Fasıl: 31-35

A+
A-

FASIL: 31

Bazı kimseler vardır ki onların şeyhten uzak olmaları, yakın olmalarından daha iyidir. Onlar bu uzaklıkta, daha çok istifade ederler. İşte bu sebepten dir ki eski şeyhler, müritte bu hali gördükleri vakit, ona sefere çıkmasını emrederdi. Bunun gibi bazı müritler hakkında da Tanrı’nın tecelli nurları ve gayb âleminin suretlerini görmek ve hatıftan sesler işitmek gibi, harikaları görmemek, işitmemek daha hayırlıdır. Bu, bazıları için zararlıdır. Tüccar Mecdüddin Meragî, Hazret-i Mevlânâ’nın hizmetinde bulunurdu. Bir gün kendisine: Evet ben yıllardan beri sizin hizmetinizde bulunurum; candan ve gönülden çalışıyorum, bunun feyziyle bende bulunan bilgisizlik gitti, öyle bilgiler ve zevkler, öyle mânevi, garip ve acayip haller hâsıl oldu ki, dünyaya sığamıyorum; iki cihanın mülkü gözümde hiç oluyor; Dünya ve ahret kaygusundan kurtuldum. Ne cennetin nimetlerini istiyorum, ne de cehennemin azaplarından korkuyorum. Bu halimi bütün devletlerin ve nimetlerin üstünde görüyorum. Bu halde iken bana her şey benmişim, benden başka varlık yokmuş gibi geliyor; bende böyle bir inanç peyda oluyor. Bazan bu halden eski halime dönüyorum, bu mestlikten uyanıyorum. Tanrı’dan halka yüz çeviriyorum. Bununla beraber, benim kadar size hizmet etmemiş bazı müritlerle görüşüyorum, onlar bu gözlerle bazan kırmızı, bazan yeşil ve hattâ dünyada mevcut olan türlü türlü bütün renkler, nurlar, bağlar, çemenler ve meleklerden başka gayb âleminin varlıklarını gördüklerini ve bunların, kendileriyle, bu his kulaklariyle işitecekleri seslerle konuştuklarını söylüyorlar, bu nasıl oluyor ? Ben bunların hiçbirini göremedim.” diye halinden şikâyette bulundu. Mevlânâ (Tanrı O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin) senin hakkında bunları görmemek daha hayırlıdır. Eğer sen de onlar gibi bu halleri görmüş olsaydın, sana zararı olurdu. Halinden şikâyet etme! Çünkü: Harb size kötü geldiği halde emrolundu. Belki de kötü gördüğünüz bir şey, hakkınızda hayırlı olur, yahut sevdiğiniz veya iyi gördüğünüz bir şey, hakkınızda kötü olur. (Sûre: 2, Âyet: 213), buyrulmuştur diye nasihatte bulundu.

Beyit:

Birçok dualar vardır ki onlar, zararı ve mahvolmayı gerektirir.
Tanrı bu gibi duaları, kereminden işitmez.

Tanrı padişahlığı herkese vermez. İnsanların bazıları padişah, bazıları da padişaha kul ve bağlı olurlar. Padişaha itaat edip kul olan kâfir, belâ ve öldürürmekten, kılıç ile kesilmekten kurtulur. Bu az devlet midir? Bu kadar binlerce insanlar cehenneme gittikleri halde, padişaha itaat edip, kul olan kâfir, bu intisabından dolayı bundan kurtulur; bunun üstünde, bundan daha büyük bir saadet ne olabilir? Yine Tanrı’nın velileri, Tanrı’nın aşkından titreyen ince, nazik dallar gibidirler; onlar ağacın gölgesiyle kaimdirler. Ağacın gövdesi, o büyüklüğüne ve ululuğuna karşılık tatlı bir meyve vermez; ince dallar ise, gövdenin yardımı ve kuvvetiyle meyve verirler. Müridin, şeyhe daima ruhu ve bedeniyle hizmet etmesi lâzımdır ki, ince zarif bir dal gibi olan şeyh de meyve versin. Dal, saba rüzgârlarından sallanır; fakat rüzgâr, ağacın gövdesini sallıyamaz; belki onu kesildiği vakit balta sallıyabilir. Onun, rüzgârdan sallanmaması iyidir. O, ince dallarının sallanmasından, böyle sallanmaktan emindir. Onun meyvesi, devletin ince dallara olan bağlılığını artırmasındandır. Bu ilgi kuvvetli olmalıdır ki dallar ile arasında bir birlik husule gelsin. Aksi halde dalların meyve vermesi ve gövdenin meyve vermemesi demek olur. Öyle ki insanın vücudu, gözden incinmez, kulağı kıskanmaz; hiç insanın meyvesi: Göz görüyor, kulak işitiyor, bende niçin bu duygular yok diye şikâyet eder mi? Belki gözün görmesiyle, insanın bütün vücudunun âzası bir zevk duyar. Eğer göz görmezse, hepsi müteessir olur. Mademki arada sıkı bir birlik vardır, gözün görmesi, bütün azanın görmesi demektir. Padişahın kölesi pazarlarda: “Biz falan memleketi fethettik; düşmanın ordularını bozguna uğrattık” diye öğünür. Her ne kadar bunların hepsini padişah yapmışsa da, köle ile padişah arasında çok sıkı bir bağ var olduğundan ve ayrılık gayrılık bulunmadığından kul, bunların hepsini, kendine mal eder ve kendisinin sanır. Padişahın şevket ve kuvvetinin çokluğundan memnun, ona bir zarar, ziyan gelmesinden ise müteessir olur. O halde böyle harikalar görmüş kimsenin, Tanrı’nın velisi olması lâzım gelmez. Müritlerden biri, bu harikaları görür; öteki hiç görmez. Bununla beraber derecesi, görenden daha fazla olabilir. Bu aynen bir padişahı ziyaret için yola çıkanların haline benzer. Bunlardan bazısına, padişahın bulunduğu yere gidinceye kadar, yollarındaki bağlar, köşkleri ve güzelleri, her uğrak ve durakta gösterirler, O orada kalır. Bazısını biraz daha ileri götürdükten sonra gösterirler. Bazısına da yalnız padişahı görmesi için bu görülecek şeylerden hiçbirini göstermezler.

Velilerin büyüklüğü, küçüklüğü bu gibi mucizeler görmek ve görmemekle değildir. Biri bu insanların görmediğini bilir, gayb âleminin yüz binlerce garipliklerini görürler. Meselâ kedi de karanlık gecede her şeyi görür. Köpek komşusunun ölümünü önceden hissedip haber verir. Bu gibi harikaları, ekseriye yüreği temiz kimseler, görürler. Düşünce ve bilgi sahipleri ise pek az görürler. Çünkü Tanrı adaletlidir. Eğer bir kimse Tanrı’ya hizmet eder ve zahmetler çekerse mutlaka Tanrı ona bu hizmetine mukabil bir bağışta bulunur. Bir adamın yüreği hakikat şarabının mestliğinden mânevi şarapların tadından, hakikatleri ve sırları keşfetmek, niteliği tarif olunamıyan alemin suretlerini, mücerret akıllar ve ruhları görmek kabiliyetinden mahrum olduğundan, onu büsbütün boş bırakmaz; bu sebepten bu gibi suretleri, ona gösterir. Hiç şüphe yok ki uyanıklıkta görülen şeyler, rüyadaki şeylerden daha açık ve daha kuvvetlidir. Fakat bunlar aynı cinstendir. Vilâyet ve fakr ise, bunların hepsinden başkadır. Hakikatte vâsıl olmuş olan kâmil velilerin vilâyeti, Tanrı’nın Cemâlini görmektir. Kim bunu göremezse, artık geri kalan şeyler, onun nazarında bir hiçtir, oyuncak kabilindendir. Bu makama vâsıl olan velinin alâmeti, budur. Tanrı onun böyle harikaları görmesini istemez, ona bunları göstermez; çünkü o bilir ki veli, aslı görmüştür; artık o, teferruata iltifat etmez.

 

FASIL: 32

Ötedenberi halk: “Gençlerin ölümüne ağlamalı ihtiyarların ölümüne ağlamamalı” der. Bu tersine olmalıdır. Çünkü ihtiyar, daha akıllı, daha bilgilidir ve ahlâkı daha güzel ve daha çok olgunlaşmıştır. Ağlamak, sevilen bir şeyden ayrılmaktan doğar. O elden giden şey, ne kadar güzel ve kıymetli olursa acısı da o ölçüde olur. Meselâ, altının elden gitmesi, gümüşünkinden daha acıdır. Bundan başka bir insanın bir ihtiyarla arkadaşlık etmesi, bir gençle arkadaşlık etmesinden daha iyi olur. İşte bu sebepten bir ihtiyarın ölümüne, bir gencin ölümünden daha çok acımak ve ağlamak lâzımdır.49

FASIL: 33

Eğer kuvvetli olursan, zayıflara tecavüz etme! onların elinden, onlardan, yıkılmadan evvel mansıplarını, işlerini alma, çünkü bu mansıp ve iş, senden evvel onun elinde idi. Onunla yaşıyordu. Üstünlük, değer, ilk önce gelenlere aittir. Köpekten aşağı olma. Köpek hayvanların en aşağısı olduğu halde, kuvvetli bir köpek, zayıf bir köpeğin elinde ve ağzında bir parça et gördüğü zaman onu almaz. İnsan, köpekten daha aşağı nasıl olabilir?

 

FASIL: 34

Kâmil olan yakîn, bir şeyh gibidir. Ve doğru zanlar da müritlerdir. Zan kuvveti ölçüsünde derecelere ayrılır. Hafif olan zannın derecesi de o ölçüde hafif ve aşağıdır. Bu, ölçü ile, derece derece iner. İki doğru zan arasında, fark vardır: İmanı teraziye koysalar ve bütün âlemin îmanı ile tartsalar” Ebubekir’in îmanı üstün gelir. (H.), buyrulmuştur. Bununla anlaşılıyor ki bir şeyh gibi olan yakîne teveccüh etmiş müritler, camide imamın arkasına dizilen cemâat gibi, derece derece ve saf saf ayrılırlar. Yalnız burada, müridin derecesi, şeyhe olan zannının derecesiyle tâyin olunur. Saflar şekilde değil, mânadadır. Bu zanlar, arslan yavruları gibi, yakîn mertebesine varırlar. Yakîn rengini alırlar. Meselâ koruk, yavaş yavaş üzümlük devresine gelir. Ekşilik ve hamlıktan kurtulur; yavaş yavaş tatlı ve tam bir üzüm olur. O vakit ona, koruk gibi olan zan, yakîne doğru gider, o yakîn sütünü içer ve sonunda yakîn olur. Artık ona mürit denmez. Şeyh derler. Çünkü müritlik sıfatı, zan idi; bu zan artık onda kalmamıştır. Zan, yakîn olmuş, yani mürit kendinden fâni olup kalmamıştır. Şimdi şeyhin varlığı olan yakîn, onun varlığı olmuştur.

Beyit:

Onlar, kendileri ile fâni, dost ile bakîdirler.
Ne kadar tuhaf! Hem varlar, hep yoklar.

Artık bu yakîn sahibi olan şeyh ve doğru zanlar sahibi olan onun mürit­leri, bu âlem ve öteki âlemde baki ve kaimdirler. Bunun delilide şudur: Âdem’ (selâm onun üzerine olsun) in zamanından, bu zamana kadar, bunların suretleri yok olup gittikleri halde, bu yakîn ve doğru zanların mânası ölümsüzdür. Yalnız bunlar başka suretlerle zuhur ediyorlar. Devirden devre ve asırdan asra, esvap değiştiriyorlar, başka bir esvapla görünüyorlar. Esvaba bakanlar, şahsın ne olduğunu bilenler, aradan böyle yüzbin devir geçse de, onun öylece evvelkinin aynı olduğunu bilirler.

Nazım:

O kırmızı esvaplı dilber, ay parçası gibi, bu yıl yeşil bir esvapla gelip göründü. O yıl yağmacı bir Türk şeklinde gördüğün, bu yıl bir Arap gibi geldi. O şarap, aynı şaraptır; yalnız kadeh değişmiştir. Bak bu şarap, şarapçının kafasına nasıl tesir etti.

Şeyh ve müritlerin toprak ve sudan mürekkep olan suretleri ölçüler gibidirler. Ölçüler değişir, fakat o buğday aynı buğdaydır.

O halde sen yakîni, suret ve kalıptan soyulmuş şeyh ve doğru zanları da, suret ve kalıptan ayrılmış müritler bil. Bunlar iki âlemde de bakîdirler. Bu suretleri onların mazharı olarak kabul et. Çünkü halk bu suretleri onların mazharı olarak kabul et. Çünkü halk, bu suretler olmadan onları göremezler ve şunu da bil ve haberin olsun ki müritler öldükten sonra, şeyhin huzurundadırlar. Bu âlemde nasıl beraberseler, öteki âlemde de öylece beraber olurlar. Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz (H), buyrulmuştur. Bir mürit, kötü ve yanlış bir zanna sahip, şeyhi inkâr eder ve manen de şeyh tarafından reddedilmiş olursa, böyleyken şeyh ona görünüşte mültefit ve manen reddederse bunun böyle olduğuna alâmet, müridin evvelce gördüklerinin, aksini görmesidir. Ve evvel yakîn ve doğru olarak giden zannı, geri geri gitmeğe başlar. Onun iyi zannı, kötü zanna döner. İnkâr ve küfür vadisine sapar. İşte sen, onun bu iyi zannını, sağlam ve sıhhatte iken sonradan kendisine hastalık arız olan bir insan gibi bil. Kalblerinde dert var, Tanrı da dertlerine dert kattı. (Sure: 2, Âyet: 9). Onlar bir sağlık gibi olan ikrardan, inkâr tarafına gitmeleri için biz onların kalblerine bir hastalık koyduk. Şimdi doğru zanlar, yâkine doğru gittiği için, yakîn şeyhinin makbulleridirler. Kötü zanlar, onun yanında merduttur. Çünkü onlar, küfre doğru geri geri giderler. Onlar, hurma yerler, bunlar diken; onlar şeker yerler, bunlar zehir, onlar, Rahman’a ulaşırlar, bunlar şeytana. Çünkü (O gün) bir takım cennette, bir takım da cehennemde olacaktır (Sûre: 42, Âyet:5), buyrulmuştur. Bununla beraber, ümidini kesmemelidir. Tanrı’nın rahmetine nail olmak ve bir hastalık olan o inkârı, sıhhate döndürmesi için, o inkâr ve kötü zanlardan tövbe etmelidir. Yalnız tövbe edip, doğru dürüst işler işleyenler, müstesnadırlar. Ulu Tanrı onların kötülüklerini, iyiliklerini çevirir. (Sûre: 25, Âyet: 70). Bu suretle nasıl geri geri gittiyse yine ilerlemeğe başlar. Onun kötü zannı, iyi zan olur. Sonra yine yakîn sütünü içmeğe başlar. İstenilmiyenlerin arasından istenilenlerin arasına geçer ve sonunda önder ve yol gösteren, istenmez iken istenilen ve en sonunda da şeyh ve öncü olur ve bunun şeyhliği, halk için hiç inkâr ve hileye sapmamış şeyhinkinden daha faydalı olur. Meselâ, bir polis evvelce hırsızlık, yankesicilik ve eşkiyalık yapmış olsa, sonradan polisliğe girmesiyle onun evvelki hali, hilekârlığı, hırsızlığa adalet ve ihsana çevrilir ve müslümanlar bunun idaresinden, yani vaktiyle hırsızlık yapmış böyle bir polisin idaresinden daha fazla güven ve refaha kavuşurlar. Çünkü bu, hırsızların hilelerini, entrikalarını, yaradılış ve huylarını daha iyi bilir. Onları kolaylıkla ele geçirir. Terbiye etmek ve sindirmek hususunda güçlük çekmez. Bir şeyh de böyledir. Eğer evvelce fisku fücur ve sefahat âlemlerini görmüş, geçirmiş, ondan sonra tövbe ederek şeyh olmuşsa, halk, onun şeyhliğinden daha çok faydalanır.

 

FASIL: 35

Peygamber (Selâm O’na olsun) İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınız vakit, mezarlarda yatan ululardan yardım isteyiniz (H.), buyurmuştur. İnsana herkesin ziyaret yeri olmayan alelade ölülerden yardım erişirse, Tanrı’nın, onlar Tanrı yanında diridirler, rızıklarına nail olmaktadırlar (Sûre:3, Âyet: 164), âyetiyle diri ve kendisiyle beraber olduklarını bildirdiği mezar sahibi veliler ve nebiler, evleviyetle başı sıkılanlara yardımda bulunurlar. “Uyku, ölümün kardeşidir” (H.), buyrulduğu veçhile ölmek, bir uykuya dalmak gibidir. Meselâ, dünyada yanyana yatan iki kimseden biri, rahat ve sevgilisi ile konuştuğu için zevk ve sevincinden bağ ve gülistan, öteki de hicran, zahmet, azap ve elem içinde olacak, aynı yatakta uyuduklarını farzet; insanlar, öldükten sonra da böyle olabilir, iki ölüden biri, mezarda Tanrı’nın rahmetine eriştiğinden rahat ve zevk içinde yatar, öteki de tersine türlü türlü azaplarla muazzep olur. Bunun için ölüler hakkında “Toprağı hoş olsun” derler. Ölülerin cismi, mezarda dağılmağa başladığı zaman, rahat ve azabın, onların bedenlerinin parçaları üzerinde vâki olması imkânsız değildir. Günahkâr olmayanların bedenlerinin münkalip olduğu toprak, rahat ve hoşluk, ötekilerininki de zahmet ve azap içinde olur. “Toprağı hoş olsun!” diye dua etmek mânâsız değildir. Ve tamamiyle toprak oldukları zaman, iyilerin toprağı, rahat ve hoşluk, ötekilerinki tersine azap ve zahmet içinde kalır. Yalnız bunların durumlarını anlatacak dilleri yoktur. Toprağı hoş, kabri nur ve rahmet içinde olsun! diye büyükler boşuna söylememişlerdir; bunda söylenecek daha pek çok sırlar vardır. Fakat bunların bazısı dile gelir, bazısı gelmez. Dilin söylenebilenleri söylemesine Tanrı izin vermez. Bunun gibi bazı kimseler riyazet ve mücahede ile erirler. Zayıflarlar, yağ ve et gibi zahirî varlıklardan fâni ve yok olurlar. Bununla beraber onlar, bu yokluk içinde zevk ve hoşluk içindedirler. Bazı kimseler de bunların aksine olarak mezarda fena bulurlar. Bu şunlara benzer: Tatlı bir taneyi havanda döversen o, yine tatlı olarak kalır. Tatlılığını kaybetmez. Eğer acı taneyi döğsen, ezsen onun da acılığı gitmez. Bir şeker parçasını döğüp un haline getirsen o, şekerlikten çıkmaz. Ebucehl karpuzunu ne kadar döğüp un haline getirsen o yine acıdır. Yaşadığınız gibi ölürsünüz. Öldüğünüz gibi haşr olursunuz (H.), Bunun mânası şudur: Eğer bir taneyi yere ekersen o, yerin altında ilk önce çürür, yok olur, su haline gelir; sonra yine biter. Eğer o tane, tatlı bir tane ise, büyür ağaç olur ve tatlı bir meyve verir; fakat acı bir taneyi ekersen ondan öyle bir zakkum ağacı çıkar ki meyvesini ancak cehennemin yılanları yiyebilir. Tuhaf şey! Sen bir taneyi yere ektiğin vakit o tane, yok olduktan sonra tekrar var olduğu halde, insanın vücudunu o taneden daha aşağı mı tutuyorsun?

O tanenin toprağın altında yok ve su olduktan sonra yine var olacağını zannediyormuydun? Fakat, sen bunu sayılamıyacak kadar çok gördün, tecrübe ettin, ondan sonra sana mâkul ve tabiî görünmeğe başladı. İşte böyle Tanrı, velilerine de yok olduktan sonra varlık gösterdi. Tanrı onları, bin kere yok ve var etti.

Ölmeden evvel ölünüz (H.), buyrulduğu, veçhile, ölümden evvel onların varlık tanesi yok oldu. Senin, zaruri ölümden sonra var olacağın gibi, onlar da bugün bu ölümle, peşinen diri ve var oldular. Onların kıyameti, peşin oldu; fakat sen, burada ölmediğin için, senin kıyametin, veresiye kaldı. Senin yarın göreceğin ölüm, haşır ve neşir, berzah, sırat, cennet ve cehennem vesaire gibi şeyleri onlar bugün gördüler. Bu dünyanın ahvalinden sana nasıl bir şey gizli değilse, ahiret âleminden de onlara gizli kalmış hiçbir şey yoktur.

Mısra:

Sofiler bir anda iki bayram yaparlar.
Herkesin bir bayramı vardır, onların ise iki bayramı vardır. Çünkü onlar, iki diriliğe maliktirler; biri ten diriliği, diğeri can diriliğidir.
Onların vücutları halk ile, kalbleri Tanrı iledir. Bunun altında da birçok sırlar vardır, fakat söylemeğe izin yoktur.

Tanrı güzeldir, güzelliği sever (H.).Çalış ki hem ölümünde, hem de diriliğinde bir olasın. Belki diriliğin ölümdedir. Tane ölmeden ağaç, ekmek ve yemek hazmolmadan akıl ve can olamadı. Bir inciyi döğer un haline getirir, sürme yaparlarsa göz nuru olur, o nurdan boş olan inci, cevher ayen görmedir. O ekmek, kevveti natıka olur. Eğer buğday ekersen buğday, adam ekersen adam olur. Eğer sen ekmekten diri isen, toprağa girdiğin vakit ekilmiş buğday, belki akrep olursun. Ekmeği sana, adam olman için vermişlerdir.

İyi şeylerden yiyiniz ve iyi işler yapınız. (Sûre: 23, Âyet: 53) Sen ise salih değil, doğru yolunu şaşırmış oldun; belki akrep hükmünü aldın. Nitekim akrepten de zarardan başka bir şey hâsıl olamaz. Sen de onun gibi oldun. Çünkü, Tanrı böyle adamlar hakkında: Onlar hayvanlar gibidirler. Belki daha sersemdirler. (Sûre: 7, Âyet: 178) buyuruyor. Eğer sen akrep gibi toprağa ekilirsen haşır zamanında adam gibi biteceğini ümit etme! O kıyamet gününde, bazı yüzler beyaz, bazıları siyah olurlar. (Sûre:3, Âyet: 26) Fakat, insan olursan ay ve güneş gibi, mezardan ak pak ve nurlar içinde olduğun halde çıkarsın, cennetin en güzel yerinde peygamberler, sadıklar, şeyhler ve salihlerle dolaşırsın. 50 Dünyada sonu, böyle sonuç veren işlerle meşgul olan kimseye ne mutlu! Ve bu iki günlük gaddar ve aldatıcı dünya için iki dünyanın maskarası olan kimseye de ne yazık! Dostları da: O gün kendilerini sakınanlardan başka, dostlar birbirine düşman kesilirler. (Sûre: 43, Âyet: 67), buyrulduğu gibi ondan utanırlar. Onun düşmanı kesilirler.

Beyit:

Ey dost! eğer gerçek dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl.
Çünkü İdris (selâm O’nun üzerine olsun) bu suretle ölmekten, bizden önce cennetlik oldu.

Sağlık iki türlüdür: Vücutların sağlığı ve dinlerin sağlığı.  Bunun için Peygamber de (selâm O’nun üzerine olsun) İki ilim vardır: Bedenlerin ilmi; dinlerin ilmi (H.), buyurmuştur. Bedenlerin doktorları, hekimlerdir. Dinlerin doktorları da nebiler ve velilerdir. Doktorların kitapları ve sözleri bedenin sağlığı ve ilâcı hakkındadır. Nebilerin ve velilerin kitapları ve sözleri ise dinlerin iyileştirilmesi hususundadır. Bedenin sağlığını istiyenler, hekimlerin sözlerine uyarlar; din ve imânın sağlığını istiyenler ise mev’ize kitaplarını ve peygamberlerin ve velilerin emrettikleri şeyleri tutarlar. Hasta olan bir adam, eğer doktorların “ye” dediğini yer, “yeme” dediğini yemezse, iyi olur. Bunun aksine hareket ederse, hastalanır, hastalığı artar ve sonu ölüm olur.

İşte Tanrı’nın peygamberleri ve velilerinin emirlerine karşı koyanların sonu da ebedî şekavettir; böyle bir kimsenin makamı, mutlak cehennemdir. Sen: “Ben bu günahı işledim de ne oldu? Yine eskisi gibiyim, neyim eksildi? Peygamberlerin bunu menetmesinde ne hikmet var?” gibi birtakım fasit garezlerle o günahı süslemeğe ve güzel göstermeğe kalkma.51 Şeytan, onlara işlerini güzel gösterdi.

49Bu fasıl esas olarak aldığım nüshada bulunmayıp diğer üç nüshada mevcuttur.

(50) Tanrıya ve Peygambere itaat eden, Tanrının nimetini nail olan Peygamberler, gerçekler, şehitler ve iyilerle beraber olur. (Sûre:4, Ayet:71.)

51Şeytan onlara işlediklerini (süsleyip) sevimli göstermiş. (Sûre: 16, Âyet:65.)

 


 

ETİKETLER: