(Bu makâlenin ikinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Fildişi Oymacılığı…
Mevlevî dedelerinin dergâhlarda en fazla meşgul oldukları san’atlardan biri de makta îmâlidir. Geçmiş asırlarda yazı yazmasını bilenlerin yanlarından ayırmadıkları ve yazmak îcâb ettiği vakit beli saran kuşağın arasından çıkartıp kullandıkları divitin içinde mutlaka makta (kelimenin aslı: mikatta) da bulunurdu. Söz sözü açıyor ve eski san’atlarımızın hangisinden bahsetsek -kısa da olsa- îzâhat vermek lüzumu doğuyor. Divit, yazı yazmak için kullanılan kamış kalemlerin, içinde muhâfaza edildiği mâdenî kalem kutusuna denilir ki, bir tarafında çıkıntılı olarak mürekkeb hokkası bulunur. Peki, makta ne işe yarar? Kalemtıraş denilen, kalem açmağa mahsus küçük ve çok kıymetli bir kesiciyle kamış kalemin ağzı makta üzerinde kesilip düzeltilir ve ikiye çatlatılır. Çünkü hokkaya batırıldığı zaman kalemdeki bu çatlağa mürekkeb dolarak kısa bir müddet için yazabilmek imkânını sağlar.
Makta, 2-3 cm. eni, 10-20 cm. boyu, 2-3 mm. kalınlığı olan bir plâkadır. İyi cins olanları fildişinden, âdileri kemikden yapılır. Bağa ve sedefden îmâl edilmiş makta‘lar da görülmüştür. Neden bu maddeler tercih edilir? Çünkü kalemin ağzının şakk edilmesi (dikine çatlatılması) ve katt edilmesi (kesilmesi) eğer sert satıhlı bir yerde (cam, mermer…) yapılırsa, kalemtıraşın kesici ağzı zedelenir ve dönerek zamanla kullanılamaz hâle gelir.Yukarda bahsi geçen maddelerin satıhları nisbeten yumuşak olduğu için kalemtıraşın keskinliğine zarar vermezler ve kendileri de müteessir olmazlar.
Makta üzerinde -ortasına kamış kalemin çapına uygun bir yiv açılmış- küçük bir çıkıntı bulunur. Kalem yuvası denilen bu çıkıntı, işlem sırasında kalemin yerinden oynamasını önler. Bu basit âleti, Mevlevîlerin zevkı ince bir san’at hâline getirmiştir. (Resim 1)’de görüleceği üzere: çakı, mil ve kıl testere ile çalışılarak hazırlanan makta üzerine gayet ince bir şekilde işledikleri Mevlevî sikkesi, nakış, çiçek ve yazı gibi tezyînî unsurlar, onların derviş tabiatlarının yanısıra, kabına sığamayan san’atkâr ruhlarının da tercümânı olmuştur. Denilebilir ki, Mevlevî zarâfeti âdetâ bir fildişi parçasının üstünde şekillenmiştir. Doğrusu, insan onu kalem kesmek maksadıyla kullanmağa kıyamaz. Dergâhlarda makta yapmakla uğraşanlar, san’at gösterebilmek için fildişini tercih etmişlerdir. Eserlerine rastladığımız isimler arasında Resmî, Fikrî, Hattî… vardır. Bu sayılanların hakîkî isimler olmayıp mahlas denilen iğreti adlar olduğunu ilâveye, bilmeyiz lüzum var mı? Fikrî imzalı maktada 1271/1855 tarihi görülmüştür. Diğerleri de, XIX. asrın san’atkârlarıdır. Bu maktaların hâlen bulunduğu Topkapı Sarayı Müzesi’nde yine bir Mevlevî san’atkâra âidiyeti şüphesiz olan ve üstüvânî (silindir) biçiminden dolayı kubur denilen, fildişinden ma’mûl kalem kutusu vardır ki (Resim 2); değil yapmak, nasıl yapıldığını düşünmek bile bugünün sabırsız insanını çileden çıkarmağa yeter! Ama bunların hazırlanması, çile çıkarıp sabır imtihanını başarı ile vermiş bir dede için müşkül olmasa gerek…
Kâğıd Oymacılığı…
Eski kitap san’atları içinde mühim yeri olan kātı‘lık (oymacılık) bahsinde de hüner sahibi Mevlevî dervişleri gelmiştir. Kātı‘a denilen bu oyma eserlere örnek olarak İstanbul Belediye Müzesi’nde teşhîr edilen bir “yazılı Mevlevî sikkesi”ni gösterebiliriz (Resim 3). Bu san’atla uğraşanlar, murakka’ germek usûlünden faydalanılarak suya dayanıklı sekiz-on kat kâğıdı nişasta muhallebisi ile birbirine yapıştırıp sert bir tabaka elde ederler. Sonra, istedikleri deseni bu tabakaya çizip nevregen denilen ve oyma işinde kullanılan bir nevi’ bıçağı çizgilerin üstünden yürütürler. Desen, oygu hâlinde ortaya çıkınca suya atılan bu kâğıd tabakası -ıslanmakla yapışma hassasını kaybettiği için- birer birer ayrılır. Böylece tek kesimde sekiz-on iş birden çıkarılmış olur. Muhtelif renkde kâğıdlar kullanılmakla, değişik renkli oymalar elde edilebilir. Sonra herbiri istenilen renkde ayrı bir zemîne yapıştırılır.
Destârının üzerinde “Yâ Hazret-i Mevlânâ” yazılı olan Mevlevî sikkesi biçimindeki bu oymada san’atkârın imzasına rastlanmıyor. Yeri gelmişken, koyu yeşil renkli destârın ancak şeyh ve Mesnevî dersi okutan mesnevîhan‘ların sikkesi üstüne sarılabildiğini belirtelim.
Mevlevî Saatler…
Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Saatler Galerisi’ne girdiğiniz vakit tam karşınıza gelen vitrinde destârlı Mevlevî sikkesi kisvesine bürünmüş üç ayrı saat size “beyân-ı hoş âmedî” de bulunacaklar, yâni “hoş geldiniz” diyecekler (Resim 4). Yaş ortalaması 150 yılın üstünde olan bu dede saatlerin dâvetine icâbet edip sohbet halkalarına dâhil olursanız; rakkaslarının kudüm sesini hatırlatan âhengine uyarak, semā’hâne misâli saat kadranı üzerinde yıllar yılı nev-niyâz bir derviş heyecânıyle dönen yelkovanın ve semā’zenbaşı vakārı içinde meydanı ağır ağır dolanan kader arkadaşı akrebin anlattıklarını duyarsınız: “Fakîr, geçen asrın ortasına yakın Ahmed Eflâkî Dede’nin elinde doğdum. Bu Eflâkî Dede’yi sakın Hz. Pîr Efendimizin ve yakınlarının menkabelerini “Menâkıbü’l-Ârifîn” ismiyle toplayan Ahmed Eflâkî Dede (1291-1360) sanmayınız! Hem ondan feyz umularak, hem de felekiyyât (astronomi) ile uğraştığı için bu nâçîzi vücûda getiren Dede’ye de aynı isim verilmiştir. Zamanında Mahmûd-ı Sânî (Mahmud II) Efendimizin muvakkıti (zaman ölçüp, takvim hazırlayan kimse) olan Eflâkî Dede’nin mahdûmu Hüseyin Hâkî Efendi de, pederi gibi saat îmâl ederdi. Sol cânibimde duran ve 1254/1838’de vücud bulan saat kendilerinindir. Kāidesi ve fânusuyla mücessem bir destarlı sikke olan 1224/1809 tarihli diğerimiz ise Sultan Mahmud Efendimizin ikinci muvakkıti Ahmed Gülşeniyyü’l-Mevlevî’nin eser-i san’atidir”.
Lisân-ı hâl ile konuşan bu zarîf saatler bizi Mevlevî zarâfetinden de kısaca bahsetmeğe cezb etti..
Mevlevî Zarâfeti…
“Lisan san’atı” olan edebiyâtın Mevlevîlik’deki yerini belirtmeğe bu sahifeler kâfi değildir. Ancak, hakîkî Mevlevîlerde her söz ve hareketin, âdetâ İlâhî bir zarâfete büründüğünü belirtmeliyiz… Meselâ, içinde mecâzî olarak “hîle ve oyun yapmak” mânâsına “külâh etmek” tâbirinin geçtiği meşhur : “Mevlevîdir sevdiğim, her dem külâh eyler bana!” mısrāı üzerine Mevlânâ’nın âşık bendesi Mehmed Kādir Keçeoğlu (Yaman Dede, 1888-1962) merhumdan işittiğimiz şu nükteyi nakledelim: Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmet Celâleddin Dede (Baykara, 1853-1946) birgün Mevlevî kisvesiyle Ankara Caddesi’nden Bâbıâli’ye doğru çıkarken, yanından geçen ferâceli iki hanım -o kaç göç devrinde bile- yukarıdaki mısrāı Dede’ye duyuracak şekilde söylemekden kendilerini alamamışlar. Boylu poslu yapısı ve vakur hâliyle her gittiği yerde nazarları üstüne toplayan Celâleddin Dede Efendi, üç dilde -Türkçe, Arapça, Farsça- derhal ve kolaylıkla beyitler, kıt’alar düzenlemek kudretine sâhib olduğu için, bu harf-endazlığa derhal şu mukābelede bulunmuş:
Ger görürlerse senî, şâyeste-î atf-ī nigâh,
Mevlevîler de döner, atf-ī nigâh eyler sanā
(Eğer seni bakılmağa lâyık görürlerse, Mevlevîler de dönüp bakarlar). Lâkin buradaki “dönmek” fiilinin, hem “bakmak için başını çevirmek”, hem de “semā’ etmek” mānâlarını taşıdığı unutulmasın!
Yeri gelmişken, Ahmed Celâleddin Dede Efendi’nin ebedî âleme göçüşünde onun müntesiblerinden İzmir müftîsi H. Âkif Salı (1882-1960) merhûmun düşürdüğü şu mücevher târih kıt’asını da dercetmeden geçemeyeceğiz:
Âsitân-ī Mevlevî’den âsümân-ī izzete
Etdi pervâz, mürşid-î âgâh-dil, hak-bîn Dede…
“Levh-ı dil” den çıkdı târîh, noktayā basdī kadem:
Açdı tennûr Şeyhimiz Ahmed Celâleddin Dede…
1443 – 78 (Levh-ı dil) = 1365 Hicrî (1946)
(Gönüllerden haberdâr bir mürşid olan ve hakkı gören dede, Mevlevî Âsitânesi’nden yücelik semâsına uçdu. Gönül levhınden çıkan şu târih, ayağını noktaya bastığında, Şeyhimiz Ahmed Celâleddin Dede tennûresini açdı).
Biz yine yukardaki külah konusuna dönelim: daha önce bir vesileyle bahsi geçen Ahmed Remzi Dede’nin de -neredeyse çocukluk çağındayken- kendisine aynı mısra okunduğunda, hemen “Sen külâh etme beyim, kimse külah etmez sana!” mısra’ını tertibleyerek mukābele edişi, onun zarâfetinin delîlidir.
Mevlevî canlarının hattatlıktan müzehhibliğe, ressamlıktan tesbihciliğe kadar, san’at âsumânında yaktıkları daha nice meş’aleyi sahifelerimize sığdırmağa imkân yok… Onların ince şâiri Şeyh Galib Dede (1757-1799) de erişilmez bir tasvîr gücüyle bunu gönlünce ne güzel belirtmiş:
Bir şûlesi var ki şem’-i cânın,
Fânûsuna sığmaz âsumânın!
(Can mumunun öyle bir alevi var ki, bu âsumânın fânûsuna sığmaz).
Resim 1: Mevlevî dervişlerinin eseri olan iki makta : (solda) Resmî, (sağda) Fikrî (Topkapı Sarayı Müzesi’nden)
Resim 2: Fildişinden mâmul bir kubur.
Resim 3: Kağıd oyması bir Mevlevî sikkesi (İstanbul Belediye Müzesi’nden)
Resim 4: Mevlevî’ler tarafından yapılan saatler: a) Ahmed Gülşenîyyü’l-Mevlevî’nin, b) Hüseyin Hâkî’nin, c) Ahmed Eflâkî Dede’nin (Topkapı Sarayı Müzesi’nden)
Prof. Uğur Derman
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ugur-derman/2022/02/04/mevlevilikde-sanat-3