Fasıl: 51-56

A+
A-

FASIL: 51

Bu binalarda ve sanat eserlerinde gördüğün bütün güzellikler, insandaki güzelliklerin akisleridir. Bunlardan başka kim bilir daha ne kadar gizli güzellikler vardır, sen tasavvur et! Eğer bunlar görünselerdi, bu eserlerde gördüklerinden yüzbinlerce defa daha üstün ve güzel oldukları görülürdü. İnsan, bir parça olduğu için, onun vücuda getirdiği eserler ve sanatlarda bir parçadır. Bağlar, bahçeler, köşkler, güzel kumaşlar vesaire gibi. Fakat gökler, yer, arş, kürsü, levh ü kalem, melekler, insan ve cin hepsi, Tanrı’nın eser ve sanatıdır. Tanrı büyük olduğu için, tabiî sanatı da büyüktür. Bir parça olan insanın parçalardan ibaret sanatları ve eserleri de gerçekte Tanrınındır.

Parçadan doğan her şey, bütünden bir parça sayılır. Ey kudret sahibi akıllı kimse! sen bunların hepsini, bütünden bil.

Şunu bilmelisin ki şeriatlerdeki anlaşmazlıklar, peygamberlerin hasletlerindeki ihtilâftandır. Her şeriat, sahibi olan peygamberlerin haslet ve huyu üzerine kurulmuştur. İsa’ (O’na selâm olsun)nın tabiatı, tecrit idi. Kadınlara meyli yoktu; süslenmek ve temizlenmekte ilgisizdi. Onun dini de tamamiyle bu hasletine uygun olarak kurulmuştur. Ümmeti, temizliği ve süslenmeyi bertaraf eder ve bunu yapan, o dinin icabatını en iyi yerine getirmiş olur. Muhammed’in (O ‘na selâm olsun) tabiatında kadınlara sevgi, temizlik ve süs olduğundan dini de bunları gözönüne almıştır. Kim tahareti ve temizliği ön planda tutarsa o, bu dinde en iyi bir yer işgal eder, âmil ve öncü olur. Çünkü Hakkın nebîi, Hakkın makbulü ve sevgilisidir. Tanrı bu gibi kimsenin isteğini ister. Meselâ, sen birini sevsen, ona her zaman: “Canın ne istiyor?” diye sorarsın; onun ekşi, tatlı sevdiği her şey, senin dileğin olur, bunları onun için hazırlamağa çalışırsın. İşte Ulu Tanrı da peygamberin arzu ettiği şeyle ilgilidir. Çünkü: “Onlar O’nu, O da onları sever” (Sûre: 5, Âyet: 59) buyrulmuştur. Onun iradesi, Tanrının iradesidir. Hattâ böyle bir kimse, kendi rengini bırakmış, tamamiyle Tanrının rengini almıştır.58 Onun varlığı yok olmuş; Tanrının bir âleti haline gelmiştir; onun işi Tanrının işidir, isteği de Tanrının isteğidir. Attığın zaman, sen atmadın. Lâkin onu Tanrı attı (Sûre: 8, Âyet: 17) buyrulduğu gibi.

Ey Muhammet! sen, ölmeden evvel öldün ve yok oldun; binaenaleyh senden zuhur eden herşey, hakikatte bizdendir. Bunun için eğer bir kimse, Kur’an Muhammedin kelâmıdır, derse kâfir olur. Çünkü Kuran Muhammed’in ancak ağzından ve dudaklarından çıkmıştır.

Nazım:

Kur’an, Ahmed’in dudağından değildi: fakat hiç şüphe yok ki Ahmed’in Rabbındandı.

Onu Muhammed söyledi, diyeni kâfir bil. İster gizli, ister açık olsun, Tanrı adamının ne hareketi, ne de sözü vardır. Bunlar tamamiyle Tanrıya aittir. Binaenaleyh her ne kadar Muhammed ortada görünüyorsa da onun bu işte, dahli yoktur; o, tamamiyle Hakkın âletidir ve bir askerin elindeki kılıç ve kalkan hükmündedir.

