Fasıl: 26-30

A+
A-

FASIL: 26

Vaizler: “İnsanlar öldükten, sonra, onların mezarlarında gidecekleri yere doğru birer pencere açarlar. Eğer ölü cennetlikse “benim yerim burası olacaktır.” diye sevinmesi ve emin olması için penceresi cennete doğru açılır. Cehennemlikse, cehennemin azaplarını ve sıkıntılarını görmesi için penceresi, cehenneme açılır ve bu cehennemlik ölü, sonunda yerinin orası olacağını bilir.” derler. Evet bu vakidir. Fakat bunun asıl manası, şudur: Bizim bugün sahip olduğumuz bu ceset, bir mezar ve ruhumuz da mezarın içindeki bir ölüye benzer. Eğer ruhumuz, mutlu ruhlardan ise, onun önünde açılan pencere, cennete; mutsuz ise, cehenneme açılmıştır. Cennet ve cehennem manevidir. Bununla beraber Tanrı, cennetin nimetlerine birer suret vermiş, manevi cennete yol bulmaları, onu anlamaları için onları güzel kadın, erkek, bağ, çimen, akarsular, altın, süs, inci, mülk, taht, padişahlık, içki ve eğlence meclisleri, nağmeler, çalgıların türlü türlü sesleri, aşık ve sevgili ve bunlara benzer Suret aleminden olan şeylerle göstermiş; ve Kur’anında bu suretlerle tasvir etmiştir. Yoksa, cennetin nimetleriyle, bu Suretler arasında hiçbir ilgi yoktur. Manevi cennetin nimetleri nerede! Bu surî şeyler nerede! Bu, denizden bir damla, güneşten bir zerre bile değildir İnsan, Suret aleminde yaşadığından, manevi lezzetlerin ve nimetlerin keyfiyetini bilemez. Ona, böyle suret aleminin şeyleriyle, anlatmak lâzımdır. Meselâ, henüz yetişmemiş bir çocuğa, bir güzelin dudaklarını bala ve şekere benzetirler. Hakikatte bir güzelin dudağıyla bal ve şeker arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bununla, çocuk kendi kendine bir karşılaştırma yapar, bal ve şeker tatlıdır; bir güzelin dudağının da böyle olması lâzım, diyerek bir fikir edinir. Bir ana çocuğunu severken: “Ey benim helvam, şekerim, gözümün ışığı, canım, hayatım, bağım, bahçem.” der, hakikatte o çocuk helva, şeker, bağ ve bahçenin aynı değildir. Bunların hepsinden daha güzeldir ve annesinin gözünde bunların hepsinden daha kıymetlidir. Onun bir parmağını, yüzbinlerce helva, şeker, bağ ve bahçeye değişmez. Bu yönden hakikî cennetin güzellikleri tavsif olunamaz. Açıklama ve anlatmaya sığmaz, anlatışın dışındadır.

Onun açıklaması ve tavsifi hakkında ne kadar mübalağa edilse, cennet ondan yüzbin defa daha güzeldir. Onun güzelliklerinin sayısı ve sınırı yoktur. Cehennem de bu cennet gibi manevidir; onun da elem ve azabının sonu yoktur. Tanrı, kullarının onun manevî elem ve azabını anlamaları için, ondan bir nebze anlatmak maksadiyle, bu suret âleminin işkencesi, asılmak acısı, zahmetleri, hastalıkları, türlü türlü dertleri, can çekişmesi, tasası, sıkıntısı, emelsizliği, dostlarından ve akrabalarından ayrılığı gibi surî şeylerle tasvir etmiştir. Kur’anı Kerim’inde de kulların bilmeleri ve anlamaları maksadiyle, cehennemin ateşlerini, azaplarını ve bunların keyfiyetini, böyle türlü türlü sürî vasıtalarla göstermiştir. Şimdi bilmeliyiz ki suretler fânidir, onlarda ise fena kabiliyeti yoktur. Sonu yok olmaktır. Dünyanın güzelliği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret âlemindendir. Dünya da bu suretlerin evidir, o da bir gül gibi fânidir. Hepsinin sonu yok olmaktır. Nitekim Tanrı: “O gün arz başka bir arz olup değişecek, gökler de değişecek, hepsi de bir ve hâkim olan Tanrı’nın karşısına çıkacak.” (Sûre: 14, Âyet:49) buyuruyor.

Binaenaleyh beka, mânaya mahsustur; ahretin lezzet ve nimetleri, ebedî ve baki bir cennettir, zahmet ve azabı da cehennemdir ve o da baki ve sonsuzdur. İnsanın vücudu ki bir mezar gibidir, yukarda söylediğimiz gibi bu mezardan, cennet ve cehennemden ibaret olan gayb âleminde bir pencere açılmıştır. Eğer bir kimse, içinde rahat, lezzet, açlık,ferahlık duyuyor ve görüyorsa o, onun dünyalığından, dünyaya olan sevgisinden değildir. Bu hal, dünyadan tamamiyle yüz çevirdiğindendir. Hakkın aşk ve sevgisinden ruhunun en derinliğinden, o keyfiyeti anlatılmayan âleme, bakıyor; açılan bu pencereden “İşte bunların hepsi senin olacak!” diye müjde erişiyor demektir. Eğer bu hali yaşıyan mü’min, cennetin mânasının şerhi olan bağ, bostan, güzel yüzler ve musiki gibi, dünyanın sûrî manzaralarına bakar, onlardan hoşlanırsa o, görünüşte dünya ile meşgulmüş gibi görünürse de manen cennetle meşgul sayılır. Meselâ bir kimse, sevgilisini nazım veya nesir ile tavsif etse; bu onun hoşuna gider ve bununla kendinden geçer. Bu sözleri yazar, okur ve bunları dinlemekten doymazsa o âşık, sevgiliden başka, herhangi bir şeyle meşgul sayılmaz. Çünkü bu sûrî şeylerin hepsi, sevgilinin ahvalini şerh ediyor ve onu âşıkın gözünde canlandırıyor, demektir. Bu bakımdan, bu dereceye gelmiş bir müminin de gözünde dünya ve ahiret, birdir; iki değildir.

Rubai:

Ben derdimde devamı ve sevgilinin kahır ve cefasında,
onun lütuf ve vefasını görüyorum.
Bu feleğin altında, yeryüzünde her neye baksam,
senden başkasını göremiyorum.

Rubaî:

Herhangi toprağa başımı koysam secde ettiğim o,
her ibâdetimde taptığım odur.
Gül, bülbül, musiki ve dilber hep teferruattır,
dilediğim ve istediğim odur.

Vücudunda, penceresi cehenneme açılan insan ise yukarıda zikrettiğimiz mü’minin aksinedir. Bu insan, kendi içinde her zaman korku, gam, kasvet, ölüm, bedbahtlık ve karanlıklar görür ki bunların hepsi, cehennemin ona görünen eserleridir. Bu hal, onun için “işte senin lâyığın budur; sonunda gideceğin yer burası olacaktır” demektir. O, içindeki bu kasvetten, bu karanlıktan ve bu hüsrandan kaçmak için, kendi âleminden çıkıp dünya âlemine girer. Gökler, yer, bağ çimenlikler, güzeller, dostlar, musiki vesaireye dalar, içindeki çirkinliği unutmak için, bunlarla kendisini oyalar. Sonunu göremez. Dünya lezzetlerinden, nimetlerinden daha çok faydalanmak için kendisini böyle hayalî ve yabancı şeylerle oyalar. Aynı hâl Fir’avun’un da başına gelmişti. O da rüyada, yükseklerden baş aşağı düştüğünü sefalete duçar olduğunu, birtakım kötülüklerle karşılaştığını görmüştü. Uyandığı zaman kendisini teselli etti. “Bu rüyadır, hayâldir!” diye aldırmadı. Fakat sonunda bunun, tamamen hakikat olduğunu gördü. Musa (Selâm O’nun üzerine olsun)’nın zuhuru ile tahtı ve saltanatı elinden gitti. Rüyada gördüğü sefalet ve kötü sonuç aynen oldu. Nil’in karanlık sularında boğuldu ve Her şey aslına döner. Kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre:24, Âyet: 26) hakikati meydana çıktı ve aslı olan cehenneme döndü.

Bununla, güzel yüzü olan ve aynaya baktığı zaman yüzünün güzelliğini görerek “Tanrıya çok şükür! Ne kadar güzel yüzüm var” diye sevinen bir mü’min, arasında fark vardır. Söylediğimiz gibi dünya güzellikleri ahiret güzelliklerinin açıklanmasıdır. Tanrı bununla insanların, ahiretin güzelliklerini anmaları, bir fikir edinmeleri için bunları, burada onlara gösteriyor. Şimdi mümin aynı mânadır. Cehennemlik insanın aksine olarak, bu sürelerde kendi yüzünü görür. İç yüzü çirkin olan cehennemlik kendi iç yüzünü görmekten kaçınır. Cennetlik müminlere mahsus olan göz, suretlerden hoşlanmaz, onlardan nefret eder; bu güzelliklerin tamamiyle yabancısıdır. Çünkü hakikatte çirkindir. Onun dönüp gideceği yer de o çirkinliklerdir. Bu güzellikler, onun mülkü olmadığından bunları, ona bırakmazlar; sonunda onun bunlardan ayrılması, kaçıp sığındığı çirkinliklere ulaşması muhakkaktır. Eğer o, akıllı ve talihti olsaydı, kendi iç âleminden çıkıp bu güzel suretler âlemine kaçmazdı. İçindeki çirkinliklere bakıp acı acı ağlarlar, daima feryad ve figan ederek, sadakatle Tanrı’ya: “Ey mutlak olan Kaadir! Sen yoğu var ve varı yok ediyorsun; her şeye kaadirsin, ölüyü diriltir ve diriyi öldürürsün; şeytanı melek, meleği şeytan yaparsın. Ben çirkin şeytana, sonsuz kereminden merhamet et, bu çirkinliği benden uzaklaştır” diye yalvardı ve yaslılar gibi yanarak, ağlıyarak, mezarlıkları dolaşır, bağırırdı. Tanrı’nın velilerinin ve azizlerinin ayakları altında toprak olurdu ve daima bu feryad ve figanla, ağlayıp yalvarmakla, yokluğunu arttırır, mecazî varlığını eksiltirdi. Eğer o, bu yalvarmaya, yakarmaya devam etse, hayırlı işler yapmakla beraber, aynı zamanda daima böyle ağlasa, inlese idi, Tanrı’nın rahmet denizi coşarak onun elinden tutar ve bulunduğu kötü durumu, iyi bir duruma çevirirdi.

Ulu Tanrı, onların kötülüklerini iyiliklere çevirirdi. (Sûre:25, Ayet: 70) buyrulduğu gibi, onun varlık bakırı, o rahmet iksiriyle, altına çevrilir ve onun bir damla olan ruhu vücut saadetinden içinde bir inci olur ve Göklerin, yerin bütün hazineleri Tanrınındır, (Sûre:63, Ayet:7), âyetindeki hazinelerde bir yer tutar ve kendisi de böyle bir şekavetten kurtulur, saadete nail ve Tanrı’nın has kullarından olurdu.

Beyit:

Dostu biz de istiyoruz, başkaları da;
bakalım talih kime yardım edecek, dost kimi sevecek?

 

FASIL 27

Müminin niyeti, işinden daha hayırlıdır (H.), buyruimuştur. Bazıları demişlerdir ki âmel, niyetin, niyet de kalbin vazifesidir. Bu yüzden kalbin âmeli, bedenin âmelinden daha yüksektir. Nitekim kalbin derecesi ve büyüklüğü, bedeninkinden daha yücedir. Çünkü beden sadeftir, kalb inci; beden, deri ve kabuktur, kalb özdür; deri ve kabuktan, özü elde etmektir. Deri ve kabuk bir esvap, özde şahıstır. Esvap bir şahsı soğuk ve sıcaktan korur. Bu hadis hakkında verilen mâna ve bu yorum doğru olmakla beraber, bunun şöyle bir mânası daha vardır: Bir kul, sadakatli ve efendisine karşı muhabbetli olursa, efendisi hakkında ne kadar hizmette bulunursa, onun uğrunda malını, mülkünü feda etse, bunu kendi yüreğindeki niyete göre az bulur. Eğer imkân olup da onun bu sadakati fiilen görünse ve surete girseydi yüreğindeki iyi niyetin, bu gösterdiğinden binlerce defa daha çok, belki sonsuz, ölçüsüz olduğu görülürdü. Fakat, ne yapsın ki açıktan bundan fazlasını göstermeye gücü yetmez. Meselâ akan bir sel, bir çeşmenin veya havuzun içine dolsa, onun lülesinden hep birden çıkıp, akmaz. Çünkü, lüle dardır. Ondan azar azar akar. Peygamber (O’na selâm olsun) de insanın niyet ve himmetini akan bir sel ve suretini bir lüle gibi görmüştür. Akan bir selin birdenbire lüleden çıkması mümkün değildir. Asıl sel içeride, lülenin arkasındadır. İç âlemden habersiz olanlar, sûrî âmeli görürler. Batınî ameli göremezler, Peygamber: (O’na selâm olsun) “Biz zahire hükmederiz; sırları bilen Tanrıdır.” (H), sözü ile: siz, sakın bir müminin amelini zahirde gösterdiğinden ibaret zannetmeyin! Onun içinde olan, gösterdiğinden yüzbin defa daha fazladır Binaenaleyh, o sayısız ve hudutsuz olan çok, bu gösterdiği azdan iyidir. İşte bunun İçin müminin niyeti, âmelinden iyidir. Bundan başka Tanrı’nın nazarı suret ve amele değildir, niyet kalbedir. Ameller niyetledir, herkes niyetiyle cezalanır (H.) sözü de buna delalet eder, bununla da Peygamber (O’na selâm olsun) Tanrı’nın kullarına; “Ey benim kullarım, siz müminsizin, bana kullukta himmetiniz yüksektir; sizin sûreten yaptığınız ibâdet ve taât kalbinizdeki himmet ve niyetinize göre azdır” demek istediğini bildiriyor.

Tanrı sizin suretinize ve âmellerinize bakmaz; lâkin sizin kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.) sözü ile bu manâyi kuvvetlendirmek istemiştir. Bununla beraber Peygamber (Tanrının selâmı O’na olsun) Tanrının: “Ey benim kullarım” ben sizin bu zahirde gösterdiğiniz aza bakmıyorum; halktan gizli, içinizdeki himmet ve niyetinize bakıyorum” demek istediğini söylüyor. Gizli sözü de, daha saklısını da bilirim (Sûre: 20, Âyet:6) âyetinde Tanrı: “Yüreğinde olan şeyi bilirim” diyor. Ve daha gizli’nin mânası ise: “Ben senin içinde olan, senin bile bilmediğin sırrı da bilirim” demektir. Bu sözlerle Tanrı müminlere: “Ey mümin, sana müjdeler olsun! Benim bu sözlerden maksadım, benim nazarımın niyete olduğunu, suret ve âmele olmadığını bildirmektir. Ben, senin mükâfatını, dışardan gösterdiğin tâat ve ibâdet Ölçüsünde vermiyeceğim; kalbindeki himmet ve niyetin kadar vereceğim. Sen onu, açığa çıkar çıkarma; ben keremimden, niyetin ve himmetine göre ibâdet ve tâatte bulunmuş gibi kabul edeceğim. Senin mükâfat, sevap ve hilâtini, ona göre vereceğim. Çünkü, niyet ve himmetin ölçüsünde tâat ve İbâdet etmek istiyordun. İşte mükafatın da o himmet ve niyet nispetinde olacaktır, zahirde gösterdiğin tâat ve ibâdet ölçüsünde değil” demek istemiştir.

 

FASIL28

Vaizin biri. Hakkın civarına göçmüştü. O devrin vezirleri, onun cenazesinde hazır bulundular. Hepsi onun ölüsüne hitaben: “Ey vaiz! Biz senden çok vaazlar dinledik; fakat bugün bu halinle ettiğin vaaz gibi bir vaaz vermemiştin. Vaazlarının en etkilisi ve esaslısı bugünkü yaptığın vaazdır. Asıl, budur; şimdiye kadar yaptıklarının teferruatı idi” dediler.

Buhara’da hiçbir cenazenin, medresenin önünden geçmesine müsaade etmezler. Bunu görüp de öğrenciye soğukluk gelmesinden korkarlar; çünkü öğrenciler, şan ve şeref sahibi olmak, arkadaşları ve benzerleri arasında yükselmek, halk arasında büyük mevkilere geçmek, herkesin üstünde bulunmak, parmakla gösterilmek, servet ve mansıp kazanmak, kadılık ve müderrislik gibi mevkiler işgal etmek maksadiyle okuyorlar.

Bunların hepsi, Tanrı yoluna girmeğe, onu bilmeğe engeldir. Varlıkla yokluk birbirinin zıddıdır. Varlık kuvvetlendiği zaman, ecel kılıcı onun üzerine yürür; çünkü ecel, varlığı yoketmek için, yokluktan gelen bir yokluktur. Kim ki yok olursa, ecel kılıcından kurtulur; hattâ ecel ona yardım etmiş, onu kuvvetlendirmiş olur. Çünkü su suya ulaşırsa, o su ötekinden kuvvet bulur, artar. Su, suyla takviye edilir.

Mısra:

Gören bakmakla görür.

Âlim, ilmi birtakım emellere ulaşmak için öğrenir. Eğer medresenin kapısından cenazeyi geçerken görürse, kendi kendine: “Mademki ben de öleceğim, bu zahmetleri neye çekeyim”! deyip okumaktan vazgeçer. İnsan oğlu, aklını başına alıp düşünse, bunların hepsi doğru yoldan sapmaktır. Ömür zayi etmektir. Bir zelzele olsa, yahut denizde bir gemi batacak bir hale gelse veyahut ölüm tehlikesi bulunan herhangi bir hâdise zuhur etse, bu medreselerde öğrenilen nükteler, incelikler, hendese, nücum, mantık, münazara vesair ilimlerin hiçbir faydası olmaz. Belki insan o anda hepsini unutur. Yalnız Tanrı’yı anmağa, O’ndan yardım istemeğe başlar. Candan, yürekten O’nun adını söyler. Gönül, ne zaman parlak olur ve gaflet uykusundan uyanırsa, kurtuluşu nerede ise oraya el uzatır, ona yapışır. Bu yönden akıllı ve talihli bir adam, yalnız başına böyle bir belâ geldiği zaman değil, her zaman Tanrı’nın ismini anar. Bu dehşetli anı, her zaman kendisinden uzak görmez.

Şiir

Ölüm, yolda oturmuş bekliyor.
Efendi ise bundan habersiz gezmeğe, eğlenmeğe gidiyor.
Ölüm bize, düşüncemizden daha yakındır.
Düşüncemiz ise nerelerde dolaşıyor?
Ne hayaller kuruyor?
Bu vücudu besleme; bu, ölüme kurban olur.
Gönlü besle ki gönül, yüce âlemlere gider.

Sen bir kere bak! Peygamberler ki Tanrı tarafından insanları bu gaddar, hunhar âlemden kurtarıp dar-ül karar olan beka âlemine göndermek, kılavuzluk etmek için geldi. Onlarda bulunan ilim nasıl bir ilimdi? Bize onlardan nasıl bir ilim kaldı? İşte asıl ilim budur; bundan başkası, para kazanmak için bir hüner ve sanattır. Sen kendine tapanlardansın. Herkesin sana âlim demesi için ilim öğreniyorsun. Basiret gözü gören, hakikati bilen Tanrı adamı ve öteki âleme mensup olanlar, senin gibi insanlara, “alim” demezler. Bu gibi insanlar, âlimleri yoldan çıkaranlardır; eğer bir insan bu sûrî ilimleri, mânevi ilimleri öğrenmeğe bir vesile olması niyeti ve itikadı ile öğrenirse o, bundan ayrılır. Bu niyet ve itikat ile öğrenen insan şöyle olur: meselâ, kendisi gibi bir insandan peygamberlerin ilimlerini işitir ve ondan, zâhîri ilimlere ait hiçbir şey sormaz, bir kulun efendisinden, bir öğrencinin hocasından öğrendiği gibi, tam bir itikat İle candan ve gönülden bunları ondan dinler; bu nebilerin ilimlerini bilen adamı, kendine öncü yapar, onun eteğine yapışırsa işte bu kimse, makbul kullardan olur. Onun böylelikle veliler mertebesine ermesi umulur. Bu kimse evvelden okumuş olduğu zahirî ilimlere bu mânevi ilimlere nispeten hiçbir değer vermez.

Şafiî için şöyle rivayet ederler: Şafiî ödevi olan dersi talebelerine okuttuktan sonra, yalnız başına kalkar, şehirden çıkar, koyun güden ümmî, kırık dökük farsça bilen bir çobanla buluşmak için bağlara, dağlara giderdi. Onun karşısında iki dizi üzerine çöker, bütün bildiklerini hatırından çıkarır, zihnini yıkamış bir tahta gibi her şeyden siler, kalbinde bulunan nakışlar ve sıfatlardan temizler, o azizlerin ilhamına muntazır olurdu. Onun bütün işaretlerini, döktüğü sırları basiret gözüne sürme yapardı. İşte herhangi bir âlim de böyle yaparsa Ona: ilim tahsil etmiştir, denilebilir. Bu ilim, sonunda ona fayda verir. O hakikat yolunun hazırlığını yapmış, demektir. Bu, tıpkı kılıca benzer. Bir gazinin elinde, dini yükseltmek için bir âlettir; fakat bir kâfirin elinde bunun aksindedir; eğer bir kâfirin ilim kazanmasından maksadı, Tanrı ve ahiret ise ve dünya değilse, onun kazandığı ilimler, onun can kuşunun birer kanadı, eğer dünya için kazanmışsa o ilimler, can kuşunun tuzağı olur. Sen, Tanrı’nın adını, başkalarından işitiyorsun. Bunun üzerine kendiliğinden O’nu anlamak ve bilmek için birtakım girişler düzenliyorsun. Ona suretler veriyorsun. Bundan bir netice elde etmek istiyorsun. Bu Tanrı’yı bilmek, O’na yaklaşmak değil, bilâkis O’ndan uzaklaşmaktır. Sen böyle, kendine bir varlık vermek ve O’nu anladığını zannetmekle, O’nu büsbütün kaybetmiş oluyorsun. O’nu bulmak için de yine aynı vasıtalara başvuruyorsun. Tabiî yine bulamıyorsun! O’nun hakkında bir netice elde edemiyorsun. Bu mümkün değildir. Bu, kanı yine kanla temizlemeğe kalkmaktır ki, bu da imkânsızdır.

Beyit:

Bu hakikati ve bu hakikat hakkında bilgiyi elde etmek,
ancak bilgisizlikle mümkün olabilir.
Dilin müşterisi ancak kulaktır.

Söz, ancak kulakla işitilebilir. Göz, ağız ve yanakla değil. O cemal ve kemali, akıl ve bilgi ile bilmek olmaz. Bu gizli sırların kulağı, akıldan ve bilgiden tecerrüt etmektedir. O keyfiyeti anlatılamıyan hal insana, tamamiyle habersizlikten malûm olur.

Tanrı: “Sen kendini, benliğini bırak, ondan sonra gel” (H.K.), buyuruyor. Benlikten maksat, bu vücut değil, bu vücuttaki benlik, varlık ve bilgi zannıdır. Bunlar kar ve buz gibidir. Bunların güneşle birleşmesi, eriyip mahvolmasıdır. Kar ve buzun varlığı, bütün lezzetlerin ve güzelliklerin aslı olan mâna güneşinden uzak bulunduğuna delildir. Bu güneş, yüzünü gösterirse, o varlık ve bilgiyi eritir ve onlar tamamiyle asıl ve öz olurlar.

Beyit:

Sen varlığını mahvetmedikçe,
mutlak yoklukta kanatlı bir kuş olamazsın.

Beyit:

Sen bize geldiğin vakit biz, bizden gittik..
Ey sevgili gel, hoş geldin!

Beyit:

Benim ay yüzlü sevgilim, yüzünü gösterdiği vakit, ben kim oluyorum ki ben olayım?
Ben, ancak benlikten geçtiğim zaman ben olurum.

Öyleyse bilginler varlık ve bilgi ile, bilgisizliklerini arttırıyorlar. Bilgi ve hüner sahibi olmaktan kendilerini uzaklaştınyorlar. Yolsuzluğu doğru yol zannediyorlar. Bu bakımdan ne kadar ilerleseler maksattan daha çok uzaklaşıyorlar ve daha çok mahrum oluyorlar. Nitekim bu hususta söylenmiştir;

Kıta:

Sen, bu gidişle menzile, bu gafletle maksada nasıl erişeceksin?
Sen bu kadar ağır canlı ve deve yürekli olduğun halde, gönlü hafif olanlara nasıl yetişebileceksin?

Tanrı, bu alemi ve bu alemin suretlerini, insanların bunlarla meşgul ve bunlara aşık olmaları için yaratmıştır. Belki O, gösterdiği bu sanatları, sanatkarın varlığını, büyüklüğünü bilmeleri için yaratmıştır. Meselâ, bir damın üzerinde bulunan bir güzel, aşağı bir taş atsa; herkesin yukarı bakıp taşı atanı görmesidir. O attığı taşa bakıp, onunla meşgul olup: Bu taş nedir? Ne işe yarar? Ne özelliği var? Kadir ve kıymeti nedir? yahut: Onun attığı bu tuğla parçası veya başıma düşüp beni inciten bu elma nedir? Yenir mi? Pişirilebilir mi? diye onlarla meşgul olmaları için değildir. İşte bu, gökler, yerler, yıldızlar, güneş, ay ve bütün varlıklar, tasavvur veya vehmedilen şeyler, suret ve manadaki bütün arızalar, o can sevgilisi tarafından, bu nitelik ve nicelik alemine, o niteliği ve niceliği belli olmayan alemden atılmış taşlar vesaire gibidir. Bu toprakların hakiki faydası, bizim bunları görmemiz, tanımamız ve sanattan sanatkara doğru bakmamız içindir. Bundan başkası faydasızdır. Maksuttan uzak düşmektir, gaflette kalmaktır. Yetmiş iki millete bak! Hepsi, bu eserlerle uğraşıyorlar. Kimi, nücuma dalmış, kimi kozmoğrafya, kimi yıldızların ahkamını bildiren, kimi cevherler, madenler vesaire gibi yüz binlerce had ve hesaba gelmiyen ilimler ve marifetlerle uğraşırlar. Her biri, ilim ve marifetiyle bir kısım halkı, kendisine bağlıyor. Dikkat olunursa, herkesin bir ilim ve bir sanat, tarikat ve mezhebi seçtiği görülür. Meselâ, meyhaneye baksan, orada kiminin bir kadına, kiminin bir Çocuğa aşık olduğunu ve bir kuş gibi onların tuzağına düştüğünü görürsün. Alemde de böyle faydasız, sonuçsuz, yanlış, mahrumiyeti ve maksattan uzaklığı gerektiren ne kadar ilimler ve bunlarla uğraşan ne kadar alimler vardır ve ne kadar da tatlı nimetler vardır ki ötedenberi yüzbinlerce halk, bu denizin her bir dalgasıyla bunların içinde kaynamış gitmişlerdir. Ve bunların hepsi de bu nimetler içine daldılar. Kendi hallerinden hoşnut, memnun ve kendilerinden geçmiş idiler, bu memnuniyet ve kendinden geçmeklik ile, Her kavim, kendi elinde bulunan şey ile sevinir (H.), buyrulduğu şekilde: “Benim gibi mutlu olan, kimdir? Ben dünyada bütün insanlardan daha, mutluyum!” dediler. Fakat hakikati, fayda yönüne giden yolu bulanlar ve faydalananlar; yapılan şeyden, onu yapan ve atılan taştan atanı bulup ona bakan kimseler, alemin canı ve Adem’in özü olan doğru, Tanrı’nın has kullarıdırlar. Bunun alimleri, vilâyetleri, mülkleri, yaşayışları ve saltanatları tarif olunamaz.

Şiir

Perde, böyle güzel ve hoş olursa, saray ve burada oturan sevgilinin yüzü kimbilir ne kadar güzel olur?
Vücut böyle süslü ve güzel olursa, gayb aleminde olan can kimbilir daha ne kadar güzeldir!

Her işi gören, Tanrı’dır. Geri kalanlar hep âlettir. Her kim Tanrı’nın hakikî ve külli fail olduğunu bilirse o, iş ve güçten kalır; işe yaramaz olur ve bu sebepten bu mana ile ölü sayılabilir. Tanrı’nın bu alemdeki umumi ve külli tasarrufundan haberdar olmak, ölmek demektir. İşte Ölmeden evvel ölünüz! (H.) sözünün anlamı budur.

Beyit:

Ey dost, eğer dirilik istersen ölmeden evvel öl!
Çünkü İdris (Selâm Onun üzerine olsun) böyle ölmekle bizden evvel cennetlik olmuştur.

Bütün varlıklar Tanrı’nın tasarrufu altında, birer âlettirler. Kim, bu hakikatten haberli olmuşsa o, Tanrı’ya ulaşmıştır. O’nun velisi olmuştur. Bundan haberi olmayan ise O’ndan uzak kalanlardandır. O halde bu hakikati bilen bir ölüdür. O kendisinin bir fiil ve hareket sahibi olmadığını bilir. Tanrı’dan başkasını görmez. Kendi kendiliğinden geçmiş ve ölmüş, arada yok olmuştur.

Şiir:

Onlar kendilerinden yok, Tanrı ile var olmuşlardır.
Şu tuhaftır ki bunlar hem var, hem de yoktur.

Meselâ bir insanın elinde bir kalkan bulunsa, akıllı olan bir kimse: “Bu kalkan kendiliğinden hareket ediyor veya dönüyor!” demez. Kalkanın hareketi, onu tutanın hareketine bağlıdır. Müminin kalbi, Tanrı’nın parmaklarından iki parmağının arasındadır, Tanrı onu istediği gibi çevirir. (H.).

Binaenaleyh bir müminin yüreğinden ne gelirse, onun iyi ve övülmeğe yakışır bir hareket olduğunu bilmek lâzımdır. Meselâ, kaza ve kaderin yaptığı her iş birdir. Onda hayır ve şer beraberdir. İnsanın: “Tanrı bu işi iyi, onu kötü yapmıştır” demesi doğru değildir. Meselâ Tanrı, tutar bir peygamberi yok eder, yahut türlü türlü belalara müptela kılar; bir kâfire veya bir zalime de hayat, sağlık, kuvvet, ömür, saadet, mülk ve saltanat bağışlar. Bunun her ikisi de Tanrı’nın işidir, her ikisini de iyi görmek lâzımdır. Kim ki Tanrı’nın işlerine karışır: “Bunu iyi, onu kötü yaptı” gibi tenkidlerde bulunursa kâfir olur. Tanrı’nın tasarrufu altında bulunan Mü’min de aynı hükmü taşır. Onun bütün işleri birdir ve makbuldür. Onun yaptığı işlere karşı koymak, onları tenkid etmek doğru değildir. Tanrı, Attığın zaman, sen atmadım, lakin onu Tanrı attı (Sûre: 8, Ayet: 17) buyuruyor. Bunun manası şudur: “Ey Muhammed! senin yayından çıkan her ok, sûreten senin yayından çıkmıştır. Fakat o, manen bizim tarafımızdan atılmıştır. Hatta senin varlığın bile bizim elimizde bir yay gibidir. Senden çıkan oklar, Hak tarafından atılmıştır. İnsan bu kalıptan ibaret değildir, bir kervansaraydır. Her an, o kervansaraya yeni yeni kişiler gelir ve tekrar giderler. Eğer bu kervansaray sahibi, akıllı ve uyanık bir adam ise, o kervansaraya daima gelip giden ve daima tasarruf eden, türlü türlü insanları temaşa eder. Onlar gökten, yerden, arşdan ve ferşden midir? Kimlerdir? Bütün bunları gözden geçirir; her gelen düşünce, bir kişidir. Vücut, bir siper ve âlettir; düşünce o âlete istediği gibi tasarruf eder. Bir düşünce gelir, seni harekete getirir; onun arkasından başka bir düşünce gelir, seni sakinleştirir. Bu yüzden vücut, düşünce elinde bir âletten başka bir şey değildir..;

Hazret-i Mevlânâ (Tanrı O’nun sırrını aziz etsin!) şöyle buyuruyor:

Ey kardeş! Sen düşünceden başka bir şey değilsin. Bu düşünce senden alınsa, kemik ve sinirden başka sende bir şey kalmaz. Eğer bu düşünce bir gül ise, sen bir gülistansın. Eğer dikense batmaktan başka bir şeye yaramazsın.

İnsanın içinde şeytan ve periden, yerden, gökten, arştan ve ferşten, sayısız, sonsuz ne kadar düşünceler vardır. Göklerle yerin orduları Tanrınındır. (Sûre: 48, Âyet: 4.) Tanrı: “Göklerin ve yerlerin askerleri benimdir.” buyuruyor. Tanrı’ya ve O’nun bilgisine ait olan düşünceler, göğün askerleridir. Dünya ve dünyada rızık edinmek İçin gelen düşünce, yerin askerleridir. Bunların hepsi benim hükmüm altındadır. Kimse onlara karışamaz. Eğer ben bir kimseye bir düşünce ilham etsem, bütün yeryüzünün yaratıkları bir yere toplansalar” onu uzaklaştırmağa güçleri yetmez. Ben işaret etmeden kimse onu insandan uzaklaştıramaz. Korku ve kuvvet Ulu Tanrıya mahsustur (Sûre:6 -7, Âyet: 68, 163.) Manası: “Bende kötü bir düşünceyi kovmağa kuvvet ve kudret yoktur. Ey Tanrım! bu yalnız yine senin emir, irade ve kuvvetinle uzaklaşır gider” demektir.

Hakîmler: ‘Yer, gök ve bütün varlık büyük, insanın vücudu ve varlığı ise, küçük alemdir derler. Veliler ise bunun aksini iddia ederler. Onlar: “Hakîmler, yalnız görünüşe bakmışlar; yeri, göğü büyük, insanı küçük görmüşler; insan bu alem denilen ağacın meyvesidir. Hakimler düşünmüyorlar ki sûreten ne kadar küçük şeyler vardır ki manen büyüktür ve ne kadar zahiren büyük olan şeyler de vardır ki manen küçüktür. Bir dirhem gümüş, yüz tane puldan görünüşte azdır. Fakat, manen kıymeti büyüktür. Bir inci ve cevher on bin, yirmi bin gümüşten ve altından hacim, suret, vezin ve miktar itibariyle küçüktür, fakat manen büyüktür. Meselâ insanın sırtı, karnı, kalçası, baldırı ve gözbebeğinden, kulağındaki delikten ve kemikten büyüktür; fakat göz bebeğinde bulunan ve kulakta olan mâna, karın, kalça, ve baldırda yoktur. Hatır da gözbebeğinden daha küçük ve daha lâtiftir ve göze görünmez. Fakat bu saydıklarımızın hepsinden büyüktür. Belki hepsi onunla kaimdir ve onunla vardır. Onunla diridir. Peygamberler de böyledir: Bir peygamber, yalnız başına bütün yeryüzünün insanlarına karşı koyabilir. Gönderildiği insanlar sûreten ondan çoktur, ama o tek başına olan peygamber, manen onların hepsinden çoktur. Belki karşısındakiler bir hiçtir, gerçekte o vardır. Nitekim bir iş zuhur ettiği vakit, o bir kişi, bin kişidir. Onlar sayıldığı vakit azdırlar; fakat hükmetlikleri vakit çokturlar. Veliler ise, hakimlerin aksine olarak manaya baktılar. İnsanın vücudu, her ne kadar yerden, gökten halk olunmuşsa da gök insanın manasından, ilminden zahir olmuştur. Binaenaleyh ilim, insandan doğmuştur. Bu ilimden maksat, umumi olan ilim değildir. Bu ilimden maksat, insan kendinden fena bulduktan sonra ondan akacak olan, Tanrı’nın ilmidir. Attığın zaman sen atmadın; lakin onu Tanrı attı (Sûre: 8, Âyet: 17), nitekim bu kitapta bundan evvel bu mananın şerhi birçok yerde zikrolundu.

Gök ve yer, cisimler, bedenlerin evidir. İnsanın kalıbı olan bedenler de bu ruhun ve aklın evidir. O halde beden, mananın evidir. Dünya ise suretin evidir. Suret ise sınırlıdır; mananın ise sınırı yoktur. Bu yönden insanın kalıbı olan beden, büyük âlemdir. Gök ve yer ise küçük alemdir. İnsanın vücudu, bir hayvan ve merkeptir. Nitekim Peygamber, (Selâm O’nun üzerine olsun) nefsin senin binek hayvanındır; ona iyi bak (H.), buyurmuştur. Eğer vücut, merkep olursa, gök ve yer de merkepler olurlar. Çünkü bunlar suret ve bedenlerin evidirler. O halde, ruhun sarayının bu alemin dışında başka bir alemde olması lâzım gelir. Elbette akıbet, başlangıçtan daha hayırlı olacaktır (Sûre 93, Âyet: 4) buyrulduğu gibi ahret, bu dünyadan daha hayırlıdır. Ruhun keyfiyeti olmaz; onun sarayı da keyfiyetten münezzehtir. Beden ise surettir. Onun evi de suret âlemidir.

Beyit:

Senin yanaklarının etrafını şeytan ve peri orduları çevirdi;
Süleyman’ın mülkü senindir; Süleyman’ın mührü olan yüzüğünü kaybetme.

Ukba düşüncesi melekler; dünya düşüncesi perilerdir. Küfür ve zulüm düşünceleri, şeytanlardır. Tanrı öyle bir varlıktır ki bunların hepsi, O’nun hükmü altındadır ve bu düşünceleri insanlara O gönderir. Çünkü insan O’nun naibi ve halifesidir. Zira Tanrı: Ben yeryüzüne hükümran olacak birini yerleştireceğim (Sûre: 2; Âyet: 28) buyurmuştur.

Tanrı evden çıkmadığından, peygamberler onun halife ve naipleridirler. Ben hata ettim! Naip mensup ile birdir. Eğer sen, bunları biribirinden ayırırsan bu çirkin bir hareket olur; güzel bir şey olmaz.

O halde her veli, vaktin Süleyman’ı, şeytan ve peri, onun mahkûmu ve Süleyman’ın yüzüğü parmağında olduğu halde, devlet tahtına oturmuştur. Talihsiz o kimsedir ki ondan mahrumdur, onu görmez, bilmez ve onun yanında geçmişleri anar. O, ismini zikrettiği geçmişlerin yanında oturduğu halde, bundan haberi yoktur. Ekmek onun önündedir; o ise eşekliğinden ekmek nerededir? diye bağırır. Falan iklimle, falan yüzyıldan ekmek varmış, der.

Şiir:

Bu dünyada ne kadar Eshab-ı Kehf vardır ki
onlar senin şu anda yanındadırlar.
Yâr, gar hem birbiri ile coşup kaynaşmadadır;
fakat ne çare ve ne fayda ki senin gözün ve kulağın kapalıdır.

Bütün peygamberler, veliler, vâsıllar, birdirler; onlardan birini görmek, hepsini görmektir; aynı zamanda birini reddetmek de hepsini reddetmek demektir. Bir peygambere düşmanlık etmek, hepsine düşmanlık etmek sayılır. Bir insan herhangi bir peygambere küfretse, kâfir olur. Bununla beraber başka bir peygamberi övse, hiçbir faydası olmaz. Bir peygambere düşmanlık eden şaşı bir adama benzer. Aynı peygamberi hem sever, hem de ona düşmanlık eder. Halbuki bunların hepsi, hakikatte birdir. Bu aynen şunun gibidir: Bir usta şaşı olan çırağına: “falan odaya git, falan şişeyi getir” diye emretmiş, şaşı çırak odaya girince, orada bir yerine iki şişe görmüş, dönüp ustasının yanına gelerek ona: “Odada iki tane şişe var, hangisini getireyim?” diye sormuş. Usta: “Orada şişe bir tanedir” demiş, çırak: “hayır iki tanedir” cevabını vermiş ve bunun üzerine usta: “Öyle ise birini kır, ötekini getir” demiş. Şaşı çırak, bu gördüğü şişenin bir tanesini kırınca, öteki gördüğü şişe de ortadan kaybolmuştur. İşte velinin yanında geçmişlerden bahsetmek de tıpkı bunun gibidir. Bir şişeyi, iki görmektir. O adam da geçmişten bahsetmekle, kendi şaşılığını ortaya koymuş olur. O, bununla şeyhleri ve velileri taklidi öğrenmiştir. Aynı zamanda hakikati öğrenmemiştir; yalnız onların cisimlerini, Suretlerini anlamıştır. Onların ruhlarını, hakikatlerini anlayamamıştır. Meselâ sen bir mukallidin, ekmeğin ne olduğunu bilmeyen bir şahsın önüne, uzun, pide şeklinde yapılmış bir ekmek koysan, ekmeğin tadını tatmadığından o habersiz adam: “Senin ekmek dediğin, yuvarlak olur. Bu getirdiğin ise uzun. Eğer bu ekmek olsaydı, benim istediğim gibi bunun da yuvarlak olması lâzımdı,” der. Yahut suyun ne olduğunu bilmeyen bir adamın önüne bir kâse ile su koysalar, o adam: “Bu su değildir, su denilen şey testide olur.” derse bundan da belli olur ki bu adam, sudan testiyi anlamıştır. Suyun ne olduğundan haberi yoktur. Meselâ parmak gibi, uzun bir şekilde yapılmış şeker, şekerin ne olduğunu bilmeyen bir adamın önüne konulsa o da: “Şeker bir batman ağırlığında ve kalıp halinde olur, iki üç dirhemlik bu uzun şekilli şey nedir? Şeker değildir” diye inkar eder. Bunun örnekleri, benzerleri çoktur. İşte bu söylediğimiz gibi taklitçi olan adam, surete bağlıdır. Mânadan haberi yoktur. Nebilerin, velilerin gerçeklerini bilmez. O, işittiği ve tasavvur edebildiği şeyde kalmıştır. Yalnız geçmişlere bağlanmıştır. Asrın şeyhlerine itikad etmez; yalnız hikâyeler ve efsanelerle oyalanır. Buğday yememiş, tatmamıştır; yalnız adını işitmiştir. Nebiler de tıpkı “muma” benzerler. Vahi nuru ise, o mumların parıltılarıdır. Bir yerde, bin tane mum yakılsa hepsinin vasfı birdir; hepsinin hükmü aynıdır. Onlar, sayı itibariyle çok olsalar da vasıf bakımından birdirler.

Beyit:

Sen, görünüşe bakarsan gözlerin, ikidir,
fakat onların nuruna baktığın zaman onun bir olduğunu görürsün.

Bu imtihana evvelâ gökte melekler çekilmiştir. Tanrı, Hazret-i Adem’in suretinden tecelli etti. İblis: “Tanrının tecellisi arştan olur; burada bu, toprak yığınında tecelli ediyor; ben toprağa nasıl secde ederim?” dedi. Gözleri şaşı olmayan melekler ise bunun, doğrudan doğruya Tanrı’nın tecellisi olduğunu bildiler ve Hakka secde ettiler. İblis de evvelâ melekler zümresindendi. Bu hareketiyle onun, onlarla ayın cinsten olmadığı anlaşıldı. Bu bakımdan meleklerden ayrıldı. Bu imtihan yapılmadan, bu mihenge vurulmadan evvel, nakit ile karışmıştı. Halis altını kalp altınla bir tutmak, haksızlıktı. Adem’ (O’na selâm olsun) in vücudu, ona secde etmek meselesi, bir mihenk taşı oldu. Bununla kalp altın, halis altından ayrıldı. İşte her yüzyılda yeni bir peygamber geldiği vakit, ona iman edenlerin, halis altın, etmeyenlerin kalp oldukları anlaşıldı. Her nebinin vücudu, bir güneş, bir lamba gibidir. Beyaz yüzlü Rumlar ve siyah yüzlü Habeşlerle dolu, karanlık bir ev tasavvur edelim. Bu evde, bu karanlık yüzlerin hepsi, kendilerini beyaz yüzlü ve güzel tasavvur ederler. Fakat bu güneş ve lâmbalar evi aydınlatırlarsa o zaman beyaz yüzlüler, kara yüzlülerden ayrılırlar.

Mesnevi:

Kalp ve halis bu alemde haşr u neşr oluyorlardı. Her taraf karanlık bir gece, biz de gece giden yolcular gibi idik. Güneş gibi olanı peygamberler geldiler; onların nurları ile âlem doldu. O zaman hâtıf-tan bir ses gelerek: Ey kalp git! ey saf sen buraya gel! diye çağırdı.

Sen, şunu bil ki Âdem’den evvel Hakkın tecellisi vardı; fakat iyi, kötüden ayrılmamıştı. Kalp ve saf birdiler. Hepsi Adem’in vücudundan sonra, birbirlerinden ayrıldılar. Bir derviş: “Ben her gün Tanrı’yı kırk kere görüyorum.” dedi. Bir şahıs da ona: “Sen git Beyazıt’ı gör” dedi, derviş: “Sen ne söylüyor­sun? Ben her gün Beyazıt’ın Tanrısını kırk kere görüyorum. Sen beni nereye gönderiyorsun?” cevabını verdi. Sonunda bu derviş gitti ve Bayazıd ‘ı bir defa gördü, dayanamadı, ruhunu teslim etti, kalıbını dinlendirdi. Tanrı’yı tanımak, velileri tanımaktan daha kolaydır. Bütün alem Tanrı’ya taparlar, O’na secde ederler; fakat bu yüz binlerce insandan bir kişi, layıkıyla bir veliyi tanıyamaz. Musa (selâm O’nun üzerine olsun) Tanrının elçisi değil mi idi? Tanrı O’nunla konuşmamış mı idi? Asası elinde ejderha olmuyor mu idi? O asa ile âsilere galip gelmiyor mu idi?

Bununla beraber o, velilerin yüzünü görmek, onları tanımak için Tanrı’dan niyazda bulundu; O’na yalvardı. Nihayet Tanrı onun, duasını kabul eti ve ona: “Kendi ümmetinin arasından çık, seyahata git!” buyurdu. Sonra Musa seyahata çıktı. Kullarımızdan öyle bir kul buldular. (Sûre: 18, Âyet: 64) buyrulduğu veçhile Hızır’ı tanıdı. Bundan sonra, Hızır’ın gemiyi kırması, o çocuğu öldürmesi, yetimlerin duvarını düzeltmesi Sure-i Kehfin sonunda zikrolunmuştur. Bununla beraber Musa Hızır’ın; ahvali hakkında hayran kaldı. Onun ruhunun “Sırlarına erişemedi. Hızır (O’na selâm olsun) her ne yaptıysa Musa, Onun sırrını bilemediği için her zaman Onun bu hareketlerine itiraz etti. Sonunda: “Artık bundan sonra senden ne zahir olursa ses çıkarmıyacağım, can ve gönülden kabul edeceğim!” diye tövbe etti.

Şimdi biz yine konumuza dönelim: Peygamberler tek nefestirler. Her ne kadar, sûreten sayılı iseler de, mâna bakımından bir zat ve bir nefestirler, bir nurdurlar. Çünkü Kur’ an da: Onları birbirinden ayırtetmeyiz, biz yalnız Tanrıya ram olmuş müslümanlarız (Sûre: 2. Âyet: 130), buyrulmuştur. Sen bir manayı. Türkçe, Farsça, Arapça, Kürtçe gibi türlü türlü dillerle söylesen, fakat mana bakımından birdir. Yalnız söylendiği diller çeşitlidir; çünkü Türkçe, Arapçadan başkadır. Fakat mânada ayrılık yoktur. Bu, çeşitli dillerle söylenilen aynı manadır. Sen, veliler ve nebileri de bu diller gibi bil! Surette çok ve çeşitli, fakat manada bir ve birleşmiştirler. Elif harfini, hangi renk kalemle, hangi kağıda yazsan elif yine eliftir. Elif, Hakkın tecellisidir. Kağıt, kalem bunlar velilerin suretleri gibidir. Suretler değişirler; fakat mana her halde birdir, değişmez. Bir padişah at, deve, katır veyahut herhangi bir hayvana binse, çokluk, merkepte olur.Binen, yine aynı padişahtır ve değişmez. Her kim padişahı, çok olarak görürse onun bakışı binilen hayvana çevrilmiş demektir, binene değil. Nitekim Mevlânâ böyle buyuruyor,

O kırmızı esvaplı, ay gibi güzel, yine geldi. Bu yıl, yeşil hırka giymiş; o yıl, yağma edici gördüğüm ,Türk, bu yıl Arap şeklinde geldi. O şarap aynıdır. Her ne kadar kadeh değişmişse de o değişmemiştir. Bak ki şarapçının başına ne güzel, ne hoş tesir etti!

Madem ki peygamberler bir tek nefes, bir mana ve aynı kimselerdir o halde, eğer bir peygamber, bir mucize veya bir veli bir keramet gösterse, o mucize o peygamberin, bu mucize, bu peygamberindir, demek doğru değildir. Bizim öyle itikadetmemiz lâzımdır ki Peygamber, her mucizeyi, göstermeğe muktedirdir. Eğer o mucizeyi, belli bir kavim için göstermişse, başka mucizeler göstermekten de acizdir, denilemez. Meselâ bir doktor, safra derdini, öteki doktor kuluncu, başka bir doktor da sersamı, başka bir doktor ise sıtma veya verem yahut zatülcenp hastalığını iyileştirirse, bu doktorlar başka hastalıkları iyileştiremezler, demek doğru olamaz. Bunlar bu hastalıklara tutulmuş hastalarla karşılaşmışlar, tesadüfen bu hastalıkların tedavisi ellerine düşmüş ve bunları tedavi etmişlerdir. Meselâ bir müftü, bir yerde bulunmuş, orada bir boşanma meselesi çıkmış, boşanma hakkında hüküm vermiştir; başka bir müftü de bir nikah meselesiyle karşılaşmış, nikah hakkında karar vermiş olabilir. Yoksa müftü, bütün şer’i meseleler hakkında hüküm verebilir. Meselâ müminin kalbini, Tanrı, istediği gibi çevirir, müminin kalbi, Tanrı ‘nın elinde bir âlettir. Fail gerçekte Tanrıdır. Böyle olmakla Tanrı bazı şeylere kadirdir, bazı şeylere kaâdir değildir. Bazı şeyler bilir, bazı şeyler bilmez, nasıl denilebilir? Tanrı her şeye kaadirdir. Sûre: 2, Âyet: 19.) Ne yerde, ne gökte zerre kadar bir şey Tanrının ilminden gizli kalamaz. (Sûre: 10, Âyet: 62.)

 

FASIL: 29

Bütün alem, manaya aşıktır., Bununla beraber: “Biz surete aşıkız” derler. Bu hatadır; onlar, manaya aşıktırlar, suretin onların yanında hiçbir kıymeti yoktur. Meselâ: “Bu adam, kötü ahlaklıdır, veya akılsızdır'” derler ve ondan kaçarlar; ötede bir adam görürler: “Bu akıllı, iyi huylu bir adamdır” der.onu överler. Akıl ve güzel huy suret değil, manadır. İşte bundan da görülüyor ki bütün alemin bakışı, mana üzerinedir; çünkü kötü manadan kaçıyorlar,  iyi manayı seviyorlar;  ona aşık oluyorlar.  Onların bu sözleri, işlerine uymaz. Güzel bir kadından vefa görürlerse, onu, eskisinden daha çok severler. O kadının, vefa, göstermekle sureti başka türlü olmuştur. Vefasız bir güzelden nefret ederler; vefasızlık.onun suretini değiştirmemiştir. Vefa, suret değildir. İşte bundan da anlaşılıyor ki dostluk ve düşmanlık suretle değil, mana iledir. Suret bir kase gibidir, mana da onun içindeki yemektir. Kaseden mak­sat, içindeki yiyecektir, kase değildir.

Mısra :

Kaselerden maksat, içindeki yiyecektir.

Kasenin ret ve kabulü, içindeki yiyecek yüzündendir. Çocuk gibi niçin gözünü kaseye çanağa dikiyorsun? Bir kasenin makbul olması veya olmaması içindeki yemek yüzündendir. Eğer yemek güzelse, kase makbuldür; kötü ise, makbul değildir. Bir köle, padişahın önünde el bağlayıp durursa o, padişahın, suretinin önünde el bağlamamıştır. Eğer böyle olsaydı, padişah uyurken de aynı şeyi yapması lâzımdı. Uykuda, padişahın sureti, kaybolmuyor, yine yerinde duruyor. Uyandığı zaman, köle gelip karşısında elpençe divan durur! Kölenin, padişaha uyandığı zaman saygı göstermesi, padişahtaki o “uyanıklık” içindir:Uyanıklık ise mânadır. İşte köle bu uyanıklığa saygı gösteriyor. Eğer köle, uyanık padişahın önünde elpençe divan durur, ona saygı gösterirse, ondan rütbe ve mansıp bulur. Diğer kölelerden daha çok derecesi yükselir. O halde sen de daima uyanık olan Tanrı’ya ibâdet ve hizmet etmiyorsun ve: “Tanrı daima uyanıktır, benim iyi ve kötü hallerimi ve işlerimi görür. El bağlayıp ona ibâdet edeyim, cehennem azabından kurtarılayım” demiyorsun.

Namazda Hakkı görüyormuş gibi dur ve bil! Eğer buna muktedir olamazsan, hiç olmazsa, o işi görüşormuş gibi namazını kıl. Nasıl bir huzur ve edep ile hareket edeceğini düşün ve gör. (H.). Peygamberimiz: Namaz, ancak kalb huzuru ile caiz olur (H.). buyurmuştur.

Hiçbir kul, padişahın huzurunda durduğu vakit: Benim bu duruşumun bana ne faydası var? Veya padişah beni taltif eder gibi düşüncelerle meşgul olmaz; o yalnız edebiyle, onun huzurunda durmanın ve meşgul olduğu bu hareketin, böyle bir özelliği bulunduğunu bilir. Sen de Tanrı’nın huzurunda, huşu ve hudu’u candan ve yürekten artır ki devletlere erişesin!

Her kim zerre kadar bir iyilik veya kötülük işlerse onların karşılığını görür.46 Kim bir iyilik yaparsa, onun on misli, kendisine verilir.47 Velhasıl sen, daima mânası görüyorsun ve onu suret zannediyorsun.

Beyit:

Deniz kenarında olduğundan haberin yok; aynı zamanda susuz olarak uyumuşsun.
Hazinenin üzerinde oturduğun halde, fakirlikten ve parasızlıktan ölüyorsun.

Din yolu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. Her hareket ve her işin bir özelliği vardır. Yumuşaklık ve âciz gösterirsen rahmete, şiddet, serkeşlik, edepsizlikte bulunursan lanete hak kazanırsın ve eğer: “Yumuşak huyluluk niçin rahmete sebep oluyor da şiddet lanete sebep oluyor?” diye bin yıl düşünsen bunu mübahase ve münakaşa ile bilemezsin. Bu, ancak tecrübe ile anlaşılır. Helile, niçin ishal yapıyor? Sikencebin niçin safrayı iyi ediyor? Bir tohum yerden nasıl çıkıyor? Bir damla meni ana rahminde nasıl bir çocuk oluyor? Bunu Tanrı bilir. İnsanlar yalnız tecrübe ile görmüşler, bilmişler ve öyle kabul etmişlerdir. Onların bildikleri, yalnız bunun ondan olması, onun bundan olmasından ibarettir. Veliler ve nebiler. Bütün geçmişler böyle, hizmette, ibâdette bulundular. Bunun için davetlere nail oldular. Çünkü, bu hizmet ve ibâdetin neticesi, cennettir. Onun özelliği budur. İsyanın özelliği ve meyvesi mihnet, yokluk ve yoksulluktur. Ateşin özelliği sıcaklık, su ve buzun özelliğinin soğukluk olduğu gibi. Geçmişler, akıllı insanlar olduklarından hizmet ve ibâdet ile maksada eriştiler. Onlardan sonra gelenler hizmet ve ibâdetsiz, ilim, münakaşa ve mücadele ile maksada erişmek istiyorlar ve işte bunun için de hiçbir şey elde edemiyorlar ve hiçbir sonuca varamıyorlar.

 

FASIL: 30

Alimler, nebilerin vârisleridirler. (H.). Bu sözde âlimlerden maksat, velilerdir, âşıklardır ki bunların ilmi kendiliğinden bilinmiştir. Sonradan toplanıp, düzene konulmamıştır. İlim, onların sıfatıdır. Nur güneşin, sıcaklık ateşin, tatlılık şekerin vasfı olduğu gibi. İlim, onların yüreklerinden pınardan su akar gibi akar. Nitekin Peygamber: Her kim, kırk sabah Tanrı’ya ihlâs ile kulluk ederse, onun yüreğinden hikmet pınarları, diline doğru akar. (H.), buyurmuştur. Bütün Peygamberlerin ilmi, aydınlatacağımız şekilde bu cinstendir. Peygamber, ümmî idi; yazı yazmasını bilmezdi. O’nun ilmi, kendiliğinden bitme ve yetişme idi, kitap vesaire ile kazanılmış değildi. Ümmînin, iki mânası vardır: Bir ümmî vardır ki onun okuması, yazması yoktur. Halkın büyük bir kismi, ümmîden bunu anlar; fakat muhakkiklerin yanında ümmî, herkesin el ve kalemle yazdığını, kalemsiz ve aletsiz yazan kimsedir. Peygamber’e: “Ey Muhammedi Sen ümmî ve yetimdin. Seni mektebe gönderecek, okutup yazdıracak annen, baban yoktu. Bu kadar ilim ve irfanı nereden öğrendin? Ta yaradılışının başlangıcından başlıyarak, cennet bağının birer birer ağaçlarını tavsif ettin. Cehennem zindanının birer birer köşelerini, bucaklarını saydın, anlattın. Alemin yıkılacağı bir zamana kadar, iyiliği, kötülüğü ve bütün olacak şeyleri bildirdin, bunların kimden öğrendin?” diye kendisinden sordukları zaman O da karşılık olarak: “Benim terbiyecim ve öğretmenim Tanrı idi; O, bana öğretti.48

“Ben bu ilimleri, Tanrıdan öğrenmemiş olsaydım, yüz, belki bin yılda öğrenemezdim. Faraza halktan öğrenmiş olsaydım, o öğreneceğim ilim taklidî olurdu; içten gelme bir ilim olmazdı. İlmin sureti olurdu; ilmin hakikati ve ilmin ruhu olamazdı” dedi. Meselâ, herkes duvara bir insan resmi çizer; o resmin başı olur, aklı olmaz; gözü olur, fakat görmesi olmaz; eli olur, bağışı olmaz; göğsü olur, içinde nurlu bir kalb bulunmaz; elinde bir kılıç olabilir fakat, o kılcı kullanmak ustalığı olmaz. Yine bir mihraba kandil resmi yaparlar; gece olunca o kandil, zerre kadar aydınlık vermez. Bir duvara ağaç resmi yaparlar, salladığın zaman yere tek meyve düşmez. Bir ressamın duvara çizdiği bu insan, ağaç, kandil şekillerinde hakikî ve canlı şekillerin mânaları bulunmaz. Bu şekiller, tamamiyle tabiî şekillerle sûreten aynı olmakla beraber, hiçbir zaman onlar gibi değildir. Bunun gibi kitapla öğrenilen bu ilimlerde velilerin ve nebîlerin içinde kaynayan ilimlerle bir olamazlar; ayni farklar, bu iki cins ilimler arasında mevcuttur. Böyle işitilen, öğrenilen taklidî ilimlerle kimse bu dünya zindanından, bu varlık kaydından kurtulamaz. Kalbe bir canlılık gelmez; çünkü bu taklidî ilimlerle, kimse bu dünya zindanından, bu varlık kaydından kurtulamaz. Kalbe bir canlılık gelmez; çünkü bu taklîdi ilim, ölüdür, cansızdır. Ölüler ve habersizler âleminden gelir. Bir şekilden başka bir şey değildir. Nebilerin, velilerin ilmi gibi, insanın yüreğine dirlik veren ilim, başkadır. İşte kim bu cins ilmi öğrenirse o, nebilerin ve velilerin vârisi olur.


(46) Onun için her kim bir zerre ağırlığında hayır işlerse onu görecek. Her kim de zerre kadar şer işlerse o da karşılığını görecek. (Sûre: 99, Ayet:7-8)

(47) Kim ki iyilik eder, onun on misline nail olur. (Sûre:6, Ayet: 161.)

48Esirgeyen Tanrı, Kur’an’ı öğretti. (Sûre:55, Âyet:1.)

 


 

ETİKETLER: