Merâtib-i Sülûk (Sülûkun mertebeleri) ve Yüz Mertebe

A+
A-

İsmail Ankaravî Dede

Minhacü’l Fukara adlı eserden

Merâtib-i sülûk (Sülûkun mertebeleri) ve Yüz Mertebe

Bu kısım on bâb üzere meydana getirilmiştir.
Ve her bâb onar dereceye şâmildir.

 Tamamını Bilgisayarınıza indirmek isterseniz>>

Merâtib-i sülûk (Sülûkun mertebeleri)

BİRİNCİ BÂB

1. DERECE: YAKAZA (Uyanık Olma Hali)

Hak Teâlâ bir hadis-i kudsî’sinde Davud (as)’a hitaben şöyle buyurdu:

“Ey Davud! Uyanık ol… Din kardeşine karşı yumuşak davran. Sana, benim isteğim doğrultusunda itaat etmeyene ve seninle muvafık olmayana dost ol ma. Çünkü o senin düşmanındır.”

Buradaki yakazadan (uyanıklıktan) murad, gaflet uykusundan kurtulmaktır. Ve cehaletten berî olmaktır.

Salike evvela lâzım olan şey; gaflet uykusundan uyanması ve Hak için, onun rızası doğrultusunda kıyama kalkmasıdır. Nitekim Allah-u Teâlâ Habibine hitaben şöyle buyurmuştur:

“Ey Muhammed! Sen onlara şöyle de: ‘Size birtek öğüdüm var. İkişer ikişer ve teker teker Allah’a yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşınızda delilikten hiç bir eser yoktur. O, şiddetli bir azabın gelip çatmasından önce sizi uyaran bir peygamberden başka birşey değildir.” (Sebe, 46)

Şurası hiç şüphesiz ki, insan, fıtratı icabı gaflet uykusuna ve bunun muktezası olarak da cehalete daha fazla meyyaldir.

Canımız Hak ile uyanık olmazsa

uyanıklık bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.

Resulullah efendimiz(sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardı: “insanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar.” Yani, insanlar ekseriya gaflet uykusudadırlar. Ve dinin emirlerini her dem uyanık olarak huzur-u kalb ile yeri ne getiremezler. Bir kimsenin kalbi ve ruhu uyanık ve bilgili olursa, o zahiren (görünürde) uyuşa bile, o ehl-i tahkikin nazarında uyanıktır. Ve ona uyuyor denilmez. Zira onun uyuması, Hz. Peygamberin uyuması gibidir. Nitekim Hz. Peygamber(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benim gözlerim uyusa bile kalbim ve ru hum Rabbimden haberdar ve uyanıktır.” Ruhun ve kalbin bîdar (uyanık) olması ve bu uyanıklığın istikrarlı olarak devam etmesi için bir üstad’a ihtiyaç vardır. Onun va’z ve nasihatleri talip olan salikin ruhî melekelerini geliştirir. Bu geliş melerle beraber kalbî inkişaflar zuhur eder. Bu zuhurlar saliki daima uyanık tutar. Bu sayede, salik, hangi derecede ve makamda olduğunu anlamakta güçlük çekmez. Hangi mertebede olduğunu müşahede etmesi onun aynı zamanda neye ihtiyacı olduğunu ve eksiğini nasıl kapatması gerektiğini ihsas eder. Uyanıklı ğın en makbulü, sâlikin nefsine ait fesâid ve mâsiyetleri görmesi ve onları izâle etmeye çalışması hususundaki uyanıklığıdır. Ve akabinde tevbe ve istiğfara koşabilme isteğidir.

2. DERECE: Tevbe

“Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler.” (Tahrim; 8) Tevbe demek meşâyihe göre Allah’ın hükmüne muhalefet etmekten rücu’ etmektir. Buradaki rücu’dan kasıt kalbin Allah’a asi olmaktan vazgeçip ona boyun eğmesi demektir. İşte buna göre bir kimse; kalben fısk-ı fücurdan vazgeçmeyip lisan ile tevbe ederse, onun tevbesi kezzapların (yalancıların) tevbesidr. Ve asla kabul edilmez. Ali (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yalancıların yaptıkları tevbe, dillerinin ucuyla yaptıkları tevbedir.” Arapça “Tevbete’n Nasûha” ifadesi terkip olarak “samimi tevbe” manasına gelir ve âyet-i kerimede de aynen bu şekliyle geçer. Nasuh (samimi) kelimesi, mânâyı kuvvetlendirmek üzere, mübalağa sigasında kullanılmıştır. Yani “halis, samimi ve içtenliğinde asla süphe olmayan” demektir. Nitekim, halk arasında kullanılan bir terkipte “ase-lü’n-nasîh” denir. Bunun mânâsı; “süzme bal” demektir. Buradaki nasîh kelimesi “süzme, saf, şeffaf ve içinde herhangi bir iştah kaçırıcı kırıntı veya pis birikintinin bulunmadığı bal” mânâsına gelir. İşte teşbihi tevbeyle birleştirecek olursak, samimi olarak yapılan tövbe, saf bal gibi süzme, şeffaf ve kirsiz demektir. Bal nasıl ki içindeki bal mumundan arındırılıp saf hale getiriliyorsa, tevbe de içinden riya ve çirkefliklerin temizlenmesiyle nasuh (samimi) hale getirilir. Yanı, halis, sadık ve tertemiz olması nasuh tevbenin en önemli hususiyetleridir.

Muaz ibn i Cebel, Resulullah(sav) efendimize şöyle sordular; “Tevbe-i nasuh nedir ya Resulullah?” Resulullah efendimiz cevaben; “Tevbe; Allah’a tevbe edenin, tevbe ettikten sonra, sütün memeden çıktıktan sonra, bir daha ona dönemeyeceği gibi, günahlara dönmemesidir.”

Nitekim Hz. Mevlânâ beşinci ciltte bu hadis-i şerifi tefsir ederek şöyle buyuruyor:

“Tevbe üç kısımdır. Birincisi, tevbe-i avam. İkincisi tevbe-i havas. Üçüncüsü tevbe-i ehass-ı havas’dır. Zünnûn hazretleri şöyle buyurdular: ‘Avamın tevbesi, zulmetten kurtulmak içindir. Havasın tevbesi, gafletten kurtulmak içindir. Ehass-ı Havas’ın tevbesi ise, herşeyi Allah’tan bilip, her türlü yaptığı şeyden kendini yok saymak ve Allah’ı müşahede etmek içindir.’ Zira, ehass-ı havas olan kimseler, hayratı, hasenatı, ibadetleri ve taâtleri kendilerinden bilmezler. Ve ortada kendilerini görmezler. Çünkü onların şuhudundan nazar itibariyle, vücudlarını görmek ve birşeyi kendilerinden bilmek büyük günahtır. Resulullah(sav) bu mevzua münasip olarak şöyle buyurmuştur: “Senin vücudun (varlığını senden bilmen) hiç bir günahla kıyas edilemeyecek derecede büyük günahtır.” işte bu ehass-ı havas (havasın da havas’ı) olan kimseler yapmış oldukları tevbeyi de Allah’tan bilirler. “

Nuri hazretleri şöyle demiştir:

“Ariflerin tevbesi, bütün masivadan Allah’a sığınmaktır.” Belki de asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir. Revim’in dediği gibi; “Asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir.”

Ve Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyuruyor:

Yok olanın yolu başka yoldur.

Çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.

Haberlerin haber vericisine bîhaber.

Tövben günahından beter.

Ey geçen hallerden tevbe etmek isteyen!

Bu tevbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin? Söyle.

Kâh zir nağmesini kıble edinirsin,

kâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.

Ekmel-i Kamilin olanların tevbesi budur: Mazi (geçmiş zaman) bunların katında zikrolunmaz. Ve gelecek zamana nazar kılınmaz. Bulundukları zamanda ise bir an olsun tevbeden geri kalmazlar. Bunlar ibn-i vakttirler. Yani vakte uyarlar. Geçmiş zamanın tevbesi ile meşgul olmak zamanı zayi etmektir derler.

Onlara göre aslında vaktin hükmü, bütün masivadan tevbe edip, taib ola nın vücudundan da tevbe etmesidir. Hal böyle olunca, fani olanların duası ve tevbe ederek Allah’a yönelmeleri, ebrar (seçkin) olanların tevbesi gibi değildir. Zira kendini akıllı olarak gören ve tevbeyi kendinden bilenlerin bu zanları bile başlıbaşına bir günahtır. Akıllılığın gereklerinden ve daha doğru bir ifadeyle söylenecek olursa vehimlerinden biri de kişinin yapmış olduğu hayır ve hase natı kendine maletmesi ve sırf kendinden bilmesidir. Bunların yoluna vücut sahibi olanlar gidemez.

Şeyh hazretleri Fütuhat’ının yetmişbeşinci babında yer alan “Tövbenin Terki” kısmında şöyle buyuruyor:

Ben ne zaman Hakk’a muhalif oldum ki tevbe edeceğim

Onun içindir ki tevbeyi terkeyledim

Zira terk-i tevbe Hakk’ı müşahedeye delildir

Sen tevbe edenlere de ki; siz mahcup oldunuz

Vürûdla olan hakayıkın idrakinden.

Ey Talip olan kimse, şunu iyi bil ki; salik olan kimse “Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir” hükmünce ve “Allah herşeyi kudretiyle ihata eder” takdir-i ilahisince, her an Allah’la beraber olduğunu hissetmeli ve bilmelidir.

“Biz ona sizden daha yakınızdır. Fakat siz görmezsiniz” (Vakıa; 85.) âyet-i kerimesindeki sırrı anlamalı ve idrak etmelidir. Bunu idrak eden tevbe eylemez. Ancak ve ancak bu yakınlığı idrak edemeyenler tevbe eylerler. Bir isteği veya ihtiyacı için söz tasarrufunda bulunmaz. Zira sarf eden de, edilen de mevcut olan Haktadırlar.

İşte salik olan bu sıfatlarla muttasıf olarak Allah’a rücu ederse hakikati müşahede eder. Yoksa tevbe nevinden gayretkeşliğini bir cemaate isbat etmek için gayret sarfederse onun tevbesi riyadan başka birşey değildir. Ve vücud-u isbat içindir. Hakikatte en güzel tevbe müşahedeye erer ermez tevbeyi terketmektir. Bu mertebe ehl-i şuhud mertebesidir. Ehl-i vücûd’un mertebesi değildir. Beşeriyet menzilesinde ve tabiat makamında kalanlara ruhsat olsun diye bu mevzuu izah etmiş değiliz. Zira bu gibi hasletler (tövbeyi terkederek tevbe etmek) kemâl ehline aittir. Bu, hüccet ittihaz edilerek nefsanî istekler muvace hesinde kullanılmamalıdır. Zira bakiyye-i nefs bir insanda mevcut iken bu delilleri alarak kendisine teşmil eylemesi büyük vebaldir. Ama bir kimse ki şimdiye kadar izah ettiğimiz mertebelere ve müşahedelere ermişse o zaman bu delillerin hepsi o kimseye helaldir. Yeter ki hakkıyla tevbe etsin ve yaptığı tevbesine riâyet etmenin ne olduğunu bilsin…

3.DERECE: İnabet

“Size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve ona teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız.” (Zümer; 54)

İnabet, lügatte rücû demektir. Daha açık ifadeyle, Allah’a yönelip tevbe etmektir. Ancak tevbe ile inabet arasında fark vardır. Tövbe, Allah’a isyan ve muhalefet ettikten sonra Allah’a yönelmek ve af dilemektir. İnabet ise, bir kulun Allah’a isyan etmese bile normal haliyle de O’na tevbe ederek yönelmesidir. Nitekim Osman Mağribî hazretleri dahi bu mevzua muvafık olarak şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin masiyetten ötürü Allah’a yönelmesi tevbedir. Ve ona taib denir, münib denmez. Münib ise; bütünüyle Rabb’ına yönelen demektir.” Ama Ebu Ali Dekkâk hazretleri tevbeyi üç mertebeye ayırmıştır. Ve bu mertebelerde inabeti, tevbenin orta dereceli olanı diye tarif etmiştir. Ve Şeyhu’l-İslâm hazretleri Menazil-i Sairin’de buyuruyor ki, “İnabet üç şeyden müteşekkildir. Hakk’a rücû eylemek ve bundan taat ve ıslah olmayı gaye edinmektir. Çünkü tevbe, günah ve masiyetten Allah’a sığınmaktır. Ahdine vefa eylemektir. Tövbesinde vermiş olduğu söze sadık kalmaktır.” “Topluca Allah’a tevbe ediniz ey mü’minler!” emrine icabet etmekle, amelini ve taatini ıslah etmiş sayılmaz. Ve bu haliyle de Hakka rücû etmiş sayılmaz.

Tövbe etmenin şartı üçtür. Evvela günahlardan pişman olmak ve onlardan dolayı tevbe etmek gerekir. Farz ve vacip ibadetlerinden kılmayıp da fevt ettiği ibadetleri varsa onları eda etmek lazımdır. Hakka rücû etmek ve ahdine vefa göstermek ise üç şeyle mümkündür. Birincisi, günahlardan alınan lezzeti terketmek lazımdır, ikincisi, günahkârlara karşı tavır almak ve günahlarından dolayı onları ihtar edercesine tahkirle bakmak gerekir. Üçüncüsü, günahkârlara Hakk’tan mağfiret dilemek ve kendisinin onlardan daha günahkar olduğunu kabul etme tevazuunu elden bırakmamaktır.

Buna benzer olarak hâlen tevbe etmek de üç esasa dayanır: Birincisi, “Allah sizi yarattı, ancak siz bunu bilmezsiniz” âyetine binaen tek fiil sahibinin Allah olduğunu kabul etmekle hâl tevbesi gerçekleşir, ikincisi, tevbe edenin Allah karşısında fakrını ve acziyetini ifade eden bir hal içerisine girmesidir. Üçüncüsü, ise “Ölmeden evvel ölünüz” sırrına matuf olarak inabın sırrını anlamasıdır.

4. DERECE: Muhasebe

Resulullah efendimiz (a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz. Kıyamet günü amelleriniz tartılmadan, amellerinizi tartınız. Ve ölmeden önce ölünüz.” Amellerinizi, aklınızın ve şeriate ait ölçülerin yardımıyla tartınız. Zira bir âyet-i kerimede; “O gün, sevap tartısı ağır gelen, razı olacağı bir hayat içindedir. Sevap tartısı hafif gelenin ise, kucağına sığınacağı anası, bir uçurumdur.” (Karia, 6, 7, 8, 9) buyurulmaktadır. Ahirete memnun ve mesrur gitmenin yolu, bu dünyada insanın kendisini hesaba çekmesidir.

Şeyh hazretleri Fütuhat’ın otuzüçüncü babında şöyle buyuruyor:

“Bizim şeyhlerimiz, Hz. Peygamberin; ‘hesaba çekilmeden evvel, nefislerinizi hesaba çekiniz’ emrine imtisâlen, konuştukları ve işledikleri bütün amellerden kendilerini hesaba çekerlerdi. Hatta söyledikledi sözleri ve yaptıkları işleri bir deftere kaydederlerdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra evlerine çekilip kendilerini muhasebe ederlerdi. Ve defterlerini hazır hale getirirler di. Deftere yazmış oldukları amellerini okuyarak muhasebe ederler, şayet yaptıkları işlerde mâsiyet mevcut ise tevbe istiğfar ederler, yok şayet şükrü gerektirecek bir husus var ise şükrederlerdi. O gün bu muhasebeyi yapmadan uyumazlardı.”

Ve Şeyh hazretleri devamen şöyle dedi:

“Ben bütün bu sıfatları kendisinde taşıyan iki kimseyle karşılaştım. Biri Abdullah bin Mücahid, diğeri ise Abdullah bin Kasım idi. Bunlar bu makama sahip idiler. Ve bunlar tevbe edenlerin kutbuydu âdeta.”

Ey Hak talibi olan kimse, işte hakikî muhasebe edenler, bu itinayı ve ihtimamı göstermişlerdir. En büyük sermayesi olan ömrünü boş işlerle dolduran ne büyük zarardadır bir düşün… Onun sonu hüsrandır. Hakk’ın huzurunda rezil olmaktır.

Nitekim, Hasan bin Ali’den, Hz. Aişe (anha)’dan ve Hasan-ı Basrî’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah efendimiz(a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Kim, iki günü birbirine eşitse zarardadır. Kimin günü dününe göre, kötülükle geçiyorsa o mahrum olanlardandır. Kimin günü de ziyadesiz geçerse o apaçık bir noksanlık içerisindedir. Bu haliyle ölüm ona daha hayırlıdır.”

Ahmed dedi ki:

İki günü bir olan kimse aldanmıştır ve şüpheye kapılmıştır.

Yakînsiz kimse aptallık içinde yaşar.

Boş torba gibi içi havayla dolu olur.

Bu kapıyı reddeden Cehennem’e doğru gider;

yangın ve izdi rap içinde kalır.

İbnü’l-Ata hazretleri şöyle dedi:

“Allah’ın dahil olmadığı hiç bir vakit ve saniye yoktur. Öyleyse her vakit yeniden Allah’ı müşahede et.”

Allah’ı müşahede etmenin yolu zahirî ve bâtınî ibadetleri yerine getirmekle olur. Zahirî ibadetler; namaz, oruç vs. Bâtınî ibadetler ise münacaat, tevcîhât ve tecelliyât ve varidattır. Her vakit için bir ibadet vaz’edilmiştir. Ve ibadetlerin vaktinde eda edilmesi, hassasiyetle yapılması gereken bir husustur. Şayet bir ibadeti zamanında yapamamışsan, onu diğer bir vakitte kaza etmen lazımdır. Nakledildiğine göre birgün Cüneyd hazretleri hüzünlü bir vaziyetteydi. Müridlerden biri onun mahzun olmasının sebebini merak ederek niçin hüzünlü olduğunu sordu. Cüneyd hazretleri cevaben şöyle buyurdu: “Evrad vaktim geçti onun için hüzünlüyüm.” Arkadaşı ona şöyle dedi: “O halde kaza et.” Cüneyd hazretleri, “Nasıl kaza edebilirim. Her vaktin tasarrufu ve faidesi o vakte aittir.” Cüneyd hazretlerinin bu sözü ibadeti ve virdi zamanında eda etmenin hassaslığını ve geçmiş zamandan daha ehemmiyetli olduğunu ifade eder. Zamanında eda edilmeyen vird kamil olanlarda ciddi bir eksiklik husule getirir. Çünkü virdi olmayanın evradı olmaz, ibn-i Ata hazretleri şöyle buyuruyor:

“Virdi hakir görüp onu bırakmak, dalavere ve sahtekârlıktan başka birşey değildir. Veya virdi birtakım hilelerde kullanmak istidractır. İstidrac ise hile yoluyla insanlara bir kısım hayali göz boyama hadiseleri sergilemektir. Zahirdeki bu muvaffakiyet gibi gözüken göz boyamacılık ekseriyeti virdden yüz çevirtir. Ve ibadetlerde tembelliğe yol açar. İstidrac sayesinde kemale erdiğini zannedenler ibadet ve taati de bırakırlar.”

Mevlânâ hazretleri Mesnevî’sinde şöyle buyurmuştur:

Kendisini her konakta

sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.

Adamın, bir gün evine varabilmesi için

birçok konakları terketmesi lazımdır.

Kim kendi noksanını görüp anlarsa,

yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.

Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi

Allah’ın yolunda uçamaz.

Ey mağrur ve sapık!

Canında kendini kâmil sanmaktan daha

beter bir illet olamaz.

Senden bu kendini beğenme illeti

defoluncaya kadar gönlünden de

Çok kan akar, gözünden de!

Bu istidrâcın aslı, hayal ve nefsanî ahvale itimad ve hevâ ve hevese uymakla olur. Sana gereken ise hevâ ve heveslerinin esiri olup o güzelim ömrünü heder etmemendir. Zira ömürde kaçırılan fırsatlar ve kıymetli vakitler tekrar geri dönmez. Güzel vakitlerin kıymetini ise hiçbir şey ödeyemez. Cüneyd hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmuştur:

“Kaybolan vaktin değerini hiçbir şey karşılayamaz. Ve vakitten daha aziz birşey yoktur.”

Bu mevzua münasip olarak Mesnevî’de şöyle geçmektedir:

“Birgün Mevlânâ hazretleri mecliste sakin bir vaziyette oturuyorlardı. İnsanlardan birisi meclisteki sükûtu bozmak için lafa girdi; ‘Sultanım, bugün şehre şevketli bir paşa hazretleri geldi. Ve filan Beye, Sultan Alaaddin büyük bir beylik yetkisi verip gitti.’ Bunun üzerine Hz. Mevlânâ şöyle buyurdular:

Öküz gelmiş, eşek gitmiş.

Bize ne bu hikâyeden?

Aman ha, ömür çok azizdir.

Bu arbededen kurtul da gel.

Şeyh hazretleri Fütuhat’ın 92. babında şöyle buyuruyor: Bizim yaranımız dan bazıları seyahatleri esnasında bazı abdallarla karşılaşıyorlarmış. Karşılaştıkları bu şahıslar bulundukları yerin fısk-ı fücura ait ahvalini bir bir anlatıyorlarmış ihvanımıza. Bununla da kalmayıp başlarında bulunan hükümdarın yönetimdeki kusurlarını anlatmışlar. Bunun üzerine ihvanımızdan velî olan birisi kızarak şöyle demiş: “Efendiyle tebâsı arasına girilmez. Sen kim oluyorsun ki, haddine olmayan meselede ahkam kesiyorsun. Eğer bir meşguliyet istiyorsan o da Allah’a taât ve ibadettir. Nazarını Allah’tan başkasına çevirme.” Ne güzel demiş. Çünkü umumun işlerine ait lakırdılarla ömrü telef etmek en büyük ziyandır. Ve en güzel sermayeyi mahvetmektir.

Hz. Ali (ra) şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’minin ömrünün kıymet karşılığı yoktur,

Zira fevt olan şeyleri o güzel ömründe idrak eder.”

Eğer sâlik, ömrünü boş yere geçirirse, dünyası da ahireti de hüsrana uğrar.

Yolcu! Kendine gel, kendine…

Vakit geçti; ömür güneşi kuyuya doğruldu.

Bu iki günceğizinde olsun,

kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarfet.

Elinde kalan şu kadarcık tohumu ek de

şu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.

Bu aydın çerağ sönmeden kendine gel de

hemen fitilini düzelt, yağını tazele.

Yarın yaparım deme.

Nice yarınlar geçti.

Ekin zamanı tamamiyle geçmesin.

Uyanık ol.

5. DERECE: Tefekkür
6. DERECE: i’tisâm
7. DERECE: Halktan ve sair şeylerden Hakk’a firar etmek
8. DERECE: Halvet
9. DERECE: Uzlet
10.DERECE: Riyazet

İKİNCİ BÂB

1 . DERECE: Hüzün
2. DERECE: Korku
3. DERECE: Recâ (ümit)
4. DERECE: Huşu
5. DERECE Zühd
6. DERECE: Takva
7. DERECE: Verâ
8. DERECE: Tebettül
9. DERECE: İbadet ve ubûdet
10. DERECE: Hürriyet

ÜÇÜNCÜ BÂB

1. DERECE: Murakebe
2. DERECE: Hürmet ve riayet
3. DERECE: İhlâs
4. DERECE: Tehzib
5. DERECE: İstikamet
6. DERECE: Tevekkül
7. DERECE: Tevfiz
8. DERECE Sık’a
9. DERECE: Teslimiyet
10. DERECE: Tasavvuf nedir?

DÖRDÜNCÜ BÂB

1. DERECE: Hulk (Huy, Ahlâk, Seciye)
2. DERECE: Tevazu
3. DERECE: Îsâr
4. DERECE: Fütüvvet (Eli açıklık, mertlik, temizlik)
5. DERECE: Sıdk (Sadâkat)
6. DERECE: Hâyâ
7. DERECE: Şükür
8. DERECE: Sabır
9. DERECE: Rıza
10. DERECE: İnbisât

BEŞİNCİ BAB

1. DERECE Kast (Niyet)
2. DERECE: Azim
3. DERECE: İrade ve mürid
4. DERECE: Murad mertebesinde olanların sânı
5. DERECE: Edeb
6. DERECE: Yakîn
7. DERECE: Üns
8. DERECE: Kalbî zikir ve zikr-i hakikî
9. DERECE: Fakr
10. DERECE: Gına

ALTINCI BÂB

1. DERECE: İhsan
2. DERECE: İlim
3. DERECE: Hikmet
4. DERECE: Basiret
5-6. DERECE: Feraset
7. DERECE: Sekîne-i kalp (Kalp sükûneti)
8. DERECE: Nefs-i mutmainne
9. DERECE: Himmet
10. DERECE: Kurbeti hak

YEDİNCİ BAB

1. DERECE: Muhabbet
2. DERECE Aşk
3. DERECE: Şevk
4. DERECE: Vecd ve tevâcîd-i nûr
5. DERECE: Berk ve zevk
6. DERECE: Ataş ve şirb
7. DERECE: Dehşet
8. DERECE: Hayret ve heyemân
9. DERECE: Kalk
10. DERECE: Gayret

SEKİZİNCİ BAB

1. DERECE: Velayet nedir? Velî kimdir?
2. DERECE: Sır nedir ve erbâb-ı sır kimdir?
3. DERECE: Garip ne demektir? Garipler kimlerdir?
4. DERECE: İstiğrak
5. DERECE: Gaybet
6. DERECE: Vakit
7. DERECE: Safa
8. DERECE: Sürür
9. DERECE: Telvin
10. DERECE: Temkin

DOKUZUNCU BAB

1. DERECE: Mükâşefe
2. DERECE: Müşahede
3. DERECE: Tecelli
4. DERECE: Hayat
5. DERECE: Kabz
6. DERECE: Bast (Genişlik)
7. DERECE: Sekr
8. DERECE Sahv
9. DERECE: Fasl
10. DERECE: Vasıl

ONUNCU BAB

1. DERECE: Marifet
2. DERECE Fena
3. DERECE: Beka
4. DERECE: Tahkik
5. DERECE: Telbis
6. DERECE: Cûd
7. DERECE: Tecrid
8. DERECE: Teferrüd
9. DERECE: Cemi ve Cemü’l-Cemi nedir?
10. DERECE: Tevhid