Bunları harekete getiren, gerçekte askerdir; çünkü kılıcın ve kalkanın kendiliklerinden hareket etme hassaları yoktur. Bunun gibi Tanrının sevdiği bir kimsenin yaptığı herşey de şeriata uygundur. Çünkü onun yapması, Hakkın yapmasıdır; o arada yoktur. Aklın da bedenle alakası olduğundan, vücudun yapmak istediği herşeyi, akıl da yapmak ister. Her ne kadar akıl bu şeyden münezzeh ve beri ise de aralarında öyle bir birleşme ve anlaşma hâsıl olur ki, bu anlaşmadan sonra, vücudun arzusu, aklın arzusu olur Tıpkı bunun gibi Ulu Tanrı da, eğer bir kulla ilgilenirse, o kulun isteği, Tanrının isteği olur. O halde istek birleşmiştir. Çünkü ikilik kalmamıştır. Şeriatteki ayrılığa sebep de şeriatlerin, Peygamberlerin huylarına ve hasletlerine uygun olmalarındandır.

Bir adam: “Niçin bu zahiri gözle, öteki insanların göremediği birtakım şeyleri gördüklerini söylerler?” diye sordu. Ona şu cevabı verdim: “Bunun mânası, sana niçin bu kadar acaip görünüyor? Meselâ, sen çocukken aynı göze ve kulağa sahip olduğun halde şimdi ihtiyarladığın ve aklın olgunluğa erdiği zaman da, bu gözle gördüğün ve bu kulakla işittiğin şeyleri göremiyordun; çünkü şimdi sende bulunan bu temiz nazar o zaman yoktu. O halde aklın taallûku olunca, yani bütün uzuvların ve hassaların baştan ayağa kadar aklın hükmü altına girince, görüşün değişerek bu hale geldi, böylece sen, benim bütün mertebelerimi görüyor ve tefrik ediyorsun. Bunun gibi kulağın da herkesin sözünü işitiyor, tartıyor ve sözün derecesini tâyin ediyor; faydalarını, zararlarını birbirinden ayırıyor ve hareketini ona göre tanzim ediyor. Binaenaleyh bütün âza aklın bir âletidir; her ne yaparsanız bunun akıldan ileri geldiğini biliniz. Her kimin aklı fazla ise, temyiz hassası da ona göre fazla olur. Tanrı, aklın yaratıcısıdır. Onun bu kendi sevgilisine alâkası vardır; bu yüzden onun bütün hareket ve sükûnetleri Hakka aittir, her şeyde Hakkı görür. Nitekim akıllı bir adamın hareketlerinden, onun aklı görünür. Akıl ne kadar çok olursa temyiz hassası da o ölçüde çok olur, demiştik. Bunun gibi Hakkın kuluna olan ilgisi ne kadar çok ise, kulun Hak ile ilgisi de o nispettedir; bu yönden Hak ehli gayp âlemi birtakım acaipliklerini Hakka yakınlığı nispetinde, görür ve Hakka olan yakınlığı sona erdiği vakitte, artık onun nazarında gayp âleminden bir acîbe kalmaz. Her şeye karşı nazarı değişir. Peygamber: “Mümin Tanrının nuru ile bakar” (H) buyuruyor; madem ki mümin Hakkın nuru ile bakıyor ve Hakkın nurundan da hiçbir şey gizli değildir, o halde müminden de hiçbir şey gizli kalmaz. Bazı insanlar; bazan mâna ehlini tenkide kalkar ve: “Falan iş, şeriata aykırıdır, garip şey” derler. Bunların maksadı, seriat değildir; belki şeriata düşmanlık etmektir. Çünkü bunlar şeriatten hiçbir şey yapmamışlar, sadece Tanrıya olan uzaklıklarının çokluğundan ve Tanrı adamlarını onunla kırabilmek için, şeriati âlet edinmişlerdir. Aynı zamanda şeriata yabancı olduklarından, onun aleyhinde de bulunurlar; Bunlar şeriatı incelemiyorlar, eğer şeriat onlara başka bir şekilde görünse, yabancılıklarından öyle bir iş yaparlar ki, bu kadar bilmekten de mahrum kalırlar.59 Mânasını anlamadıkları halde, Tevratı taşıyanlar, kitap taşıyan merkebe benzerler. Bu hafızlar, yağlı çörekler ve helva taşıyan eşeklere benzerler. Eşeklerin yiyeceği, saman ve arpadır. Onlar bu nimetleri başkaları için taşıllar. Bunun gibi bu hafızlar, ilim ve Kur’anı işin başında ve sonunda sırf dünya için öğrenirler ve dünya için çalışırlar. Bu, onların yiyeceği değil, ruhların ve meleklerin gıdasıdır. Melekler ve ruhlar bunun için yaşarlar. Halbuki bu cahil hafızlar hikmeti, ruh için değil, ekmek için öğrenirler. Dünya ve dünya nimetlerini Tanrı için istiyenler nerede? İlim ve Kur’anı dünya için istiyen nerede? Madem ki onların sevgilileri dünyadır, her şeyi bu sevgili için isterler. Bunların ki ise ahirettir ve her şeyi ahiret için isterler. İyi mal, iyi bir insan için ne kadar yerinde ve güzel olur! (H.) denildiği gibi her ikisi de suretten dünyayı istiyorlar, fakat arada büyük bir fark vardır. Mâna ehli olanlar bilirler ki dünyayı istemekte, ahireti istemekde mevcuttur.

Semâ’nın aleyhinde bulunan kimseler, onun, ne olduğunu bilmiyenlerdir. Semâ, enbiyadan miras olarak kalmıştır. Semâ bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o halde kendi varlığından geçer; elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamiyle mahvolur, işte “nübüvvet” de budur. Tanrı Kur’anda: Onun Tanrısı dağa tecelli ettiği vakitte, onu parça parça etti ve Musa da bihuş olarak yere yuvarlandı (Sûre: I, Âyet: 139) buyurmuştur. Peygamber’i (selâm O’nun üzerine olsun) bir yaygıya sarıp eve getirirlerdi. Bununla beraber her gördüğünüz semâ değildir, asıl semâ, kendinden geçmektir. Sen: “Ben Muhammed’in ümmetiyim” demiyor musunuz?” kabiliyetli bir öğrenci öğretmenin sanatını, bilgisini öğrenir. Peygamber (selâm O’nun üzerine olsun) Cebrail’i melekleri ve Miraç gecesinde Tanrıyı gördü; eğer sen bunlardan bir şey göremiyorsan nasıl öğrenci ve ümmet olursun? Gerçek ümmet ve kabiliyetli bir öğrenci olan bir kimse, bu garip, şeyleri de görür; sen ise bunları inkâr ediyorsun. Bununla Peygamber’i inkâr ettiğini bilmiyor musun?

FASIL: 52

Tanrının velisi bir rahmet madenidir. Herkes, onun görünen varlığından zevk bulur, rahata kavuşur. Onun nurundan canlanır. O nur ile hiç eksilmez. Bu sıfatlara sahip olmayan bir kimse, Tanrının velisi değildir.

FASIL: 53

Gönül sahibinin semâ’ı huzurdur. O, bu halde iken Hakla beraber ve hakkın kelamını Haktan işitmekte, huzur içinde kendinden geçmektedir. O halde böyle bir harekete helâl mi denilir, haram mı? Velinin sıfatı da. Biz, senin göğsünü açmadık mı? (Sûre: 94, Âyet: I) buyrulduğu gibi göğsünün açılmış olması ve içine baktığı zaman, nurdan sonsuz denizler görmesi ve bu aşk denizine dalmasıdır.

FASIL: 54

Tanrı, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, tıpkı içinde kandil bulunan küçük bir pencere “mişkat” gibidir. Bu kandli de küçük bir şişe içersindedir. (Sûre: 24, Âyet: 35.) Mânası bu olan âyette buyrulduğu gibi, “Mişkât” Tanrı adamlarının göğsüdür. Onların kalbi, kandil ve kalblerindeki mâna, zeytinyağı, Hakkın vuslatı da “misbah”tır. Yerde, gökte, arşta ve kürsüde bulunan her mahluk, nuru bu Tanrı adamlarının kalbinden alıyorlar. Büyük bir sarayda asılı olan küçük bir kandil, küçüklüğüne karşılık, sarayın her tarafını aydınlatır. İnsan görünüşte küçük bir kandil yer ve gök de bir saray gibidir. Bu sarayda bulunan her şey o kandilden nur alır. Ve o misbah kandilin ortasından: Tanrı yerin ve göklerin nurudur (Sûre: 24, Âyet: 35) der. Şimdi ey dinleyici! Sen, o âlemin nurunu, bu güneşin nuru ile karşılaştırma. Çünkü bu nur hissî ve surîdir. O âlemin nuru ise, hayatî ve yakîndir! Bazan evliya ve enbiyada bulunan o Tanrısal ve hayat, yerde ve gökte yoktur. Yer ve gök bu hayata, evliya ve enbiyanın hayat ve yaşayışlarının nurundan sahiptirler ve bu da mânevi olduğundan, halk bunu anlıyamaz. Bu yüzden Tanrı: Onun gözü kaymadı, dönmedi, (Sûre: 53, Âyet: 17) buyurmuştur. O halde Ulu Tanrının mutlak güzellik güneşi insanların kalbinde bulunmaktadır. Bu yüzden bu âleme ışık ve nur, oradan gelir. Nur candır ve hayattır. Bunun gibi, diri ve canlı olan bir insanda gök gibi olan aydınlık candandır. Görme, işitme, koklama, tadma, dokunma, bâtındaki his-i müşterek, hayal, vehim, müfekkire ve hafızadan ibaret diğer beş duygudan mürekkep yıldızlar gibi olan hassalar da ışıklarını candan alırlar. Yer hükmünde olan ayak, diz ve sair organlar hepsi o candan diridirler. Can onlardan ayrılınca, bunlar kalabilirler mi? İşte can onlardan ayrıldığı zaman ne yıldızlar gibi olan hassalar, ne gök gibi olan baş ve ne de yer gibi olan ayaklar kalır. Güneş, ay ve yıldızlar dökülür ve yok olurlar. Bu hususta Kur’anda: Güneş yuvarlanıp devrildiği yıldızların döküldüğü (Sûre: 81 Âyet: 1-2) buyrulmuştur. Yer ve dağlar bile zerre zerre olur; yok olurlar. Şu halde hassaların güneşi, parlaklığı, güzelliği candandır. Bunun gibi bedenin letafeti ve yer hükmünde olan ayakların kuvveti de yine candandır. Bunlar, can olmayınca âtıl kalırlar, nursuz ve karanlık bir hale gelirler. Bu yerin ve göğün adamı da evliyanın canından diridir. Hakikatte bu, Hakkın nurudur. Çünkü onların vücudu, Ulu Tanrı’nın sarayı ve arş-ı azâmidir. Nihayet o nur, yer ve gökten ayrılırsa, insanın vücudu gibi, âlemin sureti de harap ve hiçbir işe yaramaz bir hale gelir. O halde her ne varsa insandadır ve âlem de onlarla kaimdir. Hepsini başından sonuna kadar etraflıca açıkladık söylediğimiz mâna üzerinde düşünür ve dururlarsa ne kadar açık olduğunu görürler. Tanrı herkesten iyi bilir.

FASIL: 55

Züht, riyazet, namaz, niyaz, hac, zekât, talep, bir şey ekmektir. Çünkü: “Dünya ahretin tarlasıdır” (H.) buyurulmuştur. Arifin hali, tarlayı biçmek ve istenilen şeye erişmektir. O halde bu tâatlerle meşgul olmak, ayrılık hali yani, matlûba vâsıl olamamaktır. Bu mânayı naks için: Mustafa (selâm O’nun üzerine olsun) ekseriya namazla meşgul olurdu. Şu halde Tanrıyla firak halinde idi, diye misal olarak gösterilirse biz de şu cevabı veririz: O, bu halde yine Tanrısına vâsıl olmuştu; firak halinde değildi. Bunu esasen kabul edemeyiz. Çünkü o, vâhiy halinde idi. Bu hale namaz sığmaz. Orada tâatin, namazın ne işi var? Peygamber: “Tanrı ile benim aramda öyle bir zaman vardır ki o halde ne bir neb-i mürsel ve ne bir veli benimle bir olabilir” (H.) buyurmuştur. Bundan da anlaşılıyor ki namaz, firak halinde olur ve namaz her müminin tâatinin ancak bir parçasıdır. Peygamberin vâhiy haline, bir nebi, bir veli sığamadığı halde, bir müminin tâatinin parçası olan namaz nasıl sığabilir? Meselâ bir padişahın elinden şahin uçup avlanmak için daha uzaklara gittiği zaman, padişah davul çaldırarak ve hattâ yüksek sesle bağırarak şahini geri çağırır. Şahin gelip padişahın bileğine oturduğu vakit, o ilk firak hali kalmaz. Bunun gibi Mustafa da (Tanrının selâmı ve salâtı O’nun üzerine olsun) tecelli ve vâhiy halinde tâatte bulunmamıştır. O halde, tâatten, mahvolma halinde idi. Tanrı daha iyisini bilir.

FASIL: 56

Ülfet-i hakikî, Ulu Tanrı’nın cisimlerinden, ahd-i elestten yedi yüz bin sene evvel, onların ruhları arasına koyduğu şeydir. Sen yeryüzünde bulunan ne kadar eşya, varsa hepsini sarf etsen, onların aralarını bulamazsın; fakat Tanrı onların aralarını buldu (Sûre: 8, Âyet: 64.) Bu mânanın incelenmesinin sonucu şudur ki, onlar aslında bir şeydiler, bir nurdular ve bir cevherdiler; çünkü insanlar, altın ve gümüş madenleri gibi madenlerdir (H.) buyurulmuştur. Mâna âleminde nasılsız, benzersiz ve manevî birtakım madenler, makamlar ve mertebeler vardır. Bunlar, bilgiler arasındaki mertebe ve makam farkları gibidir. Meselâ üzüm, üzüm halinde bir mertebeye sahiptir. Şira halinde başka, şarap halinde ise daha başka bir makamı vardır. Binaenaleyh ruhlar aynı gümüş madeninden oldukları zaman hepsi gümüş, altın madeninden oldukları zaman da hepsi altın olurlar. Bakır, demir, tuz ve diğer şeylerden oldukları vakitte aynen böyle olur. O halde ruhlar, kendi madenlerinde bir cevherden olmuş olurlar. İşte telifin mânası, hepsinin aynı ve bir cinsten yaratılmış olmasıdır. Cisimler de: “Hepiniz buradan inin!” (Sûre: 2, Âyet: 36) emri ile ayrıldıkları zaman, su ve çamurdan olan kalıplarında mahpus kaldılar. Şimdi tekrar birbirleriyle, eskiden olduğu gibi birleştiler. Eğer: “Biz bu âlemde aynı cinsten olmıyan şeyler arasında da birleşme görüyoruz” diye sorarlarsa onun, zahirî bir birleşme olduğunu söyliyebiliriz. Meselâ şunun gibi: Deve, öküz ve atı bir iple bağlasan zahiren birbirleriyle bağlı görünürler; fakat aslında yani, mâna itibariyle, birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bunun için o ipi çözdüğün zaman her biri, kendi cinslerine doğru gider. Çünkü: “Her şey aslına döner” buyurulmuştur. Bunun gibi, güvercin, kumru, şahin ve bülbülü ve daha başka kuşları bir kafese koysalar, bir kafeste ve bir arada bulunmalarına rağmen, hiçbir zaman onlar arasında hakikî bir anlaşma, kaynaşma ve huzur meydana gelemez. Kafes kırıldığı zaman her biri kendi cinsine katılır. Bunun pek çok örnekleri vardır. Akıllı olana bir işaret yetişir ve bu azdan çoğu anlar.

Bir emîrin sultana ve bir askerin kumandanına bağlılığı mansup, yardımlaşma ve hil’at gibi dünya menfâatleri yüzündendir. Onlar bir araya getiren, birbirlerine bağlıyan ipler, yalnız bu sebeplerdir. Bu sebepler ortadan kalkar veya değişirse, onlar birbirinden nefret ederek ayrılırlar. Fakat, ümmetin nehiye ve müridin şeyhe bağlılığı tamamiyle sebepsizdir. Hattâ onlar mallarını, canlarını, Peygambere ve şeyhe feda ederler. Bunlar için, kendi anne, baba ve kardeşlerinden uzaklaşırlar; hattâ icabında onlara kılıç bile çekerler. Peygamber (Tanrı’nın selâmı ve salâtı O’nun üzerine olsun) zamanında O’na bağlananlar, bu sevgileri yüzünden, kendi annelerini, babalarını ve kardeşlerini öldürdüler. İşte hakiki ülfet ve bağlılık budur. Binaenaleyh her ruh, aynı cinsten olmadığından, her birinin ayrı bir gıdası ve meşrebi vardır. Çünkü: Herkes bunlardan kendi içmesine mahsus pınarı bilmiştir. (Sûre: 2, Âyet: 57) buyurulmuştur. Fakat, kör ve cahil olan bir kimse, bunların hepsini bir bilir ve hepsine karşı aynı tarzda hareket eder; hepsiyle aynı şekilde konuşur. Bunun aksine olarak, gören ve bilen bir kimse, cisim kafeslerindeki kuşlar gibi, hapsolan ruhlara bakarsa, her kuşun yiyeceğinin ve yeminin, başka türlü olduğunu anlar ve bilir. Bunların hepsini bir saymaz. Hepsine, tek ve aynı insan, demez.

İnsanlara akıllan ölçüsünde söz söyleyiniz.

Sultan Veledin Maârifi sona erdi.

(Tanrı O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin.)

 


58Tanrının verdiği rengi almaz. (Sûre: 2, Âyet: 132.)

(59) Kendilerine Tevrat yükletildiği halde, onu yüklenmeyenlerin hali, kitap taşıyan merkebin haline benzer. (Sûre: 62, Âyet: 5.)

 


 

ETİKETLER: