TASAVVUFUN MERHALELERİ VE MEVLÂNÂ – Nureddin TOPÇU

A+
A-

TASAVVUFUN MERHALELERİ VE MEVLÂNÂ

Nureddin TOPÇU

Mevlânâ Celâleddin”in, bir çoklarının meftun olduğu sanatkâr tarafı onun zâhiridir. Âhenk ile kâfiyenin, güzel söz ile göz yaşının muhteşem terkibi olan sanat, kabuktaki parıltıdan ibarettir. Ancak halk kitlesi şekle düşkün olduğundan, şâirde de sanat  taassubu hâkim olarak, Vahdet deryasının bütününden ayrılmaz damlası olan Hazreti Mevlânâ”yı  büyük şâir diye övmek âdet olmuştur. Güneşi güzel bir şamdan gibi,  yıldızları birer inci tanesi halinde  tasavvur etmekten hoşlanan gözlerimiz,  her büyüklükte  bir sanat arıyor. Sonsuzluğu bile sanat ölçüleri ile düşünebiliyoruz. Tasavvufta sanat, olsa olsa dervişin değneğidir, biz onun dervişliğini bu değnekle anlıyoruz.

Mevlânâ”nın, dini tecrübeyi  bütün derinliği ile yapmış bir mutasavvıf olduğunu düşünmek, onu gerçek çehresi ile tanımak olacaktır. Tasavvuf, esasında bir ahlâki temizlenme yoludur. Bu temizlenme  işi, insan olan varlığımızdan hareket ederek Allah”a kadar götüren bir yolculuğun  sonucudur. Bu yolculuk, sonu olan varlığın daha yaşarken sonsuzluğa atlayışıdır; fenâdan bekâya sıçrayışıdır.

Ruh dünyasında tam manasıyla bir atletizm denebilecek olan bu sıçrayış, gelişigüzel yapılan bir hamle ile olmuyor. Onun âdâbı, erkânı, usulü vardır. tasavvufun, insan olan varlığımızdan çıkarıp, Allah”a yaklaştıran, bazılarının tâbiri ile Allah’la birleştiren hareketleri, üç safhadan geçmek suretiyle yapılmaktadır.

Birincisi hazırlık safhasıdır. Bu, tassavufun riyâzat ve  ferâfat devresidir. Allah yolcusu, bu hazırlanmada  terk veya inkâr basamaklarını atlayacaktır. Kendine dünya yükü diye ne varsa hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle terk edecektir. Terk hali, onun ruhunda önce bir istek, bir iştiyâk, bir irade halinde parlar. İlk riyâzatlerle işe başlayan derviş, bu yolun  bitiminde sonsuzluğun temâşâsı ile karşılaşır. Manzara yok, şekil ve sûret yok. Lâkin derûni bir ihtişam, manzara imiş gibi etrafa yayılan bir mana, dünyamızı karartıda bırakan içsel bir aydınlık, bütünün fertlerine ayrılmaz muhteşem ve sarsıcı ifadesi, ruh atletini kendinden geçirir. Onda inkâr  sevgisi başlar, dünya yükünü inkâr sevgisi.

Bu aşkın ilk hamlesi, servetten ve devletten geçme şevki ile kanatlanacaktır. Bu inkar zor olmaz. Bilakis dervişte bir neşvedir. Mal ile mevki hırslarını ve bu varlıkların ağır yükünü, kirlerden temizlenir gibi kendinden atar, uzaklaştırır. Artık Allah, yolculuğuna çıkanın geri dönmesi yoktur. Bu yolda ilerledikçe güçlük artar, şevk de beraber çoğalır. Temaşa edilen mana alemi, basamak basamak ilerledikçe; daha geniş­ler, enginleşir, sonsuzlaşır, sarhoş edici olur.

Derviş olgunlaştıkça, daha çetin inkarlar, evvelkini takip eder. İkinci basamakta evladdan ve irşaddan geçme hali gerçekleşir. Evlattan geçme bir gönül yakışıdır, irşaddan geçme ise akıl yakışı. Onları yaralarına yapıştırır çeker, koparır. Böylelikle şifa bulur. Evlâd, Allah”ındır. İrşad ise, bütün kibirlerin hammalı olan zavallı aklın herzeleri. Bütün alem, bütün akıl, bütün hikmet, dervişin bağrında parlayan aşk güneşinde, ateşe düşen bir kar damlası gibi eriyecektir. Şevkindeki lezzet hiçbir şeyde bulunmaz: Lezzet, hikmete değiştirilmez. Tasavvuf, hikmet değildir; ilahi hazdır. Onun yanında, felsefe ile beraber bütün ilimler ve bütün kaideler: hakikatin posası hükmündedirler. İster tatlı, ister acı, hepsi de değersizdir. Derviş bunlara itibar etmez.

Mevlana evini, ailesini bir zaman ihmal etmiş. Bundan ne çıkar! Terk Libasını o çoktan giyinmiş ve benimsemiştir. Aşkın ummanında aklın irşadı da lüzumsuz bir külfet sayılır. Sadece aşkın bir nevi tortusu, dumanı veya ondan fışkıran bir alev kalır ki, o da dışarıya çıkınca volkan ateşi gibi donup kalmaktadır: Bu şiirdir, neydir, sema’dır, her çeşit ifadedir. Aşkın kendisi değildir. Belki de ona yabancı bir unsurdur;  zira donmuş ve dünyevi hüviyet kazanmıştır. Bu basamakta duran dervişin gözün,  evladın, çamurun içine atılan altından, ilmin de, sahte bir mankeni andıran şöhretle devletten farkı kalmamıştır.

Terk yolculuğu burada da nihayetlenmez. ilim denen kendindeki bulanık ve tatsız suyu pir batağa boşalttıktan sonra, hayallerle, hatıralardan sıyrılmaya başlayacaktır. Derviş, kendi ruh dünyasını dolduran yüzlerce hayali benliğinde bulacaktır, veya onları kendinde eritip yok edecektir. Onları unutarak, değerlerini inkar edecek, şuurunda bu çokluk resminin mütemadiyen raksetmesini böylece önleyecektir. Onda bizim dünyamıza karşı bir nevi yabancılık, hatırlama iradesini yok edici sanki yeniden bir doğuş hali peydah olacaktır. Bu içsel doğuş, bir nevi istiğfardır; tövbe ile temizlenmedir.

Daha sonra, duygulardan temizlenme kendini gösterir. Bu hal, bir nevi mahiyet değiştirmedir. Derviş, dini denemenin bu basamağında, bizim çok ve rengarenk duygularımıza yabancılaşır. Dünyamızı dolduran bunca duygu verici hadiselerin karşısında duygusuz kalır; adeta kaskatı bir varlık kesilir. Bizim sevindiğimize sevinmez; bizi yakan acılarla yanmaz olur. Onu bizim duygularımızın terennümcüsü zannederek şairler arasına koymak gaflettir, anlayışsızlıktır. Tasavvuf, sanat değildir.. Hazreti Mevlana’yı ve Yunus Emre’yi şiirlerindeki ahenkte arayanlar, kabuğu öz zannedenlerdir.

Nihayet iradeden sıyrılma, duygusuzluk bölgesine varan dervişi varlık kabusundan kurtarır; selamet denizine sürükler. Burada benlik gayyâya gömülür, ölümle dirim bir olur. Bedene bağlılık iradesi de kalmaz. İstekler sahibine iade edilir. .

Bu zirveye tırmanan derviş, zaferi kazanmıştır. Çile bitmiş, kulun işi tamam olmuştur. Terk mıntıkasının bu zirvesinde uçmak için, hidayetten başka bir şeyolmayan, kanat beklenir.

Terk bölgesi sonuna kadar böylece aşıldıktan sonra, tasavvufun ikinci safhası olan vecd, istiğrak başlar. Bu safhada, varlığa ait bütün vehimlerle çilelerden, söylediğimiz sıra ile birer birer boşalan ruha, hakikat dolacaktır. Boşalmadıkça dolma yok. Dünyasından boşalmayan kaba ukbâ dolmuyor. Dünya heveslerinden ve varlık vehimlerinden tamamiyle sıyrılan bu kab ve kalıp, ancak böylelikle tam manası ile Allah”ın emrine girebilir. Taşıdığı safrayı bütün bütün atan varlık, dünyevi muâvezenelerden halas olarak bir baş dönmesine tutulur. Vecd, ruhta baş dönmesi halini andırır. Vecd denen bu baş dönmesi, ruhu mutlak alemine yükseltir; onunla birleştirir. Bu birleşme iki kürenin çarpışması gibi bir sarsıntı ile başlar. Uluhiyetle temasa geçen ruh, tahammülü güç olan sonsuz bir zevkin kucağında sarhoş olur. Burada ebedilik ve sonsuzluk mekansız bir an içinde gerçekleşir. İstiğrak. denilen aşırı vecd hali, dervişin mirâcıdır. İçerisinde büyük huzura doğru yükselişin hissedildiği bu hal, fırtınalıdır, kendinden tam geçme halidir. Varlığın büsbütün ortadan kalkarak, sadece hazzın kaldığı haldir.  Onda Allah”a temas hazzı dile gelir. Temasın şiddetli olduğu anlar, dervişe “Enelhak” dedirtir. Bu anın sarhoşluğunu bütün hayatlarına yayarak vecd zevkini aklın anahtarı yapanlar, bu düsturu hakikat diye kabul ettiler. Damla, denizden kendisini nasıl ayırsın ?

Ancak dini deneme vecd ile de bitmiyor. Vecd, kendi kendinin gayesi değildir. O sadece gayeye götüren geçittir. Onun gayesi, huzura ulaştırmaktır. Tasavvufun üçüncü ve son merhalesi, huzur safhası’dır. Vecd ve istiğrak kemal haline geldi mi; derviş huzur denizine yükseliyor; varlığı, mutlak huzur kaplıyor.

Vecd içinde başlayan fırtınanın feryatları ile terennümleri, huzurda tam sükuna kavuşur. Zira huzur, şiddetli fırtınayı takip eden ruhtaki tam ve mutlak sükûndur. Huzurda fırtına durur, aşk devam eder. Ancak damarlara siner. Feryad iken hayat olur. Gerçeğin temâşâsı ile yaşanması birleşir. Ruh bütün eşyaya ve varlıklara dağılır; hepsi ile birden birleşir. Engel olan çokluk ortadan kalkar. Murad olan vuslat hasıl olur. Vecdden huzura geçmekle, aşkı ihzar eden vecdin yok olduğu zannedilmesin.

Bazı anlarda yaşanan vecd, huzur halinde dervişin varlığında eriyerek hayatının bütün anlarına ve varlığının bütün zerrelerine yayılmıştır. Feryad ve sarhoşluk yerine, varlığın dilinden anlıyan ve varlıkla hembezm olan bir ahenk meydana gelmiştir.  Huzur halinde vecd, dervişin varlığından taşarak, bütün varlıkları işba etmiştir; sonra da her şeyden aynı ahenkle taşmaktadır. Huzur, doyulmayan bir sevdadır. Göze muhtaç olmadan görmedir; uzuvlardan müstağni bir yaşayıştır. Huzur, Allah’ın huzurudur. Ondaki varlıkları ve manzaraları anlatmak, dışarıdan imkansızdır. O, içsel keşifler yapma halidir; büyük dost ile sohbet halidir. Onda, varlığına esir insanın hiç bilmediği lûtuflar, alemler ve muradlar saklıdır. Bu hale ulaşan dervişin iradesi ve dilekleri bizimkinden büsbütün başka olur. Onda bizimkinden başka mahiyette olan dilek ve hayat, bir ve aynı şeydir. Gerçekle temaşası birbirinden ayrılmaz.

Devamlı hasret olan vecd ile, nihai vuslat hali yaşatan huzur, acaba birbirinin zıddı haller midir? Görünüşte öyle olmakla beraber, hakikatte vecd ile huzur, birbirine zıd ve aykırı davranışlar değildir. Tasavvufun gayesi olan huzura, vecd yolu ile ulaşmak zaruridir. Ancak, huzura ulaştıktan sonra, dervişte vecd yok olmuyor. Aynı huzur mertebesinin, hayatının her anında bozulmadan, zayıflamadan devamı mümkün olmadığına göre, derviş huzura yükselmek için her defasında vecdin kanatlarını açmaya muhtaç oluyor. Vecd, onu tekrar huzura yükseltiyor. Huzur zamanla gevşeyince, yine vecdin kuvvetiyle havalanmak zorundadır, Şu halde, vecd ile huzur mütemadiyen birbirlerini kovalıyorlar. Ancak, bazılarında vecdin şiddetine nisbetle huzur zayıftır. Bazılarında ise vecdin şiddetinden ziyade, huzurun enginliğine şahit oluyoruz. Yunus Emre ile Mevlana gibi vecd  istiğrakın en taşkın kahramanları, bize en kuvvetli feryadlarını ulaştırmış olanlardır. Bunlarda dile gelen Allah sevgisi, şiir halinde bize nüfuz edecek yolu bulmuştur. Mutasavvıfların vecd derecesini, terennümleri ile ölçerek az çok bilmekteyiz, Ancak, huzur mertebelerini bilmemize imkan yok. O mahrem mıntakaya, yabancı nüfuz edemediği gibi, iki dosttan başkası, onda olup bitenleri bilemez. Tasavvufu bir cevize benzetirler. Dıştaki soyulup atılan acı kabuklar, hazırlık devresinin riyazetleri ile feragatleridir. İçteki katı kabuk vecdi düşündürür. Asıl meyve olan huzur, en içte barınan, cevizin kendisidir. Bu kabukları kırıp attıktan sonra meyveyi yiyebilenler, bahtiyarlardır.

Mevlânâ Celaleddin’in, biz, vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkan yok. Denizin ta dibinden sıyrılıp da suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz, Biz, Hazreti Mevlana’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen ifadesini elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı, bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhat! Onu Mevlânâ zannediyoruz.