MUHAMMED SÛRESİNİN TEFSÎRİ

A+
A-

Muhammed Sûresinin Tefsîri

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Kâfirlerin ve Allah yolundan yüz çevirenlerin amellerini Allah boşa çıkarır” buyurmaktadır, (âyet 1) Kendileri kâfir oldular, başkalarının müslüman olmasına da engel olmaya çalıştılar, yüce Allah onların önceden yapmış oldukları iyi amellerini de geçersiz kılıp boşa çıkardı.

(İnkâr ve Nankörlük)

Sehl b. Abdullah Tüsterî demiştir ki:Âyette geçen kâfirlerden maksat, Allah’ın birliğini inkar edenler, ona şirk koşanlar, Allah’ın ortağı var diyenlerdir. Bazıları ise, kâfirlerden maksat, Allah’ı inkar edenler değil, Allah’ın verdiği nimetleri hiçe sayanlar, nimete şükretmeyen/er, nimete şükrediyoruz diye oyalananlar, gerçekleri bilmedikleri halde, biliyoruz diye iddia edenlerdir, demişlerdir.

Allah’ın ortağı vardır, diyen kimse mutlak kâfir olur, böyle inanan kimseye, bir karine (tevil yolu) olmaksızın “kâfir” denebilir. Fakat nimete şükretmeyen kimseye mutlak mânâda kâfir denilemez, bel ki bir kafine bularak, nimete karşı nankörlük ediyor, küfrân-ı nimette bulunuyor, dersin. Meselâ: Su ya mutlak olur, ona hiç bir şey karışmamıştır. Ya da mukayyed olup başka bir maddeden etkilenmiş olur. Irmak ve çeşme suları mutlak sulardır. Gözyaşı ve yüz suyu (kullanılmış su) ise, mukayyed sudur. Çünkü su denildiği zaman halk, mutlak su anlar, gözyaşı ve yüzsuyu ise akıllarına bile gelmez.2

Sana hizmet eden ve sana övgüler yağdıran kimseyi, elbise ikram edilmeye ve dostluk kurulmaya lâyık bir kişi olarak tanırsın. Hatta hamam tellağını, kelle satanı ve nihayet hayvanlardan kedi ve köpeği bile sana hizmetlerinden dolayı sevip ok-şarsın, halbuki onların bu hizmetlerinin senin yanında değeri bile yoktur. Nitekim “Allah onların amellerini boşa çıkarır” buyrulmuştur.

İkinci görüşte olanlara göre, âyetteki küfürden maksat, mutlak küfür değildir, nimete karşı nankörlük edenlerdir, küfrân-ı nimette bulunanlardır, bunlara göre ise hüküm şöyledir: “Birisi sana talebelik edip senden istifâde etse, bu bilgi alış-verişi, senin onu sevmene sebep olur. Fakat o talebe: “Bu bilgileri ben kendi kâbiliyy etimle elde ettim, benim hiç bir kimseye minnetim yoktur” derse, sende o talebeye karşı, önceki sevgi kalmaz çünkü “Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır”. Böyle bir kimseyi: “Öğrenmiş olduğum bütün bilgileri önce Allah’ın izni, sonra da falan hocamın irşadı ve himmetiyle öğrendim, yoksa ben bu bilgilere nasıl ulaşabilirdim?” diyen bir kimse ile hiç bir zaman kıyaslamak mümkün değildir. Teşekkür nedir bilmeyen bir şahsı, kadir kıymet bilen, ikram ve iyiliğe karşı teşekkür eden biriyle denk tutamazsın! Bu saâdetlive talihli kimselere söyleyeceğin sırları; o teşekkür nedir bilmeyen kimselere söyleyemezsin! Çünkü: “Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır”.

Yüce Allah: “İşte bunun sebebi, kâfirlerin bâtıla (asılsız şeylere) uymaları, müminlerin ise, Rablerinden gelen hakka (Kur’ana) uymuş olmalarıdır. Allah, insanlara misallerini böylece açıklar. (Çünkü kâfirler şeytana, müminler ise Kur’ana inanmışlardır)” buyurmaktadır. (Âyet 3)

Yani bu sapıklığın ve şükür bilmezliğin sebebi şuydu: O sapıklar ve şükür bilmez nankörler, boş şeylere uydular, nefislerinin istek ve arzuları ile meşgul oldular, bu istekler ise dini yönden gelip geçici olup boş şeylerdir. Onlar, nefislerinin sonu bulunmayan istek ve arzularına tapıyorlar, halbu ki onların bu istekleri, Tuzlu ve Acı suya benzer, ne kadar içersen iç, susuzluğu gidermez, içen kimseyi de kandırmaz.

Şeyh Ebû Muhammed Cafer el-Hazza,3 bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: “Onların amelleri ve verdikleri sadakaları şu sebeble boşa çıkmaktadır: “Çünkü niyet, amel duvarının temelidir, eğer temeli sağlam atmazsan, üzerine yaptığın duvar yıkılır, bina da tamamlanamaz. Demek ki onların niyetleri bozuk olduğu için, amelleri makbul olmamıştır. Hani birisi mescide girer, gayesi namaz kılmak değil, birisinin ayakkabısını çalmaktır, onun mescide girmekten sevap umması, böyle bir ümide kapılması yersizdir.4

Yüce Allah :“Onlar, Kur’anı düşünmüyorlar mı, yüksa kalpleri kilitli mi?” buyuruyor, (âyet 24)

Sehl b. Abdullah Tüsterî, bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: “Yüce Allah gönül hazinelerini yarattı ve hazîneleri kilitledi, İmanı da o kilide anahtar yaptı.Serî at sahibi olan veya olmayan bütün Peygamberlerin, Evliyanın ve Sıddîkların gönül kilitleri açılır, ancak bunlardan başkalarının, Âbidlerin, Zâhidlerin ve Âlimlerin gönül kilitleri tam olarak açılmaz, açılmadan da dünyadan göçüp giderler. Çünkü onlar, gönül anahtarlarını, akıllarından isterler bu yüzden de anahtarı yitirirler. Eğer anahtarı yüce Allah’ın lutfundan ve bağışından isteselerdi, bulurlardı.

Gönül kilidinin anahtarı öyle bir şeydir ki, yüce Allah’ın; Senin her hâlini, gönlüne gelen her şeyi, organlarının yaptıklarını, duyuların hissettiklerini, her nefes alıp vermede, ne görüyorsan, nasıl görüyorsan, neyi işitiyorsan, nasıl duyuyorsan, bunlardan başka neler yapıyorsan hepsini bildiğini, bütün organlarını ve bütün duyularını görüp gözettiğini, bilmendir.5

Şeyh Ebû Bekir Muhammed b. Hâmid Tirmizî 6 ise bu konuda şöyle demiştir: “Bu yolda yürüyenlerin ayaklarının kayması şu üç şeyden meydana gelir. Birincisi yüce Allah’ın bağışlarına, ihsanlarına şükretmekte kusur etmek; İkincisi yaptığı işlerde Allah’tan başkasının kınamasından korkmak; Üçüncüsü ise yüce Allah’tan başkasından bir şeyler ummak. Bu yolda ayaklarına gelen güç-kuvvet ise, kişinin her zaman için Allah’ın lutf una bakmasından, ilâhî lutfu görüp gözetmesinden, onun nimetlerine şükredip durmasından ileri gelmektedir. Bunun alâmeti ise, dâima kendisini kusurlu görmesi; kusurundan, günahından korkup ürkmesi, böylece de gönlünün huzura kavuşmasıdır. Bu durumda bilir ki yüce Allah onun rızkına kefildir, olur olmaz şeyler yüzünden irkilmez, fakirlikten korkmaz, gönlü rızık için titremez, eğer titrer ise, “Gönlüm neden rızık için titredi? diyerek, bunun üzüntüsüyle titrer!” 7

(Allah için Yardım)

Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b.Ali, (Hakîm) Tirmizî 8 ise: “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah ta size yardım eder” (âyet 7) âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: Yüce Allah, birinin yardımını istemekten, onun yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Buna göre âyetin manâsı şöyledir:” Eğer benim Peygamberlerime, dostlarıma yardım ederseniz, ben de size yardım ederim. Eğer onları üstün tutarsanız, ben de sizi üstün tutarım” Nitekim yüce Allah; Hz.İsa’ya yardım ettiklerinden dolayı Havarileri üstün kılmıştır. Peygamber Aleyhis-Selam’ı üstün tuttuklarından dolayı da Sahabeleri üstün kıldı, kıyamete kadar minberlerde, mescidlerde anılmalarını ve övülmelerini sağladı. Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi kendi nefislerinin üstünlüğü için Peygamberlerini hor görenleri ise, kıyamete kadar lanetle andırdı. Hani bir padişah bir suçluyu yüksek bir darağacına asar da, herkes görüp ibret alsın, diye günlerce orada bırakır ya, tıpkı onun gibi. Nitekim bir şâir şöyle demiştir:

Akıllılar belaya uğramamak için bir tarafa kaçarlar,

Başkalarının uğradıkları belalardan da ibret alırlar.

Belâdan kaçtıklarında ise, kendi düşüncelerinin kalesine kaçmazlar, bilakis erenlerin kalesine kaçarlar, onların gölgesine sığınırlar. O kaleye girdiler ve o gölgeye sığındılar mı: “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah’ta size yardım eder, ayaklarınızı pekiştirir, size sebat verir” hükmünü bildirir.9

Yüce Allah: “Biz nice şehirlerin halkını yok ettik ki onlar, seni yurdundan çıkaran şehir halkından daha güçlü ve daha kuvvetli idiler” buyuruyor, (âyet 13)

Bazıları (Sehl b. Abdullah Tüsterî) bu âyetin tefsirinde: “Musa’nın can korkusuyla Mısır’dan kaçtığı gibi, Muhammed Aleyhis-Selam Mekke’den kaçmadı, onu zorla çıkardılar” demişlerdir. Nitekim âyet-i Kerîme’de: “Seni çıkardılar” denilmiş olup, “Sen kaçtın!” denilmemiştir. Yahut ta: “O şehirden çık!” diye, gâibden bir emir gelmiştir. Çünkü Peygamber Aleyhis-Selam orada kalıp ta, horlanmaya lâyık değildi. Allah’a dayanmıştı, gözünü ona çevirmişti, onun hayatı Allah için idi. Nitekim: “Benim hayatım da, ölümümde, âlemlerin Rabbi Allah içindir” demişti. (En’am 162)

O: “Canından korktun da, onun için kaçtın!” sorusuna muhatap olmaktan uzaktı. En sâde insanlar bile ondan güzel bir koku almışlardı da, dağın tepesinden boşanan sel gibi ölüme koşmuşlardı. Nitekim Kur’anda: “Soluya soluya koşanlara an dolsun” buyrulmuştur. (Âdiyât 1)

İşte Allah yolunda cihad eden kimseler yok mu? Onlar: Şâirin şiir söylerken kâfiye aradığı; Talebenin, tatil günü olan Cuma gününü beklediği gibi, ölümü ararlar ve beklerlerdi. Nitekim yüce Allah: “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözü yerine getiren nice erler vardır. İşte onlardan kimisi verdiği sözü yerine getirip o yolda canını vermiştir, kimisi de şen id olmayı beklemektedir” buyurmaktadır. (Ahzâb23)10

Yüce Allah: “Rabbisinden apaçık bir delil üzere olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve kötü isteklerine uyan kimse gibi olur mu?” buyuruyor, (âyet 14)

Sehl b. Abdullah Tüsterî demiştir ki: “Kendisine Allah tarafından kesin delil verilen kimse, öyle bir kimsedir ki, her haliyle Peygamber Aleyhis-Selam’ın sünnetine uyar, meselâ birisi namaz kılarken, bir başkasına uyar, o ne yapıyorsa, o da onu yapar ya, tıpkı onun gibi.11

(Burhan)

Ebû Osman Saîd b. Sellâm el-Mağribî12 ise şöyle der: “Kesin delil anlamına gelen “Beyyine” kelimesinin bir anlamı da “Aydınlık=Nur” demektir. Bu nuru elde eden kimse, Rabbânî düşünceyi, şeytanî düşüncelerden, bu nur sebebiyle seçip ayırt eder. Nitekim aydınlıkta, taklid ve kıyasa gerek kalmaksızın, göz göre göre arpanın buğdayın içindeki taşları ayıklarlar. Eğer bu nur sebebiyle gönülden bir söz doğarsa, bu sözün adına da “Burhan” derler.13

(Tevhid)

Yüce Allah: “Bilmiş ol ki Allah’tan başka ilah yoktur” buyuruyor, (âyet 19) Halkı puta tapmaktan, nefsin istek ve arzularına kapılmaktan sakındırdın, yalnız Allah’a ibâdet etmeye çağırdın, bu davet karşısında halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı bu daveti kabul etti, bir kısmı ise kabul etmedi. Biz ise onlara tekrar çağrı yapıyoruz. Hani doğan kuşunu avlanmak için yollarlar, bazı kuşlar ondan kaçar, bazılarını ise doğan yakalar. Avlandıktan sonra, geri gel diye tekrar davul çalarlar ya, tıpkı onun gibi. “Bilmiş ol ki Allah’tan başka İlah yoktur” buyurması, şuna işarettir. Allah seni seçip gönderdi, bu seçişten ve bu gönderişten geri dön, seni seçene ve gönderene gel! Şimdi: “Her kim Allah’tan başka İlah yoktur, Muhammed de Allah’ın Rasûlüdür” sözünü, yani Kelime-i Tevhidi, küçük-lüğündenberi âdet edinip söylerse, o kimse ahmaktır, çocuklukta kalıp gitmiştir. Eğer dünyanın iyisine kötüsüne şaşarda söylerse, perde arkasında kalmıştır, geçenlerden haberi bile yoktur. Her kim bu tertemiz sözü, özü temiz olarak samimiyetle söylemezse, temiz suyu pislikle karıştırıp sanki o su ile boy abdesti almıştır.14 Nitekim şâir şöyle demiştir:

“Senin yüzünden bulanıp kirlenen su,

Güzel bir su dahi olsa, işe yaramaz”

Eğer vesvese ve evhamların karışması, yüce Allah’ın emirlerini bozmasaydı, kıbleye yönelenler yetmişiki fırkaya ayrılırlar mıydı? Hepsi de Kur’andan delil getirirler, fakat kendi kötü emellerini, istek ve arzularını Kur’ana katmaya çalışmışlardır, mesela toprakla bulandırılmış su gibi, böyle bir suda bir şey göremezsin. Şimdi temiz sözü, “Kelime-i Tevhidi” öz temizliği ile cânü gönülden ve gerçek olarak söyleyen kimse, temiz bir testi ile tertemiz olan bir ırmaktan su alıp, bu su ile boy abdesti alarak namaz kılan ve duâ eden kişiye benzer. Böyle duaya karşılık olarak ta, yüce Allah: “Ey Kulum İste! Bütün isteklerin, duaların kabul edilmiştir” buyurur. Her kim de yüce Allah’ın “buyur kulum” emrindeki yüceliğe erer ve bu emre can kesilirse, şâirin dediği gibi.

“O kimseye mektup üstüne mektup,

Davet üzerine davet gelir”

(Âlimler)

Ebü’l-Abbâs Kasım es-Seyyârî15 demiştir ki: “Âlimleri dört kısım üzere buldum. Birinci kısmı, başıboş bırakılmış, yuları çözülmüş at gibi çölde koşup durmaktadır. Gözüne toz duman gitmiş bir kimse o atın üstünde binicisi var da, onu bir maksatla koşturuyor zanneder, çölde arkasına düşer, koşup gider. Ama gözü tozdan dumandan temiz olan kişi bilir ki, o atın yuları çözülmüştür, peşine düşmez, izini sürüp gitmez.

İkinci kısım, yularının çözülmesini istiyerek huysuzluk ederler, kendilerini âlim göstermeye çalışırlar, maksatları ise, başlarını alıp gitmeleri ve başı çekmeleridir.

Üçüncü kısım, esrük deveye benzer. Ne yulardan gemden haberi vardır, ne de yuların çözülmesinden ve gemin alınmasından. Allah’a kulluk etmenin lezzeti, tadı, onları çekip çevirmiştir. Onlar kendilerini ibadete kaptırmış olup, dâima onunla meşgul olurlar.

Dördüncü kısım ise pek garip kimselerdir. Dünyanın hallerini bilirler, yuları çözülmüş kimdir, esriyip kendini yitirmiş kimdir, aklı başında olan kim? Bunların hepsini de anlayıp bilirler. İşte bu kısım, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in: “Ah ne olurdu, o kardeşlerimi gör şeydim”16 diye arzuladığı kimselerdir. İşte bu sebebledir ki yüce Allah: “Bilmiş ol ki” buyurdu. Bil beni bu birlik ile, çünkü bu bilgi, senden başkasını bilmek değildir. Bu bilgi, tahsil ile de elde edilmez. Belki bizim hırkalarımız ve ikramlarımızla elde edilir, öyle ki bizim hırkalarımız ve ikramlarımız uçsuz bucaksız deniz gibidir. Senin bu ilmin dahi uçsuz bucaksız bir denizdir”17

(Tevhid İlmi)

Hâris-i Muhasibi18 ise şöyle der: “Tevhid İlmi” nin başlangıcı “Allah’tan başka İlah yoktur” sözünü dil ile söylemektir. İkincisi ise: “Madem ki Ondan başka İlah yoktur. Küfrü de kötülükleri de, 0 yaratmıyor mu, bunlar Ondan değil mi?” diye sorulacak olursa; “Peki buna inanıyorsan, çalış çabala da, iyi amellerini artır!” diye cevap verilir.19 Ebû Muhammed Cafer el-Huldî 20 ise şöyle demiştir: “Bilmiş ol ki Allah’tan başka ilah yoktur” âyetinin mânâsı, sebeplerden ilgiyi kesmektir. Bize göre sebebler vardır ama yüce Allah’a göre ise hiç bir sebeb yoktur. Yüce Allah’ın, ekmek yemeden kişiyi doyurmaya, su almadığı ve yağmur yağdırmadığı halde, yeryüzünü diriltip yeşillendirmeye, dilerse ekmek yiyen kimseyi aç bırakmaya gücü yeter, başka sebebler de buna benzer. Çünkü: “Bilmiş ol ki Allah’tan başka İlah yoktur” buyurmaktadır.21

Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Allah’tan başka İlah yoktur” cümlesindeki “Yoktur” kelimesi, zihnin onu kavramasını ortadan kaldırmak, anlamaya imkan bulunmadığını anlatmaktır. Çünkü hiç bir akıl, hiç bir anlayış, yüce Allah’ın zatını idrak edip kavrayamaz. Zira kavranan, idrak edilen şeyin sonu var, demektir.

(İlim ile İrfan Arasındaki Fark)

Cüneyd-i Bağdadî22 demiştir ki: “Bilgi anlamına gelen’ ilim”; anlamak manasına gelen “irfan” ‘dan daha üstündür. Eğer üstün olmasaydı yüce Allah: “Anla ki Allah’tan başka İlah yoktur” derdi. Halbu ki: “Bilmiş ol ki Allah’tan başka İlah yoktur” buyurdu. Çünkü yüce Allah’a “Âlim” denilir, fakat “Arif” denilmez. Yüce Allah, Hz.İbrahim’ e de: “Teslim ol!” Yani emrime boyun eğ, buyruğumu yerine getir!” diye hitap etti. Zira boyun eğmek, kulluk sıfatıdır. Hulasa: Hz.İbrahim’i oğlunu kurban etmekle ve kendisini ateşe atılmakla imtihan etti, böylece dünyada yaşayan insanlara, onun: “Teslim oldum” demesinin (Bakara 131) kuru bir laftan ibaret olmadığını ve sözünde sâdık olduğunu bildirdi. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya da: “Bilmiş ol ki…” buyurdu. İlim, Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır. Şu halde bu âyet, Peygamber Aleyhis-Selam’ın diğer Peygamberlerden üstünlüğüne bir delildir.23

Bazıları (Şeyh Ebû Bekir Vâsıtî) da şöyle demiştir.”Bilgi, kesin bir delildir. Mümin-Kâfir herkes elde edebilir, herkese gösterilip anlatılır, ister inansın ister inanmasın. Çünkü Kâfir’e kesin delil gelmeseydi, kâfir olmazdı. Kâfir ona derler ki kesin delilden yüz çevirir. İrfan ise öyle bir haldir ki, arifi mağlup eder, arifin o hâli anlatmaya gücü kuvveti kalmaz, ancak mahrem birine birazcık hâlini açabilir.24

Hallâc-ı Mansur25 (Hüseyin b. Mansur, İlim mi daha üstündür yoksa İrfan mı daha üstündür? Münâkaşasına karşı) der ki: “Muhammed Mustafa (s.a.v.) ilmin kaynağıydı. “Bilmiş ol ki Allah’tan başka İlah yoktur” âyetindeki ilim kelimesini delil göstererek, bilgi anlamına gelen ilmin; anlamak mânâsına gelen “İrfan” dan üstün olduğu iddia edilemez. Zira bu âyetin manası şöyledir: “Bildiğini söyle, çünkü onlar sözden anlamazlar”

Hallaç yine der ki: “Şu yirmidokuz harf, Lâmelifte gizli. Nokta ise elif harfinde gizlenmiştir. Gönlün anlayışı da gizlidir. Böylece yürü yürü ki, tâ ilk bilgiye varasın. Gönül anladı mı, noktaya ihtiyaç kalmaz. Noktayı anlayanın da elife ihtiyacı yoktur. Elifi anlayan ise, lâmelife muhtaç değildir. “Lâ” sözünü, yani Allah’tan başka her şeyin yok olduğunu anlayanın ise, başka harflere ihtiyacı yoktur. Dinleyici, dinlediği söze ne kadar yabancı ise, söz o kadar uzar gider. Nitekim Hakim Senâî bu konuda şöyle demiştir. Beyit:

“Bir başka pişmemiş daha geldi

Haydi ateşe bir başka tencere daha koy!”26

Şeyh Ebü’l-Abbâs Kasım Seyyarı27 demiştir ki:

“Günahların için af dileyip istiğfar eyle!” âyeti, bu bilginin , af dilemeyi, kulluk etmeyi, yalvarıp sızlanmayı meydana getiren bilgi olduğuna delâlet eder. Kibirlenmeyi ve baş çekmeyi meydana getiren bilgi olmadığını da belirtir. Sanki şöyle buyurmaktadır: “Benden başka var eden, yok eden, öldüren-dirilten, fayda ve zarar veren, hatırlatan ve uyaran gördün mü hiç? Madem ki görmedin şu halde bilmiş ol ki, bütün bunları yapan benim, çünkü hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz” Yine devamla “Âyetin manasını ihbarı bir emir olarak anla, taklitle elde ettiğin bilgiyi tam bir inançla görerek bil, böylece gerçek bir bilgi elde etmeye çalış!”28

Bazıları (Sehl bAbdullah Tüsteri)29 demiştir ki:

“Kendi bilginle bazı şeyler biliyorsun ya, şimdi kendinden ve kendi bilginden de yok ol! Benim ilmim ile bil! “Günahların için af dile!” Yani kendi bilginden ve kulluk belirtilerinden, günahlarından dolayı istiğfar et! Kendinden geçmek, kendi kulluğundan fani olmak şöyle gerçekleşmektedir:

“Eğer bana kullukta bulunmayı istiyorsan, bana yönel ve bana gel!” Bu daveti duyan kimse, bulunduğu duraktan yola çıkar, gelmeye koyulur, bu geliş kulluktur. Gide gide denizin kıyısına kadar geldi mi, “Daha ne yapacağım, nereye gideceğim?” diye sorar. Yüce Allah ona: “Ayağını denize bas!” buyurur. Denize ayak bastı mı, diğer ayağı karada oldukça, bu hal yine kulluktur, çünkü kendi isteği ile yürümekte ve yine kendi kuvvetiyle ayağını atmaktadır. Fakat deniz onu yakalayıp ayağı yerden kesildi mi, artık o yok olmuştur, gücü kuvveti kalmamıştır. Yok olmak, fani olmak ne demektir? Bundan böyle irâde ve hareketi kendisine âit değildir; kendi isteğiyle hareket edemez. “Güç ve kuvvet, evirip çevirme ancak Allah’a mahsustur” sözünün gerçekleşmesi demektir. Durum böyle olunca, geçici varlıkla var olmaktan, şu Tevhid sözünü, Kelime-i Tevhidi (yalnız dil ile) söylemekten istiğfar et! Artık hakîkî varlığa ulaştın, şimdiye kadar sen konuşuyordun, şimdi seni ben söze getireceğim, onu sana ben söylüyeceğim. Bazıları da: “Bilmiş ol ki…” sözü, kapkaranlık cehalet hayatını yaşamadan önce, nûrânî ilmin hayatı ile diri ol!” demektir.

(İlim Nurdur)

İlim nurdur aydınlıktır.30 Âlimlerin gönülleri ise yakılmış kandiller gibidir. İlâhî bilginin belirtileri ise, korku ve gönül alçaklığıdır. Önce ilim kapısı açılır, sonra ona şükreder, daha sonra da tevhid kapısı açılır. Çünkü yüce Allah önce : “Bil!” dedi, ondan sonra da: “Allah’tan başka İlah yoktur” buyurarak, bilgiyi tevhidden öne getirdi. Tevhid şuna benzer: “Yüz kişi denize düşmüştür, deniz onları evirip çevirir, dalgaların üstüne çıkarır, altına alır, sağa götürür, sola atar, bazan da olur ki onları fır fır döndürür, bu yüz kişinin hareketini bir kişinin hareketi hâline getirir. Ama denizden çıktılar mı, her birini bir ayrı döndüren, hareket ettiren vardır. Yüz tane dönüp çabalayanın, yüz tane de döndürüp çabalatan/ vardır. Ama denizde iken kendi hareketlerini bırakıp denize uyarlarsa, sözgelimi deniz hepsini de sağa götürür, bu uygunluk onlardan değildir, birlikten meydana gelir. Birbirlerine aykırı davransalar bile, bu davranış yine onlardan değildir, bunun izahı uzun sürer. Allah izin verirse, elbette bir yol gösterir. İnsan birlik makamına gelince, gark olup gider, aydınlıklara, nurlara dalar, o nur gönlün içine vurur, vücudun dışına da tesir eder. Bedeni, yeme ve içmeden nasıl lezzet alıyorsa, o nurdan da öylece tad ve lezzet alır. Bu sebeble kırk-elligün yemek yemeyenler vardır, yine de halsiz kalmazlar, güçsüz bir duruma düşmezler, beyinleri hareketsiz kalmaz. Nitekim bazı Filozof Tabibler: “İnsan kırk gün, elli gün bir şey yemezse, sağlıklı bile olsa, helak olup gider” demişlerdir. Bunun sebebi şudur: “Obur kimseler, yeme-içmeye düşkündür; mideleri, yedikleri katı maddeleri eritmekle meşguldür, bu oyalanma ve böyle çalışma ise, hoş bir şey değildir. Onun bu hâli, bir hastalık olup, tabiatı meşgul etmektedir. Az yemeye ve az uyumaya alışık olan riyâzat erlerinin ise, gıdaları ve halleri aşktır. Dünya hekimlerinin görüşleri ancak bu kadardır. Eğer bunlar, Âşık’ın zevk hâlini gerçek olarak bilselerdi, o karanlıklara sabrederler miydi? Kıyasla elde edilen bilginin karanlıklarında kalırlar mıydı?”

Beyit:

“Arı-duru tatlı sudan haberi olmayan kuş,

Bütün yıl gagasını acı suya daldırıp durur”

O kuşun gagası acı sudayken, sen de onu görüp duruyorsun, ne yazık ki bu böyle devam edip gitmektedir.

Bazıları (Ebû Osman Saîd b. İsmail en-Nîsâbûrî)31 ise bu konuda şöyle demiştir: “Yüce Allah: “Bilmiş ol ki…” buyurdu ya; Bilgi üç kısımdır. Yap-yapma, emir ve yasaklara inanarak bilmek, yani gönlün tam olarak bu bilgiye inanması, Meselâ bir kimse evin dışında iken, içerden bir ses duyar, bilir ki evde birisi vardır. Eğer, hayvan sesi işitirse, bilir ki içerde hayvan vardır. Eğer duman tütüyorsa, bilir ki içerde ateş yanmaktadır. Gözüyle o adamı ve ateşi görmemiştir ama, bu delillerden içeride adamın ve ateşin bulunduğuna tam olarak inanır. Şu halde bilip anladık ki, inançla bilmek başka, taklit ile bilmek başkadır. Taklit şudur: “Biri sana bu evde bir adam var, yahut ta bir cemaat, şu evin kapısında elpençe divan durmuş, deseler, o evde birisinin olduğunu bilirsin, ama bu bilgi taklit ile elde edilmiş bir bilgidir, dışardakilerin hareketlerine ve sözlerine dayanmaktadır, dolayısıyle bu bilgide, görerek bilgi edinme yoktur. Fakat içerde bir aksırık, bir öksürük, bir gülüş, bir ağlayış duyarsan, o zaman gerçek bilgi edinmiş olup taklitten kurtulursun. Nitekim şâir şöyle demiştir:

“Evin içindeki bir küçük çeşme, Dışardan gelen dereden daha iyidir32

Eğer dışardan biri sana “Bu evde bir adam var veya bir arslan var” diye yüz defa söylese, bu sözler, içerden bir nefes işitmene bile denk olmaz. Çünkü adamın bu bilgisi de sözle meydana gelmiş olup, söyleyenlerden işitmiştir, böyle bilgi ise sözle çoğalıp durur, ama “Bir şey yok” deseler, geçip gider. İçeriden bir ses duyarak elde edilen bilgi ise, adamın gamını, kederini ve özlemini artırır, bu durum karşısında insan, keşke bu sesi bir kere daha duysaydım, bir belirti daha meydana gelseydi, demeye başlar.

Üçüncü bilgi ise gözle görülerek elde edilen bilgidir. Bu bilgi yakınlığı artırır, insana sonsuz bir devlet verir, gamsız, kedersiz bir yakınlık, bu bilgi Peygamberlerin bilgi sidir. Nitekim yüce Allah: “Bilmiş ol ki, Allah’tan başka İlah yoktur” buyurmaktadır. Çünkü sen, taklit bilgisinden, yakın bilgisine geçtin, yakın bilgisinden de, gözle görülerek elde edilen bilgiye geçtin, artık gözle görülen bilgi ile bil!

Şeyh Ebû Saîd el-Harrâz33 ise şöyle der: “Bilmiş ol ki..” âyetinin mânâsı: “Ey Kulum! Benden başkasını zikretmekten ve benden başkası ile dost olmaktan kendi benliğini temizle!”34

(Kilitli Gönüller)

Yüce Allah: “Onlar Kur’an-ı düşünmüyorlar mı? Yoksa Kalplerine kilit mi vurulmuş?” buyuruyor, (âyet 24) Kalpler vardır ki, o kalplere kilit vurulmuş olduğu için düşünmezler. Diller vardır ki, o dillere kilitler vurulmuş olduğundan “Onlar Kur’anı düşünmüyorlar mı?” buyruğunu okuyamazlar. Düşünmek şudur: “İnsanda düşünme hâlinden sonra bir hal meydana gelir, bu halden sonra bu işin bir belirtisi ortaya çıkar. Meselâ bahçıvan ağacın dalına bakar, bahçıvanlık bilgisi ile bu ağaçtan ne doğacak, bu renkten ve bu çiçekten sonra ne çıkacak, ağacın renginden ve tazeliğinden bunu bilir. Bahçıvan olmayanlar ise ağacın süsüne ve güzelliğine bakarlar, bundan sonra ne olacak ağacın başına ne gelecek bilmezler.

Bu kilitleri gönüllere ve dillere şunun için vurmuşlardır: “Onlar Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlükte bulundular, onlara birazcık gerçeklerden haber verdiler, onlar ise hasetlerinden dolayı bu gerçekleri gizlediler, bilakis aleyhte şahitlik ettiler, o nur’â o aydınlığa şükretmediler. Şükür ise, gerçeklere şahitlik etmek, haset etmekten vazgeçmek, demektir. Gönüllerindeki kilidi görünce de tevbe etmediler, af dilemediler böylece kilit daha da kuvvetlendi. Tevbe etmeleri ve böyle işler yapmaktan vazgeçmeleri gerektir. Eğer tevbeyi kabul etmeyecek olsaydı, gönüllerini kilitlemezdi, kullarını da uyarıp ikaz etmezdi.35

Yüce Allah: “Eğer dileseydik, onları el betteki sana gösterirdik, fakat sen onları simalarından tanırsın” buyuruyor, (âyet 30)

Ey Muhammedi Eğer isteseydik, onların içyüzlerini sana gösterirdik, fakat öğüt vermen için göstermedik. Eğer onların kâbiliyyetsizliklerini buseydin, öğüt vermekten vazgeçerdin, zira bu öğütte bir hikmet vardır, bununla kimini sevindirir, kimini de kederlendiririz. O keder de ise, onlar için fayda vardır, böylece sen, bütün âlemlere rahmet olursun. Her ne kadar onların gerçek yüzlerini ve yüzlerin-deki belirtileri sana anlatmadı isek “Andolsun ki sen, onları; konuşma üsluplarından tanırsın!” (âyet 30) Seslerinin tonundan ve konuşmalarından tanırsın! Nitekim Erenlerin seslerinin tonunu ayırt etmek pek kolaydır. “Allah onların gizledikleri şeyleri biliyor” (âyet 26) Yani yüce Allah, İlm-i Ezelîde Şakî veya Saîd (Kötü veya iyi, Kâfir veya Mümin) ne yazdı ise, her birine Kader‘de ne takdir etti ise onu bilir.

Bazı Mutasavvıflar ise: “Bu âyet-i Kerîme’de, Şeyh olan kimsenin; müridin sorularından, aldığı cevaplardan tatmin olup olmadığından ve diğer konuşmalarından, iç dünyasını bildiğine işaret vardır” demişlerdir.36

Bazı kimseler de: “Herkesin konuşmasından, bir makam mı istiyor, yoksa samimiyetle mi konuşuyor, vaaz eden kimsenin asıl maksadı “öğüt vermek, halkı şeytanın tuzağından kurtarmak mıdır, yoksa halkı kendi tuzağı ile avlayıp kendisine bağlamak mıdır bilirsin” demiştir.37

(İhlâs)

Yüce Allah: “Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri birbirinden ayırt edinceye kadar ve gizlediklerinizi haber verinceye kadar sizi imtihan edeceğiz” buyurmaktadır, (âyet 31) Yani ibâdet eden kimselere, İbâdetlerinde samimi ve ihlaslı olmalarını gerekli kıldım, tâ ki onları samimiyetlerinin derecesine göre yücelteyim ve ibâdeterini makbul edeyim.38 Zira ibâdette fazlalığa değil, ibâdetteki ihlas ve samimiyete itibar edilir. Nitekim Peygamber Aleyhis-Selam: “Ebû Bekir, fazla oruç tuttuğundan fazla namaz kıldığından dolayı üstün olmadı, fakat gönlüne verilen ihlas ve samimiyet yüzünden üstün oldu” buyurmuştur.39 Yani Ebû Bekir’i diğer sahabelere ne fazla oruç tuttuğundan ne de fazla sadaka verdiğinden dolayı üstün tuttum, ancak gönlüne verilen o nur ve o ihlas sebebiyle diğer sahabelerden üstün oldu, böylece ibâdeti ve itaati de diğerlerinin ibâdetlerinden üstün sayıldı.

(Riya )

Yüce Allah: “Ey İman edenler! Allah’a itaat ediniz, Peygamber’e itaat ediniz, amellerinizi de boşa çıkartmayınız!” buyurmaktadır, (âyet 33) Yani Allah’ın emirlerini tutunuz, Peygamber Aleyhis-Selam’a da hürmet ve itaat ediniz, Onu Allah’ın elçisi olarak biliniz! Yüce Allah’ın bir emri fermanı olarak Peygamber Aleyhis-Selam size ne getirdi ise, onun buyruğunu kabul ediniz! Yaptıklarınızı büyük görerek, onlara güvenerek boşa çıkartmayınız!

Ebü’l-Kâsım Fâris b. Isa40 demiştir ki: “Akıllı kimse ibâdette bulunur, fakat kendisini ibâdet yapmıyor olarak bilir. Câhil kimse de ibâdette bulunur, fakat kendisini Allah’a kullukta bulunuyor ve ibâdet ediyor olarak görür”

Bazı mutasavvıflar ise: “İbâdetleri boşa çıkartan şey; gösteriştir, riyadır, kendini beğenmektir” demişlerdir.41

Ebü’l-Hüseyin Verrâk42 ise şöyle der: “İbâdetleri boşa çıkartan şey, halka büyüklük taslamak ve ben ibâdette bulunuyorum diye büyüklenmektir.Çünkü ibâdet büyüklenmeyi, kibirlenmeyi, terketmek içindir. Kibirlenmeye sebeb oldu mu, o ibâdet yok olup gider. Yani böyle İbâdet eden bir kimsenin ibâdeti manasız bir şekilden, bir gösterişten ibarettir. Böyle bir ibâdetin görünüşü faydadır ama, manası ziyandır”43

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder ve takva sahibi olursanız, Allah size mükafatınızı verir ve sizden bütün mallarınızı Allah yolunda sarfetmenizi de istemez” (âyet 36)

Bazı Mutasavvıflar şöyle demişlerdir: “Biz, dünya ehlini dört kısım olarak bulduk. Birinci kısım gafletle dünya nimetlerini arayıp elde etmeye çalışır. Bir kısmı ise bilgisizlik sebebiyle sıhhat ve sağlığını kaybedip hastalıklara mübtelâ olur. Bir kısmı kendisini hastalık yatağından mezara sürükler. Dördüncü kısım ise, mezardan azaba (cehenneme) göçer. İşte dünya ehli bu dört kısımdan ibarettir. Umulur ki yüce Allah’ın yardımı bunlara erişmiş ola.44

Birinci kısım lezzeti, tadı, zarar ve ziyanı görür. Dünyanın tadını ve lezzetini aramakla beraber, dünyanın geçici tad ve lezzetinden kurtulmayı da arar, âhıretin tadını ve lezzetini de bulmaya çalışır. Nitekim: “Aşkı, bir başka aşktan başka bir şey geçiremez” denilmiştir. 44-1

Sıhhati ve sağlığı bozulan kimselere Allah’ın yardımı erişirse, hastalıktan kurtulacak bir çâre ararlar, yahut ta onlara hastalık kolay/aştırılır, hastalığın ağrısı, sızısı kendisine normal gibi gözükmeye başlar. Diğerlerini de böyle bil.

Yüce Allah: “Allah zengindir, siz ise fakirsiniz” buyurmaktadır, (âyet 38)

Sehlb. Abdullah Tüsterr45 demiştir ki: “Allah’ın sırrı, yani manevî sırra ulaşmak bütünüyle yokluktadır. Şu halde yokluğu (fakr) bir Allah bilir, bir de yüce Allah’ın o sırrı kendisine gösterdiği kimse bilir. Tefsir okuyan, fakr sahibi erenlerin kitaplarını okuyup, yokluğun ve yoksulluğun ne olduğunu anlamaya çalışan kimse değil. Çünkü bu kimse bunları öğrenmek için kitaba muhtaçtır. Fakr sıfatı ile mutta-sıf olan kimse ise Allah’tan başkasına muhtaç değildir, zira dini ilimleri öğrenmek için onun ne kişiye ve ne de kitap okumaya ihtiyacı vardır. Çünkü: “Rahman olan yüce Allah, (ona) Kur’anı (ve Kur’an ilimlerini)öğretmiştir”(Rahman 1-2) 46

Nitekim : “Akıllı kimse çöl adamı bile olsa, Onun canı, Allah’ın sır levhasıdır” denilmiştir.

(Fakir ve Fakirlik)

Bazı Mutasavvıflar şöyle demişlerdir: “Fakir kimse, ihtiyacı olan kimsedir. Eğer fakir kimsenin muhtaç olduğu zengin, gerçekten bir zengin ise, o fakir, gerçek zengine karşı, gerçek fakir sayılır. Eğer geçici zenginliğe sahip olan, yalancı bir zengine muhtaç ise, o fakir de yalancı fakirdir.

Ibni Sem’ûn47 şöyle demiştir: “Her şeyin bir yokluğu ve yoksulluğu vardır. Her şey kendisine gerekli olan bir şeye muhtaçtır, onu arzu etmektedir. Dünyadaki ihtiyaçların ve yoksullukların en fazla zarar vereni ise Nefs-i Emmâre‘nin ihtiyaçlarıdır. Bütün yoksullukların ve bütün ihtiyaçların en yücesi ve en üstünü ise, akla olan ihtiyaçtır. Çünkü akla muhtaç olan ve en üstünü ise, akla olan ihtiyaçtır. Çünkü akla muhtaç olan kişi ancak yüce Allah’a muhtaçtır. Zira nefsim muhtaç olup ihtiyaca düştüğü zaman, hemen Allah’ın sevmediği şeyleri temenni etmeye başlar, Allah ona bu özelliği vermiştir, Allah’tan uzaklaşmayı arzu eder. Nitekim Yarasa kuşları, gözlerinin zayıflığı yüzünden gündüzün dışarı çıkamazlar, ancak geceyi tercih ederler.Halbu ki onların varlıkları da güneştendir, bütün canlılar, güneş sebebiyle varlık âleminde dururlar, Yüce Allah onlara bu özelliği vermiştir.

Gönlüm ihtiyaca düşünce bir makam, bir mevki ve bir saltanat ister, halbu ki o makam ve o mevki, ebedî saltanat ve mevkiye engel teşkil eder.

Fakat aklım yoksul olup ihtiyaca düşerse, ancak kendi gıdasını ister, onun gıdası ise ilimdir, hikmettir. Çünkü yüce Allah aklı; akıl ve hikmet nurundan yaratmıştır. Nitekim: “Her şey aslına ve cinsine döner” denilmiştir.48

(Himmet)

Benim himmetim, akıl ağacının dallarından bir daldır. Muhtaç olduğu zaman onu bulmayı, yani bir dert elde etmeyi ister. Çünkü dert, dermanın öncü-südür. Önce neyin derdine düşersen, sonunda onu bulursun. Can, beden derdine düşmüştü, şimdi hatırına bile gelmez ama, dilediği şeyleri yapabilmek için saf, temiz ve sağlıklı bir beden isteyecektir.

Sanatların hepsinin başı, o sanatı istemek ve arzu etmektir. Arzu edilen can yoldaşını bulmak için,önce canyoldaşını arzu etme derdi başldı da, sonra o canyoldaşı bulundu. Bunu anlatmak uzun sürer. İnsan kendini bir işe, birşeye kaptırdı, yani onun derdine düştü mü, “Hür oldum, başka dertlerden kurtuldum” der. Nitekim Hakîm Senâî şöyle demiştir:

Şiir:

Din derdi Timsahı bir ağzını açtı mı, bir solukta, bu dünyayı da söndürür, öbür dünyayı da”49

Fakat o büyük dertten habersiz olursan, hemencecik şu küçük dertler, geceleyin yürüyenler, gece kuşları gibi harekete geçerler, Vecd güneşinin gönül evinden gittiğini anlarlar.

(Zenginlik)

“Allah zengindir, siz ise fakirsiniz” (âyet 38) Çünkü ihtiyaç, kulluğun sıfatıdır, kullara lâyıktır. Her kimi ihtiyaç elbisesini giymiş olarak görürsen, bilesin ki o kimse, kul olduğu için giyinmiştir, sakın onu Efendi sanma, çünkü güneş bile göklere, doğuya ve batıya muhtaçtır. Güneş tutulduğu zaman ise, eski parlaklığına muhtaçtır ki, siyahlığı gidip aydınlığı artsın. Güneşin her nefeste ve her demde yüzbinlerce şeye daha ihtiyacı vardır ki, buradan (bu dünyadan) o ihtiyaçlar görünmez. Nitekim ahmak kimseler pâdişâhı görürler de, hiç bir şeye ihtiyacı yok, başkaları gibi muhtaç değil, sanırlar. Akıllı kimseler ise, pâdişâhın herkesten daha çok muhtaç olduğunu bilirler. Bu, şuna benzer. Bir kimsenin eli, ayağı ve beli kırılmıştır, tedavi maksadıyla birçok renkte, çeşitli tahtalarla kırılan organları sarmışlar ve bağlamışlardır. Küçük çocuk o renkli tahtaları görünce: “Ah ne olurdu benim de elime ve ayağıma bu renkli tahtaları sarıp bağlasalardı” der.50

Bazı Mutasavvıflar ise, zenginliği tarif ederken: “Zengin, kendi varlığı ile var olan zengindir. Var olabilmek için ne yeryüzüne muhtaçtır ne de denizlere. Ne nefse muhtaçtır ne gıdaya, ne de bir var edene muhtaç değildir”.

Yüce Alah: “Eğer Allah’a itaatten yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir, sonra onlar sizin gibi de olmazlar” buyurmaklardır, (âyet 38)

Nitekim: “Eğer âdil olursan, iyi bir nâm kazanırsın, eğer âdil olmazsan; bu nâmı, âdil olan kimse kazanır” denilmiştir.

Bazı Mutasavvıflar ise şöyle demişlerdir: “Birçok kimseler, ubûdiyyet minderine gelip otururlar, fakat sebat edemezler ve sabır gösteremezler; hevâ ve heveslerine uyarlar da başıboşluk durağına kaçarlar. O minder üzerinde ancak Allah’ın yardımlarına lâyık olanlar ve mükâfatı kazananlar oturabilirler. Zira onların işe başlamaları bir türlü, sebatları ise bir türlüdür. “51

 


1— Sehl b. Abdullah Tüsterî. Erenlerin büyüklerinden bir zât olup; dayısı Muhammed b. Sevvâr ve Zünnû-ı Mısr! gibi meşhur mutasavvıflarla sohbetlerde bulunmuştur. Basra ve Abadan’da yaşamış olan Tüsterî, 283 Hicrî tarihinde vefat etmiştir. (Tezkiretü’l-Evliya s.232; Tabakâtü’s-Sûfiyye s.206)

2— Sehl b. Abdullah Tüsteri’nin bu sözleri; Sülemi’nin Hakâyıku’t-Tefsîr isimli eserinden iktibas edilmiştir.

3— Şeyh Ebu Muhammed Cafer el-Hazzâ, Tasavvuf Erlerinin büyüklerinden olup, Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Hafifin müridlerindendir. Cüneyd-i Bağdadî ve bu tabakadaki mutasavvıflarla sohbetlerde bulunmuş olup nihayet 341 Hicrî yılında Şîraz’da vefat etmiştir. (Tezkiretü’l-Evliya s.330; Nefehâtü’l-Üns s.298; Şeddü’l-izâr s.225)

4– Şeyh Ebu Muhammed Cafer el-Hazzâ’nın bu sözleri, Sülemî’nin Hakâyıku’t-Tefsir isimli eserinden iktibas edilmiştir.

5— Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin bu yorumu, Sülemî’nin Hakâyıku’t-Tefsir isimli eserinden aynen iktibas edilmiştir.

6— şeyn Ebu Bekir Muhammed b. Hâmid Tirmizî; Dördüncü Hicrî Asırda yaşamış Horasan Şeyhlerinin ileri gelen-lerindendir. Büyük bir ahlaka sahipti. Ahmed b. Hadraveyh gibi şeyhlerden istifâde etmiştir.(Tabakâtü’s-Sûfiyye s.280)

7— Şeyh Ebû Bekir Muhammed b. Hâmid Tirmizİ’nin bu yorumu; Sülemi’nin Hakâyıku’t-Tefsir isimli eserinden iktibas edilmiştir.

8— Hakîm Tirmizî, Horasan Şeyhlerinin ileri gelenlerinden olup, Tasavvuf ve Hadis konusunda bir çok eser telif etmiştir. Zühd ve Takva sahibi bir zât idi. Eserleriyle Muhyiddin-i Arabîye öncülük etmiştir. Nihayet 320 Hicrî yıllan civarında vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sûfiyye s.217; Tabakâtü’ş-Şâfiiyye 2/862)

9— Hakîm tirmizî’nin bu yorumu; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli tefsirinden iktibas edilmiştir.

10— Sehl b. AbdullahTüsterfnin bu yorumu; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsiri ile “Tefsîr-i Sehl b. Abdullah” tan aynen iktibas edilmiştir. (Tefsir-i Sehl b.Abdullah, Mısır baskısı,s. 125)

11— Bu yorum; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsiri ile Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin Tefsirinden iktibas edilmiştir.

12— Ebû Osman Saîd b. Sellâm, aslen Kayravanlı olup Mekkeli Meşâyıhlann ileri gelenlerindendir. Tabakâtü’s-Sûfiyye isimli eserin müellifi Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin muâsırlarındandır. Sülemî ondan rivayette bulunmuştur. Nihayet 373 Hicrî yılında Nişabur’da vefat etmiştir.

13— Ebû Osman Saîd b.Sellâm’ın bu yorumu; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

14— Bu sözler, Ebû Bekir Vâsıtî’nin sözleri olup Sülemî’nin “Hakayık” isimli tefsirinden iktibas edilmiştir. Ebû Bekir Vâsıtî aslen Ferganalı olup, Cüneyd-i Bağdadî ve Ebü’l-Hüseyn en-Nûrî’nin muasırıdır, 320 Hicrî yılında Merv’de vefat etmiştir.

15— Ebü’l-Abbâs Kasım es-Seyrânî aslen Horasan’ın Merv şehrindendir. Ebû Bekir VâsıtAı’nin müridlerindendir. Tarikat ilimlerini ondan öğrenmiştir. Ayrıca Fıkıh ve Hadis konularında eserleri de vardır, 342 Hicrî yılında vefat etmiştir.

16— Bu Hadis-i Şerifin değişik rivayetleri için bak. Müsned-i Ahmed 2/300, 408, 3/115; Tefsîr-i Ebü’l-Fütûh 1/41.

17— Ebü’l-Abbâs Kasım es-Seyyârî’nin bu sözleri; Sülemf’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

18— Hâris-i Muhasibi, aslen Basralı olup Bağdatta yaşamıştır. Tasavvuf erbabının büyük/erindendir, birçok eserleri vardır, 243 Hicri yılında vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sûfiyye s.56)

19— Hâris-i Muhâsibî’nin bu sözleri; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

20— Câferü’l-Huldî: Sûfîlerin büyüklerindendir. Cüneyd-i Bağdadî ve Ebü’l-Hüseyn en-Nûrî gibi mutasavvıfların muasırıdır, 348 Hicri tarihinde vefat etmiştir.

21— Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinde Caferü’l-Huldi’den pek çok nakiller vardır.

22— Cüneyd-i Bağdadî, Sûfî Taifesinin Efendisi, diye şöhret bulmuştur. Aslen Nihâvendli fakat Bağdatta doğmuş ve burada yaşanıştır. Seriyyü Sakatı, Hâris-i Muhasibi gibi meşhurlarla sohbetlerde bulunmuştur. Bütün Tarikatlarca sevilen ve saygı duyulan bir sûfî idi. Tasavvuf! bilgiler yanında Fıkıh bilgisi de vard,, 297 Hicrî tarihinde vefat etmiştir.

23— Cüneydi Bağdâdî’nin bu sözleri; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

24— Şeyh Ebû Bekir Vâsıtî’nin bu yorumu: Sülemî’nin “Hakâyık” ından iktibas edilmiştir.

25— Hallâc-ı Mansur için 47 nolu dipnota bakınız!

26— Hallâc-ı Mansur’un bu sözleri; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir. Sondaki beyit ise, Mevlevîlerce darb-ı mesel gibi kullanılan bir mısrâdır, Hakîm Senâî’nin Dîvan’ından iktibas edilmiştir. Tahran 1320 baskısı, sayfa 168.

27— Şeyh Ebü’l-Abbas Kasım b. Kasım es-Seyyârî, meşâyıhın büyüklerindendir. Aslen Mervli olup Şeyh Ebû Bekir el-Vâsıtî’nin müridlerindendir. 342 Hicrî yılında vefat etmiştir. (Tezkiretü’l-Evliya s.366; Tabakâtü’s-Sûfiyye s.440)

28— Ebü’l-Abbâs Kasım Seyyârî’nin bu yorumu; Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

29— Sehl b. Abdullah Tüsteri için 149 nolu dipnota bakınız!

30— “İlim Nurdur, aydınlıktır diye başlayan bu bölümün bazı kısımları, Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

31— Ebû Osman Saîd b. İsmail, Nişaburlu olup sûfîlerin büyüklerindendir. Ebû Hafs el-Haddâd’ın mürididir, Sülemi’nin Tefsirinde bir hayli görüşleri zikredilmiştir. Nişabur’da Tasavvuf, Ebû Hafs’ın gayretleriyle yayılmış, nihayet 295 Hicrî yılında Nişabur’da vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sûfiyye s.170-175; Tezkiretü’l-Evliya s.239).

32— Bu beyjt Mevlânâ’nın Mesnevisi’nin cilt 6, sayfa 478 de Rubâî olarak geçmektedir.

33— Ebû Saîd Harrâz Bağdatlı olup Safîlerin büyükle-rindendir. Baka ve Fena Terimleri hakkında ilk söz söyleyen odur. Zinnûn-ı Mısrî, Seriyyü Sakatî ve Bişr-i Hâfî’in arkadaşı ve dostlarındandır. 279 Hicrî yılında vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sûfiyye s.228-232)

34— Ebû Saîd Harrâz’ın bu sözleri; Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

35— Bu sözler, Sülemî’nin “Hakâyık” isimli Tefsirinde açıklandığına göre; Sûfî Ibni Atâ’ya aittir.

36— Bu sözler,Ebü’l-Abbâs Kasım b.Kâsım es-Seyyârf-nindir. Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

37— Bu sözler ise, Ebû Bekir Muhammed b. Hâmid Tirmizî’ye aittir. Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibas edilmiştir.

38— Bu sözler de, Sofilerin büyüklerinden Ebû Abdullah Amr b. Osman el-Mekki’ye aittir, bak. Sülemî Hakâyık

39— Mevlânâ Ceiâleddin Rumî’ye göre bu söz, hadis-i şeriftir, bak. Fîhi Mâ Fîh s. 193; Bazılarına göre ise, Zâhidlerin ulularından olup 108 Hicrî yılında vefat etmiş olan Bekir b. Abdullah el-Müzenî’ye aittir. Ayrıca Gazzâlî Ihya’da; Hakim Tirmizî Nevâdiru’l-Usul’da; Ebû Yâlâ ve Ahmed b. Menî Müs-nedlerinde zikretmişlerdir.

40— Ebü’l-Kâsım Fâris b. isâ ed-Dineveri, Hallâc-ı Mansur’un Halîfelerinden olup 345 Hicrî yılı civarında vefat etmiştir. (Tabakâtü’s-Sufiyye s.317; Keşfü’l-Mahcûb 337; Târih-i Bağdat 12/390)

41— Bu son üç paragrafın kaynağı yine Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsiridir.

42— Ebü’l-Hüseyn veya Ebûl-Hasan Ali b. Ahmed Verrâk, Meşhur vaizlerden olup 361 Hicrî yılında vefat etmiştir (Tarih-i Bağdat 11/324)

43— Bu sözler, Sülemî’nin Hakâyık isimli Tefsirinden iktibas edilmiştir.

44— Bu söz yine Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibas edilmiştir.

44-1— Bu mısra, Fahreddin Gürkânî’nin “Veys-ü Ramin” isimli eserinden iktibas edilmiştir. Bak. 1314 baskı.sayfa 358.

45— Sehl b.Abdullah Tüsteri için 149 nolu dipnota bak. I

46— Bu sözler,Sehl b.Abdlulah Tüsterî’nin Tefsiri (sayfa 136) ile Sülemf’nin “Hakâyık” isimli eserinden iktibas edilmiştir.

47— Ebü’l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed b. İsmail, meşhur sofilerden olup, Ibni Sem’un künyesiyle bilinmektedir, 387 Hicrî yılında vefat etmiştir. Ibni Sem’unun bu sözleri de yine Sülemî’nin Hakâyık isimli eserinden iktibas edilmiştir. (Şeddü’l-lzâr s.23)

48— Bir ata sözüdür, buna “Darb-ı Mesel” de denir.

49— Bu beyit, Hakîm Senâî’nin Divanından iktibas edilmiştir, bak. Tahran 1320 baskısı, sayfa 378.

50— Bu SöZler, Cüneyd-i Bağdâdî’nin sözlerinden iktibas edilmiş olup, Sülemfnin “Hakâyık” isimli Tefsirinden nakledilmiştir.

51— Bu sözler de yine Sülemî’nin Hakâyık’ından iktibas edilmiştir.

 


 

ETİKETLER: