doğru yola götürsün diye ve sana emsalsiz bir zaferle yardım etsin diye, bu fethi sana nasip eyledi” (âyet 2-3) Bu fetihle hem insan şeytanlarına ki onlar kâfirlerdir, hem de cin şeytanlarına karşı yardım ve zafer elde ettin, emsalsiz bir yardıma nail oldun ki bu zafer; yitip kaybolmasından ve zeval bulmasından korkulan bir zafer değildir.9

(Huzur ve Sükun)

Yüce Allah: “O öyle bir ilahtır ki, müminlerin gönüllerine bir sükûnet, manevî bir huzur indirmiştir” buyuruyor, (âyet 4) Huzur ve sükun ona derler ki, onunla gönül gözü açılsın. Huzur ve sükun ona derler ki insan, elinde olmayan sebepleri de, sonderece iman ve itaatten dolayı elinde bilsin. Bazıları derler ki: Huzur ve sükun insanın, görünen şeyleri birbirinden ayırt ettiği gibi, görünmeyen şeyleri de ayırt etmesidir. Nitekim yüce Allah: “İmanları üstüne iman katsınlar diye, bu fethi sana nasip ettik” buyurmaktadır, (âyet 4) Yani iman nuru gönüllerde gün begün dolunay gibi artsın, nurlansın, demektir.

(Manevî Ordular)

Yüce Allah: “Göklerin ve yeryüzünün orduları Allah’ındır” buyuruyor.(âyet 7) Gökyüzünün orduları meleklerdir, yeryüzünün orduları ise, nefisleri ile cihad eden ve nefislerini öldüren erler (gaziler) ‘dir.

Bazıları derler ki: Gökyüzü orduları gönüllerdir, yeryüzü orduları ise bedenlerdir. Bazıları ise: “Şeytan da bedenin askeridir, dilerse ona galip gelir, dilerse buna galip gelir” demişlerdir.10

Allâhü Teâlâ: “Gerçekten biz seni (ümmetine) şahit olarak gönderdik” buyurmaktadır, (âyet 8) Sözüyle işiyle ve haliyle tevhide şahit olarak gönderdik. “Ve müjdeci” yani yüce Allah’ın affını müjdeleyici; bid’attan ve sapıklıktan ” korkutucu” olarak gönderdik. Yüce Allah’ın emri ile müjdecidir, korkutucudur. Kendiliğinden müjdeleyici ve korkutucu değil.11

Yüce Allah: “Allah’a ve Rasûlüne iman etsinler diye” buyuruyor, (âyet 9) Böylece de doğru söyleyeni, gerçekler doğru kılar, gerçek bir er hâline getirir, “ve ona hizmet edip saygı gösteriniz ve onu büyük tanıyınız!” (âyet 9) Ben kime hürmet edip yüceltti isem, siz de cân-ı gönülden ona hizmet edin ve sözlü olarak halk içinde onun büyüklüğünü, ululuğunu söyleyerek ona saygı gösterin ve onu yüceltin!

(Bey’atlaşmak)

Allâhü Teâlâ: “Gerçekten seninle bey’at edenler var ya” buyuruyor.(âyet 10) Sana ellerini uzatarak seninle bey’at yapanlar var ya, işte onlar ellerini Allah’a uzatmışlar ve Allah ile bey’atlaşmış gibi olmuşlardır. Yani sendeki beşeriyyet sıfatı geçicidir, geçici olan bir vâsıtayı, geçici olmayan bir vâsıta olarak görmek gerek.12

Yüce Allah: “Allah’ın kuvvet ve yardımı, o bîat edenlerin vefa ve sadakat/arının üstündedir” buyuruyor, (âyet 10) Yani bu bey’atle onlar Allah’a minnet yükleyemezler, bilakis Allah’ın onlar üzerinde minneti vardır. Bazıları derler ki: “Onların bey’atleri ve onların kuvvetleri Hakkın gücü ve kuvvetinin altındadır, onları bu işe sokmasaydı, onlar bu işi başaramazlardı. Çünkü: “Kuvvet ve kudret ancak Cenâb-ı Hakka mahsustur”13

Yüce Allah, onların ifadesiyle: “Bizi mallarımız, çotuğumuz, çocuğumuz, ailemiz oyaladı” demişlerdir, (âyet 11) Seni oyalayıp Allah’a ulaşmaktan alıkoyan her şey; Senin için iyi bir şey değildir, ister kadın olsun, ister çoluk-çocuk, ister mal-mülk. Burada, bey’atten geri kalmamak için “Allah’ın rızasını kazanmağa” işaret olduğu gibi, huzur ve sükûna kavuşmaktan mahrum kalmamak için, dünya sevgisini terketmeye ve o sevgiden vazgeçmeye işaret vardır. Makamı gönül olan o sükûn ve o nurdan mahrum kalmamak için dünya sevgisini bırakmak gerektir. Yine makamı gönül olduğundan, gönülde sakin bulunduğundan ona huzur demişler ve sükûn adını vermişlerdir.

Yüce Allah: “Eğer inanan erler olmasaydı” buyuruyor.(âyet 25) Sehl b. Abdullah Tüsterî demiştir ki: “Gerçek mümin o kimsedir ki, nefsinden ve gönlünden gaflete düşmez. Falan vakit ne yaptım, şu anda nasıl bir haldeyim, diyerek, geçmişte yapmış olduğu amellerini araştırıp durur. Eğer bir değişiklik görürse,ağlayıp sızlamağa başlar. Nitekim yeryüzünde, Ay ve Güneş tutulması, deprem, yağmur yağmaması, çekirge, Veba salgını, kıtlık ve buna benzer -Allah’ın gazabından- bir şey musallat olduğunda, yeryuzündekiler, gerçek olarak bilirler ki, bütün bu belalar kendi günahlarından ve kusurlarından meydana gelmiştir, ağlayıp sızlamaya başlarlar. Müminler ise gerçek iman nurunun kaybolduğunu, gözyaşlarının kuruduğunu, gönüllerine bir kötü rüzgarın estiğini, vakit/erindeki kıymet ve bereketin yok olduğunu görünce, ağlamaya ve sızlamaya başlarlar. Belki bu dünya belaları, Hak’tan ayrılık işareti değildir, fakat gönüldeki bu değişiklikler ve bu belalar, Haktan ayrılık belirtisidir. Buna göre müminler; noksanda fazlalığı, fazlalıkta ise noksanı görürler. Hani başkalarının dünyaya âit eksikliklerden korktukları gibi, müminler de dünyanın ve dünyalığın çokluğundan korkarlar. Gönüldeki azıcık değişmeden, gönlün ibâdete karşı nefret duymasından, ibâdet etmeyi lüzumsuz görmesinden korkar ve ağlamaya başlar, çünkü bilir ki az birşey, çok şeyleri çekip götürür ve yok eder.14

Yüce Allah: “Hani o kâfirlerin kalplerinde coşup kabaran kıskançlık, öfke ve câhiliyye gayretine sarıldıkları sırada Allah; Rasû-lünün ve müminlerin üzerine manevî huzurunu indirmişti. Onlara takva kelimesini de ilham etmişti. Onlar da buna lâyık ve ehil idiler” buyurmaktadır, (âyet 26) Yani müminlerin imanlarına haset edip kıskanırlar. “Bizi şu güzelim yaşayışımızdan ayırmak, uzaklaştırmak istiyorlar, bize işin sonunu ve âhıreti hatırlatmak istiyorlar” diyerek, nefislerine uyup müminleri incitirler. Bilmezler ki müminler, onların hayatını bulandırmak istemezler. Bilakis o hayatla bu hayatı (dünya hayatı ile âhıret hayatını) birleştirmek isterler. Nitekim bir kimse câhil bir adamdan zorla bir miktar buğday alır, bu câhilin geçimini sağlamak gayesiyle onun nâmına tarlaya eker. O câhil ise: “Bu ne kadar büyük bir haksızlıktır, buğdayımı elimden aldılar” diye feryad edip durur, tıpkı bunun gibi.

Kâfir ne köpektir ki, küfrün ne olduğunu bilsin. Kâfir (görünen şeyleri örtmek, sırları gizlemek, açıktaki bir şeyi saklamak anlamında) Allah’ın sıfatıdır. Eğer kâfir, küfrün ne olduğunu bilseydi, elbetteki Allah’ın birliğini kabul eder, kâfir olarak kalmazdı.

Tatlılık söz ile olmaz, hal ile olur. Her kim halkla konuşup sohbet etmeyi ve onlara faydalı olmayı arzu ederse, halkı başına toplayacak yolu ve usûlü seçer ve bunu sağlayacak ahlak ile ahlaklanır. Nitekim:

“Bir kerecik olsun kendi dileğinden bir iki adım ileriye at!” denilmiştir.

Akıllı kimse başına gelecek şeyleri, daha başına gelmeden önce bilen ve gören kimsedir. Ahmak ise başına gelmedikçe bilmez. Eğer gelmişi ve geleceğini buseydin altı yönden (sağ-sol, arka-ön, alt-üst) gelip seni kuşatacak olan belaları görüp çekinir, tedbir alır ve sakın irdin!

(Sanat ve Sanatkar)

Sanatkar kimsenin yapmakta olduğu sanatı, ya kendisiyle beraberdir, yahut ta kendisinden ayrıdır. Sanatın, sanatkardan ayrı olmasına imkan yoktur, kâtip yazdığı şeyden ayrı olabilir mi hiç? Fakat beraber olması da Allah için mümkün olmayan bir şeydir. Akıl yönünden bu ikiden başkaca da bir yol yoktur. Bununla beraber madem ki bir yaratıcının varlığını kabul ediyorsun, öyleyse her ne kadar akla sığmasa bile onun her şeyi gördüğünü kabul et!

(Akıllı Kimse)

Ey Akıllı kimse! Aklında nice heves tencereleri kaynamakta! Ey gönül! Sende ise nice sevda ağları gerilip atılmaktadır. Eğreti iman ona derler ki, insan böyle bir imanın derdine düşmez, ona lâyık işler de yapmaz. Eğer misafir, saygı değer bir misafir ise, ağırlanması gerekir. Eğer senden incinmiş olarak gitmesini istemiyorsan, misafirin yanına ona lâyık bir yoldaş kat! Onun yanına katılacak yoldaş iyi ameller ve iyi ibâdetlerdir, böylece misafir en iyi bir şekilde ağırlanmış olsun. Nitekim yüce Allah: “Gerçekten iman edip iyi ameller işleyen, namazı kılan ve zekatı veren kimselerin; Rableri katında mükâfatları, ecirleri vardır ve onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır” buyurmaktadır.(âyet 277)

(İman Can’a Benzer)

İmanı can gibi bil! Canın bedende kalabilmesi için zehirden ve zehirli maddelerden sakınmak lâzımdır. Yüce Allah bütün hayvanlara, kendilerine zararlı olabilecek şeylere rağbet etmeme duygusu (iç güdüsü) vermiştir. Çünkü onlar da akıl yoktur, sakınmayı bilmezler. İnsanlara ise, kendilerine zarar verebilen ve onları zarar ve ziyana sokan şehveti vermiştir. İman artmaz ve eksilmez, bunun gibi can da çoğalıp azalmaz. İnsanın bazan ölü, bazan da diri olması mümkün değildir.Ama birinin sağ ve sağlıklı, diğerinin ise hasta olması mümkündür. İman ise ibâdetle birlikte olursa, sağ ve sağlıklı olur. Eğer ibâdetle birlikte olmazsa, hastadır. Hasta kimse ise sağlıktan daha çok, ölüme yakındır..

Güneşin ışığı duvara vuruyor, şimdi ne söyleyeceksin? Duvara vuran ışık mı, yoksa güneş mi? Hayır o, güneşin ışığıdır. Görmez misin, bazan gelir, bazan gider. Güneş ise asıldır, ışık ondan meydana gelmektedir.

Yarın diyeceklerdir ki: “Çaldığınız şeyleri geri getirip veriniz!” Erenler de derler ki: “Bizde bir şey yok ki getirip verelim, zira biz onları, bizden istenmeden verdik”.

(Aşk, Âşık ve Maşuk)

Eğer suda yıldız görürsen ne dersin? Yıldız suya vurmuş dersin, değil mi? Eğer Âşık başka, Aşk başka ve Maşuk başka olsaydı, herkes kendini sever miydi? Gönlümde gördüğüm, gönlümde duyduğum o sırlar, Erenlerin ve Peygamberlerin büyüklerinin hiç birinden aşağı da sayılmaz. Bu sırrı bilmeyenler bunu nereden anlayacaklardır? Çünkü bu hayvani candan ancak hekimin haberi vardır. Peygamberlerin ve erenlerin canından ise ancak Habîb’in (Allah’ın) haberi vardır.

Ben bugün Şafiî Mezhebi’ne â/f hiç bir söz söylemedim. Ebû Hanîfe Hz.lerinden de söz etmedim. Yüce Allah, Ebû Hanîfe Hz.lerini câizdir-câiz değildir hükümlerinde mezhep sahibi etmişti. Erenleri de aşk hükmünde mezhep sahibi etmiştir. Şimdi hangisi daha kuvvetlidir? Halka âit caizdir-câiz değildir hükümleri mi? Yoksa Allah’ın aşkı mı? Gel de bir alış-veriş yapalım, toprağa mensup olan bedeni verelim de, tertemiz olan canı alalım, çünkü temizin temize, toprağın da toprağa gitme zamanı geldi.

Sen, nefsin hevâ ve hevesinden sakın, çünkü nefsin hevâ ve hevesine düşmek, onun isteklerine boyun eğmek nasıl ki beden için zararlı ise, nefsin isteklerine uymak din için dahi zararlıdır. Dünyadan, heva ve hevesten ne kadar sakınırsan, onları kendinden ne kadar uzaklaştırırsan, o âlemden (âhıret âleminden) o kadar nûr alırsın. Nitekim: “Allah’tan başka İlah yoktur” sözünün hakîkati budur, başka şeyleri ne kadar yok bilirsen ve ne kadar yok sayarsan, Hakkı o kadar isbat etmiş olursun. Çünkü insanın ibâdet ve tâat etmösi kendi gücü kuvveti ve iradesiyle olduğu gibi, kendisini neşeli bir hâle getirmesi veya kendisini üzüntü ve kederli bir duruma sokması da yine kendi gücü, kuvveti ve irâdesiyledir. Çünkü neşe ve sevincin sebebleri olduğu gibi, üzüntü ve kederin de sebebleri vardır. Ancak: “Zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılarlar”15 diye bir kaide vardır. Nitekim bazı murdar şeyler, zaruret hâlinde mubah olur. Anne sütü ise, zaruret olmadıkça sakınılması gereken bir şeydir.

Mücâhededen sonra beliren zevk, boy atan kabak dalına benzer, çabucak atıp yükselir, yemyeşil görünür, fakat azıcık bir vesvese yeli ile kuruyup gider.Bir kısım insanlar, heva ve heves dalgalarının esiridir. Hayatın özüne ve aslına bak, fakat o da ancak Cennetin eseri olan hoş örneklerle ve Cehennemin eserine benzeyen ve hoşa gitmeyen örneklerle anlaşılır.

 


1— Ahmed b. Atâ b. Ahmed Rûdbârî, meşhur mutasavvıflardan olup, aynı zamanda bir İslam Hukukçusudur. Kur’an ilimleri, Hakikat ilmi, Ahlak ve Şemail konularında da büyük bilgisi vardır. Ebû Ali RûdbârJ’nin kız kardeşinin oğludur. 369 Hicrî yılında vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sûfîyye s.497).

2— Seyyid Burhaneddin Hz.leri bu sûrenin ilk âyetinde geçen “Fetih” ile göklerin fethini, yani Miraç’ı kasdetmektedir. Bazı müfessirlerde olduğu gibi Mekke’nin Fethini kasdetmiş değildir.

3— Ibni Atâ’nın bu sözleri de Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

4— Ibni Atâ’nın bu sözleri ise Sehl b. Abdullah Tüsteri’nin Tefsiri ve Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibastır.

5— Sekr ve Sahv:

Sekr: Coşmak, coşkulu olmak, mestlik kuvvetli bir feyz ve tecelliye mazhar olan sâlik’in kendinden geçmesi, mânevi bir mestlik, anlamına gelmektedir.

Sahv: Kendine gelmek, ayılmak, ifâkat bulmak, temkin hâlinde olmak, anlamına gelmektedir.

6— Bu söz de yine Ibni Atâ’nındır. Hakâyık’tan iktibas edilmiştir.

7— Bu beyit Hakim Senâf’nin “Hadika” isimli Mesnevisinden iktibas edilmiştir.

8— Bu şiir, Kadı Tenûhi dimekle meşhur Ebü’l-Kasım Ali b. Muhammed’in olup, Hâkâni’nin Divanında geçmektedir. 1338 tarihli baskı, sayfa 937.

9— Bu sözler de Câferü’l-Hazzâ veya Câferu’l-Huldî’ye âit sözlerdir, Sülemf’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

10—  Bu sözler, Sehl b. Abdullah Tüsterî’nindir. Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibastır

11—  Bu söz de yine Sehl b. Abdullah Tüsterî’nindir. Sülemî’nin Hakâyıkında ve Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin tetsi-rinde zikredilmiştir, bak.s. 137.

12— Bu yorum ise Ebu Bekir Vâsıtî’ye aittir. Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibas edilmiştir.

13—  Bu söz de yine Sehl b. Abdullah Tüsterf’ye aittir, bak. Tefsir-i Sehl b. Abdullah Tüsterî, sayfa 137.

14— Bu söz de yine Sehl b. AbAdullah Tüsteri’nin Tefsiri (s. 137) ile Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibas edilmiştir.

15— Bu söz, İslam Hukukunda bir kaide olup hadis değildir. Mecellede mufassal bir şekilde izah edilmektedir.

 

ETİKETLER: