ULU ARİF ÇELEBİ’NİN HAYATI

A+
A-

ULU ARİF ÇELEBİ’NİN HAYATI

A. DOĞUMU VE ÇOCUKLUK DÖNEMİ

Alim, mutasavvıf ve köklü bir aileye sahip olan Ulu Ârif Çelebi’nin babası Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin birinci hanımı Gevher Hatun’dan dünyaya gelen Muhammed Bahâuddîn Sultan Veled, dedesi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, dedesinin babası ise Sultânu’l-ulemâ Bahâuddîn Veled’dir1. Ulu Ârif Çelebi’nin annesi, Konyalı Şeyh Salahaddîn Zerkûb’un kızı Fâtıma Hatun’dur2. Mevlânâ ailesinin çocuğu olan Ârif Çelebi, hicrî 670 senesinin Zilkade ayının 8. günü, Mîlâdî 1272 yılının Haziran ayının 7. Salı gününde Konya’da dünyaya gelmiştir3.

O dönemde, Mevlânâ ve ailesinin hayatıyla ilgili olarak kaleme alınan en önemli kaynak durumundaki Menâkibu’l-Ârifîn adlı eserde belirtildiğine göre, Sultan Veled’in, eşi Fâtıma Hatun’dan dünyaya gelen 10-12 kadar çocuğu ya ölü doğmuş, ya da bir yaşına gelmeden vefat etmişlerdir. Fâtıma Hatun’un tekrar hamile kaldığını öğrenen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, gelinine bu hamileliğine dikkat etmesini öğütleyince, o da tehlikeli hareket ve durumlardan sakınarak bu çocuğu sağlıklı bir şekilde dünyaya getirmiştir4.

Sultan Veled ve hanımı, çocukları yaşamadığı için bu çocuğun üstüne titremeye başlamışlar, dedesi Mevlânâ Celâleddîn de onun doğumunu haber alınca çok memnun olmuş, koşarak odaya girip Fâtıma Hatun’un başına altın saçmış, bebeği alarak gömleğine sarmış, verilebilecek bütün nur feyizlerini ve huzur sırlarını ona vermiştir. Ayrıca Mevlânâ’nın, bebeğin gömleğinin ucuna, o güne kadar sarrafların hiç görmediği güzellikte birkaç altın bağladığı da aktarılmaktadır5.

Ulu Ârif Çelebi’nin ismi hakkında Ahmed Eflâkî şöyle diyor: “Bir gün Ulu Mevlânâ Hazretleri, Sultan Veled’e: ‘Bahâeddîn, ben bu çocukta yedi velînin6 nûrunu görüyorum. Yüce Allah, nurları ona yoldaş etmiştir. Şimdi onun adı Ferîdûn olsun. Bu, onun dedesinin (annesinin babası) adıdır. Fakat siz ona “Emîr Ârif” diye hitap ediniz. Babam da bana “Hüdâvendigâr” derdi, adımı hiç söylemezdi. Ona lâkabımı, manevî bir armağan olarak verdim. Adını Celâleddîn Emîr Ârif şeklinde yazsınlar, dedi ve bu konuyla ilgili Farsça bir gazel söyledi7.”

Kaynaklarda, Ulu Ârif Çelebi’nin çocukluğu ve gençliği hakkında menkıbelerden başka bir bilgi bulmak zordur. Menâkibu’l-Ârifîn’de anlatılan menkıbelerden bazıları şu şekildedir:

“Dedesi Mevlânâ Celâleddîn, torununun herşeyiyle ilgileniyordu. Bir gün Mevlânâ medresenin avlusunda etrafındakilere bilgi verirken, beşiğin içinde duran Ârif Çelebi’nin, annesi tarafından götürüldüğünü gördü. Çocuğu annesinden aldı ve üzerindeki örtüyü kaldırarak, “Ârif! Allah de!” dedi. Altı aylık olan çocuk, üç defa Allah dedi. Durumu gören Mevlânâ’nın dostları olayın dehşetine kapıldılar ve bir çoğu bayıldı. Daha sonra Mevlânâ: “Bu günden sonra bizim Ârif’imiz tam bir şeyhtir ve baş olmaya lâyıktır. Beşikten mezara kadar olgunlaşacaktır” dedi.8

Yine Eflâkî şöyle anlatıyor: Bir gün Mevlana, Emir Ârif’in beşiğinin örtüsünü açınca, bebeğin ağzıyla emme hareketi yaptığını gördü. Mevlana mübarek dilini çıkartıp minik Ârif’in ağzına uzattı, o da bol bol emdikten sonra Mevlana, ‘bütün bilgilerimi Emir Ârif’e bağışladım’ diyerek onun büyük bir insan olacağını etrafındakilere müjdeledi9.

Sultan Veled ve eşi Fâtıma Hatun’un, çocuklarının yaşaması konusundaki endişelerinin uzun süre devam ettiği, Menâkibu’l-Ârifîn’de anlatılan aşağıdaki olaydan anlaşılmaktadır:

“Ârif Çelebi yedi aylıkken boynunda bir kan çıbanı çıkar. Çocuğa çok ızdırap veren bu duruma dayanamayan babası Sultan Veled onu Mevlânâ’ya götürür ve ‘Emir Ârif gidiyor’ deyip ağlar. Mevlana basîret ve soğuk kanlılıkla ‘hayır, hayır, o çabuk gitmek için gelmedi’ deyip çıbanın üzerine kalemle çapraz olarak yedişer çizgi çizer ve üzerine ‘akıllıya bir işaret kâfîdir’ diye yazar. Kısa bir süre sonra o çıban deşilir ve çocuk rahat eder.10

Bu yedi çizgi Mevlevîler arasındaki mistik çevrede Ulu Ârif Çelebi’nin yetmiş sene yaşayacağına yorumlanmıştır fakat Ulu Ârif Çelebi 49 yaşında vefat edince, 7×7= 49 olarak anlamanın daha doğru olduğu düşünülmüştür11.

Ahmed Eflâkî’nin bir başka tespiti şu şekildedir: “Mevlana’nın ölümünden sonra son derece üzülen gelini Fâtıma Hatun çocuğunu ihmal etmiş, çocuk ise Musa Peygamber gibi annesinden başkasının sütünü kabul etmemiştir. Fâtıma Hatun bir gece Mevlana’yı rüyasında görür. Mevlana gelinine: “Niçin benim için bu kadar üzülüyorsun? Beni arıyorsan, ben Ârif’in beşiğindeyim. Beni orada ara. Benim nurlarım ve sırlarım onun üzerindedir.” der. Uykudan uyanan Fâtıma Hatun gider, Ârif Çelebi’nin beşiğine baş koyar ve onun müridi olur.12

Menâkıbu’l-Ârifîn’de, Ulu Ârif Çelebi’nin çocukluğuyla ilgili kaydedilen menkıbelerden bazıları şu şekildedir:

Beş yaşında bir çocuk olan Ârif Çelebi, bir gün bir öküz kafası ip takmış olarak yerde sürüklerken, bu yaptığın nedir? diye sorulunca, ‘Bu, Emir Urkudî’nin başıdır’ diye cevap vermiştir. Emir Urkudî, Sivas’ta bir medrese yaptırmış, zengin, kibirli, Mevlevîliği inkar eden kötü tabiatlı biriydi. Üç gün sonra Emir Urkudî öldürüldü, evi barkı yağmalandı. O dönemde Ârif henüz beş yaşındaydı13.

Bir gün Emir Ârif, Mevlana’nın medresesine gelmiş, ferâcesini mihrâba atıp cenâze namazına durmuştu. Babası Sultan Veled, oğluna ‘ne yapıyorsun?’ diye sorunca, ‘Şeyhim Çelebi Hüsâmeddîn’in namazını kılıyorum’ dedi. O günlerde Çelebi Hüsâmeddîn sapa sağlam, sağlığı yerinde, bahçesiyle uğraşıyordu. Ansızın hastalandı, hasta olarak şehre getirdiler. Dokuz gün sonra bu âlemden göçtü. Bu tür kerâmetler, iç dünyayı bilmek, sırları ortaya çıkarmak Emir Ârif’te son derecedeydi14.

Ulu Ârif Çelebi’nin müridi olan Ahmed Eflâkî, Ârif Çelebi’nin çocukluğunda çok güzel olduğunu, babası olan Sultan Veled’e layık bir evlat olduğunu, ona güzellikte ikinci Yusuf dendiğini nakledip ‘büyüdükçe yürüyüşünü ve hareketlerini Mevlana’ya çok benzetirlerdi’ demektedir. Sultan Veled’in oğlunu çok sevdiğini, yeni ay doğduğunda oğlunu yanına çağırıp Mevlana’nın bir gazelini okuduğunu ve oğluna ‘ruhların şeyhi’ dediğini de kaydetmektedir15.

Ediplerin sultanı Malatya’lı Salahaddîn şöyle söylemiştir: ‘Ârif altı yaşındayken benim önümde Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Medresenin kapısından içeriye girdiğinde Sultan Veled ona saygıyla ayağa kalkar, ikram eder, mihrabında yer verirdi. Bir gün, ‘ne de olsa Ârif sizin oğlunuzdur, bir çocuğa bu kadar hürmet göstermek gerekmez, ulular bunu yapmamışlardır, bence biraz ayıp ediyorsunuz’ dedim. Sultan Veled şöyle buyurdu: ‘Yok, yok, öyle değil. Yanlış düşünme, halkın darılmasından vazgeç. Vallahi, Ârif medresenin kapısından girdiği an, babam Hz. Mevlana giriyor sanıyorum. Onun salınması, nazlı yürüyüşü, ölçülü hareketlerinin hepsi babamın tavırlarıdır. Delikanlıyken babamı hep bu sıfatta ve bu surette görürdüm. Semâ hareketleri de Mevlana’nın semâ hareketlerine benziyor. Ârif Mevlana’nın zamanında süt emerdi, eğer büyük olsaydı, çok gördüğü için bu hareketleri kazandı, derdim. Bu durum bizim Ârif’imizin zeki olmasından değildir, bu durum vehbîdir.16

Ulu Ârif Çelebi’nin öğrenim durumu, nerede ve nasıl tahsil gördüğü, kimlerden hangi ilimleri ne derecede okuduğu konusunda, biraz önce bahsedilen ve Menâkıbu’l-Ârifîn’de bulunan kayıttan başka herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Ulu Ârif Çelebi’nin şiirlerinde bulunan âyet, hadis ve Peygamber kıssalarına yaptığı telmihlerden, gazellerinde bulunan sanatlardan, Arapça bileşik ve cümlelerden iyi bir tahsil gördüğü, dönemindeki ilimleri öğrendiği düşünülebilir. Ayrıca bu bilgileri, içerisinde yaşadığı sosyal çevreden edindiği, âlim ve mutasavvıf bir aileye mensup olması dolayısıyla bu bilgilere sahip olduğu da düşünülebilir.

B.  AİLESİ VE ÇOCUKLARI

Ahmed Eflâkî’ye aktardığı kadarıyla, Ulu Ârif Çelebi’nin evlenmeye karar vermesi şu şekilde olmuştur: “Sultan Veled Hazretleri evlenmemi istiyordu ama ben razı olmuyordum, bekârlık ve özgürlük alemini seviyordum. Sonbaharın başlarındaki bir gün, bağda üzümler yetişmiş, pekmez kaynatıyorlardı. Ben gece vakti dönerken, atımı arkadaşlarımdan hızlı sürdüm, bağların arasına girdim. Fahrünnisâ bölgesine geldiğimde birdenbire güzel yüzlü, rûhânî iki çocuk önüme çıktı. Biri sağ yanımdan, öbürü sol yanımdan gelerek elime iki deste gül verdiler. Onlara dikkatlice bakınca, ikisi birden kayboldu. Güller elimde kalmıştı, onları koynuma soktum. Mübarek türbeye gelip gördüklerimi ve bana verilen gülleri annem ile arkadaşlarıma anlattım. Hepsi sevindi. Sabah bu hayırlı haber babama söylendiğinde beni çağırıp, ‘müjdeler olsun, sana gayb aleminden iki çocuk verilecektir. Sözümü kabul edip evlenmen gerekir’ dedi. Derhal evlilikle ilgili işlere başlandı ve evlendim. Mevlana’nın inâyeti, babamın himmet ve meymeneti ile Allah bana iki oğul bağışladı. Babam, büyük oğluma Emir Âlim, küçüğüne ise Emir Âdil isimlerini koydu. Annem o gül destesini yıllarca sakladı, sevdiği hanımlara yaprak yaprak bağışladı. O güllerin tazeliği, rengi bozulmaz, kokularından aleme koku yayılırdı17.”

Ulu Ârif Çelebi, babası hayattayken onun isteği üzerine, Emir Kayser-i Tebrîzî’nin kızı Devlet Hatun’la evlenmiştir. Bu hanımdan iki erkek, bir de kız çocuğu olmuştur. Dedeleri Sultan Veled tarafından erkek çocukların büyüğüne Bahâuddîn Emir Âlim, küçüğüne ise Muzaffereddîn Emir Âdil isimleri konulmuştur. Melike ismindeki kız çocuğu ise muhtemelen babasının ölümünden sonra dünyaya gelmiştir18.

Feridun Nâfiz Uzluk’un kaydına göre, Mevlana’nın torunlarının hepsi Ulu Ârif Çelebi’nin ikinci oğlu Muzaffereddîn Emir Âdil Çelebi’nin soyundan gelmektedirler19. Ulu Ârif Çelebi’nin oğullarından Emir Âlim Çelebi, Çelebilik makamına geçer geçmez bir seyahate çıkmış ve bir daha Konya’ya dönmemiştir. Emir Âdil Çelebi ise vekâlet yoluyla Çelebilik makamında bulunmuş ve 770/1368 tarihinde vefat etmiştir.

C. SEYAHATLERİ

Ulu Ârif Çelebi, çocuk denecek yaşta seyahat etmeye başlamış, kısa süren ömrünün önemli bir kısmını seyahatlerle geçirmiştir. Gittiği yerlerde halkla temas kurmuş, tasavvufî sohbetler yapmış, zâviyeler kurmuştur. Neredeyse bütün Anadolu’yu gezerek Lârende (Karaman), Beyşehir, Akşehir, Afyonkarahisar, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Menteş, Alâiye (Alanya), Antakya, Bayburt, Erzurum’da bulunmuş, Anadolu dışında da Irak, Tebriz, Merend ve Sultaniye gibi yerlere seyahat etmiştir20.

Ahmed Eflâkî de bu seyahatlerin büyük bir kısmına katılmış olmakla birlikte, Ulu Ârif Çelebi’nin seyahat güzergâhı, hangi şehirlere kaç defa ve hangi yıllarda gittiği gibi konularda bilgi vermemiştir.

Menâkıbu’l-Ârifîn’de Ulu Ârif Çelebi’nin seyahatleri konusunda verilen bilgiler özetle şu şekildedir:

Ârif Çelebi Sivas’ta yapılan bir semâ meclisinden dönerken, yolda tırnakları uzun, saçı başı karışık ve dağınık birinin yol üstünde oturmuş olduğunu gördü. Bu adam, yanındaki yemek ve meyvelerin bir kısmını yiyor, bir kısmını oradan geçenlere atıyor ve saçma sapan sözler söylüyordu. Ârif Çelebi yanındakilere ‘Bu kimdir?’ diye sorunca, ‘Alemlerin kutbu, Âdem’in sırrı, Erzurumlu hocadır’ dediler. Sivas halkı bu adama çok inanıp güvenirlermiş. Ulu Ârif Çelebi bu adama âlemin kutbu denildiğini işitince, velilik gayretinden kendini zaptedemeyip atından inerek o dağınık adama üç tokat vurup ‘kalk, tasını tarağını topla’ diye bağırmıştır. Sivas halkı bunu görünce ayaklanmış, Sivas rintleri kılıçlarını çekip Ârif Çelebi’nin üzerine yürümüşler, aralarına alıp tartaklamışlar. Çelebi’nin has müritlerinden olan Sivas valisinin oğlu Arap Noyan, olaya askerleriyle el koyarak durumu yatıştırmaya çalışır. Bu sırada Ahi Muhammed Dîvâne isimli akıllı bir kişi araya girip ‘Bu zat, alemlerin sultanı Mevlânâ’nın torunudur, abdalların kutbudur. Size göre Erzurumlu Şeyh de Rum abdallarındandır. Çelebi, Erzurumlu Şeyh’e ‘kalk, tasını tarağını topla’ dedi. Bunların her ikisi de büyük insanlardır. Bize düşen işin sonunda ne olacağını uzaktan seyretmektir’ diyerek halkı yatıştırmıştır. Ârif Çelebi de perişan bir halde Tokat’a gider. Erzurumlu Şeyh bu olaydan yedi gün sonra vefat eder. Ârif Çelebi tekrar Sivas’a gelince, Erzurumlu Şeyh’e inanan insanların bir çoğu Ârif Çelebi’ye mürit olmuşlardır. Ârif Çelebi Konya’ya dönünce, bu olayı duyan babası Sultan Veled, oğlu Ârif’e: “ O sersem herife hangi elinle vurdun, göster de öpeyim” der ve devamla, ‘bizim Ârif’in hiçbir kerameti ve menzili olmasa, bu olay onun için yeterlidir. Çünkü o serseriye tokat atmakla hem onu sapıklık aleminden kurtardı, hem de yolunu şaşıran halkı doğru yola getirdi’ demiştir21.

Erzurum ve Tebriz’e yaptığı seyahatler de yine babası Sultan Veled hayattayken, Gazan Hân (slt. 670-704/1271-1304)’ın tahta çıktığı dönemde, 1295 tarihinde olmuştur. Ahmed Eflâkî, bu seyahatte de Ulu Ârif Çelebi’nin yanındadır. Bu seyahat hakkında Menâkibu’l-Ârifîn’de konu edilen olay şu şekildedir:

Erzurum’da bir ovada konaklarlar. Bir grup halk da onların yakınına çadır kurup yerleşir. Bu grubun başkanı olan Kılavuzoğlu Tuman Bey, Gazan Hân’ın Kuşçubaşı olup, yanında bir çok kuş vardır. Kolunda bir akdoğan olduğu halde Çelebi’yi ziyarete gelir. Yemek ve ikramdan sonraki sohbet esnasında Ârif Çelebi, Tuman Beyin elindeki kuşu ister, kuşun gözlerini örten külâhı çıkarıp salıverir. Kuş uçup gözden kaybolunca Tuman Bey, ‘Ben bu kuşu elde etmek için neler çekmiştim. Şimdi Hân’a ne diyeceğim? Bütün ümidim o kuşta idi’ diye sızlanmaya başlar. O böyle feryat edince Ulu Ârif Çelebi, ‘onun tekrar dönmesini ister misin?’ diye sorar. Tuman Bey de ‘tabii ki isterim, gelirse, varımı yoğumu ona feda ederim’ der. Ârif Çelebi kalkar, külâhını çıkararak, ‘Mevlânâ hürmetine geri gel’ diye üç defa seslenir. Bu sesi duyan kuş, perendeler atarak gelip Ârif Çelebi’nin elindeki külahın üstüne konar. Kuşun hiç gelmeyeceğini tahmin eden Tuman Bey, bu durumu görünce Ârif Çelebi’ye hayran olup ona üç at ve iki bin dinar hediye eder, Tebriz’e kadar Çelebi’yle beraber gidip ona yoldaş olur. Orada Çelebi’den ayrılıp elindeki kuşu Gazan Hân’a götüren Tuman Bey, ihsan olarak otuz at ve altmış bin altın almıştır. Bu ihsanların hepsini Ârif Çelebi’ye yollar ve ömrünün sonuna kadar her yıl Çelebi’ye armağanlar gönderir22.

Eflâkî’nin bahsettiğine göre Ulu Ârif Çelebi, İran Azerbaycan’ında bulunan Sultaniye şehrine, Moğol hükümdarı Olcaytu Hudâbende (slt. 704- 716/1304-1316)’ye öğüt vermek maksadıyla gitmiştir. Zira onun hakkında ‘Râfızî olmuş, Peygamberimizin sahabelerine sövüyormuş ve hatta fırsat bulurlarsa Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in mezarlarını Hz. Peygamberin yanından çıkarmaları için bir grubu Medine’ye göndermiş’ şeklinde Sultan Veled’e şikayette bulunulmuştu. Sultan Veled, Olcaytu Hudâbende’nin bu teşebbüsünü önlemek için Ârif Çelebi’ye, ‘acz içinde bulunan bir dosta yardım, yine arkadaşından gelir’ mısrâını okuyarak, ‘haydi birkaç arkadaş al ve hemen Olcaytu’nun karargâhına git, o zavallıyı hakikati gören bir kul yap, onu cehennem ateşinden kurtar’ demiştir. Ârif Çelebi bu seyahat için hazırlık yaparken babası Sultan Veled vefat etmiş, bu nedenle Ârif Çelebi’nin Sultaniye seyahati iki yıl gecikmiştir. Ârif Çelebi, babasının ölümünden iki yıl sonra, yani 715/1315 yılında dostlarıyla birlikte Han’ın yanına hareket ederek Bayburt’ varır. Bayburt’ta Ahi Ahmed Bayburdî’nin yanında kalır, Ramazan ayını orada geçirirler. Erzurum ve ona bağlı yerlerin valisi olan Hoca Yakut’la tanışır. Hoca Yakut, Çelebî’nin kendi köyüne gelmesi için davette bulunur. Ârif Çelebi de davetini kabul edince Hoca Yakut’un sarayında büyük bir sema meclisi tertip edilir. Semanın en kızıştığı bir anda Çelebi, Yakut’u öne çeke- rek “padişahınız Olcaltu Han Öldü, bizim Padişahımız diridir ve saltanatı zevalsizdir” der ve daha sonra bir rubai okur. Hoca Yakut bu işaretin dehşetine kapılır ve Çelebi’ye bağlılıklar gösterir. Ahlat şehrine geldiklerinde o gece Sultan Hudabende’nin ölüm haberini alırlar. Olcaytu Han’ın ölümü 716/1316 olduğuna göre Çelebî’nin Ahlat’a kadar olan bu seferinin bir yıl sürdüğü anlaşılmaktadır

Sultaniye’ye vardıklarında Şeyh Barak’ın halifesi Hayran Emirci ile şeyhler ve bilginlerden oluşan bir topluluk Ârif Çelebi’yi karşılar. Halk ve beyler Olcaytu Han’ın ölümünden dolayı yaslı oldukları halde Çelebi ve dostları sema ederler. Yapılan itirazlara da Çelebi, “sizin padişahınız öldüyse, bizimki diridir” diye cevap verir23.

Eflâkî nin ikinci sefer diye naklettiği Merend ve Tebriz seferinde Ulu Ârif Çelebi bilgin ve emirlerden bir grup insan ile birlikte yola çıkar. Bunlar arasında Sultan Yeled’in müritlerinden ve Kaygatu Han’ın (ö. 894/1295) yakınlarından olan Emir Muhammed Şakurci ve Gazan Han’ın yakın adamlarından Caca oğlu Polat Bey de vardır. Ârif Çelebi bu seyahatinde Şeyh İshak adında ve Merend’lilerin çok hürmet ettikleri bir zatla kavga eder. Şehir halkı da işe karışır Muhammed Şakurci ile Polat Beyin adamları kılıçlarını çekip araya girerek Ulu Ârif Çelebî’yi halkın elinden zor kurtarırlar. Ârif Çelebî müritleriyle birlikte buradan Tebriz’e gider. Bu olaydan üç gün sonra Şeyh İshakın tekkesinin damında sema ederken damdan yere düşüp ölmesi halkı şaşırtır. Tebrizden dönünce Merendliler, Çelebî’yi büyük bir saygıyla karşılarlar ve halktan bir çok kişi ona mürit olur24.

Ulu Ârif Çelebî Amasya’ya gittiğinde, Eflâkî’nin ifadesine göre zamanın halifelerinin sultanı ve velilerin makbulü olan Amasya’lı Mevlâna Alâeddin ile görüşür. Ârif Çelebi hava ve su değişiminden dolayı rahatsızlanmıştır. Doktorlar mizacının düzelmesi için su ile karışmış şarap içmesini tavsiye ederler. Mevlâna Alâeddin ise, Çelebînin daima oruçlu olmasını ve zâhirî incelikleri gözeterek halkı dine davetle meşgul olmasını istediğinden bu duruma kızıp itiraz eder. Bu haberi duyan Çelebî, kızıp kalkar ve inzivaya çekilir25.

Eflâki’nin anlattığı bazı olaylardan Afyonkarahisar’da bir süre kaldığı anlaşılmaktadır. Menâkibu’l-Ârifîn’de, “Ulu Ârif Çelebî, Afyon’da Sâhip Fahr eddin’in oğulları ve onların naipleriyle sohbet ederdi” denilmektedir26.

Tokat’ta kaldığı sırada ise annesi Fâtıma Hatun, Sultan’ ın hanımı Gumaç Hatun, Muînüddîn Pervâne’nin kızı Hevendzâde ve şehrin tüm hanımlarının katıldığı bir toplantı yaparlar. Ârif Çelebi’nin de bu toplantıya iştirak ettiği kaydedilmektedir27.

Eflâkî’nin zikrettiğine gore, Ahî Muhammed Dîvâne, Çelebi’nin Sivas şehrindeki hâlis dostlarındandı. Ulu Ârif Çelebi’nin Sivas’a her gelişinde ona mükemmel ziyafetler çeker ve bağlılığını ifade ederdi. Çelebi üçüncü defa Sivas’a geldiğinde, o sıralarda Muhammed Dîvâne idrarını tutamamaktan şikayet ediyordu. Bir gece Ârif Çelebiye ziyafet verip her sınıftan şehrin ileri gelenlerini çağırır. Çelebi, sema esnasında Ahi’yi semaya çekip sema ederken ona, “geçmiş olsun, umulur ki bundan sonra artık zahmet görmezsin” demiş ve aktarıldığına göre Ahi Muhammed Dîvâne bu hastalıktan kurtulmuştur28.

D.   MEVLEVÎLİKTEKİ YERİ

Ulu Ârif Çelebi, babası Sultan Veled’in vefatından (712/1312) sonra Mevleviliği temsil etmiştir. Ârif Çelebi’den sonra da oğulları bu makama geçmiş ve bundan sonra artık bu makama Mevlânâ’nın soyundan kimselerin gelmesi bir teâmül haline gelmiştir. Ulu Ârif Çelebi’nin Mevlânâ’nın postuna oturmasıyla Mevlânâ Dergâhı mânevî bir saltanat merkezi haline gelmiş, Molla Hünkâroğulları da mânevî birer sultan olmuşlardır29.

Ulu Ârif Çelebi, babasının Mevlânâ dostlarını bir merkeze bağlama, bu merkezin giderlerini karşılamak için vakıflar kurma ve Anadolu’da tarikatı yayma çalışmalarını desteklemiş ve devam ettirmiştir30.

Babası ve dedesi gibi devrin bütün ileri gelen yöneticileriyle iyi geçinmiş, kısa süren ömrünün büyük bir kısmında seyahat ederek diğer gruplarla ikili ilişkilerini geliştirmeye gayret etmiştir. Hemen hemen bütün Anadolu’yu gezerek gittiği her yere Mevlanâ’nm hatırasını götürmüş, bu yerlerin bir çoğunda zaviyeler kurdurarak tarikatın yayılmasını sağlamıştır. Enerjik ve atılganlığı, celalli tabiatı ve garip karakteriyle dikkati çekmiş, Moğol

sultanlarından, Moğol beylerinden ve yıkılan Selçuklu İmparatorluğunun

geniş arazisi üzerinde meydana çıkan ve gelişmek için yardıma ihtiyaçları olan yerli beylerin hürmetine de mazhar olmuştur. Kesin olarak gittikleri henüz belli olmayan Moğolları da, Karamanoğullarmı da gücendirmeme siyasetini gözetmiştir, onların meşru olmayan bazı hareketlerine cephe almamış ve bazı beylerle ilişkiler kurarak çeşitli meclislerde biraraya gelmiştir. Üstelik bunlardan bir kısmına da hilâfet vermiştir. Ayrıca Eflâkî’nin yazdığına göre, Ârif Çelebi!den icâzet almak için sınır illerinden Konya’ya gelenler bile bulunmaktaydı31.

E.   DİĞER TARÎKATLARLA İLGİSİ

Ârif Çelebi’nin bazı tarikat pirleriyle arasının iyi olduğu anlaşılmaktadır. Gö1pınarlının da dediği gibi Ulu Ârif Çelebî, Mevlânâ yolunun bir melamet yolu olup Mevlevîliğin şuttâr neş’esi ile kurulmakta olduğunu biliyordu. Onun fütüvvet eliyle, Baba İlikten ayrılan ve Barak Baba’yı pir tanıyan Baraklılarla da arası gayet iyi idi.

Eflâkînin bildirdiğine göre Ârif Çelebi Sultaniye’ye gittiğinde kendisini karşılayanlar arasında Barak Baba dergahı şeyhi ve Barak Baba’nm halifesi olan Hayran Emirci de yer alıyordu. Bu zat, daha sonra Konya’ya gelerek türbeyi ziyaret ettiğinde yapılan semâ meclisinde Ârif Çelebi ile kucaklaşıp Çelebi, Hayran Emirci’ye “ümit olunur ki gelecek Ramazan Bayramında tekrar sizin semanızda oluruz” diye temennilerini belirterek beyaz külahını çıkarıp kendisine verir. Hayran Emirci hayretler içinde kalır çünkü gözü külaha takılmış, onu düşünüyormuş. Eflâkî’ye göre, ertesi sene aynı gün Sultaniye’de Ârif Çelebi ile Hayran Emirci mükemmel bir toplantı yapıp sema etmişlerdir. Bu durum, Ulu Ârif Çelebi’nin diğer bazı tarikat şeyhleriyle de arasının iyi olduğuna bir örnek teşkil etmektedir32.

Ulu Ârif Çelebi’nin Ahilerle de arası iyidir. Eflâkî’ye göre 715/1315

yılında Bayburt şehrine geldiğinde bir kaç gün orada Ahi Ahmed’in yanında kalmış ve Ramazan ayını orada geçirmiştir. Sivas’ta bulunan Ahî Muhammed Divâne Ârif Çelebî’yi seven ve ona çok saygı duyan, kendisine candan bağlı olanlardandı33.

Tebriz’de bulunduğu sırada şehrin ileri gelenlerinden Ahî Kazzâz Ahmed Şah adındaki bir zat, Ârif Celebi’ye büyük bir ziyafet tertip etmiştir. Sema ettikten sonra ona mürit olmuş ve ölçüsüz hizmetlerde bulunuştur34.

Ulu Ârif Çelebi’nin bunların dışındaki tarikatlere ve özellikle tutucu müntespilerine aynı gözle bakmadığı da anlaşılmaktadır.

Eflâkî’nin zikrettiğine göre, Akşehir’de Mevlevî olmayan sufiler bü- yük zorluklarla bir toplantı tertip etmişler, Ulu Ârif Çelebîyi de oraya davet ettikleri halde Çelebi toplantıya katılmamıştır. “Onlar nasıl bir gruptur?” diye soran Akşehirli Ahî Musa’ya “Hoş insanlar, resmi ve dış görünüşe saplanmış insanlardır. Fakat Tanrı’sız oturmuşlardır. Kendi sırrından haberi olmayanın Tanrı’dan da haberi yoktur ve “O sizinledir35” ayetinden de habersizdirler. Tanrı âriflerinin yanında Tanrı’yı bilen kişi, Tanrı’yı çağıran değil, Tanrı’yı görendir. Zira bizim dostlarımızın ruhları Tanrı’yı bilicidirler ve bizim tarikatımızda bilgin kişi, Tanrı’yı bilen adamdır, Tanrı’yı çağıran değil.36

“Tokat’ta bulunan itibarlı bir sûfî, Mevlâna dostlarının birbirlerine secde etmelerini çok defa kınar ve tenkit ederdi. Bu zat bir gün Ârif Çelebî ile karşılaşınca, Çelebî ona “Ey derviş, senin bize secde etmen yakışmaz. Senin o secden küfrün ta kendisidir. Çünkü sen bizi kendin gibi beşer görüyorsun. İnsan olmaktan geçmemişsin, meleklik makamına erişmemişsin. Bakışın şeytan bakışı, görüşün de şeytan görüşüdür. Eşek olduğun için şeyhin içindeki nurlardan haberin yok. Bizim dostlarımıza secde etmememiz mutlak küfürdür. Çünkü Allah’tan yüz çevirmek ve şeytan mezhebinin taklitçisi olmak, kölelerin işidir ve büyük hatadır. Bizim dostlarımız ebediyete kadar “Adem’e secde ediniz” fermanına boyun eğmişlerdir. Bu secde, onlar hakkında yüzbinlerce ihsan ve lütuftur. Şeytanların şanı da küfür ve baş çekmedir” diye mukâbelede bulunmuştur37.

Tokat’ta bulunan Muînüddîn Pervâne’nin kızı, Ulu Ârif Çelebi’ye çok hürmet gösterirdi. Kendisine ait tekkeye Şeyh Bahâeddîn Cendî isimli birisini Şeyh olarak tayin ettirmişti. Ulu Ârif Çelebi bu toplulukta Şeyh Bahâeddîn’e ve orada bulunan diğer şeyhlere çok ağır sözler söylemiştir38.

F.   DÖNEMİNİN İLERİ GELENLERİYLE İLGİSİ

Ulu Ârif Çelebi, Moğol beyleriyle olduğu kadar yerli beylerle de iyi geçinmeyi başarmıştır. Ahmed Eflâkî’nin belirttiğine göre Menteşoğlu Mes’ud Bey, Ulu Ârif Çelebi’yi sever ve yanına gittiğinde semâ meclisleri tertip ederdi. Yine böyle bir semâ meclisine davet edilenler arasında onların Türk olan Şeyhleri de vardı. Bu şeyh, saf ve aydın yürekli bir adamdı. Ne söylerse gerçekleşirdi. Türklerin hanımının (Terkân-ı Türkân) ona büyük bir inancı vardı.

O şeyh içeriye girer girmez, Çelebi’ye selam vermeden, önemsemez bir tavırla üst başa oturdu, birşeyler homurdanıp, mırıldanmaya başladı.

Ulu Ârif Çelebi semâya başladıktan sonra bu şeyhi yakasından tutup ortaya getirdi ve Farsça bir rubâî okudu. Sonra Çelebi onu elinden bıraktı. O Şeyh yere düştü, ağzından köpük gelmeye başladı ve bu Türk Şeyhi iki gün sonra dünyayı terketti.

Bunun üzerine emirler arasında bir kıyamettir koptu. Mes’ud Bey son derece korktu, o ilin halkı bölük bölük gelip mürit oldular ve hizmette bulundular. Sabahleyin Mes’ud Bey kalkıp tam bir niyazla Çelebi hazretlerine geldi, özürler diledi. Beş köle ve câriye, on tane iyi at, on parça ince ıskurlat çuhası, yirmi parça kareli yünlü kumaş verdi. Nakit olarak da epeyce altın ve gümüş para gönderdi. Çelebi’nin müridi olup Tanrı’nın yardım ve iyiliğine kavuştu. Sevgili oğlu Şucâeddîn Orhan (ö. 709/1329’dan önce)’ı da Çelebi’ye mürit yaptı39.

Yine Eflâkî’nin zikrettiğine göre Denizli emiri Şucâaeddin İnanç Bey de

(beyliği 720/1320 den önce) Ârif Çelebi’ye saygı duyanlardandır. Bir gün şehrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir toplantıya kardeşi Doğan Paşa ile beraber Ârif Çelebiyi de çağırır. İnanç Bey, Çelebi’ nin başında bulunan külahı alıp miğferinin altına giymeyi düşünürken Ârif Çelebi yerinden kalkarak Beyin yanına gelir, külahını başından çıkararak onun başına koyar ve “bu külahı iyi koru, savaş günlerinde giyersin” der. Bu olaydan etkilenen İnanç Bey “bütün emirlerim, kardeşlerim, oğullarım ve ailem ona mürit olduk” der40.

Ârif Çelebi, Germiyan Beyi Alişiroğlu Yakup Bey’le (1320’den önce Bey idi) görüşmüştür. Cahil bir adam olan Yakup Bey’in, Kur’an okunurken ve tasavvufı bilgiler verilirken yanındaki adamlarla ve esirlerle meşgul olması Ârif Çelebiye dokunur. Çelebi bir nara atarak kalkar, yola düşer. Yolda, Alişiroğlu’na kızarak hiddetli bir şekilde giderken aniden şiddetli bir kasırga çıkar. Alişiroğlu, bu kasırganın Ârif Çelebi’nin kızması sonucunda çıktığına inanır, orada subaşı olan Emir Sadeddin Kabızı elçi olarak gönderip ondan özür diler ve affedilmesine delil olarak da Çelebi’nin külahını ister. Ârif Çelebi de onu affeder ve külahını yollar. Buna karşılık Bey ona muhtelif hediyeler göndererek ihsanda bulunur .Ayrıca Ârif Çelebi Kütahya’ya gidince Alişiroğlu Yakup kızıyla beraber Çelebi’nin yanma gelir ve ona mürit olurlar41.

Menâkıbu’l-Ârifin’de kaydedildiğine göre, Ârif Çelebi’ nin Aydınoğulları ile de sıkı bir münasebeti vardır. Zaten babası Sultan Veled de Aydınoğlu Muhammed Bey’i (ö. 1334) severdi, ona “Gaziler Sultanı” derdi. Moğol ve Türk beyleri arasında onu över ve “büyüklüğü ve cömertliği ondan öğrenin” derdi. Ona “Su Başımız” adını vermişti42.

Ârif Çelebi Birgi şehrine ilk geldiği zaman Aydınoğlu Mubarizeddin Muhammed oraları henüz almamıştı. Alişiroğlu’nun subaşılarından Germiyan beyi bir gece Ârif Çelebi’ye gelir ve ondan yardım ister. Ârif Çelebi de ona çomağını verir ve “bununla sana karşı gelenlerin kafasını ez” deyip Allah’ın ona bu illeri ve daha nice memleketleri vereceğini müjdeler… Germiyan beyi Muhammed Bey çomağı öpüp başına koyar ve “bununla önce nefsimin, sonra düşmanımın başını ezeceğim” der. Olay gerçekten de Ârif Çelebi’nin işaret ettiği şekilde olur43.

Muhammed Bey’in oğlu ve İzmir beyi olan Umur Bey (ö. 1347) de bir kaç defa denizde sıkışmış ve Mevlânâ’nın kendisine yardıma geldiğini görmüştü. Aynı kafirlerle savaşırken Ârif Çelebi’nin kendisine yardım etmek için geldiği rivayet edilmektedir. Hatta Umur Bey bir gece rüyasında Ârif Çelebi’yi görmüş ve Çelebi ona

“Kim cübbesinin altında bizim koruma beratımızı taşırsa, denizde ve karada her nereye gitse kahraman olur, saygı görür”

anlamındaki Farsça beytini okumuştur. Bunun üzerine Umur Bey karar verip Sakız adasını fethetmiştir ki bundan dolayı Umur Beyin Mevlana ve Ârif Çelebi’ye büyük bir hürmeti ve bağlılığı bulunmaktadır44.

Aynı kaynağa göre, şairimizin Beyşehir’de kısa süre hüküm süren Eşrefoğulları ile de ilişkileri vardır. Semerkant’lı Nureddin adında büyük bir zat ona gelerek mürit olmuştu. Bu zat nefsine düşkün, kibirli bir kişi olduğundan diğer müritlerle sık sık arası açılıyordu. Bir gün Ârif Çelebi ondan, bir kaç mektup alıp Eşrefoğlu’na gitmesini ve dervişlere erzak toplayıp getirmesini ister. Nureddin ata biner, atın eyerinin ipi koptuğu için başaşağı yere düşer. Tekrar ata binip yoluna devam edince Ârif Çelebi etrafındakilere “bu adam başsız gidiyor, eğer öldürülmezse şaşılır” der. Dört gün sonra Nûreddin’i Eşrefoğlu’nun öldürttüğü haberi gelir. Oysa Nureddin, Eşrefoğlu’nun yanında bulunan ve eski bir arkadaşı olan Tirâzî adındaki bir şaire misafir olmuş, konuşurlarken aralarında tartışma çıkmış, Nureddin Tirâzî’yi öldürmüştü. Eşrefoğlu Mehmed Bey (1320 den önce Bey) haberi alınca durumu şehrin müftülerine bildirmiş, onlar da kâtilin katline hükmetmişler, Nûreddin’i öldürüp ikisini aynı yere defnetmişlerdi. Eşrefoğlu, Ârif Çelebi’den özür dilemiş ve Ârif Çelebî’ye bir çok hizmette bulunmuştur. Ârif Çelebi ise Eşrefoğlu’na yazdığı cevapta, “siz bu işte Allah’ın elindeki bir aletsiniz. Allahın iradesi böyle idi, böyle oldu. Onun başına gelen belanın sebebi, velilerin gönüllerini kırmasıydı” der ve Mevlanâ’nın şu beytinin yazılmasını emreder:

“Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, Sîmurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm.4546

Eflâkî’nin naklettiğine göre, Eşrefoğlu Muhammed Bey, Beyşehirde Ârif Çelebi’yi misafir ederek türlü hizmetlerde bulunur. Oğlu Süleyman Şah’ı (ö. 1327 den.önce) sarayına çağırarak Ârif Çelebi’nin hizmetine verir ve ona mürit yapar. Ârif Çelebi ise Süleyman Şah’ın beline nadir bulunan bir kemer bağlayıp gönderir. Eşrefoğlu’nun, Çelebi’ye, oğlunun gelecekte ne olacağını sorması üzerine Çelebi: “Buranın harap olması sizden sonra, onun döneminde olacaktır. Onu Beyşehir gölünde boğacaklar” dedi. Bu söz üzerine baba da, orada bulunanlar da ağlamaya başladılar. Hakikat, Ârif Çelebi’nin söylediği gibi oldu. Yıllar sonra İlhanlı Timurtaş Beyşehir’i zaptedip yağmaladı ve birkaç gün sonra Süleyman Şah’ı Beyşehir gölünde boğdurdu47.

Karaman oğullarının Konyaya hakim oldukları zaman Ârif Çelebi Moğolların tarafını tutmaktaydı. Karamanlılar ise Ârif Çelebi’ye “Biz size komşuyuz, Mevlâna’yı da severiz. Böyle olduğu halde neden bizi istemiyorsun da Moğollar’ı istiyorsun, onların tarafını tutuyorsun” dediklerinde Ârif Çe- lebi “Biz dervişleriz, Allah’ın dilediğine bakarız. O kimi istiyor ve ülkenin yönetimini kime veriyorsa onun tarafını güderiz. Allah şimdi sizi değil, onları istiyor. Ülkeyi Selçuklular’dan aldı, Cengiz soyuna verdi. Allah mülkünü dile- diğine verir” diye cevap vermişti. Bununla beraber Karamanoğulları ihlaslı, muhip ve mürit idiler. Ârif Çelebi’den çekinirlerdi48.

Moğolların güç ve kudretini gören, yerli beylerin onlarla başa çıkamayacaklarını anlayan Ârif Çelebi’nin Moğol taraftarlığına rağmen Karamanoğulları yanında da büyük bir nüfuzunun varlığı Menâkıbu’l- Ârifîn’de aktarılan şu olaydan anlaşılmaktadır: “Mevlânâ Türbesinde, Kütahya şehrinden babası Sultan Veled’e hediye edilen beyaz bir mermer havuz vardı. Ârif Çelebi İran seyahatinde iken Karamanoğlu naiplerinden Celâl-i Kuçek adındaki bir zat, o havuzu bir hile ile alıp Karaman’a, kendi sarayına götürdü. Seferden dönen Çelebi mermer havuzu göremeyince canı sıkıldı ve Karaman beyi Emir Bedreddin İbrahim (ö. 1356)’ e bir mektup yollayarak durumu bildirdi. Mektubu alan Emir Bedreddin İbrahim olayı araştırıp havuzu oradan alanı buldu ve görevinden azlederek cezalandırdı. Özürler dileyerek bir çok da hediye ile birlikte havuzu Konya’ya geri gönderdi. Ârif Çelebi havuzu bir merasimle karşıladı, yerine koydurup Mevlâna’nın şu rubaisini okudu:

Garip olanın yolu ancak sana varsın diye senin kapından başka bütün kapıları kapatmışlardır. Ey keremde, yücelikte, nur saçıcılıkta güneşin de, ayın da, yıldızların da kendisine köle olduğu güzel, ancak senin kapın açıktır.49.”50

Ârif Çelebi, görüştüğü ve ilişkilerde bulunduğu bu beylerin ve devlet adamlarının dışında her gittiği yerde şehrin ileri gelen ilim adamlarıyla ve tanınmış şahsiyetleriyle de görüşmektedir ama Ahmed Eflâkî bu kişilerin çoğunun isimlerini zikretmemektedir. Menâkibu’l-Ârifînde sadece Amasya Kadısı Mevlâna İmâdüddin, Sivas Hatibi Sa’deddin, kardeşi Hafız Mecdüddin ve ileri gelenlerden bir grubun Kayseri’den Sivas’a giden Ârif Çelebi’ye refakat ettiklerinden bahsedilmektedir51.

Eflaki, Menâkibu’l-Ârifîn’de aktarılan şu olayda da Ârif Çelebi’nin görüştüğü birçok alimin isimlerinden bahsetmemektedir: “Tebriz’e gittiklerinde şehrin saygın kişileri Ârif Çelebi’ye itaat ederek sema meclisi tertiplediklerinden bahsetmektedir. Şehrin ileri gelenlerinden Ahî Ahmed Şah büyük bir cemiyet düzenleyip arkadaşlarını, şehrin büyüklerini, âlim ve fakihleri evine çağırmış, Ârif Çelebi bu zatın evinde onlarla sema etmiştir.52

G.   HALİFELERİ

Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn adlı eserinin çeşitli yerlerinde, kronolojik sıra takip etmeden Ârif Çelebi’nin halifesi olan bazı kişilerin isimlerini vermektedir. Eflâkî’nin kaydettiği isimler şu şekildedir:

1-   ‘Halîfelerin örneği’ denilen Bayburt’lu Ahi Ahmed53

2- Ilgınlı Şeyh Emir Abgermî54

3- Niğde’de gönül sahibi, temiz kalpli ve itibar sahibi bir kişi olan Nasihuddin Sebbağ55

4- ‘Halifelerin önderi’ denilen Karaman’a gönderip orada bir zaviye kurmasını istediği Ahi Muhammed Beğ, Veled-i Kalemî56

5- ‘Halifelerin Padişahı’ denilen, Denizli’de halifelik yapan Mevlânâ Kemâleddîn57

6- Mevlânâ Muhyiddîn58

7- Tâceddîn-i Mesnevî-han.59

8- Ahî Musa Akşehrî60

Menâkibu’l-Ârifîn’de Ulu Ârif Çelebi’nin bu halifelerinden başka, bir de Tokat’ta Konya’lı Ârife Hoş-likâ isimli bir kadın halifesinin olduğu bildirilmektedir. Bu kadın halifenin Tokat ve komşu illerdeki şehrin ileri gelenlerini kendisine bağladığı ifade edilmektedir61.

H. ULU ÂRİF ÇELEBİ’NİN KARAKTERİ

Ulu Ârif Çelebi gezmeyi seven, herhangi bir kural ve disiplin altına girmek istemeyen, hür tabiatlı bir yapıya sahiptir. Abdülbaki Gölpınarlı, onun karakteri hakkında şu cümlelere yer vermiştir:

“Ulu Ârif Çelebi, karakter bakımından ne babası Sultan Veled’e benzer, ne dedesi Mevlânâ Celâleddîn’e. O biraz atası Sultânü’l-ulemâ’yı ve bir hayli de Şems-i Tebrîzî’yi andırmaktadır. O, tasavvufa âşinâ halkın celâlî ve celâlli dedikleri erenlerdendir. Fazlasıyla titiz, hiddetli ve pek sabırsızdır. Hemen hiçbir meclis yoktur ki orada bulunsun da bir olay çıkarmasın.

Sivas’ta Erzurumlu Hoca’yı dövdüğünü, Merend’de Şeyh İshak’la kavga ettiğini, Alişiroğlu’na kızıp meclisi terk ettiğini söylemiştik. Çelebi sözünü hiç çekinmez, sert ve nükteli konuşur. Kendisinden çok emindir.62

Ayrıca Dîvân’ında isim cümlelerini çok kullanması, fiil cümlelerinde ise emir sîgalarına fazlaca yer vermesi, onun bu sert ve hareketli mizacını hatıra getirmektedir. Onun şiirlerinde tasavvufla uğraşan yumuşak huylu bir dervişten daha çok ‘öğrencilerine çok ödev veren bir öğretmen’ edâsı sezilmektedir. Sert ve nükteli konuşur, kendine güveni tamdır. Meleklerden daha yüksek bir seviyede olduğunu düşünür.

Ulu Ârif Çelebi, yeri geldiğinde sözünü esirgemez, karşısındakinin söz ve hareketlerini beğenmiyorsa onu aşağılamaktan da çekinmez. Merend şehrine gittiğinde orada bulunan Şeyh Cemâleddîn İshak-ı Merendî ‘ben Mevlânâ’nın sırrıyım’ deyince, Ârif Çelebi birden şeyhe bağırarak ‘Ey soysuz eşek! Sen onun köyünün köpeklerinin sırrı bile olamazsın. Sen nerede, bu yalan nerede?!’ diye karşılık vermiştir63.

Eflâkî’nin, Ulu Ârif Çelebi’nin kerâmetlerini aktarıp büyüklüğünü ortaya koymak maksadıyla kaleme aldığı menkıbelerini okuduğumuzda, onun kendine çok güvendiği, ailesinin büyükleri dışında kalanları pek de önemsemediği, özellikle eleştiriye asla tahammül edemediği anlaşılmaktadır.

Burada söylenilen kanaatlerin sadece Eflâkî’nin Ulu Ârif Çelebi’yle ilgili yazdıklarından ve Dîvân’ında bulunan şiirlerinin bizde oluşturduğu hislerden ibaret olduğunu da belirtmeliyiz. 49 yıllık ömrün birkaç ilginç olay aktarımı, 128 gazel ve 81 rubâî ile izah edilmesinin ne kadar yanlışlarla dolu olabileceğini de vurgulamadan geçemeyeceğiz. Zira 1320 yılında vefat eden Ulu Ârif Çelebi mîlâdî hesapla 693 sene önce bu dünyadan dâr-ı bekâya göçmüştür.

I. ULU ÂRİF ÇELEBİ’NİN VEFÂTI

Ahmed Eflâkî’nin Menâkibu’l-Ârifîn isimli eserinde anlattığı kadarıyla, Ulu Ârif Çelebi Karaman’dan Aksaray’a gelince bir gece rüyasında Mevlânâ’nın kendisini yanına çağırdığını gördü. Sabah olunca dostlarına rüyasını anlatıp Mesnevî’de bulunan şu beyitleri okudu:

وقت آن آمد که من عریان شوم     جسم بگذارم سراسر جان شوم

صورت تن گو برو من کیستم      نقش کم ناید چو من باقیستم64

Bu olaydan iki gün sonra Konya’ya hareket eden Çelebi, şehre varınca hastalanır. Hastalığı günden güne artar. Feridun Nâfiz Uzluk’un söylediğine göre ‘Akciğer veremi’ olmuştur65. 719/1320 yılının Zilkade ayının son Cuma sabahı evden çıkar, Mevlânâ Türbesinin kapısına geldiğinde güneş doğup bir miktar yükselinceye kadar orada bekler. Daha sonra güneşe bakarak şu beyti okur:

آفتاب آفتابند اولیا       آفتاب از نورشان گیرد ضیا66

Daha sonra, “Ben bu alçak dünyadan usandım. Ne zamana kadar bu güneşin altında toz ve duman arasında kalacağım? Göklerin yücesine ayak basmak istiyorum” der ve Mevlânâ’nın şu matla’lı gazelini okur:

67کراست تماشا عزم رویم می فلک به ما                راست و چب از رسد می عشق آواز نفس هر Ulu Ârif Çelebi bu gazeli sonuna kadar okuyunca hizmetinde bulunanlar feryat edip ağlamaya başlarlar. Fakat o, “ölümden başka çare yoktur. Cismim hareket etmekten âciz kaldı. Bu dünyada benimle aynı dertleri paylaşan bir kimse kalmadı. Benim derttaşım Mevlânâ ve babamdır. Onları görmeyi arzu ediyorum” der ve bir nâra atıp evine gider. Cuma namazı için türbeye gidince hasta olmasına rağmen vecd içinde sema edip kendisinin yazdığı şu rubâîyi okur:

در کوی دالرام بسر باید رفت         وز هستئ خویشتن بدر باید رفت

گستاخ نشاید بر آن مه رفتن        با چهرۀ زرد و دیدۀ تر باید رفت68

Ulu Ârif Çelebi bu rubâîyi söyledikten sonra semâdan çıkıp bugün mezarının bulunduğu yere yatar. Bir zaman orada yattıktan sonra kalkıp “Bir kişinin türbesi, onun gömüldüğü yerdir, uyarınca beni buraya gömün” der. Durumu her gün biraz daha ağırlaşan Ulu Ârif Çelebi’nin hastalığı 25 gün boyunca devam eder. Eflâkî’nin rivâyetine göre Zilhicce ayının 22. Gecesi, Mevlânâ’nın ölümünde olduğu gibi, Konya’da büyük bir deprem olur. Bu deprem aralıklarla üç gün devam eder. Birçok evin bacası ve duvarları yıkılır69. “Konya’da bir abdal vardı. Bu abdal Hoca Fakîh Ahmed’in yerine geçmişti ve Çelebi’nin muhiplerindendi. Kırk yıl toprakta oturmuş, yerinden hiç kımıldamamıştı. Yaz-kış aynı yerden ayrılmazdı. Ona ‘Dânişmend’ diyorlardı. O başlangıçta medrese talebesiydi ve bu dünyanın bilinmeyen şeylerini bildirmek, gaybtan haber vermekle meşhur olmuştu. Bu adam feryat ederek “Yazıklar olsun. Konya’nın mumunu götürüyorlar. Dünya birbirine karışacak ve ben de o sultanın arkasından gideceğim” dedi70.

Zelzeleler birbirini izleyince, Çelebi hazretleri “Göç etme zamanıdır. Yerin de bizim vücûdumuzun lokmasını yemek hevesiyle nasıl tepinip durduğunu görmüyor musunuz? O yağlı bir lokma istiyor” dedi ve şu beyti okudu:

چون تنم را بخورد خاک لحد چون جرعه          بر سر چرخ جهد جان که نه جسمم نورم71

“Mezar toprağı vücûdumu bir lokma gibi yiyince, canım göklere uçar.

Çünkü ben cisim değil, nûrum.”

Bundan sonra da “Sübhânallâh, ne acâyin kuşlar görünmeye başladı” dedi, nazarını o kuşlara dikti ve sık sık uçacakmış gibi yapmaya başladır. Acayip hareketler ve işaretler yapıyordu. Dostlar sıkıntı ve çaresizlik yüzünden çığlık atıp ağladılar. Büyük, küçük, kadın, erkek herkes büyük bir telâşa düştü. Bunun üzerine Ulu Ârif Çelebi şöyle buyurdu: “Hiç üzülmeyin. Nasıl bizim bu âleme düşmemiz sizin işleriniz içinse, yok olmamız da yine sizin içindir. Ben bütün durumlarda sizinleyim, sizsiz değilim. Öteki dünyada da sizinle olacağım. Bu dünya sarayından ayrılmak zaruridir. Ayrılıksız bir vuslat ve ayrılıksız bir toplanma ancak öteki dünyadadır. Beni tam bir huzur içinde yolcu edin. Her ne kadar görünüşte bir kaybolma olacaksa da gerçekte sizin hakikatinizden uzak değilim. Bu bir kaybolma değildir.” Ulu Ârif Çelebi bu sözleri söylediği sırada iki oğlu babalarının yanına gelip oturdular. Ben (Ahmed Eflâkî) ağlayarak “Çelebi hazretleri mübarek bir sefere çıkıyor. Bu şehzâdeleri kime emânet edeceksiniz ve ne vasiyette bulunacaksınız?” diye sordum. “Onlar Hüdâvendigâr’a aittirler. Onların tasasını o hazret çeker” buyurdular. “Yetim ve öksüz kalan ben ne yapayım, nereye gideyim?” diye sordum. “Mübarek türbenin hizmetiyle meşgul ol. Hiçbir yere gitme. Sana babalarımızın ve atalarımızın menkibelerini toplayıp yazmanı söylemiştim. Bu işle meşgul ol. Onu tamamlamayı ihmal etme ki, bizim yüzümüz Hüdâvendigâr’ın yanında ak olsun, veliler de senden memnum kalsın” buyurdular72.

Öğle ve ikindi arasında Asr ve Nasr sûrelerini okudu. 24 Zilhicce 719/5

Şubat 1320 Salı günü tam bir sevinç içinde ebedî ve ilâhî olan nurlu aslına göçtü. Tabutunu hazırladılar, fakat tabut biraz kısa geldi. Durumu gören arkadaşlar feryâd ü figân edip ağladılar. Bunun üzerine Tanrı’nın kudretiyle onun ayakları kendiliğinden çekildi. Tabutun kapağı kapandıktan sonra kaldırdılar. O gün zemherinin tam ortasıydı. Şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. Küçük kıyamet kopmuş, erkek kadın birbirine girmiş feryat edip ağlaşıyorlardı. Ertesi gün Ulu Ârif Çelebi babasına komşu oldu73.

J.  EDEBÎ KİŞİLİĞİ

Ulu Ârif Çelebi’nin bütün şiirleri Farsça olup sadece gazel ve rubâî tarzında şiir söylemiştir. Bu Mevlânâ’nın tarzıdır. Devlet büyüklerini ya da başka makam sahiplerini övmemiş, kaside tarzında şiir söylememiştir.

Ulu Ârif Çelebi’nin şiirlerinde, diğer mutasavvıf şairlerin şiirlerinde bulunan özellikler göze çarpar. En önemli konular arasında aşk, Allah’a ulaşmak, dünyaya bağlanmamak, kibir ve makam sevgisi gibi tüm dünya özelliklerinden sıyrılmak sayılabilir. O’nun her konuda Mevlânâ’ya bağlı olduğu, onunla aynı görüşleri paylaştığı anlaşılmaktadır. Birçok şiirinin Mevlana’nın şiirlerine nazîre oluşu da bunu göstermektedir74.

Ulu Ârif Çelebi’nin şiirleri genellikle tasavvuf içerikli olduğundan, bazen zor anlaşılan beyitleri bulunsa da genellikle sade, akıcı ve anlaşılır beyitlerden oluşmaktadır. Zira o, yazdığı şiirlerde sanat yaparak şairlik gücünü göstermeye çalışmamış, sadece anlatmak istediğini ifade etmeye çalışmıştır. Diğer bir deyişle, onun şiirlerinde şiir sanatlarına ait birçok örnek bulunabileceği halde anlamı sanata feda etmemiş, zor anlaşılan ve tekellüf oluşturan ifadelerden uzak durmayı tercih etmiştir.

K.  ULU ÂRİF ÇELEBİ’NİN DÎVÂNI

Ulu Ârif Çelebi’nin bugün için bilinen tek eseri, Dîvân’ıdır. Bu Dîvân, onun 128 gazel ve 81 rubâîsini barındırmaktadır. Diğer şiir tarzlarında söylediği herhangi bir şiiri bugün için bilinmemektedir.

Birçok şairin zor telâffuz edilen harflerle kâfiyeli gazel söylemedikleri bilinen bir gerçektir. Ulu Ârif Çelebi de kelime sonunda az bulunan genellikle söylenmesi zor kelimeler oluşturan ط ، خ ، ح ، ض ، ص ، ژ ، ذ ، ث ظ ، ve benzeri 15 harfle kafiyeli hiç gazel söylememiştir. Gazellerdeki beyit sayıları 3 ile 63 arasında değişmektedir. Ulu Ârif Çelebi de dedesi Mevlana gibi uzun gazeller yazmaktan çekinmemiştir. Bu Dîvân’da 3 ve 4’er beyitli birer gazel, 5 beyitli 3 gazel, 9 beyitli 37 gazel, 13 beyitli 20 gazel, 48, 51 ve 63 beyitli birer gazel bulunmaktadır.

Rubâîleri arasında tek beyitlik, yarım kalmış bir rubâîsine de rastlanmaktadır. Tenkitli neşri yapılan her üç nüshada da tek beyitten ibaret olarak kaydedilen bu rûbâî, 73 numaralı rubâîdir. Yarım kalan bu rubâînin şair tarafından daha sonra tamamlanmak üzere mi yarım bırakıldığı ya da müstensihler tarafından mı yazılmasının unutulduğu bizim açımızdan bilinmeyen bir konudur.

L.  ÖRNEK ALDIĞI VE ETKİLENDİĞİ KİŞİLER

Klasik tarzda şiir söyleyen şairlerin şiire başladıkları ilk dönemlerinde meşhur şairlerin Dîvân’larını okudukları ve onların bazı şiirlerini ezberleyerek onlara nazîre yazmaları şâirlik geleneklerindendir. Ulu Ârif Çelebi’nin de bazı mutasavvıf şairlerin şiirlerinden etkilenmesi ve onlara benzer şiirler yazması gayet doğaldır. Ulu Ârif Çelebi daha çok dedesi Mevlana’nın etkisinde kalarak onun gazellerine nazîreler söylemekle birlikte, babası Sultan Veled’in şiirlerinden de çok etkilenmiş, onun şiirlerine de nazîreler söylemiştir. Ulu Ârif Çelebi Dîvân’ında bulunan 10 farklı gazelde, kendi mahlâsının yanında Mevlana’nın mahlâsı olan ‘Hâmûş’ kelimesini de zikretmesi, Mevlâna’dan etkilendiğinin önemli delillerindendir. Babası Sultan Veled’in kullandığı ‘Veled’ mahlâsı ise dört gazelinde bulunmaktadır. Ayrıca bu Dîvân’a, dedesi Mevlâna’dan iktibas ettiği ‘Penbe zi-gûş dûr kon’ ifadesiyle başlaması da çok mânidardır. Zira Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’nin Dîvân-ı Kebîr isimli eserinin 550. Gazeli bu ifadeyle başlamaktadır75. Ulu Ârif Çelebi Dîvân’ında dedesi Mevlânâ’nın ve babası Sultan Veled’in gazellerine benzeyen başka birçok ifadeler bulmak da mümkündür76.

Ulu Ârif Çelebi Dîvân’ında bulunan rubâîlerden ‘Ez-tû be-ki nâlem ki diger dâver nîst’ şeklinde başlayan 8. Rubâî, Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Gülistan isimli eserinin 8. bölümünde yer almaktadır77. Ayrıca 53. Rubâî de Ömer Hayyam’ın rubâîleri arasında az bir farkla kaydedilmiştir78. Dîvân’da bulunan 29. Rubâî’nin, Mevlana’nın Dîvân’ında bulunan 224. Rubâî ile sadece birkaç kelimesi farklıdır79.

 


 

  1. Sultan Veled, İbtidâ-nâme, Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı, I, Konya,
  2. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 827; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 65, İstanbul,
  3. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  4. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 826-827.
  5. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 827-828.
  6. Burada bahsedilen yedi veli, Mevlânâ, Bahâ Veled, Seyyid Burhâneddîn, Şems-i Tebrîzî, Şeyh Salâhuddîn, Çelebi Hüsâmeddîn ve Sultan Veled olmalıdır.
  7. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 828-829.
  8. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 829-830.
  9. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  10. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 836-837.
  11. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  12. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 831-832.
  13. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  14. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  15. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  16. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  17. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 842-843.
  18. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  19. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  20. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  21. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 852-856; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  22. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 844-846; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 69-70.
  23. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 858-862; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  24. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 849-851.
  25. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 872-877.
  26. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 885-888.
  27. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 891-892.
  28. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  29. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, 94-95.
  30. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, 92-93.
  31. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 69, 92-93; Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 925-927.
  32. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  33. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 859-863.
  34. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 894-895.
  35. Hadîd Sûresi, 57/4.
  36. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çev.: Tahsin Yazıcı,
  37. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 909-910.
  38. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  39. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çev.: Tahsin Yazıcı, 630-631.
  40. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 864-865.
  41. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 945-947.
  42. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  43. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 947-948; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  44. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 949-950; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  45. Mevlânâ, Mesnevî, Çev.: Veled İzbudak, IV,
  46. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 950-951; Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 83-84.
  47. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 924-925; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 74; Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  48. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 925-927; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 74-75; Feridun Nâfiz Uz- luk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 69-70.
  49. Şefik Can, Mevlana’nın Rubaileri, Rubai no: 1707.
  50. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 908; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 75; Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 58-59.
  51. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 931-932; Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 72-74.
  52. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 894-895; Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 51-52.
  53. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 859; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  54. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 892-893; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  55. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 913-914; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  56. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 962; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 86; Gölpınarlı ‘Bugün Karaman’da Mevlana’nın annesi Mü’mine Hatun, ilk hanımı Gevher Hatun ve büyük kardeşi Alâeddîn’in medfun bulundukları Medrese-i Sultan dergâhına Ak Tekke ve Kelâmiye Zâviyesi dendiğine göre, burasının Kelâmîoğlu tarafından kurulduğu anlaşılı- yor’ demektedir (Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, 86).
  57. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  58. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  59. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II,
  60. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  61. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 928; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  62. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik, 75-76.
  63. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifîn, II, 849-851.
  64. “Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım. Ten sûreti gidiversin, ben o sûretten ibâret değilim Ben bâkî oldukça, sûret eksik olmaz elbet.” (Mesnevî, VI, 613 ve III, 3934.)
  65. Feridun Nâfiz Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri,
  66. “Velîler güneşlerin güneşidir, güneş onların nuruyla aydınlanır.”
  67. “Her an sağdan soldan aşkın sesi Biz göklere gidiyoruz. Kim bizimle oraları görmeyi arzu eder?”
  68. “Gönlü dinlendiren o sevgilinin diyarına gitmek ve kendi varlığından çıkmak O ayın yanına küstahça gitmemeli, sarı bir çehre ve ıslan bir gözle gitmelidir.” (bkz. Uzluk, Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri, 120-121).
  69. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri,
  70. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, 701-702.
  71. Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-ârifîn, II, 969;
  72. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, 702-703.
  73. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, 703-704.
  74. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevîlik,
  75. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, 243.
  76. Mehmet Vanlıoğlu, Ulu Ârif Çelebi ve Dîvânının Tenkitli Metni, 52-55.
  77. Sa‘dî-i Şîrâzî, Gulistân-ı Sa‘dî,
  78. Hamamizade İhsan, Ömer Hayyam Rubaileri,
  79. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, 1331.
  80. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1-2. Beyitler.
  81. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 34. Beyit.
  82. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1-3. Beyitler.
  83. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 2. Beyit.
  84. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 9-10. Beyitler.
  85. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 4. Beyit.
  86. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 11. Beyit.
  87. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 4. Beyit.
  88. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 11. Beyit.
  89. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 13. Beyit.
  90. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 5. Beyit.
  91. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 5. Beyit.
  92. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 6. Beyit.
  93. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 13-14. Beyitler.
  94. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 6-7-8. Beyitler.
  95. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 14. Beyit.
  96. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 4. Beyit.
  97. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1. Beyit.
  98. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 17. Beyit.
  99. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 4. Beyit.
  100. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 21. Beyit.
  101. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 12. Beyit.
  102. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 2. Beyit.
  103. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 3. Beyit.
  104. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 9. Beyit.
  105. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 8-9. Beyitler.
  106. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 17. Beyit.
  107. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 13. Beyit.
  108. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1-2. Beyitler.
  109. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1. Beyit.
  110. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 21-22. Beyitler.
  111. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 11. Beyit.
  112. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 7. Beyit.
  113. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 12. Beyit.
  114. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 6. Beyit.
  115. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 4. Beyit.
  116. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 8. Beyit.
  117. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 5-6. Beyitler.
  118. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 3. Beyit.
  119. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 1. Beyit.
  120. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 14-15. Beyitler.
  121. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 13-14. Beyitler.
  122. Ulu Ârif Çelebi Dîvânı, Gazel, 2. Beyit.

 


 

ETİKETLER: