Fasıl: 21-25

A+
A-

FASIL: 21

Ulu Allah ruhları, bedenlerden altı yüz bin sene evvel yaratmıştır. Ruhlar bedenlerden evvel, Allah’ın rahmet denizinde ikamet ederlerdi. Cismâni bir zahmet üzerlerinde olmadan, o denizcfe balık gibi yaşadılar. Ulu Allah ruhlara: Ben sizin Allahnız değil miyim? ( Sûre: 7, Âyet: 171), diye sorunca: Evet! cevabını verdiler. ( Sûre: 7, Ayet: 171).

Ruhların söylediği o “evetler” de ayrılıklar vardı. Bazısında renk vardı ve evetten evete pek çok fark mevcuttu. Bazısı halis, bazısı halisin halisi idi. Ulu Allah, iyi ve kötü, yüksek ve alçağın birbirleriyle karışmış olmalarını beraber görünmelerini ve aynı mertebede bulunmalarını yerinde görmedi ve buyurdu ki: “Hepimiz bir dille evet diye iddia ettiğinizden, nakit ve kalpın belli olması, safla karışığın ayrılması için sizi, bu can ve gönül âleminden, su ve çamur âlemine göndereceğim.”

Bir attarın dükkânında, bir bakla tanesi hurma tablasına düşse veya birkaç hurma bakla tablasına karışsa, attar derhal onları birbirinden ayırır ve her taneyi kendi cinsi arasına kor. Çünkü her şey kendi aslına döner.

Mesnevî:

Attarın önündeki tablalara bak, her cinsi kendi cinsiyle yakınlaştırmış ve cinsler cinsleriyle karışmış, bu tecanüsten bir süs meydana gelmiş. Eğer onu öd ağacı ve şekerine karıştırırlarsa hepsini birer birer ayırır. Tablalar kırıldı ve canlar döküldü, iyi ve kötü de birbirine karıştı.

Allah taneleri seçmeleri için, peygamberleri, bir kitapla gönderdi.

Bu teraziyi ve temyiz kabiliyetini, attara, Allah vermişti. Çünkü hur­manın, bakla arasında, baklanın da hurma arasında bulunmasını doğru bulmaz. Böyle olduğu halde kalp ve naktin, iyi ve kötünün karışmış olmasını nasıl reva görür? Allah imtihan için ruhlara şöyle buyurdu:41 Ey ruhlar! hepiniz bu rahmet denizinden, zahmetlerle dolu su ve çamur dünyasına gidiniz ki, böylece her birinizin mertebe ve makamı ayrılsın. Sadıkla münafık, lâyıkla lâyık olmayan meydana çıksın.

Sizi, bu su ve toprak halinde bir müddet bırakır ve dünyanın türlü türlü tatlı tanelerini siz ruh kuşlarının önüne dökerim. Bundan sonra, her kim bun­larla meşgul olursa ve bu sözleşmeyi, dâvayı ve mâna hayatını unutursa onun “evet”lerinin halis olmadığı malûm olur. Dünya lezzetleri ile aldanmıyan, onlara baş eğmiyen ve bu dünyada bir türlü rahat edemiyen kimsenin, halis olduğu herkesçe bilinir. Allah, kalp ve naktin meydana çıkması için bu dünyayı “evet”ler mihengi yaptı. Nakit olan, tekrar ilk hazinesine döner ve kalp olan da yer altında hakir bir şekilde kalır. Cinsi kendi cinsi ile toplamamız adalettir.

Allah, cinsi cinse sevkeden bir hükümdardır.

Allah’ın melekleri sayısızdır. Her melek, bir işle meşguldür. Birinin işi, öbürününkine benzemez. Sağ taraftaki melekler hayırlı işleri, sol taraftakiler ise kötü işleri yazarlar. Bazısı arşı taşır, bazısı kürsîyi. Bir kısmı levhi okurlar, bir kısmı insanları belâlardan korurlar. Bir kısmı doğru iş görenlere, doğru olanlara ve cömertlere dua, hasislere-beddua ederler. Zira: Allah her cömerdi, cömertliğine göre mükâfatlandırır, her hasisi de zararla cezalandırır (H.) buyrulmuştur.

Bunun gibi, Allah’ın sayısız ve türlü türlü işleriyle meşguldürler. Her birinin bir işi vardır. Bir kısmının da işi, bir cinsi, kendi cinsine kavuşturmaktır. Deveyi, at sürüsü içinde bırakmayıp deve sürüsüne katarlar. Aynı şekilde atı da deve sürüsüne bırakmayarak at sürüsüne dâhil ederler. Sadıkları, Kâzipler arasında bırakmazlar ve derhal sadıklar arasına korlar. Kâzipleri de sadıklar arasında bırakmayıp derhal kâziplere katarlar. Meleklik niteliksizdir, mânevidir. Herkesin tabiatında can gibi gizlidir. Cinsi olmıyandan kaçıp, kendi cinsine gider. Bunun gibi Ulu Allah’ın yolları ezelden böyle idi. Mel’un şey­tan, aslında kâfirler ve münkirlerden olduğundan, Allah meleklerin sırasında olmasını, onlarla beraber oturmasını ve karışmasını, dost olmasını reva görmedi. Adem’i su ve topraktan yaratarak O’nda kendi sırrını gizledi. Sonra Adem’e secde ediniz, diye emretti. İblis bigâne olduğundan ve dış görünüşü, kabuğu, şekli ona galip geldiğinden, nazarı toprak üzerine çevrildi. Onu topraktan yarattın ( Sûre: 7, Âyet: I I), dedi. Melekler mâna ehli oldukların­dan onların nazarı mânaya çevrildi. Can ve gönülden secde ettiler. Böylece Allahlarını kaybetmediler. Meselâ, bir kimse suya âşık olsa ve suyu çok içse, hattâ hayatı sudan olsa, suyu ne şekilde görürse görsün, derhal tanır. Testinin, bardağın değişmiş olmasına rağmen, suyu tanır ve kaybetmez. Ama suyu tanımıyan ve kabına tapan bir kimse, her ne kadar suya olan bağlılığını iddia etse ve susuzum, dese de ona başka bir kabla su verdikleri zaman, yüzünü çevirir ve suyu kabul etmez, içmez. Nitekim bu hareketiyle suya değil, testiye taptığı ve suyla aşinalığı olmadığı, herkese malûm olur. Meleklerin cinsinden olmıyan İblis, Adem’in yüzünden meleklerden ayrıldı. Çünkü tortunun, sâf olan şeyle karışması doğru olmaz. Tortunun temiz ve sâf olandan ayrılması için suları, sütleri ve şerbetleri süzmezler mi? Bir şeyin tortusu ve safı, siyahla beyaz gibi birbirlerinin zıddıdır. Tortuyu atar, sâf olanı içerler. Bunun gibi deniz dahi kendi cüzlerine gizlenmiş ve karışmış olan tortuyu, yani köpükleri, ken­disinden ayırarak sâf, halis ve tortusuz kalmak için mütemadiyen köpürür. Çünkü bir cinsten ayrı olan, o cins arasında yabancı kalır. Bunun misalleri çok ve tetkike bağlıdır. Ulu Allah, kulunu aydın gönüllü ve uyanık, gözü açık olarak tutarsa, kullar bu âlemde bulunan bütün eşyanın, kendi cinslerinden olmıyan-larından ayrılmak için çalışmakta ve uğraşmakta olduklarını görürler. Bunlar hepsi kemale ermek lezzetini duymak için bu faaliyettedirler. Yalnız, bu faaliyet, başka başka şekillerde görünür. Sâf kalbli ve aptal olan kimseler bunu ancak bazı şeylerde müşahede edebilirler. Daha âlim olanları ise, daha fazlasını müşahede edebilirler. Daha kâmil olanlar ise, hepsinde bu mânayı görürler. O denizden ayrılan köpük, yine çalışma ve köpürmededir. Çünkü deniz, köpüğü dışarı attığı zaman, bu köpükte daha bir miktar sâf su mevcut­tur. İşte bu sâf suyun parçaları, beraber bulundukları tortudan ayrılmak ve her bir parçanın kendi aslına dönmesi isterler. Bunun sonu yoktur. Açıklamaya ve dile bundan fazlası gelmez.

Beyit:

Açıklamaya ve dile bundan fazlası giremez.
Allah’ın vasfı ise bütün bunlardan hariçtir.

Yine Âdem’e dönelim: Adem’in peygamberliği kararlaştırıp ve Âdem bütün âlemdekilerin secde edeceği yer olunca, mukallit ve muhakkik, muvakıf hepsi secde ettiler ve O’na taparken bir dil ve bir gönül oldular. Fakat yine de Ulu Allah safın, tortunun, kalpın ve nakdin yalan ve doğrunun, mecaz ve hakikatin bir sırada olmalarını ve hepsinin bir adla çağrılmalarını ve bir tanın­malarını reva görmedi. Peygamberlerin varlığının mihengi üzerinde nakit ve kalpın zahir olmaması, muhakkikin mukallidden ayrılması için, başka bir dil ve başka bir şekilde, başka bir peygamber gönderdi. Böylece zaman, zaman peygamberler işte ve görünüşte değiştiler. Fakat peygamberliğin mânası birdir ve hiçbir zaman değişmez. Tâ Hatem-i Enbiyâ’nın zamanına kadar, her devirde bu zikrettiğimiz hikmete binaen bir peygamber geldi. Mustafa’nın zuhurundan evvel Kur’anda: Bütün insanlar tek bir ümmettiler (Sûre:2, Âyet: 209) buyrulduğu gibi Ebubekir ve Ebucehil, iyi kötü birdiler.

Mesnevi:

Onlardan evvel biz hepimiz, eşit idik. Kimse bizim iyi ve kötü olduğumuzu bilemezdi. Her taraf gece gibi karanlık ve biz de gece­leyin gezenler gibi olduğumuzdan, kalp ve nakit bu cihanda geçiyordu. Peygamberlerin güneşi zuhur edince: Ey karışık olan uzaklaş; sâf olan sen gel! dedi.

Mustafa, (Allah’ın selâm ve salâtı O’nun üzerinde olsun) ortaya çıkınca, bir tek ümmet kalmadan birbirlerinden ayrıldılar. Çünkü O’nun vücudu bir mihenk idi. Kalpı, altından ayırdı ve sıddık, zındıktan ayrıldı. Belki Peygamber, zeval bulmaz bir güneş ve o cihanın kandili idi. Âlem, O’nun varlığı olmadan, karanlık bir gece idi. Çünkü hayvanlık âlemi, karanlıktır. Peygamber olmadan hiç kimse, Allah yolunda yürüyemez. Karanlıkta yol, nasıl belli olur, iyi kötüden nasıl ayırt edilir, siyah beyazdan nasıl ayrılır?

Kiminin yüzü ağaracağı, kiminin yüzü kararacağı gün, ( Sûre: 3, Âyet: 102.) Ak yüzün, kara yüzden belli olması, kıyamet alâmetidir. O halde peygamberlerin vücudu kıyamettir. Çünkü ak ve kara yüz, onların yüzlerinin güneşi ile zahir olur. O aklık ve karalık, Peygamberlerin ve evliyanın gözünde gün gibi aşikârdır. Hakikî ve doğru müminlerin nazarında, peygamberin vücudu kıyamettir. Çünkü onlar yarın kıyamette ne olacağını, bugün peşinen görürler. Gaflet perdesini önceden yırttıkları için muhakkak ki onların gözünde hiçbir şey gizlenmiş değildir. O, umumun kıyametine, şu sebepten kıyamet derler ki kâfirlerin makamı ve melcei olan dünya kalmadığı zaman, hiç şüphe yok ki onların gaflet perdesi de yırtılmış olur. Kendi yüz karalarını açıkça görürler. Kıyamet, Allah ve Allah’ın şaşılacak şeyleri ortada yok değil, bilâkis göz önündedir. İnsana boynundaki damarından daha yakındır. Fakat görmeğe mâni olan şey, o gaflet perdesidir. Her kim bu gaflet perdesinden dışarı çıkarsa, onun kıyameti zahir olur. Kim ölürse, onun kıyameti kopmuş­tur. (H.). Her kim beşerî ve hayvanî sıfatlardan ve nefs-i kâfirin tabiatından ölmüş ve yok olmuşsa onun kıyameti kopmuş ve aşikâr olmuştur. Kıyamet gaflet perdesinden, benlikten kurtulmaktan ve Allah’ın kemal güneşini müşahede etmekten ibarettir. Peygamberin vücudu, kıyamettir. Her kim onun vücudu ile kıyamet bekler veya kıyameti ondan ayrı bilirse şaşı olur; biri, iki görür, birlikten uzak ve bigâne kalır. O kıyamet dahi bu aynı şekil, aynı güzellik ve aynı parlaklık olacaktır. Bundan başka bir şey almıyacaktır. Allah ve Allah’ın nuru iki değildir, iki olmaz ve olamaz da. İlk ve son, birolur. O “bir” yegâneyi kendisine çekmek ve bigâneyi uzaklaştırmak içir her bir şekilde yüz gösterir ve gözetler.

Mesnevi :

Allah, o güne, kıyamet dedi, ki o gün, sarı ve kırmızı yüzleri mey­dana çıkartır. Hakikatte asıl gün, o evliyanın sırrıdır ki gün, onların güneşinin yanında gölgedir.

Alemin varlığı, bigânenin, yegâneden; kalpın nakitten, tortunun saftan ayrılması için çalışmakta ve kaynamaktadır. Sır gözüyle baktığın zaman, her birinin kendi aslına kavuşması için bütün âlemin bu çalışmada ve coşmada olduğunu görürsün.

Mesnevi:

İyi şeyler iyilere, kötü şeyler de kötülere doğru giderler. Acı hiç şüphe yok ki acıya katılır. Bâtıl hakka nasıl yakın olur? Sen cennetin bir parçası isen aklını başına al! Çünkü parça, bütününe doğru gider ve onda karar kılar. Ey mutlu insan! eğer sen cennet parçası isen, senin ayş ve nuşun da cennet gibi ebedi olur.

 

FASIL: 22

Arza, salih kullarım vâris olurlar. (Sûre: 21, Âyet: 105). Müfessirler bu âyeti şöyle tefsir etmişlerdir. Her kim bu cihanda zulmetmeyip herkesin hakkını teslim eder, doğrulukla çalışır, perhizkârlığı ön plânda tutar, iyilik veya kötülük olarak yaptığı her işi, Allah’ın rızasına uygun olarak yapar ve yeryüzünde Allah’ın kulluğunu yerine getirirse, cihan o kimseye kalır ve bu gibi kimseler payidar olurlar.

Bu mânayı te’kit için Kur’anda : İnsanlara faydası olan, yeryüzünde

kalır (Sûre: 13, Âyef: 18) buyrulmuştur. Her kimin, vücudunda huzur bulunur ve insanlar ondan faydalanır, ondan razı ve memnun olurlarsa, onun ömrü uzar ve yeryüzünde uzun müddet kalır. Ahlâksızlar, fitneler, hiçbir işe yâramıyanlar, azgınlar ve zalimler, her ne kadar görünürde dünyaya hâkim olurlarsa da, payidar kalamazlar. Dünya, derhal onların elinden çıkıp dindar, salahiyetli ve her işe yârıyan kimselerin eline geçer. Hakikatte bu mülkü hak etmiş olanlar onlardır. Çünkü Ulu Allah bu âlemi, yeri ve göğü peygamberler, veliler, abdallar, salihler ve âbitler için yaratmıştır.

(42) Allah: “Ben, insanı ve periyi, bu cihanda bana kulluk etmeleri ve benim nimetimin şükrünü yerine getirmeleri için yarattım” buyurmuştur.

Binaenaleyh bu peygamberler, veliler, müminler, abdallardan başka her kim, bu mülkü istilâ eder ve kendi malı olarak kabul ederse o, gasıp sayılır. Mal, hırsızın ve gasıbın elinde iğretidir. Sonunda hakikî sahibine ve onu hak etmiş olana geçecek, ebediyen onda kalacaktır.

Yer, Allah’ın yarattığı bir şeydir ve peygamberler âbidler için yaratılmıştır. Bu yerin mirası da onun toprak ve sudan müteşekkil çocukların değil, onların çocuklarına ve akrabalarına intikal eder. Çünkü su ve toprak oğulları, birbirlerine akraba değil, hattâ akreptirler; bunların yokluğu varlık­larından daha iyidir. Bir yâra, bir çıban insanın vücudundan çıkmış olmasına rağmen, o insana yabancılardan daha yabancıdır. Çünkü, hiçbir zaman, yabancılardan bundan iğrendiğin, ürktüğün ve kaçtığın kadar ürkmez ve kaç­mazsın. Böyle bir yaradan, yakından kurtulmak için duyduğun endişeyi, yabancılardan kurtulmak için duyamazsın. Gece gündüz, bu yaranın geçmesi için çektiğin ıstırabı bir yabancı için çekmezsin. Bu ağır bir yük hattâ bir dağ gibi, gönlüne baskı yapar. Bu hususta, O senin ehlinden değildir, çünkü onun özü bozuk, yaptığı iş kötü idi. (Sûre:11, Âyet: 48), buyrulmuştur.

Nuh (O’na selâm olsun) zamanında, düşmanları ve yabancıları cezalandırmak için bir belâ ortaya çıktı. Bu belâ tufanı, düşmanların hepsini boğdu. Sıra Nuh’un oğluna gelince Nuh:43 “Benim oğlum, benim yakınlarımdandır, benim bir parçamdır, hattâ ciğerimin bir parçasıdır. Senin vadin doğrudur, yalandan müberra ve temizdir. Fakat: “Belâ tufanının senin ve ehlinin, akrabalarının üzerine bir tesiri ve hükmü olmaz; sana ve kavmine bir zarar vermez” diye buyurmamış mı idi? Oğul akrabanın en iyisi ve en yakınıdır. İşte tufan dalgası O’nu sardı” diye, Allahsına bağırdı. Ulu Allah cevap olarak,44 buyurdu ki: “O senin ehlinden ve akrabandan değildir. Görmüyor musun? ki sen beyazsın, o siyah; sen iyisin, o bozulmuş; sen sevapkârsın, o günahkârdır. O şeytanın malıdır. Sen Allah’ınsın. O karanlıktır, sen ursun. Sen yakınsın, o uzaktır. Sen göğe mensupsun, o yere mensuptur. Sen bakisin, o fânidir. Sen Hakikîsin, o hayaldir. Sen temiz ve sâf bir cansın, o kaskatı bir topraktır. Su ve toprağın çocukları yabancı, can ve gönül çocuğu yakın ve dost olur. Bu, can ve gönül çocuğu, seninle aynı renk, aynı ahenk, aynı zekâ ve aynı ilimdedir. Senin canına uygun ve arkadaştır. Senden ayrı değil, hattâ senin aynındır.

Beyit:

Denizin suyu, her nerede olursa olsun yine denizden sayılır.
Çünkü, sonunda denize döner. Bu devir şüpheden uzaktır.

Hakikî çocuklar, ilâhî mülkün vârisleridir. Can ve gönül çocukları, mânevi çocuklardır. Maddî, yani su ve toprak çocukları değildir. Çünkü su ve toprak, azizler üzerinde dahi muvakketen bulunur. Bu dünyada birkaç gün o âletle hizmet eder ve işlerini yerine getirirler .

Meselâ bir padişah, kölelerinden birini, bahçe temizlemeğe gönderirken, bunu yapması için eline bir kazma veya bir kürek verir. Mücadeleye gönderirken de kölenin âleti, ok ve yaydır. Eğlence meclisine yollarken ise, meclisin onunla mâmur ve mesrur olması için, eline meze, şişe ve kadeh verir… Çünkü her işin bir âleti vardır.

Nitekim deri, et, kemik ve kandan mürekkep ve altı yönden meşum olan insanın dış görünüşü de Allah’ın, o insanın ruhuna vermiş olduğu, bir âlettir. Bu âlemde, ancak o âlet vasıtasiyle elinden bir şey gelir. Öldükten sonra, diğer âleme gidince, ruhuna oraya lâyık olabilen başka bir âlet verirler. Su ve toprak sureti, yani bu kalıp, birkaç gün için ödünç olarak verilmiş bir âlettir. Sonunda atılacak ve serbest bırakılacaktır. Onun neticelerinden biri olan su ve toprağın çocukları da yabancı olurlar ve atılırlar. Aslı sığmazsa teferruatı nasıl sığabilir?

Ulu Allah bu iş yüzünden peygamberlerin, abdalların, âbidlerin su ve topraktan ibaret olan şekillerinden, kâfirler ve münkirler ve buna aykırı olarak da kâfir ve münkirlerden peygamberler, abdallar, âbidler zuhur ettirir. Zira, Diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkarır (Sûre: 30, Âyet: 18), buyrulmuştur. Bunun gibi, kara geceden, ak ve ak geceden kara geceyi meydana getirir. (Sûre: 3, Âyet: 26). Gamın özünden neş’e ve neş’enin ta kendisinden de gam çıkartır.

Mısra :

Memnuniyet, kederin ve keder de gamın arkasındadır.
Sıkıntıdan ferahlık ve ferahlıktan sıkıntı meydana getirir.

Bütün bunlar, sebeplerin işe yaramaz âletler olduğunu ve hiçbir fâaliyette bulunamadıklarını, yalnız Allah’ın fâal ve kâfi olduğunu bilmeleri içindir. Cins, âletten doğmaz. Allah’ın iradesinden doğar. Bu âletlerden, siyah ve beyaz kuşlar meydana getirir. Beyazla beyaz, aynı cinstir. Siyahın da aynı cinsi, ancak siyah olabilen şeylerdir. Sebeplerin orada bir müdahalesi, iddiası ve hükmü olamaz. Allah’ın irade ve arzusundan ibaret ve sebeplerin dışında olan her şey, aynı asıldandır. Bir kısmı Allah’ın kahırlarının bir kısmı da lûtuflarının vas­fıdır. Lütuf, lûtufla, kahır da kahırla bir arada bulunabilir. Lâtiflerin mirası, lâti­flere intikal eder. Çünkü onlar, can ve gönülden akrabadırlar. Kesiflerin mirası da kesiflere düşer. Zira bunlar da su ve toprak bakımından akrabadırlar.

Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için birinin derecesini ötekinden üstün kılan biziz. (Sûre: 43, Ayet: 31), buyrulduğu veçhile, iki şeyden her birinin kısmeti şu şekilde olur: Biri taş, biri yakut, biri bal, biri zehir, biri gül, biri bülbül, biri nur, biri nar (ateş) olur. Biri yâr, biri niâr (yılan) olur. Nitekim Allah’ın yerinin mirası da peygamberlerin ve tanınmış insanların manevi çocuklarına kalır. Onlardan başkaları için bu, geçici ve ariyettir. Bu miras, salâh, ehli üzerine kurulan ve payidardır. Meselâ Firavun helak oldu ve mülkü Musa’ya ve Beni İsrail’e kaldı. Lût’un kavmi, Hud ve Semud, Seba ehli hepsi mahvoldular; mülkleri salih kullara kaldı. Bunun gibi Halil (Selâm O’na olsun) zamanında da Nemrud helak olarak, mülkü Halil’e kaldı.

Mustafa (Selâm O’na olsun) ve Sahabe, kâfirleri öldürdüler; onların kalelerini, şehirlerini zaptettiler. Kâfirlerin sahip oldukları ve zorla gasbettikleri bir mülk, onlara miras olarak intikal etmez. Sonunda onların can ve gönül­leri oğullarına geçer. İşte yedi yüz seneden beri o miras, Müminlere âbidlere doğrulara kalmıştır. Binaenaleyh her kim salih, âbid, yüzü Allahya ve arkası yanlışa çevrilmişse o, can ve gönül oğludur. İşte onların hakiki ve doğru akrabaları bunlardır. Her ne kadar zahiren Irak’lı veya Horasanlı iseler de, yeryüzü mülkü onlarındır.

Beyit:

Her ne kadar Bağdat’tan, Herat’tan yahut Rey’den iseler de,
gerçekte su ve toprak karışmaksızın onun neslindendirler.

Bu sıfatı taşımayanlar, bu mülkün gasıbı olurlar. Mülk onlarda iğretidir. Hem kolaylıkla, Allah’ın fazlı onu, onlardan geri alır ve buna müstehak olanlara verir. Onların orada yediklerini ve haksız olarak beraberlerinde bulundurduklarının Allah, ecel kılıcı ile ve cehennemin türlü türlü azap ve işkencesiyle, binlerce mislini, onlardan geri alır. Bununla beraber, yine de yakalarını kurtaramayıp cehennemin ebedi azabında kalırlar. Kâfirler ve münkirler, bu zararı, ziyanı, sonsuz bela ve azabı gördükleri vakitte:45 hasretle “Keşke başka topraklar gibi ben de toprak olsaydım; Allah beni yâratmasaydı. Gerçi sonsuz rahattan ve ölümsüz hayattan mahrum olurdum, fakat başka toprak gibi bağımsız olur ve bu sonsuz belaya ve zahmete düşmezdim” derler.

Müfessider, Yeryüzüne salih kullarım varis olur (Süre: 21, Âyet: 105) Ayetini bizim gibi: Yeryüzü mülküne, salimler ve âbidler varis olurlar ve bu mül onların elinde ebedi, olarak kalır, tarzında tefsir etmişlerdir. Her ne kadar bu mana, güzel, makbul ve birçok ilmi faideleri toplamış ise de bunun, Allah’ın has ve seçkin kullarının, anlıyabileceği bir manası daha vardır. Yeryüzünün, salihin malı olmamasına, onda salihin pek az nasibi bulunmasına, salih olmıyan ehl-i batılın bu dünya mülkünü ellerine geçirmiş ve istedikleri gibi yaşamış olmalarına rağmen, hakikatte yeryüzü mülkü bu salih dervişindir. Görünüşte dünya mülkünün, onun tasarrufu altında bulunup bulunmamasının hiçbir önemi yoktur. Meselâ, Hazret-i Süleyman, bütün yeryüzüne hakimdi. Öbür peygamberlerin ise yiyecek ekmekleri yoktu. Onlar ev ve barktan mahrumdular. Acizlikten, zayıflıktan, kimsesizlikten, kâfirler kuvvetleriyle, bunlara galip geldiler; Peygamberleri haksız yere öldürdülerdi (Süre: 2, Ayet: 58), buyrulduğu gibi, onları öldürdüler. Mansur-u Hallaç gibi bazılarını astılar; bazılarını da binbir türlü hakaretle şehirlerden sürdüler. Bununla beraber ister fakir, ister zengin olsunlar, onlar gene yeryüzünün varisleridirler. Çünkü, Dünya ahretin tarlasıdır (H.). Toprak, ekip biçmek içindir. Ona sahip olanlar bu işi yapmaktan âciz iseler, Allah onlara ekip biçme tevfikini ihsan etmemişse, o toprak, hakikatte onlara verilmemiş sayılır. Mesela bir emir, bir sahrada herhangi bir adama bir arazi vermiş olsa, verdikten sonra da köylü­lerine: “O adamı orada çalışmağa bırakmayın veya orada, kendisine menfaat sağlıyacak bir Surette tasarruf etmesine meydan vermeyin; fakat o arazide bulunan kuyuya veya: hendeğe baş aşağı düşer, boynu ve kemikleri kırılırsa onu böyle bir işten men etmeyin. Keza: eğer o arazinin bir köşesinde yılanlı, akrepli bir yer olsa, bu adam talihsizliğinden orasını oturmak için seçse ve nihayet yılanların yemi olsa, buna da mani olmayın” diye emir verse, hiçbir akıllı insan: “Emir bu yeri o adama bağışladı” demez. Belki herkes: “Emîr bu adama bir ceza olmak için orasını vermiştir, onu bu arazide hapsetmiş, birçok kayıtlar altına almıştır”, der. Bu bakımdan bu dünyada, kötü bir iş işliyen ve nefsine uyan kimseler de tıpkı buna benzerler. Kendileri için bir kuyu kazar yahut bir kuyuya düşerler.

Her kötü işin bir cezası vardır ki onun yanında bütün cezalar hiçtir ve yılanların akreplerin sokmasından daha çok can acıtır ve daha çetindir. Çünkü insan, yılanın sokmasından ve zehirinden ölüp kurtulur. Halbuki cehennem derdinden ve azabından o kadar çabuk kurtulamaz .

Allah: Oraya giren ne ölür, ne de yaşar (Sûre: 20, Âyet: 76), buyurmuştur.

Cehennemliklerin derileri ve etleri kızgın ateşte pişse, dökülüp tamamiyle mahvolsa, Allah onlara yeniden bir deri ve et verir. Böylece hiçbir suretle o elemden ve dertten kurtulamazlar.

İşte Kur’anda: Onların derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini yenileyeceğiz (Sûre: 4, Âyet: 59), Âyetiyle bu manaya işaret buyrulmuştur. Binaenaleyh bu yerde, bu azap, ziyan ve nasipsizlikten başka eline bir şey geçmiyen bir adama, oranın varisidir, nasıl denilebilir?

 

FASIL: 23

O müminler ki namazlarında huşu üzeredirler, beyhude ve boş sözlerden yüz çevirirler. (Sûre: 23, Âyet: 1-2-3). Namazla huşu içinde bulunan ve zevk duyan müminler ikbale, saadete ve felaha erdiler. Çünkü huşu, tanımaktan, korkudan ve heybetten doğar. Henüz süt emen bir çocuğu, bir padişahın yanına götürsen korkmaz ve tavrını değiştirmez; çünkü her şey­den habersizdir. Fakat akıllı bir kimse, bu durumda korkar ve derhal tavrını değiştirir. İşte bu sebepten küçüklere büyüyünceye kadar namaz kılmak ve oruç tutmak farz değildir; onlar emir ve nehiylerle mükellef olmazlar. Çünkü akılları henüz noksandır ve onlarda, Allah’ın kulluğunu lâzım geldiği gibi yapabilmek kabiliyeti yoktur. Bilme ve kabiliyet aklın sıfatıdır. Noksan akıldan noksan marifet meydana gelir. O halde, her kimin korkusu ve duyduğu huşu fazla ise, akı I ve marifeti de o nispette fazladır. Binaenaleyh namazda büyük bir huşu ve korku içinde bulunan kimseler, Allah’ın katında daha aziz ve daha makbul olurlar. Meselâ bir padişahı ne kadar çok tanırlar ve bilirlerse, o ölçüde de ondan korkar ve çekinirler. Aynı zamanda onun kulluğundan büyük bir zevk de alırlar. Allah buyurmuştur ki: Onlar namazlarında huşu üzeredirler (Sûre: 23, Âyet: 2, bunlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları, zekat verdikleri halde, salatlarında huşu içindedirler. Diğer bir yerde de şöyle buyurur: Namazlarına devam ederler. (Sûre: 70, Âyet: 23); O ilk namaz, Müminlerin, mükelleflerin vasfı ve makamı idi. Bu daimi salat, evliyanın vasfıdır. Çünkü onlar, daima, namazdadırlar ve hiçbir zaman namazdan hali değildirler. Bu tıpkı, bir balığın sudan ayrılmaması gibidir. Hiçbir vakit bir balığa: “Her gün bir müddet sudan çık veya suyu sev, sudan tad al!” diye emretmezler. Balık esasen sudan başka bir şey bilmez ve onun dışında her şey onun için bir ölüm ve bir zehirdir.

Bir insan ancak beşeri vasıflardan ve tabiattan kurtulduğu, yok olduğu ve ölmeden evvel ölünüz (H.) emri ile öldüğü zaman, hakiki bir melek olur. Çünkü o, ilk önce bir yılan balığı idi. Onun yılan olan kısmı, onu toprağa, balık olan kısmı da suya çekiyordu. Pek çok çalışarak yılan olan kısmını, kendinde öldürdü ve sırf balık oldu. Böylece onun toprakla artık hiçbir ilgisi kalmadı. Bundan sonra onun hayatı, daima suda geçti. Ondan emir ve nehiy teklifleri kalktı. Çünkü o emir ve nehyi denize doğru koşması, denizle eğlenmesi içindir. Artık, toprağa ve toprağa mensup olanlara koşmadı. Balık olunca o, bu ma’razda da kalamaz ve bunların zikri onun için doğru olamazdı.

Arapça beyit:

Kalbim sizi sevmek günahından nasıl tövbe eder?
Halbuki siz gittikten sonra kalbim daimi Surette tövbekardır.

Beyit:

Hastayım, bunu biliyorsun; fatiha da okuyorsun.
Ey dost! benim fatihadan rahatsız olduğumu bilmiyor musun?

Balığa: “Denize gel” diye bağınrsan balıkda bana: “Ey kör! denizde olduğumu görmüyor musun? Ben denizin dışında nasıl kalabilirim ki tekrar denize döneyim. Beni kendin gibi görüyorsun” cevabını verir.

Sözün kısası, Tanrı adamı, içinde bulunduğu her halde tâattedir. Çünkü Peygamber, âlimin uykusu, cahilin ibâdetinden daha hayırlıdır (H.) buyurur. O halde onun bütün hareketleri, öbürlerinin tâatinin üstündedir. Çünkü o, her ne yaparsa kendisi için değil, Tanrı İçin yapar. Onun yemesi, uyuması emirledir. Barışı emirle, savaşı emirle, konuşması emirle, susması ve sükunu yine emirledir. Bunların sevgileri de, nefretleri de Tanrı içindir. Mümin olan bütün insanlar bile bu dünyadan aldıkları bütün nimetleri, helak olmamak için, hepsini Tanrı’nın rızası için elde ederler Zira Tanrı, kendinizi tehlikeye atmayınız (Sûre: 2, Âyet: 191) buyurmuştur. Hepsi ibadet edebilmek niyetiyle besin alırlar.

Bunun gibi bu niyetle uyurlar ve bu niyetle evlenirler. Tanrı: Evleniniz, İçinizden evli olmıyanları, köle ve cariyelerinizden nikâha layık olanları evlendiriniz (Sûre: 24, Âyet: 32), diye buyurmuştur.

Mustafa (Tanrının Selâmı O’nun üzerine olsun) bu husustaki düşüncesini Şu sözlerle anlatmıştır; Nikâh, sünnetimdir; sünnetime rağbet etmiyen benden değildir (H.) ve yine: Nikahlanınız, çoğalınız (H.) buyurmuştur.

Bu, senden bir oğul meydana gelmesi ve senden sonra Tanrı’nın kulluğunu yapması niyetiyle verilen bir emirdir. Meselâ bir insan dünyada, hayır, şer, rahat ve sıkıntı olarak yaptığı her işi ve her hareketi, eğer Tanrı için yapmışsa, bunların hepsi tâat sayılır. Şu halde Tanrı için bir kimsenin gösterebileceği bütün bu fâaliyet ve bunları yaparken Tanrı’dan korkması ve kendini günaha batmış olarak görmesi, tamamen tâattir. Fakat, her ne kadar bu, kolay gibi görünürse de, hakikatte çok güçtür. Zira Tanrı dostu ve aşığı olmayan bir insan bunu yapamaz. Ancak Tanrı aşığı ve dostu olduğu zaman, yapabileceği her şeyi, Tanrı için yapar, bunun dışında bir şey yapamaz; kendi kendinin aşığı olur ve kendi etrafında döner ve yapabileceği her şeyi kendisi için yaparsa, bu durumda bütün bunları Tanrı için yapmış nasıl olabilir?

Mısra :

Aşk öğrenilmez, kendiliğinden doğar.

Tanrı’yı bulan ve her şeyden müstağni kalan bir kimse, hiç kimseden yârdım istemez. Bilakis herkes ondan yârdım görür. O, nur bağışlayan bir güneş gibidir. Verir ve almaz. Gönül kendi manevi lezzetini (hazzını) tamamen bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzumunu hissetmez. Yani görmeğe, söz işitmeğe muhtaç değildir. Bu beş duygu olmadan da mahzuz olabilir. Hatta beş duygu, onda gark olurlar. Haz ve yârdım istemezler. Zira bu beş duygu, her ne kadar görünüşte, ayrı ayrı ve çok iseler de mana bakımından toplu, hatta bir tek nurdur. Meselâ bir kimse, bir kaleyi zahireyle doldurmak istese buğday, hububat ve diğer birtakım zahireyi getirmeleri için her bir taraftan haberciler, memurlar ve birtakım adamlar gönderir. Ambar dolunca da maksat hasıl olmuş olur ve artık zahire istemeğe gitmezler; belki zahire istemeğe giden bu adamlar zahirenin etrafında toplanıp otururlar. Bunun gibi göz, kulak ve diğer dıştan ve içten hisler de gönül kalesine zahire taşırlar. Eğer hala zahire taşımakta devam ediyorlarsa bu, hazzın kemale ermediğine delâlet eder. Çünkü bir his için haz, kemale ermişse, diğer bütün hisler, onda gark olmuş olurlar. Hisler, mana bakımından ayrı nurdandırlar. Birinin gark olması, hepsinin gark olmasıdır. Meselâ, gözün bir şekilden duyduğu haz, en son haddini bulur ve o, zevke gark olursa, geri kalan hisler işe yaramaz olurlar ve onda gark olurlar, O arada kulakta işitme ihtiyacı, dilde konuşma zarureti ve dudakta tadma isteği hissedilmez. Elde dokunma ve sürtme kuvveti, burunda koklama gücü kalmamıştır Bunun gibi kulak da güzel bir ses işittiği ve zevki tamama erdiği zaman göz göremez, dil söyleyemez olur. Bütün hisler onda gark olmuş ve işe yaramaz bir hale gelmişlerdir. Çünkü bunlar hakikatte bir ve ayrı nurdandır. Yalnız görünüşte çok ve ayrılmış görünürler. Ulu Tanrı, bir insanın Suretinde, her bir parçaya bir hassa vermiştir. Can nuru, o parçalardan birine erişince ondan başka bir iş ve başka bir hareket meydana gelir. Tıpkı erganun gibi. Onun tellerinden ve şeklinden bir erganun yapılmıştır. Bir defa onda ahenkli bir nefes kımıldamağa başlayınca her telinden ve her tarafından başka bir ses çıkar. Yahut bülbül, serçe, doğan, karga, papağan, kumru ve leylek gibi çeşitli on kuşa veya on tane ölü hayvana İsa’nın nefesi dokunursa, bunların hepsini bir anda diriltir. Her biri bu bir tek can veren şeyden, başka türlü hareket, hassa, tabiat ve ses hasıl ederler. Bunun gibi vücutta bulunan canın ve gönlün nuru da göze gelince Suretleri görme, kulağa gelince sesleri işitme, burunda koklama, dilde söyleme, kemiklerde kuvvet ve elde, tutma; ayakta, yürüme haline gelir.

Hülâsa o tek nur, eriştiği her parçada başka bir iş meydana getirir. Tıpkı baharın nefesi gibi. Baharın nefesi de bir tek nefestir. Bir lütuf ve bir keremdir. Ağaçlara ve hububata tesir edince türlü türlü siyah, sarı, yeşil, beyaz gibi yüz bin renk hasıl eder ve tanelerden ağaçlardan ekşi, tatlı ve acı gibi çeşitlimeyveler yetiştirir. Bunun gibi alemin varlığını bir bağ ve Hakkın nurunun feyzini de bahar olarak bil! Çünkü göğün ve yerin, ayın ve güneşin, yıldızların; dağların ve denizlerin, meleklerin ve insanların, perilerin ve şeytanların ve türlü türlü canlıların eczası üzerine tesir eden bu feyiz, her birine bir türlü hareket verir. Bir şahısta işitme, görme, koklama dokunma, şehvet ve tadınla, barış ve mücadele, cömertlik ve hasislikten ibaret çeşitli haller gibi gördüğün ve müşahede ettiğin, sayılamıyacak kadar çok olan binlerce şeyden, o şahsı tanıyor ve bu suretle onunla olan aşinalığını artırıyor ve onun bütün hünerlerine Ve marifetlerine vakıf oluyorsun. İcabında başkalarına: “Ben bu adamı gayet iyi tanıyorum; çünkü onun birçok hareket ve hallerine, aşina ve vakıfım” diyebiliyorsun. Bu ölçü, sayılı birtakım hareketlerden bir şahsı tanıdığın gibi, yaratılışı, yeri, göğü, yaratıkları, cinleri, melekleri, canı ve gönlü, onu gelmiyecek kadar çok türlü türlü hareketleri de müşahede edersen bütün bunlardan Hakkın birliğinin zahir olduğunu görür ve sen de arif-i Hak, olursun. Sende bu görme ve bu bilme, hâsıl olduktan sonra, senin önünde yüzbin, bir olur. Çünkü senin gözünde yiizbin, bir şey olmuştur. Tanrı daha iyisini bilir.

 

FASIL: 24

Bütün alem, Tanrıya kulluk ediyorlar; fakat bunu bazısı bilerek, bazısı bilmiyerek yapıyor. Zira ikiniz de, isteyerek, istemiyerek gelin (Sûre: 41, Âyet: 10) buyrulmuştur. Tanrı, dünyayı yarattı ve dünyanın mamur olmasını da ister. Dünya inşa ve imar edilmiştir. Onda birtakım sanatlar ve çiftçilik, bahçıvanlık, ayakkabıcılık, terzilik, çuhacılık vesaire gibi işler vardır. Eğer; bunlar olmasa idi, dünya da olamazdı. Binaenaleyh bunlarla uğraşmak Tanrıya kulluk etmek olur. Yalnız, onların bu işlerden maksatları mal, mevki ve kendi menfaatleri olmayıp, Tanrı’nın kulluğunu yerine getirmek olmalıdır. Bu mal, yer ve fayda düşüncesiyle çalışmak da gerçekte Tanrıya kulluk etmekten başka bir’şey değildir; fakat onların bundan haberleri yoktur. O halde istemiyerek, Tanrı’nın mutîi ve kuludurlar. Bunun kulluk olduğunu bilenlerinki ise isteyerektir. Karıncadan Süleyman’a, balıktan aya kadar olan her şey, dağlar, sahralar, alemin bütün zerreleri hepsi Tanrı’ya kulluk ederler. Tanrı, denizlerin var olmasını ister. Binaenaleyh böyle bir var oluş da O’na kulluk etmek sayılır. Bunun gibi bulutlar, rüzgarlar da kulluk ederler. Bulutlar; susamış yerlere sevkeden rüzgar, böylece Tanrı’nın arzusunu yerine getirmiş olur. Bu, o hadde varmıştır ki halkın asi ve yol kesen dedikleri şeytan bile, bu halde iken Tanrının kulluğunu yapar. Tanrı’nın kulları türlü türlüdür. Bazısı sebatlı, bazısı sebatsız, kimi sözünde durur, kimisi durmaz; biri sadık, biri kâziptir. Tanrı, bunların belli olmasını ve naktin kalptan ayrılmasını ister. İşte bunları birbirinden ayırmakla şeytan bile Tanrının kulluğunu yapmış olur.

Bir padişah, cariyelerinden birine: “Kendini süsle ve kölelerime, adamlarıma göster; onları eğlendir” diye emrederse bu iş, doğru olmamakla beraber padişahın, emini hainden ayırmak için istediğinden aynı sevaptır. Ve bendelik sayılır. Şu halde hakikatte, iyice bakarsan çirkin, gizli, açık ve kapalı olarak insandan, şeytandan, perilerden ve meleklerden yer ve gökten sadır olan bütün hareketlerin gayelerinin, Tanrı’nın kulluğu olduğunu görürsün. Bunu bazısı bilerek, bazısı bilmeyerek yapar.

Beyit:

Yaş, kuru, yeşil, kırmızı, renk ve koku gibi alemde mevcut olan her şey,
Tanrı’nın sanatına ve Tanrı ya aşıktır.
Tanrı daha iyisini bilir.

 

FASIL: 25

O gün gökler kitaplar, kâğıtlar tomar olup nasıl bükülürse, öyle bükeceğiz. Önce varlığı nasıl icadettiysek, onu gene iade ederiz. Bu bizim (hak olan) vadimizdir, onu mutlaka yapacağız. (Sûre: 21, Ayet: 104). Tanrı, bu Âyet ile: Bir gün gelir ki o günde, sen kağıdı nasıl dürer, açar ve tekrar dürersen biz de gökleri öyle açar ve düreriz, demek istiyor. Fakat bunun manası, halkın anladığı gibi değildir. Esasen ilk önce gökler yoktu. Tanrı’nın kudreti ile varoldu. Tanrı; “Evvelce açtığımız gibi dürdük, bükdük” buyuruyor. Gökler evvela yoktu. O halde onları dürmek ve bükmekten maksat, yok etmek, demektir. Çünkü aslında yoktu. Tanrıdan başka her şey yok olur, (Süre: 28, Ayet: 88), gereğince bütün eşya yok olur. Tanrı’dan başka her şey fena bulur. Bu cihetten surî varlığı olan şeye, meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu, yok olmaktır. Yoğu elde et. Yokluk denizine dal, orada yüz. Yokluk esastır. Yok olmak muhakkaktır. Varlık arada iğreti ve ölümlüdür.

Her şey aslına döner, buyrulmuştur. Varlığın aslı yokluk İdi. İşte bunun için varlık, yine yokluğa döner. Evvela var olduğu gibi, sonunda yine yok olur. Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmiye çalışmalısın ve varlığın, yokluk bağından bir dal ve yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin. Aşk ile, bu varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyarın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmağa çalışmalısın. Eğer vaktiyle bunu ihtiyarın ile yaparsan, gönlün bu surî âleme ve o alemin süslü, aldatıcı şeylere bağlı iken, yokluk denizi, ölüm veya kıyamet suretiyle dalgalanırsa seni, zorla alır, götürür. Eğer bu manadan “Bana ne!” der ve surete aşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve, gerçek dirilikten ebediyen yoksun kalırsın.

Beyit:

Bu sureti bırakıp, mana ile ülfet etmeyenlerin,
yokluk denizinden kurtulamayacaklarını ben biliyorum.

Bir padişah, bir vilâyeti elde etmek ve ahalisini kılıçtan geçirmek için hücum ettiği vakit, onu kılıç ve kefenle karşılamağa çıkıp, padişaha niyaz ve kulluk göstererek, canlarını kurtaran kimseler mutludur. Bunlar padisahın hediye ve hilatine de nail olup, onun kahır kılıcından kurtulurlar.

“Ölmeden evvel ölünüz” (H.) sözünün manası şudur:

Beyit:

Ey arkadaş! Eğer gerçek dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl.
Çünkü İdris, bu ölümle öldü ve bizden evvel cennetlik oldu

O bahtiyarların aksine olarak, padişahı karşılamağa çıkmayıp, bulunduğu şehrin kalelerine güvenerek, padişaha karşı koyan bir bahtsız, padişahın askerleri şehre girdiği vakit, başını bunların kılıcından kurtaramaz. Zira: Onların canlarının eceli geldiği vakitte, bundan ne bir saat evvel, ne de bir saat sonra alırlar (Süre: 7, Ayet: 32) buyrulmuştur.


(41) Hepiniz buradan inin.Sûre: 2, Âyet: 36.)

(42)Ben cinleri ve insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Sûre: 51, Ayet:56.)

(43) Oğlum benim öz dilemdendir. Senin sözün, en doğru sözdür. (Sûre:l 1, Âyet:47.)

(44)O senin ailenden değildir, çünkü onun işlediği kötü idi. (Sûre:l 1, Âyet:48.)

(45) Keşke toprak olsaydım. (Sûre:78, Âyet:41.)

 


 

ETİKETLER: