MEVLÂNÂ’NIN SEVGİ ANLAYIŞI

A+
A-

MEVLÂNÂ’NIN SEVGİ ANLAYIŞI*

Bir gönül eğitimcisi olan Mevlânâ’nın eserlerindeki sevgi kavramını bir tebliğ metni içinde ele almanın imkânsızlığı malumdur. Zira o gönüller sultanının binlerce beyit hacmindeki Dîvânı ve Mesnevîsi’nde terennüm ettiği her konunun esası, özü sevgidir. Ancak Mevlânâ ve Yunus Emre gibi bütün sevgi erlerinin yegâne maksatlarının insanlara gerçek sevgiyi öğreterek, onları aşk kanatlarıyla yücelen, güzel ahlâk sahibi, örnek insanlar ve topluma faydalı fertler hâline getirme gayelerinden hareketle nefretin, kinin, düşmanlığın, kavga, terör ve savaşın kol gezdiği günümüz dünyasında Mevlânâ’nın eserlerinde verdiği mesajlara olan ihtiyacımızın arttığını ve Mevlânâ’nın yedi asır sonra bile insanlara sevgiyi aşılayan, ruhlara şifa, her dem tazeliğini koruyan öğütlerini gücümüz yettiğince dile getirmenin gereğine olan inancımızla Mevlânâ’nın sevgi denizinden birkaç yudum tadabilmek arzusundayız.

Mevlânâ, diğer tasavvuf erbabı gibi; her türlü kemâle erişin sevgiyle mümkün olduğuna inanır. Bu yüzden bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk; hayatın aslı, kâinatın yaratılış sebebidir. Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’e; “Sen olmasan, sen olmasan; bu gökleri yaratmazdım.” kudsî hadisindeki hitabı bütün varlık âlemlerinin mayasının sevgi olduğunu belirtirken, bir diğer kudsî hadisteki; “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve halkı (varlık âlemlerini ve insanı) yarattım.” ifadesi de insanın yaratılmasındaki yegâne amacın Allah’ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu açıkça ifade eder. Mevlânâ’nın sevgi anlayışının temelini genel olarak bu iki hadis oluşturur:

“Aşk olmasaydı, varlık olmazdı.” (1)

“Mukaddes aşk, Hazret-i Muhammed (SA)de zahir oldu. Cenab-ı Hak, onun için; ‘Sen olmasaydın…’ buyurmuştur.

Aşkla o, en son ve tekti. Bu yüzden peygamberler anısından seçilmişti.

‘Ben temiz aşkı maksûd edinmeseydim, bil ki gökleri halketmezdim.

Aşkın yüceliğinin sana zahir olması için gökleri yücelttim.’ “(2)

Kâinatın yaratılışı da, devamı da sevginin ürünüdür, dolayısıyla her insan bu sonsuz sevgiden nasibini almalıdır. Ancak bu sevgi azalmayan, tükenmeyen, hiçbir şekilde zedelenmeyen hakiki sevgi olmalıdır. İşte böyle bir sevgiye sahip olabilmek için bütün mutasavvıflar gibi, Mevlânâ da bize, bugün eğitimde tümdengelim adıyla anılan bir sevgi metodunu öğretir: Öncelikle iyilik, güzellik ve mükemmelliğin en üst derecesinin yalnızca kendisine has olduğu Cenab-ı Hakk’ı sevmek, daha sonra da bu sağlıklı ve gerçek sevgiyi Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her varlığa yöneltmek. Yunus Emre’nin; “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” sözleriyle formüle ettiği bu anlayışı, Mevlânâ da; “Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” ifadesiyle izah eder. Buna göre insan âdeta merkezî bir enerji santraline bağlanır gibi, tükenmeyen bir sevgi kaynağına ulaşmalı, o kaynaktan alınan ve dağıtmakla bitmeyen türden bu sevgiyi kâinata yaymalı, bütün insanlarla paylaşmalıdır. Bu da yukarıda belirtildiği gibi, önce Cenab-ı Hakk’ı sevmekle gerçekleşir.

Tasavvufta kesbî olarak nitelendirilen bu hakikî sevgi; mecazî veya beşerî aşk değil, İlâhî aşktır. Mesnevî’deki ilk hikâye bu konuya ayrılmıştır. Hikâyenin konusu kısaca şöyledir: Bir padişah yolda gördüğü cariyeye âşık olur. Onu satın alıp sarayına getirir fakat cariye anîden hastalanır. Bütün hekimler cariyeyi tedavi etmek isterlerse de, mümkün olmaz. Padişah büyük bir üzüntüyle dua edip, göz yaşlarıyla Allah’tan şifa dilerken uyuyakalır. Rüyasında bir pîr görür ve ertesi gün saraya keramet sahibi, iyi bir hekimin geleceği müjdesini alır. Gerçekten de böyle bir hekim gelir, cariyeyi muayene eder, sorduğu sorularla cariyenin Semerkand’da bir kuyumcuya âşık olduğunu, bu sebeple hastalandığını anlar. Padişaha, tedavi için o kuyumcunun getirtilmesi gerektiğini söyler. Kuyumcu çeşitli hediyelerle davet edilir, sarayda ağırlanır, cariye de iyileşmeye başlar. Bir süre sonra hekim kuyumcuya bir şerbet içirir, şerbetin tesiriyle kuyumcu hastalanır, günden güne çirkinleşir; cariye onu bu hâlde görünce bütün sevgisi yok olur, üstelik bir zamanlar bu adamı sevdiği için kendisinden utanır. (3) Mevlânâ’nın bu hikâyesinden çıkarılan sonuç; Allah sevgisini merkez edinmeyen her tür mecazî sevginin geçici ve sahte olduğu, hatta yalnızca beşerî güzelliğe bağlı olan sevginin zamanla nefrete ve utanca dönüşeceğidir:

“O yiğit de kuyuyu yol sandı. Çorak yer ona hoş göründü, oraya ekin ekmeye kalktı.”(4)“Aşk, renge ve kokuya bağlı (zahirî) olursa; o, aşk değildir, kişiye bir utançtır.

Fânîye olan aşk ebedî değildir. Zira insan bu düzenin hükmüne (ebedîliğe) müsait değildir.

Her an gönle feyizler veren (goncadan daha taze olan) gözün, ruhun safası olan İlahî aşk bakîdir.

Daima diri ve bakî olana âşık ol. Sırrını o nura kavuştur.

O’nun aşkını iste. Zira bütün peygamberler, veliler bu aşkı, iksirin ta kendisi bildiler.

‘Bu aşka bende kabiliyet yok.’ deme. Kerem sahibinin ihsan etmediği bir nesne yoktur.” (5)

“Külle aşık olanlar, cüz’e itibar etmez. Cüz’e meyleden, küllün müştakı değildir.” (6)

Beşerî sevginin sonucunda nadiren istisnalar olabilir. Mevlânâ; “Vehme, hevese âşık olan sadıksa, bu mecaz onu hakikate götürür.” (7) ifadesiyle; insanın fânîye duyduğu aşkta kararlı, vefalı, tam bir gönül saflığı, samimiyet ve sadakat içinde olduğu zaman mecazî aşkın onu İlâhî aşka götürebileceğini bildirir. İslâm edebiyatlarında ortak bir konu olan Leylâ ve Mecnun hikâyesinde Mecnun’un Leylâ’nın aşkıyla yola çıkıp, Mevlâ’nın aşkına ulaşması bu türdendir. Ama insanın ne mecazî, ne de İlâhî sevgi adına hiçbir çabası yoksa; Mevlânâ onlara sert bir dille çatar:

“Aşkı; aslan, ayı ve kurt bile idrak ederken ondan perhiz eden kişi köpekten de aşağıdır.” (8)

“Baht sana yâr olur yaver kesilirse

Aşk, seninle işe güce girişir.

Aşksız ömrü hesaba sayma; O, sayıdan dışarda kalacaktır çünkü.” (9)

“Mademki âşık olmuyorsun, git yün ör, iplik eğir…

Yüz işin var, yüz renge boyanmışsın, yüz rengin var, yüz alacan..

Mademki kafatasında aşk şarabı yok,

Var, geliri bol kişilerin mutfağında kase yala.” (10)

Beşerî veya İlâhî sevgiden nasibi olmayanların düştüğü korkunç bir hata vardır ki, bu da insanların dünyaya gönül vermeleri; mal, mülk, makam sevgisiyle maddî ve geçici bir hayatın esiri olmalarıdır. Dünyaya olan düşkünlük gerçekte bir sevgi değil, hırstır. Mal, mülk, mevki de bu hırsın derin çukuruna düşen insanın ruhuna sarılan ve aşk kanatlarıyla yükselmesine engel olan zincirlerdir. Dolayısıyla aşktan nasibini almak, Cenab-ı Hakk’ın sevgisiyle ebediyen diri kalmak isteyen insan her türlü maddî kayıttan kurtulmalıdır:

“O çöp boğazda nice yıllar kalır. Çöpün ne olduğunu bildin mi? O, makam ve mal sevgisidir.

Mal, çöp gibidir, zira o bakî değil. O, boğazındaysa âb-ı hayâtı içmene mani olur.” (11)

Mevlânâ, dünyaya bağlananlar için çeşitli benzetmeler kullanır: Duvardaki güneş ışığının nereden geldiğini araştırmadan duvara âşık olan, güneş duvardan çekilince hüsrana uğrar. Ya da adamın biri kuşu yakaladığını zannederek kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş, ağaçtaki kuş da; “Bu ahmak acaba maskaralık mı yapıyor!” diye gülmektedir. (12) Gönlünü dünyaya verenlerin düştükleri hataya dair örnekler ve öğütler devam eder:

“Sanki bu cihan bir ağaç, bizler de o ağaçta ham meyveler gibiyiz.

Meyve ham olursa dalına sıkıca tutunur, ondan ayrılmak istemez.

Olgunlaşıp tatlılaşınca da dalda duramaz, düşer.

Cihana sımsıkı sarılmak hamlıktır.” (13)

“Dünya kendisini yeni bir gelin gibi gösteren, cilveler eden, kokmuş bir kocakarıdır.

Sen onun rengine ve kokusuna aldanma. Zehirli şerbetini içmekten sakın.”(14)

“Dünyaya bağlanan insan âleme sultan olsa da, gerçekte ölüdür.” (15)

“Gönlünü dünyaya veren, bir parça ekmeğe imanını satan gibidir.” (16)

Merkezine yaratıcıyı alıp, bütün kainatı kuşatan hakikî sevgiye ulaşmak için insanın öncelikle dünyaya ilişkin her türlü arzu ve hevesten kurtulması şarttır:

“Ey oğul, bağını kes kurtul; gümüşe, altına esaretin ne vakte kadar!

Testiyi denize daldırsan bir günlük rızıktan fazlası kısmet olmaz.

Harisin göz testisi dolar mı? Kanaatsiz, sedefte inci olmaz.

Aşktan her kimin elbisesi parça parça olmadıysa o, kötülüklerden, hırstan, kibirden temizlenmemiştir.

Ey bizim tatlı aşkımız, ey bizim hastalığımızın tabibi şâd ol.

Ey aşk, bizim kibir ve azametimizin,şerefimizin devası, Eflâtun’umuz ve Câlînus’umuz sensin.

Topraktan olan beden aşk ile yüceldi. Bu tesirle dağ bile coşup oynadı.

Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa o, uçamayan kanatsız kuş gibidir.

Gönül kirden, süsten temizlenirse; Hak güneşinin nuru orada parıldar.” (17)

Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, insanlardaki hırs, kıskançlık, kin ve benzeri olumsuzlukların ancak gönüllerde yerleşen sevgi ile yok olacağına işaret eden Mevlânâ; Allah’ın evi diye adlandırılan Kabe’den daha yüce olan gönlün dünyevî arzulardan temizlenmesi neticesinde gerçek sevgiye mekân olacağını bildirir. Zira, nasıl ki Kabe’de putlara yer yoksa, Cenab-ı Hakkın tecelligâhı olan gönülde de başka suretlere yer vermek abestir. Dolayısıyla sevginin mekânı gönle hakikî mahiyetini kazandırmak şarttır:

“Hazret-i Peygamber, ‘Cenab-ı Hak, surete bakmaz, matlûb temiz bir gönüldür.’ buyurmuştur.

Yani bakılmaya lâyık olan gönül sahipleridir, secdenin sureti ve altın dağıtmak değil.

Sen gönlünü gönül sanıp mağrur olmuş, bu yüzden asıl gönül sahiplerini aramaktan uzak kalmışsın.

Gönül, öyle bir şeydir ki onun içinde bu yedi gök gibi yüzlerce sema kaybolur.

Yoksa hile ile dolu küçük bir kalbi isteme.”(18)

Temiz gönülleri yurt edinen sevginin, aşkın tarifi Mevlânâ’ya sorulunca, verdiği cevap da; “Benim gibi olursan, bilirsin.” (19) olmuştur. Aşkın tarife sığmayacağına Mesnevî’de defalarca işaret edilir:

“Aşk, lafa söze sığmaz. Aşk, dibi görünmeyen bir deryadır.

Denizin damlalarını saymak imkansızdır. Yedi deniz, o deryaya nisbetle bir zerredir.” (20)

“Ben bu aşkı tamamen değil, kısaca anlattım. Yoksa ağız ve dil kalmaz yanardı.

Bu söz, her kulağa lâyık değildir. Onun için yüzlerce ledün sırrından ancak biri söylenildi.” (21)

“Aşkı, her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da onu tarifte dil (insan) dilsiz kalır.

Gerçi dil tefsire aşinadır. Lâkin dilsiz aşk daha aydınlık (daha güzel)tır.

Kalem, gerçi herşeyi yazar ama, aşka gelince başı döner. Aşkı anlatmak için akla izin yoktur (akü, aşkı anlatmada çamurda yatan eşek gibidir). Onu, yine aşk kendisi anlatır.

Güneşe delil yine güneş oldu. Sana ondan başka aydınlık bir yol yoktur.”(22)

“Eğer ben, aşkı şerh etmeye devam edecek olursam bu mevzu, yüz kıyamet geçse de yine tamamlanamaz!

Çünkü kıyametin bir hududu vardır. Ama Hakk’ın sıfatı sınırsızdır.

Aşkın beş yüz kanadı vardır ki her bir kanat, arştan ta yer altına kadar her yeri kaplar.” (23)

Mevlânâ, aşkı tariflere sığdıramaz; ama tesirini, aşkın gücünü anlatmadan edemez. Ona göre kâinatın yaratılış sebebi olan aşk, yine kâinatın intizamı ve devamı konusunda sonsuz cazibesiyle birleştirici bir güçtür:

“Aşk-ı kül üstadına aferinler. Binlerce zerreyi birleştirdi.

Her yana dağılmış, toz toprak olmuş iken, testicinin elinde bir sürahi hâline geldi.” (24)

“Aşk bir deryadır, gökler onda bir köpük gibidir. O, insanı, Yusuf’un güzelliğine tutulan Züleyha gibi kılar.

Göklerin dönüşünü aşktan bil. Aşksız cihanın gönlü donar kalırdı.

O olmasaydı, cansız bir şey nasıl bir bitkide mahvolur; bitkiler de nasıl olur da canlılar için feda olurlardı.” (25)

Varlık âlemlerinin yaratılışı ve sürekliliği konusunda böylesine etkin rolü olan aşk, aynı zamanda yeryüzünü ve gökleri yok edecek derecede güçlüdür:

“Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. Aşk, dağı kum gibi yakar, ufalar.

Aşk, göklerde yüzlerce yarık açar. Aşk, cenk gibi yeryüzünü titretir.” (26)

“Aşktan başka her şey, yine aşk tarafından yenilir. Aşk kuşunun gagasına, iki cihan da bir tane gibidir.

Tanenin, kuşu yemesi hiç mümkün mü? Samanlık, atı nasıl otlayabilir?” (27)

Böyle bir aşk, temiz gönüllü has erlere nasip olur; bir köle veya tüccar gibi iman ederek, dinin özünü idrak edemeden yalnızca akıbetin hesabını yapan korkaklar bu aşka asla ulaşamazlar:

“Zahitlerin ayağı korku ile seğirtir. Aşıklarsa kanatlarıyla şimşek süratiyle giderler.

Aşk derdi, gökyüzünü yeryüzü ederken korku ehli, aşkın tozuna bile nereden erişecek?!” (28)

“Aşk mutfağında iyi kişiden başkasını kesmezler;

Arıkları, kötü huyluları kurban etmezler.

Gerçek âşıksan kurban edilmekten kaçma;

Boğazlanmadan ölen, murdar ölür.” (29)

Zira aşk ne kadar güçlü ve güzelse de, o güzelliğe erişmek de o kadar zordur. Nasıl ki hazine elde etmek için öncelikle bekçi görevindeki tılsımlı yılanı bertaraf etmek gerekirse; gerçek aşka ulaşmak için de belâlara, cefalara, dertlere sabretmek şarttır:

“Aşk davadır, cefa da şahidi. Şahidin yoksa dava düşer.

Kadı, senden şahit isterse üzülme. Hazine için yılana sabretmek lâzım.”(30)

Bu belâlar herkesin katlanacağı türden değildir; ancak aşkın bedelini kabullenenler tahammül gösterebilir. Çünkü âşığın görevi canını feda etmek, gecegündüz ıstırap ateşinde pişmektir:

“… Gıdam kandır. Âşığım, işim can feda etmektir.

Geceleri tencere gibi ateşte kaynamada, gündüzleri akşama kadar kumlar gibi kan yutmadayım.” (31)

Bu dertler; âşık olmayı talep edenlerin, gerçek aşka olan liyakatini ölçen bir imtihandır:

“Muhabbetin şartı mihnete, derde, belaya katlanmaktır.

Dost altın, belâ da ateş gibidir. Ayarı hâlis olan altın ateşe razıdır.” (32)

Âşık; derdinden şikâyet etmez, yaptıklarıyla övünmez, aşkının doğruluğunu ispata kalkışmaz. Bunları yapması onun hamlığını gösterir. (33) Gerçek âşık, sevgili uğrunda başa gelen belâları zevk telâkki eder. (34) Zira; her ne kadar; “Aşk ateştir.” denilse de, aşkın ateşi aslında nurdur:

“Lâkin aşk mumu, o muma benzemez. O, aydınlıklar içinde en yüce bir aydınlıktır.

O, ateşli mumların aksinedir; görünüşü ateş, içiyse tamamen nurdur.”.(35)

Mevlânâ, bu konuyu izah ederken; Sırat Köprüsü üzerinden müminler geçerken, cehennemin; “Ey mümin, çabuk geç; çünkü senin nurun benim ateşimi söndürmede.” diye seslendiğini belirten hadisi delil gösterir:

“Aşk mekansızlık aleminde hararetin madenidir. Yedi cehennem onun kıvılcımından bir dumandır.

Bu cihetten âşığın ateşi, cehennemin ateşini azaltır, söndürür.

Ona der ki; ‘Çabuk geç! Yoksa ateşinden ateşim sönecek.’ “ (36)

Mevlânâ, aşkın çilelerinin ateşe benzetilmesine rağmen, aşk gücünün her zorluğu yendiğini ve derdi derman hâline getirdiğine dair pek çok örnek verir:

“İsterse ölüm tatlı gelir, dilerse diken ve neşter, nergis ve gül olur.” (37)

“Sevgili yüzünden Ebû Cehil karpuzu, hurmadan daha tatlı olur. Ev, dildar ile ovadan daha güzel gelir.

Ay gibi bir gül yanaklıya vuslat ümidiyle nice nazeninler dikene katlanırlar.” (38)

Aşk, öyle bir hastalıktır ki, bütün hastalıkların dermanı ondadır; görünüşte zehir gibiyse de, gerçekte içilecek en güzel şerbettir.

“O öyle bir sözdür ki seni sözünden, öyle bir hastalıktır ki seni hastalığından kurtarır.

Bu aşkın illeti, sıhhatin bile canıdır. Onun meşakkatleri, her rahatın hasretini çektiği meşakkatlerdir.

Aşıkların yanıp erimesi bir gelişmedir. Zira ay da o yanıp erimeyle güzelleşir.

Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar; aşk hastasıysa; ‘Derdimi artırın!’ diye feryat eder.

Bu zehirden daha güzel bir şerbet görmedim. Sıhhat, bu hastalıktan daha güzel değildir.

Tâat, bu günahtan daha iyi olamaz. Bu ana nisbetle yıllar bile bir andır.” (39)

Aşk yalnızca her derdin dermanı değildir. Daha birçok kazanç aşkla elde edilir. Fâni canı ebedî kılar, (40) âşığı Hak sırlarına âşinâ eyler ve ona her yerde rehber olur. (41) En önemlisi de insanı tasfiye etmesi, bütün kötü huylarını ıslah eden güce sahip olmasıdır. Mevlânâ, aşkın bu yönüne çok çarpıcı bir örnek verir:

“Eğer şeytan âşık olacak olsa, şüphesiz şeytanlığı gider, melek kesilirdi.’(42)

Bir başka deyişle, sevgi dindir, imandır:

“Hangi gönülde senin sevgin gizli değilse,

Kâfirdir o gönül, Müslüman olamaz.

Bir şehirde padişahın heybeti yoksa,

Yıkılmamışsa bile yıkılmış say o gönlü.”(43)

Böyle hakiki bir sevgide seven ve sevilen arasındaki perde kalkar, ikilik yok olur:

“Aşk, o bir şuledir, parlayınca maşuktan gayri her şeyi yakar!

Lâ kılıcı, Hak’tan başka her şeyi keser atar. Bir bak, Lâ’dan sonra bir şey yüz gösterebilir mi?

Geride sadece İllallah kalır, diğer hepsi gider. İkiliği yakan aşk onları tertemiz eder.” (44)

Mevlânâ’nın aşka dair bu düşünceleri vahdet-i vücud inancını değil, tecrübî bir sevgiyi anlatır mahiyettedir. Sevenle sevilenin bir olduğunu; âşığın her sözünün ve düşüncesinin sevgili olacağı ve Hz. Yusuf’a âşık olan Züleyha örneğiyle izah eder. (45) Bir başka misalde de, âşığa hangi şehri beğendiği sorulunca; “Sevgilinin şehri.” der;

“Zira, şahımızın oturduğu yer iğne deliği kadar da olsa bizim için ferahtır.

Ay gibi bir Yusuf’un olduğu yer faraza kuyunun dibi de olsa, bizim için cennettir.” (46)

Ya da âşığın gönlünde yanan aşk ateşinin, maşukun kalbine de tesir edeceği; Allah’ı seven kula, Cenab-ı Hakk’ın da muhabbet duyacağı ifade edilir.(47)

Böyle bir sevgiyi akılla mukayese etmek hatadır. Akıl, insanı dünya nimetlerine kavuşturur; ancak aşk gökleri insanın ayakları altına serer. (48) Bu sevginin Yaratıcı huzurundaki değeri ise ölçüye sığmaz:

” ‘Hz. Ebû Bekir; namazı, orucu ve sadakası ile diğer ashaba tercih edilmedi. O, kalbindeki iman ile tekrim olundu.’ hadisinde bildirildiği gibi, Hz. Ebû Bekir’in başkalarına üstünlüğü çok namaz kıldığı ve oruç tuttuğu için değildir; Cenab-ı Hakk’a duyduğu muhabbet sebebiyledir. Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları getirip teraziye koyarlar. Fakat sevgiyi getirdikleri zaman bu İlâhî aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır.” (49)

Yunus Emre’nin; “Aşk mezhebi dindir bana”, mısraının bir diğer ifadesini de; “Peygamberimizin yolu aşktır, aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır.”(50) sözleriyle dile getiren Mevlânâ, dinin özünün sevgi olduğuna defalarca işaret eder:

“Ten kazancı için bir sanat öğrendin. Din sanatı için de gayret gerek.

Dünyada servet kazandın. Ya bufânî âlemi terk edince ne yapacaksın?

Ahireti kazanmak için de bir sanat öğren ki, ihsan ve mağfiret elde edesin.

Din kazancı; aşktır, gönül cezbesidir. Hak nuruna rehber kabiliyettir.” (51)

Mesnevî’de bu konuya dair bir hikâye anlatılır. Hz. Musa yolda bir çoban görür. Çoban kendi tarzınca ibadet etmekte ve şu sözlerle Allah’a münacatta bulunmaktadır: “Ey Rabbim! Sen neredesin? Sana kulluk etsem, çarığını diksem, saçını tarasam, çamaşırını yıkasam, sabah akşam sütünü hazırlasam, elini öpsem, ayağını ovsam, yatağını hazırlasam. Bütün koyunlarım, keçilerim sana feda olsun.”Hz. Musa, bu sözleri duyunca öfkeyle çobanı azarlar: “Behey gafil, sen kâfir olmuşsun da haberin yok! Çarık, süt yalnızca sana lâzımdır. Cenab-ı Hak bütün bu hizmetlerinden münezzehtir. Akılsızca sözler söyleyip, dostluk yerine düşmanlık gösteriyorsun!” Çoban, Hz. Musa’nın sözlerinden müteessir olur, yıllarca ibadet zannıyla küfür işlediğine pişman olarak göz yaşlarıyla kendini çöllere atar. İşte bu sırada Hz. Musa’ya Hak’tan bir vahiy gelir: “Ya Musa! Senin görevin insanları bize yaklaştırmak iken, bir kulumuzu bizden ayırdın. Yüce zatımız her şeyden müstağnidir ama dile ve söze bakılır sanma. Bizim baktığımız gönül ve hâldir. Kalpte huşu varsa, biz ona bakarız. Âşıklar her nefes yanarlar, viran köyden vergi alınmaz. Sözde yanılsa bile âşık için korku yoktur. Şehit kan içinde olsa da yıkanmaz. Suyun şehit kanından üstün olamadığı gibi, yüzlerce doğru söz de bu aşk dolu sözlerden değerli olamaz. Aşk dini bütün dinlerden ayrıdır. Âşıklara din ve mezhep Allah’tır.” (52)

Bu hikâyede ve binlerce beyittik diğer eserlerinde Mevlânâ’nın vermek istediği en önemli mesaj, sevginin; yaratılışın başlangıcı olduğu gibi, dinin de özü veya temeli olduğudur. İnsanları dünyevî ve uhrevî mutluluğa ulaştıracak olan şifa sevgide mevcuttur. Her türlü kötülükten arınmış temiz gönüller sevginin eseridir. Toplumdaki huzurun ve barışın kaynağı da sevgidir. Sevgi, yalnızca sûfîlerin yaşaması gereken bir hâl değil, her insanın nasiplenmesi gereken hayatî bir ihtiyaçtır. Nefretin kol gezdiği yaşlı dünyamızda sevgisizlik insanı ve tabiatı yok eden bir canavar hâline gelmiştir. Öyle ki, günümüzde insanlığın en büyük problemi sevgi erozyonudur demek mümkündür. Çözüm yine sevgidedir:

“Sevgi, acıyı, tatlılaştırır. Sevgi, bakırı altın eder.

Bulanıklar sevgi ile duruldu. Dert sevginin feyziyle şifa bulur.” (53)

 

*Bu yazı 5.5.1999 Yılında Hz. Mevlâna ve ailesinin Konya’ya gelişlerinin 771 yıldönümü dolayısıyla yapılan Panelde sunulmuştur.


1 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, C. V, İstanbul 1967-1972, s. 80/2020.

2 a.e., C. V, s. 111/2746-49.

3 a.e., C. I, s. 3-11/37-255.

4 a.e., C. V, s. 156/3869.

5 a.e., C. I, s. 10/214, 226-30.

6 a.e., C. I, s. 111/21204.

7 a.e., C. I, s. 109/2861.

8 a.e., C. V, s. 80/2014.

9 Mevlânâ Celâleddin, Mecâlis-i Seb’a-Yedi Meclis, Haz.; Abdülbaki Gölpınarlı Konya 1965, s. 43.

10 Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler, Haz, Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1964, s. 126.

11 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C. II, s. 6-7/132-33.

12 a.e., C.I, s. 111/başlık ve 1911-12.

13 a.e.’, C. İli, s. 49/1298-1302.

14 a.e.’ C. VI, s. 12/320-21.

15 Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler, s. 196.

16 a.e., s. 16.

17 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C.I, s. 3/19-35.

18 a.e., C.V, s. 36/874-78.

19 a.e., C.I1, s.l (dîbâce); Mevlânâ Celâleddin, Mecâlis-i Seb’a, s. 82.

20 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C.V, s. 110/2741-42.

21 a.e., C.I, s. 70/1826,1830.

22 a.e., C.I, s. 6-7/117-121.

23 a.e., C. V, s. 88/2197-99.

24 a.e., C.II, s. 136/3765-66.

25 a.e., C. V, s. 156/3862-64.

26 a.e., C. V, s. 111/2744-45.

27 a.e., C.V, s. 110/2735-36.

28 a.e., C. V, s. 88/2200-2201.

29 Mevlânâ Celâleddin, Rubailer, s. 227.

30 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C. III, s. 153/4034-35.

31 a.e., C. III, s. 148/3915-16.

32 a.e., C. II, s. 53/1473-74.

33 a.e,. C. V, s. 50-51/1250

34. a.e., C. I, s. 70/1815.

35 a.e., C. III, s. 149/3943-44.

36 a.e., C. VI, s. 173/4641-43.

37 a.e., C. III, s. 54/1429.

38 a.e., C. III, s. 21/542-43.

39 a.e., C. VI, s. 1 72/4627-34.

40 a.e., C. V, s. 80/2022.

41 a.e., C. I, s. 6/115-16.

42 a.e., C. VI, s. 136/3679.

43 Mevlânâ Celâleddin, Rubailer, s. 96.

44 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C. V, s. 25/593-95.

45 a.e., C. VI, s.151/4055-4075.

46 a.e., C. III, s. 145/3833-34.

47 a.e., C. III, S. 168/4439-40.

48 a.e., C. V, 131/3242-47.

49 Mevlânâ, Fîhi Mâfih, Çev.:Meliha Ülker Tarıkahya (Anbarcıoğlu),İstanbul 1985, s. 325-326.

50 Mevlânâ Celâleddin, Rubailer, s. 18.

51 Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, C. II, s. 94/2618-27.

52 a.e., C.V, s. 63-64/1737-88.

53 a.e., C. II, s. 56/1545-46.