Fasıl: 16-20

A+
A-

FASIL: 16

Bir saatlik adalet, altmış yıllık ibâdetten daha hayırlıdır (H.).

Ulu Allah, sizden meydana gelen her ibâdet ve hizmetin bir yerine yüz olması için, size, emirlik ve büyüklük bağışladı. Bunun gibi başkaları da ibâdet etmezlerse mağlub pişman ve ziyana, hüsrana gark olurlar. Eğer böyle bir ibâdet sizin tarafınızdan yok olursa, sizin pişmanlık ve hüsranınız ötekilerinin yüz misli olur. Meselâ, birine bir yer verseler bu adam, burasını ektiği zaman, bir yerine on alsa, başka bir adama da ayrı bir yer verseler, bu da burasını ekince bire karşı yüz, hattâ bin alsa; her ikisi de ektikleri halde, bu yüz alanın faydası, on alanınkinin yüz mislisi oluyor. Tabiî neşe ve memnuniyeti de bu ölçüdedir. Her ikisi de ekmeseler bu bire yüz alanın, ötekine nispeten sevin­ci yüz defa daha fazla, gamı ve kederi de aynı ölçüde olacaktır; yahut da bir kimse bir direm veya bir dinar kaybetse bunun gamı üzüntüsü ve kederi bir mücevher kaybedeninkine nasıl benziyebilir? Bu mânanın benzerleri ve örnekleri pek çoktur.

Ulu Allah sizlere, mertebe ululuk ve mansıp vermiştir. Zira sizlere her kim âdil için yetmiş yıllık ibadetin sevabını bağışlar. Binaenaleyh bu devleti korumak lâzımdır. Çünkü Muhlisler, büyük bir tehlikeye maruzdur, denildiği mansup ve mertebelere vâsıl olanların sayısız düşmanları vardır. Buna karşılık koyun, inek, deve ve at gibi hayvanların bir tek şeytanı varmıdır? Onlarda bir mâna, bir cevher mevcut değil. Şeytan niçin yol kessin? Bir şeyleri yoksa nerelerini alıp götürsün? İnsanların yolunu, onları insanlık mertebesinden hayvanlık menziline indirmek için keser. Ululuk mertebesine yükselen ve iman cevherleri, akıl, marifet, bilgi ve görgüyle mükemmel ve müşerref olmuş bulunan insanların yüzlerce şeytan, yollarını kesmek ve onları bulundukları yüksek mertebeden atmak için pusudadır.Biz hakikaten Âdem oğullarını şereflendirdik; onları karada, denizde taşıdık. (Sûre: 17, Âyet:72). buyrulduğu gibi Allah Hazret-i Adem’e meleklere bile bağışlamadığı âlemin hazinelerini bağışladı. Adem’e bütün isimleri öğretti; (Sûre:2, Âyet:29). denildiği gibi bütün şeylerin isimlerini ona öğretti. Tabiî bunun için de ona İblis gibi bir düş­man ve rakîp peyda oldu. Cennette oturan Adem, o kadar güzeller, saraylar, bahçeler, çiçekler, yeşillikler, gül bahçeleri, ağaçlar ve sayısız nimetler ve Kur’anda: Orada içimi bozulmayan su ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları var. (Sûre:47, Âyet: 16-17) diye anlatıldığı gibi süt, bal, şarap ve sâf sudan mürekkep türlü türlü nehirler arasında yaşıyordu. O kıskanç düşmanı, keder ve tasadan, zaman zaman kendi kendini yiyip şöyle diyordu: “Eyvah! Ben gökyüzünde meleklerin hocası idim. Benim temaşa etttiğim, gezip dolaştığım yer Zühal yıldızı ve Gökyüzü idi. Ta illiyyînden, onun yüzünden, bu yeryüzüne düştüm. Bundan sonra da yine onun yüzünden benim yerim cehennemin dibi oldu. “Beni ateşten yarattın; Onu çamurdan (Sûre:7, Âyet: 11), buyrulduğu gibi, sâf, parlak bir ateşten yaratıldım; o kara topraktan yaratıldı. Ben bu kadar ibâdet ve kulluğa rağmen, Hakkın huzurundan böyle uzak ve mahrumum; o ise su ve çamurdan meydana gelip hiçbir ibâdet ve tâlimde bulunmadan cennette saltanat tahtı üzerindeki dört kat yastığa yaslanmış, Allah’ın huzurunda makbul, Yeryüzüne bir halife gönderdim, (Sûre:2, Âyet:28), buyrulduğu üzere halifelik devletine mazhar olmuş, bu kadar nimet arasında eğlenmekte; cennet ve cennetlikler, dallar, kuşlar hepsi onu övüyorlar. Onu bu devletten mahrum etmek için ben ne hile göstereyim? diye düşündü. Cennete girip, yol kesenlik etmek için, hiçbir yol bulamadı. Tavus ve yılan cennetin kapıcısı idiler. Bunların her ikisinde de cennete girmek için bir yol bulunduğundan evvelâ onları yoldan çıkarıp her ikisiyle de dostluk kurmak suretiyle bir yol bulundu. Onların içine girip damarlarına saklanmak istedi. Şeytan, damarlarda kan nasıl dolaşırsa öyle dolaşır (H.), hükmünce onların içinde dolaşarak, sonunda onları yoldan çıkardı ve kendine dost etti. Beni cennete bebaber götürünüz. Adem’e bir sözüm ve o’ndan soracak şeylerim var. İçeriye girmekten maksadım şer değil, hayır içindir, diye rica etti.Ona: “Her ne emredersen yapabiliriz, fakat bunu yapamayız. Seni beraber cennete sokmak bizim yetkimiz dışındadır. Bütün cennettekiler seni tanıyorlar. Hepsi bağırırlar”, cevabını verdiler. İblis: “Eğer beni açıkça götürmeğe gücünüz yetmezse, içinize gireyim ve sizin suretinizde Adem ile konuşayım. Cennettekiler, Âdem ile konuşanın sizin olduğunuzu sanırlar” dedi. Onlar : “Bu olabilir, olur, fakat biz yapamayız; gönlümüz korkar. Allah saklasın! bu Allah’a karşı isyan olur”, dediler. Şeytan onlara: “Eğer ben kötü niyetle gitseydim o zaman isyan olurdu. Benim düşündüğüm ıslâh ve iyilik olduğundan bunda size ayrıca bir sevap ve bir rahmet vardır. Aynı zamanda derecenizin yükselmesine vesile olur”, cevabını verdi. Böylece o kadar yalanlar uydurdu ki sonunda onları şaşırtmağa ve yoldan çıkarmağı başardı. Onların damarına sindi ve cennete girdiler, Adem’in huzuruna gittiler ve “Bütün bu nimetler, sana helâl olduğu halde, buğdayın men edilmesinin sebebi nedir?” dedi. Âdem’de bir vesvese uyandırmağa başladı. Şeytan bu hileyi Âdem’e, Allah Âdem’e: “Buğdayı yeme! diye buyurunca Âdem Allah’ın gazap ve gayretlerinden küstahlık, tehlike, edepsizlik sebebi ile, acaba bu bir emir ve haram kılma mı idi, yoksa bunun altında bir yorum mu var? diye şüpheye düştüğü bir zamanda yapabildi. İşte Âdem’in hatırına böyle bir düşünce ve küstahlık yol bulmuştu ki Allah’ın emrinde tasarruf etti, saygıyı bıraktı. Hırsız İblis, bunu fırsat bilip onu öyle bir hale koyduki Âdem buğdayı yedi ve Allah’ın emrini terk etti. Zira, hırsız, bir kimsenin evine, ancak evin içinden biri ile aynı düşünce, aynı duygu ve aynı sırra sahip olabildiği zaman kolaylıkla girebilir. Bu durumda, hırsız gelince evin içindeki kapıyı açar ve ona eve girmesi için yol verir. Bunun gibi eğer Âdem’in kalbi de, şeytanlık damarı olmasaydı, şeytanın onunla ne işi vardı? O halde, bir insanın tamamen, kendi maddî varlığından kurtulup fâni oluncaya kadar, ken­disinden emin olmaması gerekir.

Nazım:

Kemale   ermiş   bir  kimse,  fena  yolunu   tuttu.Ansızın   varlık denizinden geçti, Onun varlığından üzerinde tek bir kıl kalmamıştı. Fakat bu kıl fakrın gözüne bir zünnar gibi göründü.

Adem’in başına öyle bir olay ve o’ndan öyle bir düşüş vücûda geldi ki o’ndan sonra, o’nun peygamber ve evliya olan oğulları artık emin olamazlar ve daima kendilerini arıtmakla meşgul olurlar. Her ne kadar her türlü kerametleri kendilerinde görürlerse de, yine titrerler; çalışma ve gayreti elden bırakmazlar. Böylece neticede Adem oğulları öyle bir mertebeye ererler ki şeytan onların gölgesinden kaçar. Şeytan, Hazret-i Ömer’in gölgesinden bile kaçar (H.), buyrulduğu gibi.

Nazım:

Âdem’in gözü, temiz nur ile baktığı vakitte, O’na bütün isimlerin canı ve sırrı açık oldu, Melekler onda Hakkın nurunu görünce, hepsi O’na secde ettiler. Adını zikrettiğimiz bu Âdem’in övgüsünü kıyamete kadar saysam anlatamam. Bunların hepsini biliyordu, fakat kaza gelince, bir şeyden alıkonmak yüzünden bilgisi yanıldı.

“Acaba bu alıkonma tahrim için mi, yoksa te’vil için mi? diye şüphe etti. Gönlünde te’vil, yer bulunca yaradılışı hayret içinde buğdaya doğru koştu. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız bu fırsatı kazanç bildi ve eşyayı çaldı. Bahçıvan şaşkınlıktan kurtulup kendine gelince eşyasını kulübesinden hırsızın götürmüş olduğunu gördü. Allahmız! biz nefsimize zulmettik. (Sûre:7, Âyet:22), diye ah, vah etti. Yani karanlık çöktü ve yol kayboldu.

Bu kaza, güneşi örten bir buluttu, aslan ve ejderha bu halde kükremek-te idiler. O böyle bir devlete, mülke ve böyle bfr memlekete sahip olduğu için şeytan o’nun yolunu kesti ve o’nu yerinden düşürdü; bu kadar hazineden sahipsiz bıraktı ki Âdem, Allahmız! biz nefsimize zulmettik. (Sûre:7, Ayet:22), kapısın çaldı. Bununla da kesin bir şekilde anlaşıldı ki her kimin eşyası daha kıymetli ise, onun yol keseni daha çok olur.Bunun için bir kimsenin malı ve hazinesi çok olursa onun daha çok tedbirli davranması, yürüdüğü yolda yürekli ve uyanık olması gerekir. Çünkü muhlisler büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar.

Beyit:

Senin yolunda pusular kurulmuştur, uyanık ol ki gönlünü korkutmasın!
Senin için pusu kurdukları zaman, sen de erkek gibi yayını çek.

Allahsal olmayan her düşünce ve hâtıra şeytan askerlerinden ve ordusundandır. Şeytanlar pusudan başlarını çıkardıkları zaman, müridin Rüstem gibi, onların boyunlarını kesebilmesi için mücadelede bulunması gerekir. Bu suretle mürit, yolu katetmeğe ve kendi iman cevherini sağ salim menzile eriştirmeğe gücü yeter. Şeytan, kendi askerini, o kimsenin erliğine yakışır bir durumda gönderir ve kendisi herkese karşı çıkmaz. Bu, tıpkı bu âlemdeki askerler ve pehlivanlar arasında olduğu gibidir. Küçükle küçük, büyükle büyük, pehlivanla pehlivan karşılaşırlar ve erkekçe harekete karşı da erkece karşılık gösterirler. Bunun gibi şeytan da az bir düşünce ile yoldan çıkanlara karşı öz kendisi gitmez. Ancak onunla bir Rüstem gibi çarpışan peygamberler ve evliya üzerine bütün şeytanlığı ile gider. Her korkağı kovmak için bir Rüstem göndermezler. Bite, pireye gürz ve kılıç çekmezler. Çünkü bunlar bir kadın tırnağiyle bile yok edilirler. Gürz ve kılıca ne lüzum var? Geri kalanı akıllılar buna kıyas etsinler. Allah daha iyisini bilir.

 

FASIL: 17

Amel ve tâat, asıl ve zâtı bulunduğu halden başka bir hale sokamaz; yani değiştiremez. Yanlız, bunlar insanda var olan şeyi meydana çıkarır ve olgurlaştırırlar. Eğer amel olmazsa, o cevher, onun içinde zayi olur ve husule gelmez. Öyle ki şeftali ve nar ağaçları iyi baktığın zaman yani bunlarla meşgul olursan, büyür ve gelişirler. Meselâ, şeftali ağacının dibini kazma ile havalandırmaz ve su vermezsen büyümez. Binaenaleyh şeftali, bu amelle büyür ve yetişir. Fakat, amelle şeftalinin nar olması imkânsızdır. Bunun gibi buğdayı ektikleri zaman ona su vermek, bakmak, bittikter sonra biçmek ve onu harmanda döğenlemek, rüzgârla samanı ayırmak hep birer ameldir ve bunlar buğdayı kemale erdirir. Fakat bütün bu işlerle buğday, hiçbir zaman pirinç olmaz. Yine arpa da amelle buydağ olmaz veya siyah bir anneden doğan bir çocuk, süt vermek ve beslemek, beşikte uyutmak, tehlikelerden korun­mak gibi amellerle buluğa ve kemale erdiği halde beyaz olamaz ve beyaz çocuk da siyah olamaz. Bu istidat çakmaktan çıkan bir kıvılcıma benzer ve bu kıvılcım Allah’ın insana verdiği bir ihsandır. İnsan onu, pamuk ve üflemek vasıtasiyle beslerse ve büyütürse, o ateş noktası, kemâl bulur. Aynı şekilde anadan doğan bir çocuk da Allah’ın bir ihsanıdır. Anne onu beslar, ona süt verir, sıcaktan, soğuktan korur. Bunları yapmadığında Allah vergisi olan bu çocuk zayi olur. İnsanın sonunda: Allah bana böyle bir cevher verdiği halde, ben onu beslemedim ve ziyan ettim. Bana kendi marifetlerini bilme, kendin­den başkalarına yabancı kalma, küfür, inkâr ve îman gülünü besledim, kemale eriştirdim. Nihayet bu işler yüzünden cehennem ateşine düştüm, diyerek tasa çekmesi ve pişman olması, işte bu yüzdendir. Öyleyse amel gereklidir ve amelsiz hiç kimseye bir şey vermezler. Yanlız âmel, aslı ve özü değiştiremez. Altın ve gümüşü bir potaya koyup topraktan ayırmak bir âmeldir; fakat bu âmel ile altın gümüş, gümüş de altın olamaz.

Ruhlar aslında yüksek, orta ve aşağı olmak üzere dereceli idiler. Çünkü, Hadiste; İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi bir madendir. (H.), buyrulduğu gibi, Allah ruhların mertebelerini ve onlar arasındaki farkları altın, gümüş ve diğer madenlere benzetti. Çünkü o farklar hoş ve incedir. Tasavvur ve his edilmezler. O mânevi farkı, bu surî farktan anlamaları için, ona şeklen bir örnek gösterdi. O belirli madenden, bu vücuda gönderdikleri bir ruh, tâat ve âmelle kemal bulur ve âmel olmazsa zayi olur ve eksilir. Gene bu mânada buyuruyor ki: Ruhlar, ordu halinde birtakım askerlerdir. Onlar arasında bir­birleriyle tanışmayan ve anlaşmayanlar da birbirleriyle mücadelede bulunurlar. (H.). Bu dünyada iki şahıs arasında meydana gelen her dostluğun ve yakınlığın sebebi, o iki ruhun aynı mahalleden, aynı şehirden ve aynı madenden olmasındadır. O ruhlar, öbür âlemde beraber idiler; belki aslında bir tek şeydiler. Buraya gelince de birbirlerini buldular ve tekrar tek bir varlık oldular.

Mısra:

Cins, daima kendi cinsine meyleder.

Aynı madenden olmayanlar ise asla birbirleriyle kaynaşamazlar. Bu hususta Hadiste şöyle buyurulmuştur: Birbirlerini tanıyanlar birleşirler; birlirlerini inkâr edenler anlaşamazlar (H.). Allah daha iyisini bilir.

 

FASIL: 18

Sultan Mesud’a dedim ki Hak velîlerine yöneldin ve Mevlânâ’nın (Allah O’nun aziz olan sırrını takdis etsin) temiz türbelerini onardın. Bu yerinde bir iş  olmuştur.   Fakat  çabalamaktan  da vazgeçme.  Asker toplamakta ve Moğollara hizmet etmekte ve onlara karşı olan hürmeti yerine getirmekte, mal feda etmekte hülâsa elinde olan selâmet sebeplerini ve gücünün yetiştiği kadarını yerine getirmektesin. Bundan sonra Ulu Allah sana yardım eder. Çünkü, eğer Allah istemezse o sebepler yardımcı ve faydalı olamaz. Hattâ senin yok olmana sebep olur. Nitekim Peygamber: Onları bağla ve sonra tevekkül et! buyurmuştur.

Beyit:

Peygamber yüksek sesle:
“Devenin dizini tevekküle bağla” dedi.

Bir arap, Allah’a tevekkül edip ve kendi tevekkülüne de güvenerek devesini otlamak için çöle bırakmıştı. Deve kayboldu. Arap: “Allah’a tevekkül ettim ve güven gösterdim, devem kayboldu”, diye bağırarak Peygamber Mustafa’nın (Allah’ın selâmı O’na olsun) yanına geldi. Peygamber ona şu cevabı verdi: “Evvela devenin dizini bağla ve sonra tevekkül et”.

Bunun sırrı şudur: Dünya bir perdedir ve dünyanın halleri bu perde vasıtasiyle gizlidir. Allah sevap, hil’at ve cenneti gayba imanı olan, her türlü ibâdeti yapan, Allah’a ve onun işlerine görmeden inanan kuluna verir. Zira Allah perdesiz olarak göründüğü zaman, kimsenin ibâdetinin karşılığı yoktur. Ve onun tövbesi de makbul olmaz. Kıyamet gününde Allah perdesiz olarak görünür. O gün gizli sırlar aydınlanır. (Sûre:86, Âyet:9). Bu zamanda tövbe etme, ağlama ve inlemenin faydası olmaz. Allah dünyada işleri bir perde arkasında yapıyor ve kullarına da yine perde altında dostluk ve yardım gösteriyor. Eğer perdesiz yaparsa kıyamet kopar. Kıyamet, dünyanın fena bulmasından sonra kopacaktır. Bu dünyada kıyamet muhaldir. Nitekim kullarına sebepler perdesi altında, kullarının gözleri sebeplere çevrilsin ve Allah’dan gafil olsunlar, diye yardım eder. Meselâ biri, Allah’a güvenerek kendini minareden aşağıya atsa parça parça, zerre zerre olur. Aynı güvenle bıçak veya kılıçla karnını veya boğazını kesse derhal ölür veya yok olur. Eğer o kimse Allah’ın yardımını ve adıyla söylediğimiz bu şeyleri yapar ve helak olmazsa Allah’ı perdesiz olarak görmüş demektir. Kendini bu âlemde açık olarak göstermek, Allah’ın âdeti değildir. O zaman, Onlar gayba inanırlar. (Sûre:2, Âyet:2), sözü doğru olmaz. Uyanık, tedbirli bir kul, sebepler perdesinden Allah’ı görür ve  kendi  selâmetini  sebeplerden Allah’ı görür ve  kendi selâmetini sebeplerden değil, Allah’dan bilir. Zira gördüler ve bazı bazı insanlar da özbeöz denediler ki sebeplerin faydası yoktur. Eğer sıhhat, selâmet ve dileklerin yerine gelmesi sebeplerden olsa idi, asla tehallüf etmezdi. Ve istek­lerin olması sebeplerden hiçbir vakit ayrılmazdı. Bunun için o mümin ve akıllı kula Allah istemedikçe ve sebepler perdesinden yardım etmedikçe, hiçbir maksadın hâsıl ve müyesser olmayacağı muhakkak görünür. Müminler, sebepleri bahane ve bir örtü olarak bilirler. Saadet ve şekaveti, Allah’dan görürler. Peygamberlerin kâfirlerden kaçmaları da işte bu yüzdendir.

Bilindiği gibi Muhammed ve Ebubekir kâfirlerden kaçıp bir mağaraya saklanmışlardı. Allah örümcekleri o hale getirdi ki örümcek mağaranın kapısı­na ağlar ördüler. Kâfirler, onları almak için mağaranın kapısına gelince örüm­cek ağlarını gördüler ve “Eğer buraya girmiş olsalardı, kapıda bu ağlar bulun­mazdı. Onlar içeri girerken harap olurdu. Belki örümcekler mağaranın kapısı­na bu ağları öreli birçok seneler olmuştur, burada kimin ne işi var?” dediler ve geri döndüler. Allah onlara: “Kâfirden kaçmayınız” emrini vermeğe, aynı zamanda onlara zarar gelmemesi için kılıca da emretmeye muktedirdi. Allah kılıca emrettiği için İsmail’in babası elmas gibi olan kılıcı İsmail’in boğazına kuvvetle sürdüğü halde kılıç işlemez ve kesmez oldu. Ulu Allah bu kudreti açıkça gösterseydi ve sebepler perdelerini atsaydı, karşı koymağa kimin cesareti olurdu? Kâfir ve münkir, âlemde olmasaydı, cennet ve cehennem ne işe yarardı? Belki olmazdı bile. Cennet îman ve itaat edenler içindir. Çünkü bunlar gayb perdesinde itaat eder ve Allah’dan korkarlar, bütün sebepleri O’ndan bilirler. O’ndan başka bu her şeyi yapan ve hükmünü yürüteni bilmezler. Sebeplerin yüzü örtülü olmasından dolayı, bu cihanda yollarını kay­betmezler ve Allah’a olan inançlarından vazgeçmezler. Allah bu inançları ve doğrulukları karşılığında ve şimdiki lezzetleri, güzellikleri gelecekleri lezzetler için terkettiklerinden dolayı, cenneti onlan için meydana getirdi ve karşı koyanlar, inkâr edenler, sebepleri kendi Allah’ları bilen, ona koşan ve sığınan, dünya lezzetlerini tercih edenler için de cehennemi yarattı. Kur’anda bu hususta: O gün bir takım cennete, birtakım da cehennemde olacaktır. (Sûre:42, Âyet:5), buyrulmuştur. Belki cennet ve cehennem bu iki grup için var olmuştur. Meselâ, dünya padişahı bir emirden veya köleden kulluk, bağlılık görse, o bağlılık ve kulluk, emîrin hil’âti, ihsanı ve aktaı olur. Onun kul­luk ve bağlılık tohumu, padişahın gönlünde ekilince, hil’ât ve akta, suretinde zuhur eder. Hil’ât ve akta, o bağlılık ve kulluk tohumuna benzemekle beraber, ondan çıkmıştır. Şehvet lezzetinin meni olduğunu görüyorsun, hiç lezzet meniye benzer mi? Bunun gibi kayısı ve şeftali tanesini yere ektikleri zaman, bir müddet sonra meydana gelen ağacın dalları ve yaprakları, o taneye benzerler mi? Bu âlemde, yüzbin tane, sana bir tanenin kendinden çıkan ağaca benzemediğini, hattâ görünüşte birbirleriyle hiçbir ilgileri olmadığını, gösterir. Bu böyle olduğu halde tâat, salât, savm, hac ve zekât tanelerinden nebatlarla köşklerle, hurilerle, akar sularla su, şarap, bal ve sütten dört ırmak ve bundan başka birçok şeylerle dolu bir cennet biterse buna niçin şaşılsın? O halde cennet, âmellerin taneleri ve ağaçlarına benzememekle beraber, insanın iyi işlerinden hâsıl olur. Bunun gibi cenhennem de insanın kötü işlerinden çıkar. Meselâ, bir kimse açıkça hırsızlık yapsa bu hırsızlık tohumu, neticede dar ağacı olur. Hiç bu hırsızlık tanesi-dar ağacına ve asmaya ben­ziyor mu? Ve karşı koyma, hainlik öldürülmeğe, çarmıha germeğe ve dara çekmeğe benzer mi? O halde senin bînamazlık ve itikatsizlik tanen de cehen­nem, kaynayan ve coşan katranlar, akrepler ve yılarlar olursa neden şaşılsın Nitekim Allah, bu dünya perdesini, sadığın yalancıdan ve anlaşanın anlaş-mayandan ayrılması ve seçilmesi için asmıştır. Bu şekilde bir taneden ne türlü bir ağaç biter ve böyle bir taneden nasıl bir ağaç biter, herkese belli olur.

Allah’ın makbul kullarının izzet ve büyüklüğü belli olur, reddedilenlerin de kötü huyları ve merkepliği meydana çıkar. Bütün bu hikmetler sevgili gizli olduğu bir zaman sonuç verir meydana gelir. Evliya ve müminler bu sebep­lerin örtüsünde ve bu daima değişen dünyada Allah’ı görürler, çünkü Hadîste: “Her neye b’aktıysam onda Allah’ı gördüm (H.) buyrulmuştur. Eğer perdesiz görmüş olsaydı niçin ” her şeyde” derdi. Binaenaleyh “birşey” kelimesini zikretmesi, Allah’ı perdede görüyorum, demek içindir. Bu, sebeplerdede görüyorum, demek içindir. Bu, sebeplerin perdesi altında ve değişmekte olan cihanda Allah’ı görüyorum ve Allah’dan başkasını faal görmüyorum ve bilmiyorim ve bilemiyorum, bu perdede hep O’nu görüyorum ve öyle bir yere eriştim ki perde kalksa bile Allah’a olan yakînim artmalacak, demektir. Hazret-i Ali: “Bu perde kalksa da dahi Allah’ı bundan fazla göremem” (Ke.Ki.) demiştir.

Allah adamları, bu dünyada Allah’ı kaybetmediler ve hepsini Allah’dan gördüler ve Allah’dan gayrı kimseyi faal bilmediler. Onların bilgisi, tanıması ve görmesi o dereceye vâsıl oldu ki: “Eğer sebeplerin yüz örtüsü ve cihanın perdesi önümüzden kalkarsa ve kıyamet yüz gösterirse bizim yakınımız daha ziyade olmaz. Perdede onu öyle tanıdık ve bildik ki perdesiz olarak tanımamız, perdeli olarak tanımamızla bir olur. Hiçbir fazlalık olmayacaktır” dediler.

Nazım:

Bu gizli sırdan bizim cemâlimizi gör! Eğer gözün varsa açığa koyduk, yok eğer gözün yoksa körün önüne cevher koyduğumuzu farzet!.

 

FASIL: 19

Allah için tevazu gösteren kimseyi, Allah yükseltir (H.). Bu bir övünmedir. Çünkü, Allah için başkalarına karşı tevazu gösterme, hakikatte Allah’a karşı göstermedir ve bu da övünülecek bir haldir. Bir kimse ne kadar çok tevazu gösterirse o nispette büyür. Tevazu, o kimsenin bilgilerinin bir aynasıdır. Onun inancı, sevgisi ve bilgisinin derecesi tevazuu nispetinde bilinebilir. Bu tevazu ile kendi büyüklüğünü gösterir; yani bu: Benim her şeyi gören parlak gözlerim, temiz bir muhayyilem, her şeyi bilen bir aklım var. Ben cevheri tanıyanım, onu sağlam ve doğru tartan bir terazim var. Ben her şeyi ayırt edebilirim, zira mümin mümeyyiz bir kiyaset sahibidir (H.), demektir.

Nazım:

Güneşi öven, kendini övendir. Zira bu: “Benim iki gözüm var ve gözlerimde hastalık yok”, demektir. Güneşi kötülemek kendini kötülemektir. Bu da, “benim iki gözüm kör” demektir.

Allah için tevazu göstereni, Allah yükseltir. (H.). Yani, tevazu dünya için olmayıp Allah için olursa, Allah, o kimseyi yüceltir ve işini de yükseltir. Ama, eğer dünya evine karşı ve dünya için tevazu gösterirse bu yükseklikten mahrum kalır. Hattâ isyan etmiş bile olur. Çünkü Peygamber Hazretleri: “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır” (H.), buyurmuştur. Allahdan gayrıya secde etmek yakışmaz; edenler kafir ve Allah’a ortak koşmuş olurlar. O halde Allah’dan başka her şeye ululuk, büyüklenme ve benlik matlûptur ve Allah için büyüklenme ve adem-i iltifat lâzım değildir. Eğer Allah hakkı için tevazu gösterirsen makbul, kıymetli ve kuvvetli olursun. Çünkü Firavun, Musa’ya tevazu göstermiş olsaydı Allah indindeki derecesi evliya ve peygamberlerle bir olacaktı. Sahip olduğu böyle bir büyüklüğü ve varlığı Allah için feda etmiş olsaydı Allahsal hil’ât ve menzil bulurdu. Tevazu, büyükler tarafından gösterilirse, etkili olur. Eğer bir hamal, bir kimseye karşı, tevazu gösterirse, o kimse hamalın bu hareketinden padişah ve emîrin tevazu gösterdiği zaman olduğu kadar memnun olmaz.

Rivayet ederler ki: Sakallı bir ihtiyar, Bir devrişe hamamda son derece tevazu gösterip başını yıkadı, arkasını keseledi ve ayaklarını öptü ve kendi ak sakalını, dervişin eline ayağına sürdü ve bu türlü tevazuu son dereceye vardırdı. İhtiyar hamamdan çıkıp giyinirken o ihtiyarın tevazuu gönlüne büyük bir yük olmuştu ve şöyle düşünüyordu: “Ah! ne yapayım ve ne hayırla onu mükâfatlandırayım? Cübbemi ve sarığımı ona versem yine de hizmetinin karşılığı olamaz. Hattâ malımı bile versem yine olmaz.” Bunun üzerine Allah’ın makbul ve aziz kullarına bağışladığı hil’atlerden buna da bir hil’at verilmesini Allah’dan diledi. Çünkü 3l Allah’ın has kulları vardır.32 Allah onları bu âleme , onlardan halka, saadet ve rahmet erişsin diye göndermişti. O has kullar, halka, Allah’ın rıza ve kabul gözüyle baktıkları zaman, onlara saadet libasını giydirdiler.

Bu derviş de ona bir hil’at geleceğine kani idi. Sen bu adamın bir aziz, olduğunu zannetme! bu bir dellâktan başka birşey değildi. Bu dellâk, başka bir adamı hamamdan dışarıya çıkardı ve elindeki su ile dolu tası adamın ayağına sürdü. Daha başkalarının da başını yıkamıştı ve dışarı gitmek için giyinenlerin her birinin ayağını ayrı ayrı öperek son derece tevazu gösterdi. Derviş bunu görünce: “Meğer bu adamın sakalı hamam lifiymiş, benim bundan haberim yoktu. Allah’a hamdolsun ki bundan haberim oldu ve gönlümdeki ağır yükten, sıkıntıdan kurtuldum ve hafifledim.” dedi. Nitekim bütün tevazu ve hizmetleri şöyle bil: “Eğer herkesle aynı olursa bu bakımdan “hamam lifi” derler. Bu mezellet, tevazu, yokluk ve nefsi yok etmek gibi şeyleri Allah ehli için yapmalıdır ki bir değeri olsun ve kabul edilsin. Onların önünde izzeti nef­sini kırarsan, seni kırılmamış yaparlar ve bakır gibi olan vücudunu kimya gibi olan bakışlariyle altına çevirirler. O halde gerçekte böyle bir yoklukta, varlık bulmuş ve böyle bir kırıklıkta sağlamlaşmış, bütünlenmiş olursun.

Beyit:

Ey dost! eğer ebedi bir hayat istersen ölmeden evvel öl.
Çünkü İdris böyle bir ölümle bizden evvel cennetlik oldu.

Allah’ın aşkından öldüğün zaman, aşk yüzünden yaşarsın ve bundan sonra diriliğin ve hareketin aşktandır. Çünkü aşk ölmez, kadim ve ezelîdir.

O, onları sever. Onlar da O’nu severler. (Sûre:5, Âyet:59). Mahabbet, Allah’ın sıfatıdır. Eğer insanlarda bir sevgi varsa bu, Allah’ın sevgisinin aksin­den başka bir şey değildir. Allah tarafından onların içinden parlamıştır. Evlerdeki ve saraylardaki ışığın, güneşin parıltısından olması şüphesizdir. Allah, bu âyetle kendi sevgisinin eksikliğini zikretti. Yani: “Önce ben sizi severim ve benim sevgimden de siz beni seversiniz. Benim sevgim, sizin gözünüzde parlayan bir güneş gibidir. O halde her ikisi de ben olduktan sonra siz bir âletten başka bir şey değilsiniz. Faal benim.”

Bu sebepten tevazu ve kulluğu, Allah adamına karşı yapmak lâzımdır. Çünkü Kur’anda: Bütün kuvvet ve izzet Allah’ın Peygamberlerin ve mümin­lerindir. (Sûre:63 ,Âyet:8), buyrulmuştur. Aziz olan Allah’dır ve izzet de Allah’a, Allah’ın elçilerine ve müminlerinedir. Çünkü onlar izzete Allah’dan sahiptirler. Onları aziz tutmak Allah’ı aziz tutmakla birdir. Bu âyette, bu gruptan başkasına tevazu göstermek ve hizmet vermek ve hizmet etmek yakışmaz; hamd ve senaya müstahak olanlar enbiya, evliya ve müminlerdir; dünya ehlinin senası mâsiyettir, gibi bir işaret mevcuttur.

Beyit:

Gök, şakî olan insandan titrer, onun övgüsünden tekva sahipleri kötü altında bulunurlar.
Öyleyse dünya için tevazu göstermek doğru olmaz.

Beyit:

Sen, git eshap gibi, Kâfirlere karşı metin, birbirine karşı mer­hametli ol. (Sûre:48, Âyet:29). Yabancıların sevgisi üzerine toprak saç.
Evliyaya gönül vermek, nasıl gönlü aydınlatırsa, dünya ehline gönül vermek de onu öylece karartır.

Bu insanı besleyen yemeklerin fayda ve bir şeye yaramayan yemeklerin de ziyan vermesine benzer. Onlar süflidirler. Elini, ayağını onlara verirsen süflîlikleri sana da bulaşır. Halbuki evliya ve enbiya ulvîdir; eğer elini onlara verirsen, seni yukarıya çekerler ve cehennem belâsından kurtarırlar. Mütevazi adam yaş bir dal gibidir. Onu aşağı doğru çekersen kırılmaz, kibirli bir insan ise kuru bir dala benzer; aşağı çekersen derhal kırılır. Biri: “Kuru ağacın kırılmasını görüyoruz ve anlıyoruz. İnsanın kırılmasını nasıl anlayalım ve ne bilelim?” diye sordu. Cevap olarak şunları söyledik: “İnsan, tevazu ve alçak gönüllülük gösterirken bir ferahlık ve huzur içinde bulunur ve bu hareketinden hoşnut ve mesut olur. İşte bu, onun en açık delilidir. Böyle bir kimsenin tersine, bir başkasında, kişisel bir tevazu mevcut olmasa ve teklife biraz fazla tevazu gösterse, başkasına boyun eğse ve insanların eli altında bulunsa gönlü rahatsız olur.Her zaman pişmanlık içinde bulunur. Niçin yap­tım! der ve kendini o işten yıkılmış görür ve daima içinde bir yara kalır. Eyvah! kendimi niçin kırdım ve harap ettim. Kendi yerimi ve değerimi, insanların, yanında yele verdim. Bundan sonra o insanlar bana hor gözle bakacaklar, deyip daima bu gibi düşüncelerin azabı içinde bulunur. Binaenaleyh bundan da belli oluyor ki o kuru bir dal olduğundan, tevazudan bu derece kırılmış ve incinmiştir. İnsanın kırılması, böyle olur. Mevkiinden azledilmiş adama zavallı, gönlü kırık, derler. Bunun gibi yas tutan, gamlı ve talihsiz bir adam için de böyle söylenir. Tevazudan ona öyle bir hal geldi ki gamlı ve talihsiz oldu, der­ler. Binaenaleyh o, hakikaten gönlü kırıklardan olur. Ama akıllı adam, bilir ki izzet Allah’dandır ve Allah bağışlar ve hiçbir zaman onun çalışmasıyla hâsıl olmayacaktır. Kimse Firavun’dan daha yüksek olamazdı; fakat Allah onu istemediği için, bütün zelil ve itibarsızlardan daha zelil etti ve tâ kıyamete kadar devirden devre lanet ve zillete siper yaptı. Her kim kendi yüceliğini isterse zelil ve itibarsız olur ve her kim Allah’ın yüksekliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, içir yaparsa kendi şahin gibi olan tabiatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inayeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, daima murdar, zelil ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O halde gerçekte şah için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyanın adı, kıyamete kadar aziz kalır. Bu âlemde ve o âlemde, bu benlikten kurtuldular ve buna karşılık öyle bir benlik buldular ve sayılı olan ömrü Allah’ın taât ve kulluğuna feda edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar. Bir insan neden bu dünya için bu tehlikeli çölleri kateder, yol zahmetini çeker, sıcağa ve soğuğa tahammül eder, sonra akrabasını, eş ve dostlarının ayrılık acısına katlanır? Bunlardan maksadı, menfaatini fazlasiyle sağlamaktır. Allah onlara böyle bir ticaret gösteriyor ve demek istiyor ki: Eğer siz, kendi benliğinizi benim ve seçkin kullarımın önünde yok ederseniz size, sayısız ve sınırsız bir ömür bağışlarım. İşte size böyle bir ticareti bunun için öğrettim. Mert olunuz, şeytanın sözünü dinlemeyiniz, onun hilelerine kan­mayınız. Çünkü o, sizin ceddiniz bulunan Adem’in düşmanı olmuştur ve Adem’e secde etmediği hattâ serkeşlik ettiğinden, göğün en yüksek yerinden yerin dibine düşüp lanetlenmiş, atılmış ve Allah’ın huzurunda, benim önümde: “Beni kendi huzurundan Âdem için kovdun. Onun oğullarının yolunu şaşırtır ve senin vâadlerini kabul etmelerine imkân vermem ve onları yer, mal, yağlı ve tatlı, türlü türlü yemekler gibi şeylerle aldatırım. Güzel kadınlarla onları şehvete boğarım ve seni anmak gücünü vermem. Nasıl ki ben onların babası Âdem yüzünden yem olmuşsam, hepsini de cehenneme yem edeceğim.” gibi sözlerle iddiada bulundu. Ben ki Allah’ım, ona “Senin sözünü dinleyen ve sana uyan kimse, senin gideceğin yere gider”, cevabını verdim.

Beyit:

Senin mahkûmun olan bir eşeğin, bizim kapımızla ilgisi kesilmiştir.
Biz onun gibi bir ibâdetçinin, bizim gibi bir Allah’a tapmasını istemeyiz.

Allah’ın, Âdem’e ve oğullarına lütuf, merhamet ve inayeti çoktu. Bu yüzden onlara, kıyamet gününde cehenneme gittikleri zaman: “Biz, İblis’in işlerini ve şeytanlıklarını bilmiyorduk ve onun işlerinden habersizdik, demesinler ve bahaneler bulmasınlar diye, İblis’in sözlerini, hilelerini ve büyü­lerini türlü türlü dillerle anlatmaları ve göstermeleri çin, bu kadar Peygamber ve bu kadar yakîn veli gönderdi.

Şeyhlerin ve evliyanın önünde izzet-i nefsini kıran ve zulmü, büyüklen-meyi bir tarafa birakan kimse, Allah’ın inayeti ve yakınlığı ile mahsus olmuş­tur. Hadîs’te bu hususta Ben kalpleri kırık olanlarlayım. (H.K.), buyrulmuştur. İnkisar, Allah’a yakınlığa sebep olur. Mustafa, herkesten daha mütevazi bulunduğundan, onu Allah’a olan yakınlığı da daha fazla olur. Çünkü kâfirler, edepsizliği ve ihaneti son haddine vardırdılar; koyunun kirli işkembesini onun mübarek boynuna astılar, her tarafına o işkembeden pislikler damladı ve her taraftan çocuklar, gençler ve ihtiyarlar bağırıp, davullar çaldıkları ve alay edip güldükleri zamanda Sahabe’ (Allah hepsinden razı olsun)nin bundan gönülleri kırıldı ve Allah’ın Elçisi etrafında toplanarak şöyle söylediler: “Ey Allah’ın Elçisi! Sen yalnız peygamberlerin sultanı değil; bu âlemin yaratılışına bile sebepsin. Bütün peygamberlerin nefretiyle helak oldular. Nuh, Hud, Lût, Salih ve daha başkalarının kavmi gibi, bir kısmını tufan mahvetti, bir kısmı şekil değiştirdiler, maymun ve ayı şeklini aldılar. Bazısını yerden göklere çıkarıp ve tekrar baş aşağı olarak yere bıraktılar. Sen, derece ve makam yönünden bütün peygamberlerden üstünsün. Bu kavimden meydana gelen küstahlığı ve edepsizliği, diğer peygamberler zamanında yaşayan kavimler bile yapmadılar. Sen: “Hiçbir peygamberi, beni incittikleri kadar, incitmediler” (H.), buyuruyorsun, dua et, bu küstah ve edepsiz kavim helak olsun”. Bu sözler üzerine Peygamber şunları buyurdu: “Ey Sahabe! Şimdi Ellerinizi kaldırınız ki dua edeyim. Peygamber, dua için kendi ellerini de kaldırdı ve yüzünü göğe çevirerek:33 “Ey Allahm! onlara yollarını göster ve onları uyanık kıl ve bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar, habersizler”, diye buyurdu. Sahabe: “Biz beddua et, diyoruz; sen, onlara dua ediyorsun” dediler. O zamanda, bu âyet nazil oldu. Sen, en yüksek ahlâk üzeresin. (Sûre:68, Âyet:4.) Mustafa, hepsinden daha mütevazi ve benliğini daha çok yenmiş olduğundan şüphesiz daha dayanıklı, daha sabırlı ve daha seçkin, halka karşı dost, düşmana karşı da müşfik ve merhametli idi.

Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik (Sûre:21, Âyet: 107). Kâfirleri öldürmesinin sebebi, merhamet ve şefkatinin çokluğundan ve onları küfürden biran evvel kurtarmak içindi. Meselâ, bir bahçıvan şefkatinin çokluğundan, zararlı olan zayıf dalları, yerine iyi ve sağlam dallar bitmesi için keser. Böylece o cılız ve hasta dalların, öbür kuvvetli dallara zararı dokunmaz. Onların yüzünden, bu dallar da meyvesiz kalmazlar. Belki daha olgun ve daha fazla meyve verirler. Meselâ bir parmak veya el kangren olduğu zaman diğer bir uzva da bulaşmaması ve vücudun o âfetten korunması için derhal onu keserler. Bu söylediğimiz uzvun veya dalın kesilmesi, şefkatin çokluğundan ileri gelir. Binaenaleyh kâfirleri öldürmek, bu temiz dinin, doğru bir şekilde zahir olması ve o ölülerin çocukları üzerinde nesilden nesile, kıyamete kadar kalması içindir. Bu sebepten Peygamber: Gülerek öldüren benim (H.), diyor. Zira onun öldürmesi merhamet, şefkat ve islâh düşüncesiyledir. Kin ve garazdan değildir. Nitekim onun tevazuu, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hâtem-i Embiya denilir. Çünkü bir usta sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman, “O sanat, onda sonra ermiştir” derler. Yani o sanatı, onun bildiği kadar kimse bilemez. Bunun gibi onun ilmine, vilâyetine ve sanatı varis olan çırakları canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerde olurlar bu yüzden Musa: “keski ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!” buyurmuştur. Onun bu temenniden maksadı, lalettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmelen öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul ve bir talebe olmaktı.

Nazım:

O halife çocukları, onun indinde makbul, onun can ve gönlünün nurundan doğmuşlardır. İster Bağdatlı ve Heratlı, ister Azeri olsun­lar hepsi, su ve toprak farkı olmadan, onun neslindendirler.

Meselâ, iki testide aynı sudan olsa, testiye baktığın zaman su iki. Suya bakarsan birdir.

Beyit:

Görünüşte gözün ikidir,
fakat onun nuruna bakarsan birdir.

Mustafa (Allah’ın selâmı O’nun üzerine olsun) ehl-i Didârdan idi. Onun canının ve gönülünün çocukları ve seçkin ümmeti de O’ndan ilm-i Didârı öğrendiler. Musa’nın: beni Muhammed’in ümmetinden yap, diye temennisi hakikatte, beni ehl-i Didârdan yap, demektir. Çünkü Muhammed’in, ehl-i Didârdan olduğu ve onun seçtiği kimselerin de bu mertebeye onun sayesinde vâsıl olacağı, Musa’ya malûm olmuştu. İşte Musa bu mertebeyi temenni etti. Dünya’da, evliyanın ve şeyhlerin önünde yok etmek niyetiyle, büyüklük, rütbe ve menzil elde etmek iyidir. Ayakta durmak şu bakımdan faydalıdır: bu hareketten bir secde hâsıl olur; baş kaldırmak da başka bir secde hâsıl olacağı için iyidir. Kıyam ve kuud olmadan secde nasıl hâsıl olabilir? Bunun gibi insan­da doğruluk, ululuk ve büyüklük olmazsa, tevazu nasıl görülebilir? Kendini, Allah yolunda ne kadar çok küçültürsen, o derece büyür ve ilerlersin. Umimiyetle, Allah erlerini görecek bir gözün ve onların gerçeğini ve yalanını bilecek bir temyiz kabiliyetin yok. Hepsine karşı tevazu göstermelisin. Hattâ hırka içinde dervişlik dâvası ederlerken ve kendilerini Allah ehlinden göster­dikleri zaman bile! Eğer sen âşık ve sadık isen! herkese aynı hürmeti göster­men lâzımdır.

Mecnun, Leylâ’nın mahallesinin köpeklerini ziyarete gittiği zaman onların ayaklarını öperdi. Sen de âşıksan, en kıymetsiz bir dervişe bile hizmet etmelisin. Aşk ne kadar çok olursa, hürmet ve tazim de o nispette olur. Hürmetinin çokluğundan dervişin eşiğini veya ayakkabısını öptüğün zaman, ne kundura ne de âşık dervişin kendisidir ve ondan ayrılmış parçalardır. Bu, tazim ve mübalâğa içindir. Yani bu, onun ayağını bastığı yeri öpüyorum, demektir. İşte bundan senin sevgin ve bağlılığın meydana çıkar.

Ömründe hiç prens görmemiş ve büyüklükle hiçbir ilgisi olmıyan bir Moğol, sadece başına bir sorguç koysa emirleri, vezirleri ve padişahları inci­tir.

Moğol Şehzadelerinin ve sultanlarının azamet ve sertlikleri onların hatır­larına öyle yerleşmiş ve kalblerine öyle bir tesir yapmıştır ki onun bir derviş ve Moğollar arasında hiçbir değer taşımayan bir fakir olduğunu bilseler bile onun, bu dış görünüşüne ve elbiselerine saygı göstererek bütün küstahlık ve edepsizliklerine katlanırlar.

Eğer Allah ve Allah adamları için sizin yanınızda o değer, o menzil ve o mertebe olsaydı, siz acaba bu vilâyet sahibi midir, yoksa değil midir? diye dervişlere fayda, zarar ve imtihan gözüyle nasıl bakardınız?

Hiçbir”yeri ve işi olmayan o Moğola dış görünüşü için hürmet ediyor­sunuz. Bu derviş ise dervişlikten bahsediyor ve dervişlik elbisesi giymiştir; onun bir işe yarayıp yaramadığını bilmiyorsunuz. Çünkü insanların durumları bu âlemde örtülmüştür. Herkesin sırrını Allah veya Allah’ın velisi bilir. Zira: Mümin, Allah’ın nuru ile bakar. İnsanların durumları, bunlardan başkası için örtülmüştür. Onlar birbirlerinin durumlarını belki kıyamette görürler.

(34) İçe ait sırlar, kıyamette meydana çıkar. 35 Ak yüz, kara yüz belli olur. Şu halde onun iyi, kötü, doğru ve eğri olduğu sana belli değildir. Eğer senin indinde Allah ve Allah’ın has kulları büyük iseler, ona niçin saygı göstermedin ve ihtiyatlı davranmadm? (Allah O’nun ruhunu takdis etsin) Mevlânâ’ya biri: “Mevlânâ, Şemseddin’i gördüm” dedi. Mevlânâ, üstünde ne varsa hepsi ni o adama verdi, Mevlânâ’ya: “Bu adam yalan söylüyor ve yalancıdır, bütün bunları ona neye verdir?” dediler. Mevlânâ: bunları ona, yalan söylediği için verdim. Eğer doğru söyleşiydi ona canlar verirdim.” cevabını verdi. Aşk ve saygı işte böyle olur. Yalan söylediğini bilmekle beraber bu kadar bahşiş veriyor. Çünkü onda yalanı, doğrudan bilme ve doğru gibi kabul etme kabiliyeti vardır, sende o görüş ve o kabiliyet olmadığı için, hürmet ve iltifat etmiyorsun. Bundan, senin yanında Allah ve Allah adamlarının bir değeri ve önemi olmadığı kesinlikle belli oluyor. Vaktiyle bu adamdan, şarap içmek, günah işlemek ve bunun yapılması doğru olmıyan birtakım işler meydana gelmiştir, diyorsun. Bu düşünce ne şeriat ve ne de hakikat bakımından doğrudur. Şeriatta gözle, belli olmıyan bir şekilde, görmediğin zaman bir müslüman hakkında, böyle düşünmen ve kötü zan beslemen caiz değildir. Sen gözünle görmüş olsan bile, o adamın bunları terk ettiği davranış ve sözle “ondan vazgeçtim”, dediği zaman yine onun hakkında bu şekilde düşünmene şeriat müsaade etmez. Bu hususta Kur’anda Allah bütün kusurları bağışlar (Sûre: 39, Ayet: 54). buyrulur. Ve Peygamber de Günahlarından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibi olur (H.7), buyurmuştur. O halde onun hakkında böyle düşünmen doğru olmaz.

Gelelim gerçek yönüne; hakikat bakımından da yakışık almaz. Zira hakikatte o kimse, kötülük yapsa, fisk u fücurla uğraşsa da yine Allah’ın seçkin kullarından olabilir. Yahut o kimse taât ve ibâdetle meşgul olsa bile, Allah’a isyan edenler zümresinden olabilir. Çünkü gerçek onun âmeline değil, sırrına bakar.36 Allah surete, hırkaya ve şekle bakmaz. Gönle bakar. Senin için, gönle yol yoktur. Surete ve âmele nazar kıl. İnsanın akıbetine bakılır. Eğer sonu, öğülecek bir durumda olursa, ona göre hüküm verirler ve o kimseden bahsederler. İblis gibi: İblis gökte ibâdet ve ilimle meşgul ve meleklerin de üstadı idi. Melekler onun sırrına vâkıf olmadıklarından onun ilmine ve âmeline bakıp onu sevmiş ve kendilerine öncü bilmişlerdi. Fakat Allah onun sırrına bakmıştı. Çünkü o, kâfirlerdendi. (Sûre: 2, Âyet: 32). Bunun gibi, Bersisa, Beni İsrail arasında bir âbid ve zahitti; züht ve takvasının şöhreti, doğuya batıya yayılmıştı. Her nerede bir hasta olsa, hastanın içerek sağlık ve afiyet bulması amacıyla Bersisa’ya üflemesi için su gönderirlerdi. Fakat kıskanç kör şeytan, pusuda kederinden demir çiğniyor ve bir türlü çare bulamıyordu.

Bir gün yüzünü oğullarına çevirdi ve: “İçinizden biri, beni bu gamdan kurtarabilir!” dedi. Çocukların arasından biri, kalkarak: “Bunu bana bırak ve benden bekle. Ben senin gönlünü, ondan intikam alarak memnun ve mesut ederim” dedi. Şeytan da: “benim en sevgili oğlum ve kör gözümün ışığı olursun.” cevabını verdi. O şeytan yavrusu, melun hatırında bir dolaştı ve kendi kendine şöyle söyledi: İnsanlar için genç kadınların yüzünden daha müessir bir tuzak olamaz. Çünkü altın ve yemek arzusu, tek taraflıdır. Sen altına âşık olsan bile, altının canı olmadığından sana âşık olamaz. Lokmanın da canı yoktur; seni arıyamaz ve seninle konuşamaz. Ama genç kadınların yüzünün âşkı iki taraflıdır. Sen onun âşığı ve talibi olursun, o da senin âşığın ve talibin olur. Sen onu çalmak için hile yaparsın ve o metada kendisine yol bulup girmen onu çalman için hilene ortak olur. Bir tarafından kazılan bir duvar, her iki yanına oturup kazılandan daha çabuk delinmez. Gece yarısı, kapıyı açmak için dışarıda çareler düşünen ve evin içinde de kapıyı açacak bir arkadaşı bulunmayan hırsıza nazaran daha çabuk maksadına erişir. O şeytan yavrusu, dünyayı dolaşıp zahit için güzelliği, aklı ve soyu sopu ile tanınmış güzel bir kadın aradı. Arayan bulur. Aranılmaya değer bir şeyi arayan kimse ne mutludur! domuz avı gibi değersiz olmaz. Domuz avcısı hem atı yorar, hem kendini; vakit boşa gider ve diğer güzel avları elden kaçırır. Nihayet domuza atar, tesir etmez. Domuzun ne eti, ne de postu bir işe yarar, avcı pişman olur ve: “Böyle bir şey için vaktimi boşa geçirdim ve okları ziyan ettim.” der.

Beyit:

Sen bu domuz avını, insanların avlanması bil;
çekilen sonsuz zahmetler, buna karşılık ondan bir lokma yemek de haramdır.

Şiir:

Yükün, eşeğin kirasına değmesi gibi;
yâr da bazan gönlümün kederine değer.

Akıllı olan öyle şey arar ki eğer bulamazsa, bulamadığı için utanmaz; bulunca kendisiyle mücadele etmez. O anda gözü her gün daha çok aydın­lanır. O güzelden zevki her gün daha çok artar. Ayrılık ve ölüm korkusu olmaz.37

Bu zevkin sıfatına nasıl son olabilir? Fakat bunu işitecek kulak ve bundan zevk alabilecek bir akıl nerede? Dağ bu sözün dehşetinden parça parça olur. Diline veya kulağına böyle bir söz gelen bir adam, nasıl bir kararla kalabilir? Parça parça olmaya mâni olan şey, aradaki şüphe perdesidir.

O şeytan yavrusu pek çok aradıktan sonra son derece güzel bir padişah kızı buldu. Şeytan yavrusu, kızın beynine girip onu delirtti ve hasta etti. Padişah bütün doktorlarını ve filozoflarını topladı. Hepsi de onu tedavi etmekten âciz kaldılar. Şeytan, bir zahit elbisesi içinde geldi ve: “Bu kızın bu dertten kurtulmasını isteriz, bunu Bersisa’ya götürünüz,” dedi. Onlar da başka çare görmeyip şeytanın sözünü dinlediler ve kızı Bersisa’ya götürdüler. Bersisa dua etti. Şeytan, kızı bıraktı, kız sağlık bulunca kilisede bir müddet zahitle yalnız kaldı. Eğer zahit âlim-i Rabbanî olsaydı kızı halvate asla yalnız olarak kabul etmezdi. Meselâ, Zeliha’nın dünyada güzellikte eşi yoktu. Yusuf’a da âşıktı ve daima onunla bir arada bulunurlardı. Zalihâ, Yusuf’u elde etmek için ne kadar çalıştıysa başaramadı. Çünkü Yusuf’da öyle bir nur vardı ki bir türlü aldanmadı ve Allah tarafını muhafaza etti. Peyfamber şöyle buyurur: Eğer bir erkek, bir kadınla bir yerde yalnız kalırsa, orada üçüncü olarak bulunan şeytandır (H.) nihayet, Bersisa kıza meyletti, kızla sevişti; kız hâmile kaldı. Şeytan, insan şeklinde Bersisa’nın yanına geldi. Bersisa’yı düşünceli görüp: “Düşüncenin sebebi nedir?” diye sordu. Bersisa olup biteni ona anlattı. Şeytan: “Kızı öldürür ve sonra da: Öldü, ben de gömdüm, dersin.” dedi. Bersisa başka çare bulamayıp öyle yaptı. Şeytan başka bir adam şekline geldi ve “Kız iyileşti, Gelip alınız” dedi. Padişahın uşakları ve hâcibleri gelip kızı istediler. Bersisa: “Kız öldü ve onu gömdüm” dedi. Geri dönüp yas tuttular. Şeytan bu defa da başka bir kılıkta padişahın yanına gitti ve: “Kız nerededir?” diye sodu. Padişah: “Bersisa’nın yanına göndermiştim orada ölmüş.” cevabını verdi. Şeytan: “Kim diyor?” dedi. Padişah: “Bersisa” dedi. Şeytan: “Yalan söylüyor; o, kızla sevişmiş, kız hâmile kalmış ve sonra da kızı öldürmüştür. Falan yere gömmüştür, eğer inanmazsanız orayı kazınca çıktığını görürsünüz.” dedi. Padişah kızgınlığının dehşetinden yedi defa yerinden kalkıp başka yere oturdu ve tekrar perişan bir halde, başı ateşler içinde yanarak yerine oturdu. Bir müddet sonra sükûnet bulup bir toplulukla Bersisa’nın kilisesine doğru gitti. İçeri girdi ve ona: “Kız nerede?” diye sordu. Bersisa: “Öldü ve onu gömdüm.” cevabını verdi. Padişah: “Bana niçin haber ver­medin?” dedi. Bersisa: “Evradla meşguldüm, vakit bulamadım.” dedi. Padişah: “Eğer bunun aksi çıkarsa nasıl olur.” dedi. Zahit önce gitmek hususunda sertlik gösterdi. Padişah, kızının gömülü olduğu yeri buldu ve açmalarını emretti. Kızı ölü olarak dışarı çıkardılar. Bersisa’nın ellerini bağladılar, boynuna bir ip geçirdiler, birçok insanlar etrafına toplandılar. Bersisa kendi kendine şöyle demişti: “Ey uğursuz nefis! dualarının kabul edilmiş olmasından, halkın gözünde ve gönlünde aziz ve büyük olmaktan memnundun. İnsanların takdiriyle mutluydun ve sözlerinin insanlar tarafından kabul edilmemesinden korkuyordun. Halbuki hakikatte onlar, bütün yılan ve akrep ve insanların kabulü zehirli bir yılandır. Çaresiz onu asacaklardı. Ah! çekti; büyük bir dar ağacını kurdular ve ipi aşağı sarkıttılar. Tam boynuna attıkları zaman şeytan hemen kendi kılığında göründü ve: “Seninle bütün bunları ben yaptım ve hâlâ, çaren elimdedir, bana secde et seni kurtarayım,” dedi. Bersisa burada secde edilir mi? dedi. Şeytan: “Secde niyetiyle başınla bir işaret yap, çünkü akıllı bir kimseye bir işaret kâfidir” dedi. Bersisa, tatlı canına kıyılmaması için, şeytanın dediğini yapınca ip boğazına yerleşti. Şeytan: “Ben, senden uzağım ( Sûre: 59, Âyet: 16) dedi. Bersisa sonunda imânını da verip, imansız öldü.

Yolunun şaşıranlar için yine bir misâl: Fuzeyli İyaz bir harami ve yol kesendi. O kadar sene, hayvanları vurmak ve zenginleri fakir etmek ve giyimli, kuşamlıları soymakla vakit geçirdi. Hattâ haksız yere kan bile dök­müştü. Nihayet bir gün kervancıların kumaşları arasında bir heykel buldu, heykelin üzerinde Allah’ın adları yazılmıştı. Eyvah! Allah’ın adına sığınmış olan ve bu adı kendilerine koruyucu, muhafız bilen kimselere ben, ne cesaret ve kuvvetle böyle küstahlıklar ve edepsizlikler yapıyorum? diye düşündü. Bahane bu idi. Üzerine bir hâl geldi, bağırdı, üstünü başını yırttı, saçını sakalını yoldu, kendini taşlara vurdu. Vücudu taşların şiddetinden kana bulaştı. Böylece kararsız ve kendinde olmadan yüzü solgun ve dudakları kurumuş bir halde ağladı ve feryâd etti. Bu ağlama, bağırma ve tövbede iken Allah, kendi büyük huzuruna doğru bir kapı açtı. Sonunda Allah’ın has ve yakın kullarından, doğru ve kâmil şeyhlerinden oldu. Allah bu türlü suretleri, o sebeple gösterir ki her kul, kendi âmeline ve zühtüne itimat etmesin ve hodbin ve kendi korkusundan emin olmasın. Bu işlerle uğraşmayan diğer kimselere, noksan nazariyle bakmasın. Çünkü, böyle kötü âmellere evliyanın ve iyi âmellere de eşkiyânın malik olduğunu görünce, Allah saklasın! belki ben bu iyi işlerden, eşkiyâdan olurum, diye korkar ve kimseye kötü gözle bakmaz. Aynı zamanda âsi, günahkâr ve mücrim de Allah’ın rahmetinden ümidini kesmesin. Çünkü Allah’ın, birçok âsileri, aziz ettiği görülmüştür.

Ölünün karnından diri çıkartır ve dirinin karnından ölü çıkartır.( Sûre: 30, Âyet: 18.) Sebeplerin bahaneler olduğunu, işi yapan ve yaratanın O olduğunu bilmeleri için, karanlık gecenin siyah ineğinin karnından, ışıklı günün beyaz danasını, dışarı çıkarır. Gam ve kederin karnında neş’e ve saadet peyda eder.

Nuh, peygamber ve ikinci Âdem idi. Çünkü onun zamanında tufan, bütün Âdem’e mensup olanları yok etmişti. Bu zamanda yaşayanların babası, O’dur. Ve hepsi O’nun neslindendir. O’nun oğlu olan Kenan, kâfirdi ve diğer kâfir ve münkirlerle beraber battı.

İbrahim’in babası kâfirdi ve put yapardı. Bunun gibi Mustafa’nın (Allah’ın selâm ve salâtı O’na olsun) babası ve annesi de puta tapanlardan idiler. Allah bütün bunları, kimsenin sebeplere itimat etmemesi için göster­miştir. Çünkü sebepler bahane ve bir örtüdür. Binaenaleyh bir insanı bir şeye dayanarak suçlamanın ne seran, ne de hakikatte doğru olmadığı belli olmuş­tur.

Müslüman o kimsedir ki bütün müslümanlar onun elinden ve dilinden salim kalırlar (H.). Allah daha iyisini bilir.

 

FASIL: 20

Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki: Bize niçin melekler indirilmedi, yahut niçin Allahmızı doğrudan doğruya göremiyoruz? Şüphe yok ki onlar bu çeşit saçmalarla kinlerini artırıyor, taşkınlıkta pek ileri gidiyorlar. ( Sûre: 25, Âyet: 23).

Kâfirler dediler ki: “Ulu Allah biz insanlara, bizim gibi bir elçi gönderdi. Bizim gibi yiyor, bizim gibi uyuyor ve bizim gibi hasta oluyor, iyileşiyor. Bazan kederli, bazan neşeli oluyor. Bazan şükür, bazan şikâyet ve feryat ediyor. Bütün bu vasıfları ile bizim gibi. O halde biz, onun söylediği ve iddia ettiği şey­leri ondan nasıl kabul edelim? Eğer bir melek gönderseydi ve bu elçinin verdiği haberleri o melek verseydi, bizim de o vaadlerde ve haberlerde şüphemiz kalmazdı. Hepsini kabul ederdik. Yahut aziz ve celil olan Allah, kendi nefsiyle, bize yüz gösterseydi emir ve men’de bulunsaydı, biz, o emir­leri yerine getirirdik ve nehyettiği şeylerden de perhiz ederdik. Hiçbir surette işlenmesi günah olan işlerin etrafında dolaşmazdık”.

Bunun üzerine Ulu Allah şöyle buyurdu: “Ey küstah köpekler! Bu sizi cehennemin dibinde oturtacak bir küstahlık ve cürettir. Çünkü: Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar.  ( Sûre: 4, Âyet: 144).

Sizi cansız olan cisimlerin toprağından yarattım. Hayat ve hayır bağışladım ve kendi sonsuz sıfatlarımdan üzerinize saçtım. Yani her şeyi görürüm, size işitme hassası bağışladım. Lûtufkârım, size lütuf bağışladım. Âlimim, size ilim bahşettim.38 Kendi sayısız ve sonsuz sıfatlarımdan her sıfattan size, biraz verdim ki beni bilmekten, tanımaktan bîhaber ve cahil olmayasınız”. Öyle ki büyük bir ambardan bir avuç buğdayı, akıllı bir adama gösterdikleri zaman o, azdan çoğu anlar ve bilir. Size benim sonsuz, sıfat­larımın denizlerinden her bir sıfattan, bir damla eriştiği halde,nasıl bir kuvvet ve küstahlıkla bana itiraz ediyorsunuz ve benim işimin ve yaptığım şeyin fevkinde bir iş görüyorsunuz ve tercih ediyorsunuz? Yani: benden daha âlim ve daha mı bilgilisiniz ki bana nasihat ediyorsunuz ve: “Bu elçinin yerine bir melek gelseydi, daha iyi olurdu”, diye bana akıl öğretiyorsunuz. Bizzat insanı elçilikle size, bu vasıtasıyla meleği, bile bilesiniz diye gönderdim. Beni ise, kemale erdikten sonra , yani benim gösterdiğim yol ve ölçü içinde, meleklik makamını geçersiniz, görebilirsiniz ve bana erişebilirsiniz. Sizde beni ve meleği görebilecek kabiliyette bir göz nerede? O elçinin gözü, bu nura sahip olduğundan, meleği görür. Eğer siz, o elçiden bu nuru alırsanız, ondan size enişmiş olan bu nur vasıtasiyle, meleği görebilirsiniz. Bu halde ve bu makamda beni ve meleği, peygamberin aracılığı, olmadan göremezsiniz. Çünkü melekler, niteliksizler ve onların dünyası da böyledir. Onların mezesi, şarabı, kucağı, busesi, sesleri ve konuşması da niteliksizdir, niteliksiz olan bir şeyi nasıl görebilir? Niteliksizi görebilmem için niteliksiz olabilmem lâzımdır.

Mısra:

Sana, canı görmek için can gözü lâzımdır.

Cins, kendi cinsinden olanı görebilir. Karga, bülbülün sırrını hiçbir zaman bilemez. Her merkeb ve her hayvan Düldül gibi, gidemez. Kılıç ne kadar keskin olsa Zülfikar’ın yaptığı işi göremez. Bahar, nitelik âleminin bin sonucudur. Çünkü en ufak şekilden hariçtir. Bir cismi ve rengi yoktur. Bu cihandan olmamakla beraber çemen, bağ, ağaç, bahçeleri ve bostanlar vasıtası olmadan, onun güzelliğini ve letafetini göremez. Renksiz bahar, onlar üzerine tesir edince, bundan hâmile kaldılar ve böylece onlarda türlü türlü renkler meydana geldi. İşte o zaman, o suretlerden baharı görebildin. Eğer bahar, bu suretlerle karışmasaydı onu göremezdin. Meselâ, rüzgâr toza karışıp onu havaya kaldırmazsa, veyahut bir ağacı veya bir bayrağı veya bir çadırı hareket ettiremezse rüzgârı, bu suretler olmadan göremezsin. Çünkü bunlar olmak­sızın rüzgârı görmek imkânsızdır. O halde bu iki şey bahardır ve bu rüzgâr, bu dünyanın temelinin bir sonucudur. O âlemle alâkası yoktur. O âlemin mânası, bu mânanın zıddıdır. Çünkü o, nura mensup ve bu, ateşe mensuptur. O, yüz gösterince bu, yok olur.

Ey mümin! benden çabuk geç ki o âlemin mânasının sonucu olan senin nurun, bu âlemin mânası olan bu dünyanın bütün lezzetlerini ve şehvet ateş­lerini söndürüyor.

Beyit:

Siyah ve beyaz gibi, nur da nârın (ateş) zıddı olarak yaratıldı.
Allah’ın nuru yüz gösterince, nârdan (ateşten) eser kalmaz.

Beyit:

Bu yolda, o menzil-i maksûda kadar, çözülmesi müşkül birtakım tılsımlar vardır.
Bir tarafta nur içinde nur, öbür tarafta (nâr) ateş, ateş içindedir.

O halde bu âlemin suretlerinin sonucu olan mânası, rüzgârdaki toprak ve ağaçtaki yeşillik gibi, suret vasıtasiyle peyda olmadan, anlayamaz ve göre­mezsin. Melekler, saf nurdurlar. Dört unsur ve altı yönün dışındadırlar. Yerin ve göğün ötesindedirler. Sırf candırlar ve Allah’ın aşkında batmışlardır. Onların mezesi ve yiyeceği Allah’ın zikridir. Şarapları ve mestlikleri, Allah’ı düşünmektir. Allah’dan başka emelleri yoktur. Bu halden kurtulamazlar. Balık gibi, o birlik denizinde yaşar, dolaşır ve yemlenirler. Onların ekmeği, kadehi, yatağı ve yorganı denizdir. Uykuları, uyanmaları gül ve gülzarları ve güzelleri denizdir. Denizden başka her şey onlar için azaptır. Daima o tatlı suya müs-tağraktırlar. Bu deniz var oldukça baki, ebedi ve sermesttirler. O niteliksiz nurdan bitlmiş olan ve nurun güneşten ve sıcaklığın ateşten, kokunun gülden tatlılığın şekerden ayrılamayacağı gibi, ondan ayrılmayan böyle bir kavmi, beşer vasıtası olmadan görmeği nasıl ümit edebiliyorsun? Ben sizin cinsinizden olan bir insanı, onun vasıtasıyla ,azar azar, onun ehli olmanız ve onu kabul etmeniz ve bu suretle meleği, cihanı, ahireti görebilmeniz için elçilikle size gönderdim. Çünkü, eğer melek insan vasıtası olmadan musavver olur ve yüz gösterirse sizin ödünüzü patlatır ve ölürsünüz. Göğün dördüncü katının üstünden, yeryüzünü aydınlatan bu güneş, eğer üçüncü gökten parlarsa, yeryüzü ve üzerinde yaşayanlar tamamen yanar ve yok olur. Güneşten istifade edebilmek için, hikmetle güneşe daha uzaktan sahip oldular. Nitekim o cihan bu yüzden, perdededir. Zira sen onun yüzünü vasıtasız olarak görmeğe tahammül edemezsin. Musa, ateş istediği vakitte Allah ağaç suretinde O’na dedi ki: ” Seni yaratan benim ve senin Allahnım” ve yine buyurdu ki: ” Ey Musa ! elinde ne var? Musa: “Yarabbi asadır.” dedi. Allah: “Bu asayı ne hikmetle elinde tutuyorsun? diye sordu. Musa: ” Onun hikmetinden biri şudur: Yorgun ve dermansız olduğum zaman ona dayanırım, diğer bir hik­meti de, bununla koyunları doğru yola sürerim, dağılmalarına mani olurum ve onların yemesi için ağaçlardan yaprak düşürürüm.” cevabını verdi. Allah ona cevaben şöyle buyurdu: “Bu ağaç sana asâ gibi görünür ama asâ değildir. Onda bu bildiğinden başka hikmetler ve faydalar bulunur. Elinden bırak ki ne olduğunu göresin.” Musa, Allah’ın emriyle asayı atınca, asanın yerde bir ejderha olup kendine saldırdığını gördü. Musa kaçmağa hazırlanırken Allah: “Ey muşa! benim huzurumda, ondan niçin korkuyor ve kaçıyorsun? Benim arzum ve emrim olmadan sana zarar vermeğe kimin cesareti vardır? Haydi, sen onun üzerine atıl ve boğazını tut!” diye buyurdu. Musa, derhal ejderhanın üzerine atıldı ve boğazını tutunca ejderha tekrar asâ oldu. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: ” Ey Musa! bunun sana, bundan sonra dağ, sahra, su, hava, kıyı ve denizden her ne görürsen, “gördüğüm budur” diye hüküm ver-meyesin, diye gösterdim. Ben her şeyi insana istediğim gibi gösteririm. Meselâ bütün varlıklar, su ile yaşayamazlar. Diri her şeyi sudan vücuda getirdik. ( Sûre: 21, Ayet: 31.) Suya emrettim ve kâfirlerin münkirlerin hasmı yaptım. Tufanla hepsini helak ettim. Hepsi rüzgârla dahi yaşayamazlar, rüzgârın nefesi tutulursa hepsi ölür. Onların mayası, besleyicisi ve dayanağı olan, kuvvet ve hayatı kendisinden aldıkları rüzgâra emrettiğim zaman, raha­ta karşılık hastalık, okşamaya mukabil eritme verir. Yaptığı yumuşaklığı bırakır ve sertleşir. Diş ağrısı olur ve onları öyle sıkar ki bütün güzellikleri burun­larından getirir. Bunun gibi kulunç hastalığı ve bel ağrısı olur. Bütün bunları insanda birer birer gösteriyorum ki bu bir tanesinden, hepsini anlasınlar ve bilsinler kionların vücutlarının bütün parçaları, baştan ayağa kadar, benim kölelerimdir ve sana itaat ederler. Benim emrimi yerine getirirler. Onlara vermiş olduğum bu ömür boyunca, benim emrimle geçinirler. Onlar, bütün kendi parçalarını kendilerinin yârı, dostu ve yardımcısı zannederler. Sabret, yarın ecel gelince onların hepsinin, benim malım olduğunu ve kendileriyle nasıl boğuştuğunu görsünler. Her yâr, bir yılan ve her gül bir diken ve her rahatlık, ateş ve her müşfik bir kan için olsun. Hepsi onlara yapışır ve onları vururlar. Yaptıkları işlerin gammazı ve şahitleri olurlar.

(39) Kıyamet gününde âsi olan insanın eli: Sen benimle şarap kadehini tut­madın mı ve şarap testisini çekmedin mi? Senin malın olmayan mala el uzat­madın mı ve almadın mı, senin helâlin olmıyan nâmahremin elini tutmadın mı ve ona hainlik etmedin mi, mazluma vurmadın mı, yetime tokat atmadın mı? Günahsıza kılıç çekmedin mi? diye o âsiye şahitlik eder. Bunun gibi dil, ağız ve dudaklar da şahitlik ederler. Dil der ki: Benimle böyle konuşmadın mı? Bu kadar müslümanların aleyhinde söylemedin mi? Müslümanlığın ve dinin yolunu kesen dünya’da bu kadar eğri söz söylemedin mi?” Ayak da şahitlik eder ve der ki: “Benimle meyhaneye gitmedin mi? Ve yapılması caiz olmayan işlere ve yolsuzluğa doğru koşmadın mı?” Nitekim sudan, topraktan, ateşten, elden, ayaktan ve baştan ibaret olan bu avazların cinsleri, burada birleşmenin, çokluğun bir olmuş oldukları, sonunda ona malûm olur. Dost, birbirleriyle anlaşmış görünen parçalar, yılan gibi olurlanr; hattâ onu incitmekte rekabet ederler. Eşyayı kullara nasıl istersem öyle gösteriyorum. Öyle ki ey Musa! sen dostun ve dayanağın olan bu asayı, ejderha ve kendi düşmanın olarak gördün; benim inayetim olmasaydı ve yılan üzerine atsaydı, seni bir fareden daha küçük bir hale getirirdi. Fakat ejderha, benim inayetimi görünce, tekrar senin elinde asâ oldu. Bu âsiler grupu, onların yeri olan ve onları besleyen göğü, yeri ve bütün uzuvlarını, her birinin bir taraftan kendilerine saldıran, bir yılan olarak görünce acaba o bahtsız ve muhalif âsilerin, benim inayetim olmadan sonları ne olur? -Eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem, yerler ve gökler kağıt olsa ve bunların hepsi yazılsa, kalem ve mürekkep bitse, yine de o elem­den bir parçacık yazılmış olmaz.

Herkesin kahrı ve lûtfu kendi lâyığına göre olur. Ekmekçi, ekmekle lütfeder. Bunun gibi tüccarın lütuf ve okşaması, bir sermaye vermesiyle olur. Onun kahrı ve hışmının da bir derecesi vardır. Bir emîrin lütuf ve bağışı, onun kudreti nispetinde de, kahrı da aynı nispettedir. Ama padişahın lûtfu hepsin­den daha fazla olur. Onun bağışı atlas ve eksun, emîrlik, mevki, davul, bayrak, hüküm, reislik, dehkanlık ve vezirlik olur. Kahrı da buna göredir. Başbuğların onun kahrından başı gider. Allah’ın padişahlık sofrası hadsiz ve hesapsızdır. Lütuf ve kahrı da ona lâyık bir şekilde olur. Onun lûtfu ve rahmeti nasıl sonsuzsa, kahrı ve gazabı da böyle sonsuzdur. .Şüphesiz cennete mensup olanlar, cennette ebedî olarak kalırlar. Ve cehenneme mensup olanlar da cehennem de kalırlar. O gün, birtakım cennette, birtakımı da cehennemde olacaktır ( Sûre: 42, Âyet: 5). “Ey Musa! akıllı bir kimsenin, böyle bir uzvun ağrısından, istirahatta bulunan ve ona yâr görünen diğer uzuvların da nasıl olacaklarını anlaması lâzımdır. Ulu Allah, bu bir taneyi, diğerlerini görmeleri, anlamaları ve buna kıyas etmeleri, onlara güvenmemeleri, onların dostluk ve yardımını, Allah’ın huzurundan başka sığınak bilmemeleri, aciz elini, Allah’ın fazilet eteğinden başka bir yere uzatmamaları, vasıtaları bahane ve örtü kabul etmeleri ve sadece Allah’ı fâal bilmeleri için peyda etti. O halde bunun gibi, ey Musa! sen de yerin bir parçası olan, bu asadan, yerin geri kalan parçalarını anla. Sabret ki dünya o müthiş sarsıntı ile sarıldığı zaman ve yer ağırlıklarını fır­lattığı zaman ( Sûre: 99, Âyet: 1-2), insanların ayakları altında uzanmış ve yayılmış olan yer, mahşer gününde deve gibi oynamağa başlasın.

Bârı (yükü), yârı ve nigârı baş aşağı atar ve ölüleri mezardan dışarıya fır­latır, gökler birbirinden ayrılır, dağlar yumuşak yün gibi atılır; her tarafta uçuşur. Güneş, ay ve yıldızlar aşağı düşürlerse o zaman bunların göründükleri gibi olmadıkları belli olur. Senin asan nasıl değişip ejderha olduysa, bunun gibi her şey değişir. Bütün âlem, benim kudretimin avucu içinde yumuşak mum gibidir. Onu bazan asâ, bazan da, ejderha yaparım. Bazan yılan, bazen yâr, bazan gül, bazan diken yaparım. Ey âdem oğlu! bu sana ne garip görünüyor değil mi? Sen ki âciz ve miskinsin, sana bazan öpülecek, bazan şeker, bazan zehir tattıran hem rahat, hem mihnet veren bir el verdim. Dildeki ses gibi, sen onunla bazan küfredersin, bazan medhedersin. Ve onunla insanlara bazan neşe, bazan keder verirsin. Onu istediğin gibi kullanırsın. Sen kul iken, bir tek şey olan bu dildeki secden acı, tatlı, keder ve neşe meydana getiriyorsun ve bu tek şeyi istediğin her şekilde gösteriyorsun. Ben Allah olduğum halde asayı, ejderha ve ejderhayı asâ yapmağa kudretim yok mu ve onların mel­celeri olan, onları besliyen göğü onların düşmanı yapmaz mıyız? Esasen sonunda bu dünya onların cehennemi olacaktır ve onları yutacaktır. Bir padişah, çavuşlarından birinin bir kimsenin kahrı için gönderse, çavuş, o kim­senin dostu ise, o kimsenin üzerine bir yılan gibi atılır ve kahır dişleriyle onu yaralar. Çavuş, kahrına gittiği kimsenin, hışmı, akrabası ve herkesten daha yakını olsa bile, padişahın emriyle gittiği için yine onu incitir. Bunun gibi yerin ve göğün parçalarının da benim çavuşlarım olduğunu bil! Görmüyor musun ateş çavuşuma: İbrahim’e koru! diye buyurduğum zaman, ateş, İbrahim’e gül ve gülzar oldu. Zillet suyuna Firavun ve ona mensup olanları küçük düşür ve esir et, diye emrettiğim zaman su hepsini ejderha gibi yuttu ve batırdı. Süleyman’ın tahtını taşıyan rüzgâr, Ad kavmi üzerine, belâ ve vebal kesildi ve yer, Karun’u bir lokma gibi yuttu. Eczayi, yardımlardan sonra yabancılık, akra­balıktan sonra düşmanlık yapacaklarını, böylece gösteriyorum. Çok büyük olan âlemin vücudunda da âlemin parçalarının bazılarını gösteriyorum ki geri kalan da bunu görebileler. Kıyamet günü ve haşir, yüz gösterdiği vakitte âlemin bütün parçalarını bir defa daha göstereceğim ki O Gün gizli sırlar aşikar olur ( Sûre: 86, Âyet: 9). Görünüşte asanın adı, Musa yanında asâ idi. Gizlide ise, Allah’ın katında onun adı, ejderha idi. Bunun gibi yer, gök ve onun en küçük parçalarının surette, bizim indimizde, her birinin bir adı vardır. Fakat gizlide her birinin, Allah indindeki adı nedir? Asayı ejderha göstermek kıyametten bir işarettir. Bahçeden bir deste gül ve bir örnektir. Ağaçlıktan ve ormandan bir dal göstermek gibidir. Bundan gaye, kıyamet ahvaline biraz vâkıf olmaktır. Meselâ, vücuttaki hastalıklar, elemler ölümden ve yokluk bahçelerinden küçük bir yaprak gibidir. Bununla da ölüm âlemine vâkıf olmaları ve bu az olan acıdan çoğunu, bu azdan çoğun da geleceğini elbette görüyorum, diye anlamaları lâzımdır. Ey Musa! ejderha, tufan, Ad kavmini mahveden rüzgâr, zelzele, veba ve kıtlık gibi kıyamet eserlerinin, bu az olanlarından dahi muhakkak kıyamet gelir. Çünkü bu hastalıklar ölümün elçileridir ve sonunda ölüm gelir. Bu acayip şeyler ve heybetler kıyamet elçi­leridir, sonunda kıyamet kopar. Asâ bu kadar gösterişsizliğiyle beraber bir ejderha şeklini aldı, bütün dünyayı kaplamış olan Firavun ve adamlarını yuttu ve yok etti, böylece onlardan öcünü aldı. Bir damla gibi olan asâ, böyle korkunç olursa, gök ve yer olan varlık denizi nasıl olmalı? Ey Âdem oğlu! sen, şeytanın eğlencesi oldun ve bir gafil gibi, bu gaflet uykusuna daldın ve gaddar, hilekâr, buğday gösterip arpa satan, yüzüne pudra sürmüş, kara yüzlü, kendi­ni sâf ve temiz gösteren ve seviştiğin acuze bir dünyadasın ve orada, cennet­liklerin cennette oldukları gibi mutlu ve huzur içindesin. Gözlerini açtığın ve bu gaflet uykusundan uyandığın zaman, bizzat cehennemde olduğunu göreceksin. O halde tane yediğin zamanda ahmak kuş gibi tuzağa düşersin. Evliya, nurlar âleminden bu gaddar âleme, seni bu sakınılması mümkün olmayan ateşten çekmek ve kurtarmak için gelmiştir. Eğer gönlünü bu dünyadan ayırır ve ona daima yabancı kalırsan, bu ateşten çıkmış ve kurtulmuş olursun. Senin imânının alâmeti nedir? Sorusuna, büyüklenme ve kendini aldatma evinden çekip mutluluk evi olan âleme meyletmektir, cevabını verdi. Bu cihanda yabancı ne olup, Allah ve Allah adamlariyle aşinalık eder, kötü halden iyi hale dönersen, şüphesiz “Abdâlan” zümresinden olursun. Meselâ: Musa ejderhayı asâ sanıp kendisine dayanak yaptı; onu kendi yardımcısı zannetmişti. Halbuki o, tamamen bunun aksine idi. Allah’ın inayet ve fazlı, Musa’ya yoldaş olmasaydı, ejderha o’nu yerdi. Allah’ın emriyle tekrar o ejderha, Musa’nın elinde, asaya döndü. O’nun mucizesi, elçilik ve peygamberlikte de O’nun şahidi oldu. Ve O’nun dinine düşman olanların, hepsini kahretti, onlardan öç aldı.Bunun gibi kâfir ve müslümandan ibaret olan bu insanlar da bu âlemi kendi evleri ve kendi kaleleri, kendi sığınakları, dayanakları ve emin dostları olarak bilirler; fakat gaflet perdesi ortadan kalkınca, bizzat cehennemi görürler ve bundan da onlara cennet görünen bu dünyanın, cehennem ve ayyüzlü gencin, ateş huylu bir acuze olduğunu iyice anlarlar. Ahmak bir kuş gibi sonsuz bir tuzakta kalırlar. Fakat dünya evinde, onun çirkinliğini gören ve yabancı gibi onda tam bir çekingenlikle yaşıyanlar, Allah’ın can ve gönülden kul­luğunu, gece gündüz yerine getirirler. Allah’ın fazlından ve inayetlerinden başka sığnakları ve dayanakları olmaz. Allah için insanlarla dostluk ve düş­manlık ederler. Yemek kuvvetiyle onu zikredebilmek için, yemek yerler. Açlığı da onun için çekerler; çünkü: sevgi de, düşmanlık da Allah içindir. Tokluk ve nefsin doyması bir yol kesicidir ki o nefse bir kuvvet verir ve nefsi” itaat eden akla galip kılar, onu tâat kulluk ve tevazu’dan alıkoyan Meselâ, dünyada padişahının kulları ve köleleri çoktur. Padişaha bağlıyız, diye halka ne dost, ne de düşmandırlar; fakat padişah bir kimseye kızınca köleler de o kimseye kızarlar ve kılıç çekerler, canına kast ederler; bunun aksine olarak padişah, bir kimseden memnun olsa ve onu sevse köleler de ona kölelik ederler; elini, ayağını öperler ve ona gönül verirler. Bunlar mecazî kölelerdir. Çünkü o padişah bunları, yaratmamış; can, akıl, fikir, göz ve kulak vermemiştir. Sadece sırf bu isimle, efendilik ve kölelik onların arasına girmiştir ve ona rızık sebebi de mecaz yoluyla olmuştur. Ok, yay ve kılıç gibi, onun âleti olmaları için böyle bir muhabbet, itaat ve teslim olmalıdır. Zira onu gördükleri zaman, onlarda ne irade, ne istek kalır. Diğerleri de onun gibi olurlar. Dostluk görürlerse dost, düşmanlık görürlerse düşman olurlar. Bunlar böyle olursa, sen o hakikî kullara bak, bunların nasıl olmaları lâzım? Musa’nın elinde ejderhanın asâ ve ateşin, İbrahim’e gül olması gibi, yarın perde kalkınca, cehennemin bizzat bu dünya olduğu anlaşılır. Bununla beraber Allah, onları yakmaz ve korkutmaz; belki onlar için cennet gibi olur, çünkü böyle kullar padişahla dolu, iyi ve kötü her şeye onun tarafından hareket ederler. Cehennem, padişahın kölesidir ve onun yaptığı bir şeydir. Köle kendi padişahının huzurunda kölelik, küçüklük gösterme, hizmet ve itâattan başka bir şey yapamaz. Nitekim Ulu Allah, Musa’ya şöyle buyurmuştu: “İlk defa sana elindeki nedir? diye sordum. Sen: “Asâ!” dedin. Sana, âsa olmayıp, ejderha olduğunu gösterdim ve tekrar bunun faydası nedir ki elinde tutuyorsun? diye sordum. Sen: “Hastalık ve yorgunluk zamanımda benim dayanağım ve kamçımsın. Koyunlar dağıldığı ve birbirinden ayrıldığı zaman, hepsini bu asâ ile toplayıp otlağa ve yeşilliklere doğru sürüy­orum; ormandan ve ağaçla dolu dağ yamaçlarından koyunlar için bununla yaprak düşürüyorum”. Cevabını verdin ve bizzat asanın, asâ olmadığını gördün. Şimdi her Firavun’a git ve bana çağır, asanın mucizesini ve Yed-i beyzayı, ona göster ki asanın faydalarının senin zannettiğin ve açıkladığın bu şeyler olmadığını bilesin. Bu asanın, ölümsüz ve sonsuz, büyük faydaları vardır. Bunun yanında fâni dünyanın, ne kıymeti olur ki bir kimse ona “fayda” desin, onu fayda olarak bilsin!

Beyit:

Dünyada bulunan şeylerin ne kıymeti var ki
sen onunla kafanı yoruyorsun?

Beyit:

Aşkın cevalânı önünde,
yüzbinlerce böyle yer ve gök dar gelir.

Asâ dediğin nedir? Bu asâ, bir güneştir ve âlem ondan aydınlanır; onun parıltısından ve nurundan âlemde karanlık kalmaz. Onun varlığıyla çirkin güzelden, istenmiyen istenilenden, sevilmiyen sevilenden, nakit kalptan, aslan köpekten ayrılır. Belki o yere inmiş göksel bir terazidir. Gökyüzünü O yük­seklere kaldırdı, ölçüyü O kurdu. ( Sûre: 55, Âyet: 6). Her ne kadar gök yük­sek ise de, terazi ondan daha yüksektir. Fakat doğruluğu meydana koymak, doğruyu eğriden, ağırı hafiften, ölüyü diriden, gülü dikenden, kendine tapanı Allah’a tapandan, ölümlüyü ölümsüzden, vefalıyı cefalıdan, yere mensup olanları göğe mensup olanlardan, bu cihana mensup eder. Kör gözlü, düşük bir kimseyi üstün ve beğenilen bir insan yapar. Firavun’u ve adamlarını suya batırır ve onun zamanında, onun sıkıntısını çeken Beni İsrailî’lere gururların­dan nankörlük etmelerinin ve bu nimet bolluğunda “soğan, sarımsak istiyoruz” 40 demelerini ister. Belki bu asâ, saadet iksiridir. Çünkü yüzbinlerce nasipsiz fakiri, tam bir nasip ve saadete kavuşturur. Bilgisizlik bakırını, bilgi yapar ve kâfirlik ve sertliğini, yumuşaklığa çevirir. Eğer âlem ve gökler, yerler hepsi kağıt, nehirler ve denizler mürekkep, bağlar, ağaçlar ve ormanlar da kalem olsa ve bunların hepsi yazılsa yine de asanın faydalarından tek bir sır yazılmış, anlatılmış olmaz. O halde ey muşa! sen, asanın faydasını, o kadar biliyordun ki, o kadar, kader ilminde, miktarından fazlaydı. Ve kadir gecesi gibi uğurlu ve kutlu idi. İşi yapan biz olduğumuz için, her şeyin faydasını da biz biliriz. Size, işinizin meydana geleceği kadar, ondan bir parça gösterdik; bu şekilde ihtiyacınız karşılanır ve bizim elimizden tamamen nasipsiz kalmazsınız.

Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri yanımızda bulunmasın; biz onu ancak muayyen ölçü dairesinden göndeririz, ( Sûre: 15, Âyet: 21), buraya bu birazı, çoğunu istemen için gönderdik; küçük çocuklar, demet ot alıp kuzunun önüne bırakırlar. Kuzu ondan bir parça yiyinceye kadar çocuk da kendi işlerine döner. Kuzu ota tamah ederek tekrar yemek için çocuğun arkasında koşar. Bunun gibi şahine etten bir iki lokma tattırırlar, avlamak iste­dikleri kuş uzaktan uçarken, şahini bırakırlar. Şahin, yemiş olduğu bir iki lokma ete tamah ederek kuşa doğru uçar. Binaenaleyh Ulu Allah sana da göktekilerin ve meleklerin yiyeceklerinden birkaç tane gönderdi ki bu, ilim ve bilgidir. Eğer sen göğe mensup olursan, böyle bir yiyeceğin talibi olursun: ondan ilmin ve bilgin artar. Eğer yere mensup ve yerden bitmişsen, hayvanlık sana galipse, daima bu toprağın lokmasını isterim. Çünkü sen, topraktan yetiştin ve lokma da topraktan bitmiştir. Artması, büyümesi için toprak, toprağı yiyor. Cins, kendi cinsiyle artar ve kuvvet bulur. Su, sudan, ateş ateşten, rüzgâr rüzgârdan, temiz temizden artar. Eğer temizlerin aslından isen, temiz şeyleri istersin ve o ilimdir. Eğer toprağa mensup olanlardan isen, suret ve cisim olan toprağı ararsın. İnsanlardan, elbiseyerden ibaret olan şekillerin hepsi, her birine ayrı ayrı şekiller ve renkler verilmiş bir tek topraktandır. Fakat bilgisizler ve çocuklar onu topraktan ayrı bilirler. Meselâ hamurdan aslan, deve, kuş ve türlü türlü oyuncaklar yaparlar. Çocuklar bunları ekmekten daha pahalı olarak satın alırlar ve “Benim devem, kuşum!” diye üzerine titrerler. Fakat onu yedikleri zaman, yine ekmek olur. Develik, onun üzerinde iğreti olarak ve mecazî bir şekilde mevcuttur. Bunun gibi kadın, erkek, türk hintli, uzun, kısa, kırmızı, sarı, yiyecek, giyecek gibi nakışların hepsi, bir topraktandır. Çünkü, ayrı topraktan bitmiştir, sonunda yine toprağa döner, gömülür ve hepsi baş­tan başa toprak olurlar. O geçici renkler ve şekiller yok olur. O halde her kim, yemek, uyumak kaydında ise temiz kimselerin yanında bigâne ve liyakatsizdir. Her kim ilim ve hikmet ister ise ki: hikmet her hâkimin bir yitiği gibidir; hiç şüphe yok ki o, İlâhîdir ve kendi aslına ulaşması için o cihanın temiz bir parçası olan kendi asli yiyeceği etrafında dolaşır. Çünkü, “her şey aslına döner” hükmünce sonunda aslî yiyeceğine çevrilmiş olur, artar ve aslına ulaşır.

Şiir:

Vücudu besleme, çünkü vücut bir kurbandır.
Gönlü besle, gönül yükseklere gider.
Bu nurdan vücuda tatlı ve yağlıyı az ver.
Vücudunu besliyen rüsva olur.
Hikmetin yağlı ve tatlı yiyeceklerini ruha ver ki
kuvvetlensin ve o yücelik âlemine kavuşsun.
Hikmet, sana şeyh Salâhaddin’den gelir;
çünkü o, güneş gibi tek bir varlıktır.

İnsanda yere ve göğe ait her iki vasıf da mevcuttur. Bu sıfatlardan hangisi ona galip gelirse onu, o sıfatla çağırırlar. Onda bulunan diğer mağlup unsur, zayıf ve az olduğundan, ona bir kıymet vermezler ve hesaba katmazlar. Meselâ, gümüşün içinde birazcık bakır olduğu zaman ona, yine gümüş derler, kalp saymazlar. Bakır fazla olduğu zaman da ona gümüş demezler; belki kıymeti bir paradan daha az olur. Çünkü melek olmadı ki göksel sayılsın; hayvan da değildir ki yük taşıyıp insanlara faydası dokunsun. Zira Onlar hayvanlar gibi, belki daha fenadır. Tereddüt ve şaşkınlık içindedirler. Ne bunlardandır ne de onlardan (Sûre:4, Âyet: 142) buyrulmuştur.

Rivayet ederler ki: Bir ceylânla, bir kurt evlenmişler ve bir çocukları olmuş. Müftüye: “Bunu kurt mu sayalım, yoksa ceylan mı? Onu kurt olarak kabul etsek, eti haram ve murdar olur, ceylân desek helâl olur. Bunu hangisin­den sayalım ve adını ne koyalım? Tereddütte kaldık” diye sordular. Maharetli müftü, şöyle fetva verdi: “Bunun hükmü mutlak değil, mufassaldır. Bu yavrunun önüne bir demet ot ve biraz kemik koyunuz. Eğer kemiğe meylederse kurttur ve eti haram olur. Yok eğer ota meylederse ceylândır ve onun eti ceylân eti gibi helâldir.” Bunun gibi Ulu Allah, o dünyayı, dünya ile, yeri; gök ile karıştırdı, birleştirdi. Biz, bu her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz ilim ve hikmet olursa göksel ve helâl oluruz. Eğer yemeğe, uykuya ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meylederse hayvanî ve yere âit oluruz. Makamımız alâyi illiyin değil, cehennemin dibi olur.

Nazım:

Eğer sen, bir madendeki cevhere talipsen, sen de o maden­densin. Yok eğer bir lokma ekmeğe talipsen, ekmeğin mensup olduğu toprağa mensup olursun. Eğer bu nükte ve remzi bilirsen aradığın şeyin ne olduğunu anlarsın.

Beyit:

Ey altın parçası! oyna ki sen aslında bir altın madenindensin.
Her neyi ararsan bil ki o şeyin aynısın.


(3I) Allah’ın bazı has kulları vardır; bu kullar Allah’ın diğer kullarına baktıkları zaman onlara saadet libası giydirdiler (H.).

(32)Biz, seni âlemlere rahmet olmak  üzere gönderdik (Sûre:21, Âyet: 107,).

(33) Ey Allahm! benim kavmime hidayet et, çünkü onlar bilmiyorlar. (H.)

(34)O gün gizli şeyler (sırlar) aşikâr olur ( Sûre: 86, Âyet: 9.)

(35) Bazı yüzlerin ağardığı, bazı yüzlerin karardığı gün ( Sûre: 3, Âyet: 102.)

(36)Allah sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz, lâkin kalplerinize bakar (H.)

(37) Bir kimse, kendileri için, istediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere saklan­mış olan nimetleri bilemez ( Sûre: 32, Âyet: 17.)

(38)Ey insanlar! sizin ilimden nasibiniz pek azdır ( Sûre: 17, Âyet: 87.)

(39) O gün, bunları dilleri, elleri ve ayaklar, işledikleri şeylere şehâdet eder. ( Sûre: 24, Âyet: 24.)

(40) Sarmısak, mercimek ve soğan. ( Sûre: 2, Âyet: 58)

 


 

ETİKETLER: